Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Aktif Makale Kıbrıs Meselesinin Kıta Sahanlığı, Doğalgaz Ve Petrol Konuları Açısından İrdelenmesi

Yazan : Seda Üstün [Yazarla İletişim]
Avukat

KITA SAHANLIĞI


(Continental Shelf; Festlandsockel)



a. Kıta Sahanlığı Kavramı ve Gelişimi

Kıta sahanlığı, kıyı devletinin kara ülkesinin denizin altında süren doğal uzantısına verilen addır. Hukuksal anlamda kıta sahanlığı kavramı İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmış olup, yerbilimin bu konuda belirlediği öğeler üzerine dayanmaktadır.

Olağan olarak deniz yatağı kara ülkesi ile okyanus tabanı arasında yukarıdan aşağıya doğru şu yerbilimsel öğeleri kapsamaktadır:

A) Yer bilimsel anlamda kıta sahanlığı
B) Kıta yamacı ya da şevi
C) Kıta yükselimi ya da eşiği

Ancak kimi ülkelerde kıta yükseliminin bulunmadığı ve kara ülkesinin doğal uzantısının yalnızca yerbilimsel kıta sahanlığı ve kıta yamacı ile okyanus tabanına ulaştığı da gözlenmektedir. Kara ülkesi ile okyanus tabanı arasında yer alan bu yerbilimsel öğelerin tümü kıta kenarı adını almaktadır. Kıta kenarından sonra ise okyanus tabanının ayrı nitelikler gösteren birer çökelti tabakası ile örtüldüğü gözlenmektedir.

Kıta sahanlığının hukuksal açıdan kapsadığı yerbilimsel öğeler önemli değişiklikler göstermektedir. Kıta sahanlığı kavramının uygulanan hukuk kavramı olarak ortaya çıkması 28.09.1945’ te A.B.D. başkanı Truman’ın bir bildirisi ile olmuştur. Truman Bildirisinin sözünü etmediği temel sorunlardan olan bir kıyı devletinin kıta sahanlığı alanının nereye kadar uzanacağı konusundaki açıklama ise, bu Bildiriye ilişkin olarak A.B.D. hükümetince yapılan basın bildirisinde yer almaktadır. Buna göre, kıta sahanlığı, deniz yatağının 100 kulaç (200 m.) derinliğine kadar olan bölgeyi kapsayabilecektir. Truman bildirisinin hemen arkasından birçok devletin kendi kıta sahanlıkları üzerinde çeşitli haklar ve yetkiler öne sürdükleri gözlenmektedir.

Kıta sahanlığı kavramıyla ilgili ikinci aşama, 1958 Cenevre Deniz Hukuku Konferansı ile varılan aşama olmuştur. Bu konferans çerçevesinde yapılan andlaşmalardan biri de Kıta Sahanlığı Sözleşmesidir. Bu sözleşme ile kıta sahanlığı konusunda açıklığa kavuşturulan sorunlar arasında adaların da ilke olarak kıta sahanlığına sahip olduğunun belirtilmesini sayabiliriz. (mad. 1) Ancak, 1958 Cenevre Sözleşmesinin kıta sahanlığı kavramı konusunda en belirgin katkısı bu alanın dış sınırı ile ilgili olanıdır. Sözleşmeye göre, bir kıyı devletinin kıta sahanlığının dış sınırı ile ilgili olanıdır. Sözleşmeye göre, bir kıyı devletinin kıta sahanlığının dış sınırı birbirinden farklı iki ayrı ölçüte göre saptanabilecektir: a) 200 metre derinlik b) 200 metre derinlikten sonra, eğer bu bölge işletilebilirse, işletilebilme ( mad. 1)

Kıta sahanlığı kavramının açıklığa çıkmasında bir başka aşamayı da U.A.D. ‘nın 20.02.1969 tarihli Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davaları kararı oluşturmaktadır. Bir yandan, Hollanda ve Danimarka, öte yandan, F.Almanya arasındaki bu kıta sahanlığı uyuşmazlıklarını birleştirerek inceleyen U.A.D. ‘nın bu çerçevede en büyük katkısı, kıyı devletinin ülkesinin denizin altındaki doğal uzantısının kıta sahanlığı kavramının temel ilkesi olduğunu bildirmesidir.[1] Öte yandan, Divan kıta sahanlığı sınırlandırılmasında uygulanması gereken yapılageliş kuralının da hakça ilkeler olduğunu bildirmektedir.[2]

III. Deniz Hukuku Konferansı ve onun sonunda ortaya çıkan B.M.D.H.S. bu sorunların çözümünde son aşamayı oluşturmaktadır. Bugün hukuksal bakımdan kıta sahanlığı kavramı yerbilimsel öğelerin üçünü birden kapsamaktadır. Nitekim, adı geçen Sözleşmenin 76.maddesi, kıta sahanlığının bir devlet ülkesinin doğal uzantısı olduğunu bildirdikten sonra, ilke olarak, kıta kenarının uç noktasına kadar devam edeceğini kabul etmektedir. Başka bir deyişle, bugün kıta sahanlığı, kıta yamacı ve kıta yükseliminin tümünü içermektedir. Ancak yine Sözleşmenin adı geçen maddesine göre, eğer kıta kenarının uç noktası karasularının ölçülmesinde esas alınan çizgiden başlayarak ölçüldüğünde 200 milin berisinde kalıyorsa, bir kıyı devletinin kıta sahanlığının, ilke olarak, 200 mile kadar uzanacağı kabul edilmektedir. Oysa bu hukuksal anlamda kıta sahanlığı kavramının, kıta kenarının yeterli genişlikte olmadığı durumlarda, okyanus tabanının bir bölümünü de içerebileceğini de göstermektedir.

b. Kıta Sahanlığının Hukuksal Rejimi

Gerek 1958 Cenevre Sözleşmesi (mad. 2), gerek B.M.D.H.S. (mad. 77) kıta sahanlığı üzerinde kıyı devletinin egemen haklara sahip olduğunu bildirmektedir.

Bu egemen hakların özelliklerine gelince ise, en başta söz konusu hakların kıyı devletinin doğal olarak sahip olduğu hakları oluşturdukları görülmektedir. Zira, kıyı devletinin bu haklara sahip olması için herhangi bir biçimde bu alana bizzat birtakım eylemlerde bulunması ya da bu alan üzerindeki söz konusu haklarını ilan etmesi gereği yoktur. Bu nedenle U.A.D. 20.02.1969 tarihli Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davaları kararında kıyı devletinin haklarının kıta sahanlığı üzerinde fiilen ve başlangıçtan beri var olduğunu teyid etmiştir.[3]

Kıyı devletinin kıta sahanlığı üzerindeki haklarının ikinci özelliği, bu hakların münhasır olarak bu kıyı devletine ait olmasıdır.

Üçüncü olarak, kıyı devletinin kıta sahanlığı üzerindeki bu hakları yalnızca doğal kaynaklardan yararlanılması amacına yöneliktir. Kıyı devletinin üzerinde hakkı olduğu doğal kaynakların niteliklerine gelince, bunlar iki tür kaynağı kapsamaktadır: a) Madenler ve öteki cansız kaynaklar b) Deniz yatağı ve toprak altı ile sürekli fiziksel dokunma durumunda bulunan canlılar. Görüleceği gibi kıyı devletinin üzerinde hak sahibi olduğu canlı kaynaklar ya süngerler, midyeler, mercanlar gibi tam olarak tabana yerleşik bir biçimde bulunan sabit deniz ürünlerinden ya yengeçler, istakozlar, salyangozlar gibi tabana sürekli fiziksel dokunma içinde hareket eden sürüngenlerden, ya da deniz tarakları, deniz kestaneleri gibi deniz yatağının çökeltisine yerleşen canlılardan oluşmaktadır. Bu canlı kaynaklara, yerleşik bulunan bitkileri de eklemek gerekmektedir. Madenler ve öteki cansız kaynaklara gelince bunlar gerek deniz yatağı üzerinde çökelti tabakası içinde bulunan maden yumrularını, gerekse toprak altında bulunan her türlü madeni ve hidrokarbürleri içermektedir.

Kıyı devletine kıta sahanlığı üzerinde tanınan bu hakların kullanımı kıta sahanlığı üstünde bulunan su alanının ve onun üstünde yer alan hava sahasının rejimini hiçbir biçimde değiştirmemektedir.[4] Başka bir deyişle, kıta sahanlığı üstünde su alanı açık deniz oluşturuyorsa, açık deniz rejimi bütün koşullarıyla geçerliliğini korumaktadır. Eğer, kıta sahanlığı üstünde kıyı devletine ait bir münhasır ekonomik bölge yer alıyorsa, o zaman da bu kavram içerisinde söz konusu su alanı üzerinde geçerli olan rejim bütün geçerliliğini koruyacaktır. Öte yandan üçüncü devletler bir devletin kıta sahanlığı üzerine, kıyı devletinin kimi bakımlardan isteklerini de göz önünde tutmak suretiyle kablolar ve petrol ya da gaz taşıyan borular yerleştirme hakkına sahiptirler.

c. Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması

Yukarıda belirtilen nitelikteki bir kıta sahanlığının sınırlandırılması konusu devletleri ve uluslar arası hukuk uzmanlarını en çok uğraştıran sorunlardan birini oluşturmaktadır. Bugün de bu alandaki kuralların neler olduğu konusunda tartışmalar sona ermiş değildir. Ancak 1950’li yıllara göre bu alanda bir hayli ilerleme de kaydedilmiş bulunmaktadır.

Bir deniz alanının sınırlandırılması söz konusu olunca kuramsal düzeyde, üç tur sınırın saptanması gerekmektedir.: a) iç sınır b) dış ön sınır c) yan sınır.

Kıta sahanlığının iç sınırına ilişkin kuramsal düzeyde herhangi bir sorun yoktur. Kıta sahanlığının iç sınırı kıyı devletinin karasularının bittiği çizgi olmaktadır. Başka bir deyişle, bir kıyı devletinin kıta sahanlığı bu devlet karasularının bitiş çizgisinin deniz yatağı üzerindeki izdüşümünden başlamaktadır.

Kıta sahanlığının dış ön sınırı ile yan sınırının saptanmasına gelince, bu komuşu kıyıdaş devletlerin varlığı durumunda gerekmektedir. Ancak kimi coğrafi veriler kıyıdaş devletlerin kıyılarının birbirlerine göre konumlarının bu iki ölçüte göre kesin bir biçimde ayrılmasına da her zaman olanak vermemektedir. Bu nedenledir ki, önceleri dış ön sınır ile yan sınır saptanmasına ilişkin kuralların ayrı ayrı değerlendirilmesine karşın, bugün sınırlandırma konusunda bu iki dış sınıra ilişkin kuralların bir elde düzenlenmesi yoluna gidilmektedir.

B.M.D.H.S. ‘nin 83.maddesi bu konuda şu hükmü içermektedir:

“ Sahilleri bitişik veya karşı karşıya bulunan devletler arasında kıta sahanlığının sınırlandırılması, hakkaniyete uygun bir çözüme ulaşmak amacıyla, Uluslar arası Adalet Divanı Statüsünün 38.maddesinde belirtildiği şekilde, uluslar arası hukuka uygun olarak anlaşma ile yapılacaktır. “

Görüleceği gibi, kıta sahanlığı sınırlandırılması kıyıdaş devletlerce anlaşma yoluyla uluslar arası hukuka uygun olarak, hakça bir sonuca varılacak biçimde gerçekleştirilmek zorundadır. Bu da gerek bir andlaşma aracılığıyla gerekse böyle bir andlaşmanın yapılamaması durumunda barışçı yollar çerçevesinde sınırlandırmanın hakça ilkelere göre gerçekleştirilmesi gerektiğinin kabulü olmaktadır.

Kıta sahanlığı sınırlandırılması yapılageliş kurallarının ne yolda olduğuna bakıldığında ise, uluslar arası mahkeme kararları sürekli olarak sınırlandırmanın hakça ilkelere göre yapılması kuralını kabul etmektedirler.

Hakça ilkelerin özellikleri ve kapsamına gelince, yukarıda bildirilen mahkeme ve hakemlik kararları çerçevesinde ilk vurgulanması gereken nokta hakça ilkelerin ex aequo et bono çözüm yolundan farklı olduğudur. Nitekim, hakça ilkeler uygulanan hukukun bir öğesi olup mahkemelere hukuk-dışı verilerin de göz önünde tutulması suretiyle karar verme yetkisini tanıyan ex aequo et bono çözüm yolundan ayrılmaktadır.[5] Başka bir deyişle, bir uyuşmazlıkta ex aequo et bono çözüm yönetiminin bir uluslar arası mahkemece uygulanabilmesi için tarafların bu yönde kesin rızası gerekmektedir. Oysa uluslar arası hukukun olağan kaynaklarından doğan ve uygulanan hukukun bir parçasını oluşturan hakça ilkelerin bir uluslar arası mahkemece uygulanabilmesi için tarafların bu yönde herhangi bir özel rızası gerekmemektedir.

Hakça ilkelerin uygulanmasında vurgulanması gereken ikinci nokta, hakça ilkelerin somut olarak belirlenmesinde göz önünde tutulması gereken verilerin çok değişik olabileceğidir.

Uygulama ve mahkeme kararlarında kıta sahanlığı sınırlandırılmalarına ilişkin olarak üzerinde hakça ilkeler öğeleri genellikle şunlardır: yerbilimsel öğeler, coğrafi öğeler, bölgede saptanmış başka sınırların varlığı, devletlerin yaşamsal çıkarları, bölgede ortak petrol yatağı varlığı, tarihsel hakların varlığı.

Halen devam eden Kıta Sahanlığı problemlerinden en önemlisi Akdeniz’dir. Uluslar arası alanda günümüzde de çözüme kavuşamayan bu konunun en önemli örneği Kıbrıs’tır. Kıbrıs meselesinde kıta sahanlığı konusunu inceleyebilmek için Kıbrıs’ın tarihine de değinmek gerekir.


KIBRIS TARİHİ



Kıbrıs adası bugünde yaşayarak gördüğümüz gibi yüzyıllardır, savaşlar, katliamlar ve entrikalar ile çalkalanmıştır. Kıbrıs tarihine bakıp geleceğe yönelik fikir yürütmenin daha sağlıklı olacağı için Kıbrıs tarihini kısaca hatırlamakta yarar var.
Kıbrıs adası, M. S. 648 yılında Hz. Osman tarafından fetih edilmiş ve o yıllardan itibaren adada İslâmiyet var olmuştur. Venediklilerin baskıcı idaresi karşısında ada halkının sürekli yardım talepleri, II.Selim’in şehzadeliği döneminde Mısır’dan gönderilen hediyelere el konulması, 1563 yılında, Mısır Hazine defterdarının bindiği geminin yağmalanması üzerine Kıbrıs adası 1570’de Türkler tarafından fetih edilir.
Osmanlı ile bütünleşen ada bir daha da Türklerden koparılamaz. II. Abdülhamid, gelirinin Osmanlı Hazinesi’ne verilmesi şartıyla 4 Haziran 1878’de Kıbrıs adasını geçici olarak İngiltere’ye terk eden antlaşmayı imzalar. Ayrıca 1 Temmuz 1878’de yapılan sekiz maddelik bir ek anlaşmayla Rusya’nın Kars ve Doğu Anadolu’yu terk etmesi durumunda İngiltere’nin Kıbrıs’ı tahliye edeceği de kayıt altına alınır.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında katılmasıyla İngiltere 5-Kasım-1914 tarihinde Kıbrıs’ı tek taraflı olarak ilhak etti. Osmanlı Devleti ise bu ilhakı sadece protesto etmekle yetinmiş, İngiliz tâbiiyetine girmek istemeyen 8.000 kadar Türk ailesi Anadolu’ya göç etmiştir. Tarih tekerrür ediyor, bakalım anlaşma olursa Kıbrıs’tan kaç bin kişi Türkiye’ye dönmeye zorlanacak.
23 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması ile İtilaf Devletleri tarafından resmen tanınan Türkiye Cumhuriyeti, gelen yoğun baskılarla Kıbrıs’ın Ingiliz mülkü olduğunu kabul etmiştir. Lozan Anlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmek isteyen Kıbrıslı Türklere iki yıllık bir süre tanınması üzerine, İngiliz idaresinden memnun olmayan çok sayıda Türk anavatan Türkiye’ye göç etmiştir.
15-20 Ocak 1950 tarihinde Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi “plebisit” yapılarak Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını istemiş ama İngiltere bunu kabul etmemiştir. Barışçı yollardan “Enosis”i gerçekleştiremeyeceklerini anlayan Rumlar 1953 yılında kurdukları “EOKA” terör örgütünü 1 Nisan 1955’te harekete geçirdiler. “Grivas’ın” komutasındaki “EOKA” yayınladığı bildiriyle İngilizleri ve Türkleri düşman ilan edip onları imha edeceklerini açıkladılar.
“Enosis” uğruna birçok İngiliz ve Kıbrıslı Türk “EOKA”nın kurbanı oldu. Şiddet eylemleri karşısında kendini korumak isteyen Kıbrıs Türk Halkı 1-Ağustos-1956 tarihinde “Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı”nı (TMT) kurdu. 11-Şubat-1959’da Zürih Anlaşması’yla Kıbrıs Cumhuriyeti için ilk adımı atıldı.
Kıbrıs Türk ve Rum liderleri de 19 Şubat 1959’da Londra Anlaşması’nı imzalayarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasını kabul ettiler. Bu anlaşmalara istinaden hazırlanan Kıbrıs Anayasası’nın kabulüyle 15/16-Ağustos-1959 gece yarısı “Kıbrıs Cumhuriyeti” ilan edildi.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanıyla Yunanistan “Enosis”, Türkiye de “Taksim” tezinden vazgeçmiş oldu. Makarios’ un Türkleri yok edip Kıbrıs’ı elde etme planlarını gerçekleştirmek üzere kurulan 20 bin kişilik EOKA, modern silahlarla donatılıp harekete hazır duruma getirilmesi ile Türkiye sert tepki göstermiş Kıbrıs Türk halkının imha tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu belirtmiştir.
Garantör devletlerden biri olan Türkiye gelişmeler üzerine, 15-Temmuz-1974’te Bakanlar Kurulu kararı ile, ülkenin menfaatleri ve güvenliği için her türlü tedbiri almak üzere Başbakan Bülent Ecevit’e tam yetki vermiştir. Bütün Kıbrıs’ta sıkıyönetim ilan eden darbeciler kısa zamanda Lefkoşa ve Girne’ye hâkim oldular.
Nikos Sampson, Kıbrıs’ta bir “Helen Cumhuriyeti” kurulduğunu açıklıyordu. İngilizler tarafından helikopterle adadan kaçırılan Makarios, “Kıbrıs’ın Yunanistan işgalinde” olduğunu açıklıyordu.
Türkiye, 1959 yılında imzalanan Londra Anlaşması’nın (4.) maddesine istinaden 20 Temmuz 1974 günü tek taraflı olarak Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlattı. Türk askerleriyle mücadele edemeyen Millî Muhafız Ordusu ve EOKA-B, Türk yerleşim birimlerine saldırarak büyük bir katliama girişti. Yüzlerce Kıbrıslı Türk katledildi.
Kadınların ırzına geçildi, çocuklar sokak ortalarında öldürüldü, köyler yakılıp yıkıldı. Türk kuvvetleri 22 Temmuz’da Girne’yi ele geçirdi. 22 Temmuz akşamı Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin ateşkes kararını kabul etti.
Türk müdahalesi sonucu Yunanistan’daki cunta idaresi ve onun Kıbrıs’taki kuklası Nikos Sampson hükümeti de yıkıldı. Ateşkes kararından sonra 25 Temmuz 1974’te Türkiye, Yunanistan ve İngiltere dışişleri bakanları “Birinci Cenevre Konferansı” çalışmalarına başladı.
30 Temmuz’da sona eren konferansta Türk tarafının istekleri doğrultusunda: “Ada’da bir güvenlik bölgesinin kurulması, Rum ve Yunan işgalindeki Türk bölgelerin derhal boşaltılması, esir durumda olan asker ve sivillerin mübadele edilmeleri veya serbest bırakılmaları, barışın sağlanması ile birlikte anayasaya uygun bir hükümet kurulmasının temini, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıs Türk Toplumu ile Kıbrıs Rum Toplumu olmak üzere iki otonom idarenin mevcudiyeti” kabul ve ilan edildi.
Bu anlaşmaya rağmen, Rum-Yunan kuvvetleri Türk köylerine saldırılarını sürdürdüler. Türkiye, Rum-Yunan ikilisiyle anlaşmanın mümkün olmadığını görerek 22 Temmuz’da başlayan fakat ateşkes sonucu tamamlanamayan harekatın tamamlanmasına karar verdi. 14 Ağustos’ta başlayıp 16 Ağustos’ta sona eren üç günlük harekât neticesinde bir taraftan Magosa’ ya diğer taraftan Lefke’ye varılarak Türk tarafının sınırları çizildi.
Kıbrıs Barış Harekâtı’nın çizdiği sınırlar Türk tarafına devlet kurma imkânı verdi ve 13 şubat 1975 tarihinde “Kıbrıs Türk Federe Devleti” ilan edildi. Adalı Rumlar ve Yunanistan, yoğun kulisler sonucunda; BM’den KTFD’ni ortadan kaldırmayı öngören 13 Mayıs 1983 tarihli kararı çıkartmaya muvaffak oldular.
Bu durum karşısında, Kıbrıs Türk halkı, 20 Mayıs 1983 tarihinde Devlet Başkanı Rauf Denktaş’a bir muhtıra vererek bağımsızlık ilan edilmesini istedi. Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi de 15 Kasım 1983 tarihinde oybirliğiyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etti.
“Bağımsızlık bildirisi” Rauf Denktaş tarafından okundu KKTC’ni, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti resmen tanıdı. 17Nisan1984 tarihinde de büyükelçiler, karşılıklı olarak güven mektuplarını cumhurbaşkanlarına sundular.
Bugün ise Kıbrıs; adanın Rumlara devrini isteyenler ile Türk devleti ve milleti yaşasın diyenlerin mücadelesine sahne olmaktadır.



KIBRIS KITA SAHANLIĞI PROBLEMİ


Yukarıda Kıta Sahanlığı kavramını ayrıntılı olarak ele aldık. Bahsettiğimiz gibi kıta sahanlığı “deniz tabanı ve altındaki doğal kaynakların işletilmesi ile alakalı ve deniz hukukuna göre kıyıdan 200 ve hatta 350 mile kadar çıkarılabildiği durumu ifade eder. Türkiye’deki denizlerin yapısı düşünüldüğünde denizler kapalı ya da yarı kapalı denizlerdir ve bu nedenle de kıta sahanlığının bu mesafelerde otomatik olarak tatbik edilmesi oldukça zor olmaktadır. Burada yine önem arz eden Münhasır Ekonomik Bölgeden de bahsetmek ve kıta sahanlığı kavranı ile arasındaki ayrıma dikkat etmek gerekmektedir. Münhasır Ekonomik Bölge kıyıdan 200 mile kadar uzanan ve su kütlesini de kapsayan ve daha ziyade balıkçılık ilgili bir deniz yetki alanıdır. Bahsedilen iki kavram arasındaki temel fark balıkçılıkla alakalıdır. Kıta sahanlığının ilan edilmesi gerekmez iken münhasır ekonomik bölgenin ilan edilmesi muhakkak gereklidir. 200 mil mesafesi Türkiye’nin çevresindeki denizlerde coğrafyanın müsait olmaması nedeniyle otomatik olarak tatbik edilememektedir. Ve bu nedenle ilgili ülkeler tarafından bu deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasının ya anlaşma ya da yargı/hakemlik yoluyla yapılması şarttır. Ancak bilindiği üzere KKTC bir ülke olarak kabul edilmemektedir. Bu sebeple Türkiye’nin deniz yetki alanını Akdeniz’ de tam olarak sınırlandırılamadığı ortadadır.[6]

Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de Antalya Körfezi açıklarında dar bir deniz alanına mahkûm edebilecek gelişmeler giderek tehlikeli bir hal almaktadır. Bir taraftan Yunanistan’ın Girit, Kaşot, Kerpe ve Meis Adalarını birleştiren hattı esas alarak Mısır ile Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırı çizme çabaları, diğer taraftan da Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)’nin ortay hatları esas alarak, bunları hakkaniyete uygun hale getirmeye dahi gerek görmeden MEB sınırları oluşturma politikaları sürmektedir. Bu bağlamda GKRY’nin Mısır ve Lübnan ile MEB sınırlandırma andlaşmaları yaptığı bilinmektedir. Türkiye Nota vererek bu andlaşmaları tanımadığını resmen bildirmiş ve haklarının sahibi olduğunu göstermiştir. Türkiye’nin verdiği notalar maalesef GKRY tahriklerini durduramamıştır.
GKRY Parlamentosu, GKRY-Lübnan MEB sınırlandırma anlaşması imzalandıktan sonra 26 Ocak 2007 tarihinde bir yasa kabul ederek Kıbrıs Adası’nın güneyinde, Mısır ve Lübnan ile çizdiği sınırların içerisinde 13 adet petrol arama ruhsat sahası ilan etmiştir.[7] GKRY’nin ilan ettiği 13 adet ruhsat sahasının toplam yüzölçümü 70.000 km²’dir. Bunlardan 1, 4, 5, 6 ve 7 numaralı sahalar, Türkiye’nin 2 Mart 2004 tarih ve 2004/Turkuno DT4739 sayılı Notası ile haklarını saklı tuttuğu Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı alanlarının 7.000 km²’lik kısmına tecavüz etmiştir. GKRY’nin yutmaya çalıştığı bu lokma, Kıbrıs Adası'nda hükmettiği alandan büyüktür.
GKRY tahrikleri maalesef burada da kalmamıştır. GKRY, Kıbrıs Adası doğusunda Lübnan kıyıları ile Kıbrıs Adası kıyılıları arasında kalan 3 ve 13 numaralı sahalar dışında, Türkiye’nin haklarına tecavüz eden alanlar da dâhil olmak üzere, geriye kalan 11 sahada ruhsat vermek için ihale açmıştır. GKRY’nin mevcut uygulamaları Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin (KKTC)’nin haklarını da ihlal etmektedir. GKRY’nin ihaleye açtığı alanların yüz ölçümü 55.000 km²’ye ulaşmaktadır. Türkiye’nin haklarına tecavüz eden 7.000 km2’lik alan çıktıktan sonra geriye kalan 48.000 km2’lik sahanın her bir santimetre karesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de hakları vardır. GKRY’nin açtığı ihalede teklif verme sürecinin 16 Ağustos 2007’de neticelendirileceği, ruhsatların da yılsonuna doğru verileceği göz önünde bulundurulursa GKRY tahriklerinin nasıl tehlikeli bir hal aldığı hemen anlaşılacaktır.
Türkiye’nin uluslararası hukuk zemininde yürüttüğü haklarını koruma çabalarına GKRY, oldu bittiler ve fiilî hak ihlalleri ile cevap vermeye çalışmaktadır. Türkiye’nin kıta sahanlığına tecavüz eden ruhsat bölgeleri ve bu bölgelerde arama ruhsatı verilmesi için açılan ihale, hukuk dışı uygulamadan başka hiç bir şey değildir. Bu yönüyle hukuki sonuç doğurması da beklenemez. Türkiye’nin ihale neticesinde verilecek ruhsatları da tanımayacağı açıktır. Bununla beraber, uyuşmazlık konusu sahanın büyüklüğü ve bu sahada varlığı ileri sürülen büyük petrol yataklarının kabarttığı iştahlar siyasi sonuçları zorlayabilir.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de 032º 16' 18" D ve 027º 22' 00" D meridyenleri, bu meridyenler arasında kalan Antalya Gazipaşa’dan Muğla Deveboynu Burnu’na kadar Anadolu kıyıları ve bu kıyılar ile Mısır kıyıları arasındaki ortay hatla aşağı yukarı örtüşen 33º 50' 00" K enlemi arasında kalan bölgedeki kıta sahanlığı ve bunun üzerinde ilan edilebilecek MEB’inin yüz ölçümü yaklaşık 145.000 km²’dir ve tüm kıta sahanlığı alanlarımızın yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Ege Denizi'nde sahip olabileceğimiz kıta sahanlığından büyük olan bu alan, Marmara Denizi ve Kıbrıs Adası'nın her birinin 10 katından fazla ve Karadeniz’in tamamındaki Kıta Sahanlığımıza denk büyüklüktedir.
Eğer Yunanistan ve GKRY’nin sürmekte olan çabaları sonuç verir ise, Türkiye bölgedeki bu 145.000 km²’lik kıta sahanlığı alanının 71.000 km²’sini Yunanistan’a, 33.000 km²’sini GKRY’ye kaptıracak, kendisine de sadece 41.000 km²’lik bir alan kalacaktır. Açıkçası Doğu Akdeniz’deki 145.000 km²’lik bu kıta sahanlığı parçasına sahip olup olamamak, Türkiye’nin denizlerinin üçte birine sahip olup olamamak anlamına gelmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri GKRY’nin açtığı ihaleden sonra bölgede Türkiye Cumhuriyeti’nin söylediklerinin arkasında durduğunu gösterecek tatbikatlar yapmıştır. Mart ayında başlayan ve Haziran ayında da devam eden tatbikatların yapıldığı sahaların koordinatları National Geospatial-Intelligence Agency ve Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğünce yayımlanmıştır.[3](RESİM-3) Anılan koordinatlar incelendiğinde tatbikat sahalarının GKRY’nin ilan ettiği sözde Münhasır Ekonomik Bölge ve petrol/doğalgaz arama sahaları ile çakıştığı ancak Kıbrıs Adası’nın karasuları dışında ve uluslararası hukuka tamamen uygun bir şekilde oluşturulduğu görülmektedir.

Mayıs ayı başında denizaltı, savaş gemileri ve uçaklar ile gerçek mermiler kullanarak yapılan tatbikat, Kıbrıs Adasının ilk kez 12-25 mil güneyinde gerçekleştirilmiştir. Deniz Kuvvetlerinin planlı tatbikatlarından olan “Deniz Kurdu” tatbikatları, son beş senedir ağırlıklı olarak Ege Denizi’nde yapılırken, bu sene Doğu Akdeniz’de yapılmıştır. Bölgedeki gelişmeler karşısında bunun özellikle yapılmış bir tercih olduğunu düşünmemek mümkün değildir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığında GKRY tarafından uluslararası hukuka aykırı olarak verilecek ruhsatlara dayanılarak yapılacak arama faaliyetlerine göz yummayacağı görülmelidir.
Türk Deniz Kuvvetlerinin bölgenin kaderinin olayların akışına terk edilmeyeceğini gösteren faaliyetleri giderek yoğunlaşmasına rağmen basına fazlaca yansımamıştır. Daha önceleri bölgede uluslararası organizasyonlarda görev alan Türk savaş gemilerinin faaliyetleri hakkında bile basına birçok kez saptırıcı beyanlar veren Rum Yönetimi yetkilileri, aynı tavrı bu sefer sergilememişlerdir. Özellikle 2 - 5 Mayıs 2007 tarihleri arasında yapılan tatbikata katılan Türk gemilerinin faaliyetleri Larnaka ve Limasol’dan izlenebilmiştir. Acil toplantı yapan Rum Savunma Bakanlığı ise petrol ihalesine giren şirketlerin rahatsız olmaması için sessiz kalmayı tercih etmiştir. Açıkça, GKRY’nin Doğu Akdeniz’de MEB ile petrol ve doğalgaz arama sahalarını ilan etmesine bir tepki olduğu görülen tatbikat, ne yazık ki Türk medyasında da sadece üç gazete ve bir-iki dakikalık haberle iki televizyon kanalında yer almıştır.
GKRY Lideri Tasos Papadopulos, Rum Yönetimi’nin petrol konusundaki tutumunun, açıklama yapılmaması ve bu konunun kamuoyu önünde tartışılmaması yönünde olduğunu daha önceden birçok kez belirtmiştir.[7] Bu siyasi tutum sayesinde, Türkiye’nin bölgeye yönelik itirazları gündeme getirilmeyecek ve petrol ihalesine giren şirketler açısından önem arz eden "sahanın siyasi ve hukuki açıdan problemsiz olma" özelliği sözde korunmuş olacaktır. Rum yönetimi sözcü vekili Vasilis Palmas, 4 Mayıs’ta yaptığı kısa açıklamada, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, hava ve deniz imkânlarını kullanarak Kıbrıs'ın güneybatı açıklarında askerî tatbikat yürüttüğünü, fakat tatbikatın uluslararası sularda icra edildiğini ve uluslararası sözleşmeleri ihlal etmediğini kaydederek, ortamın gerginleştirilmemesi yönündeki Rum Yönetiminin bu tavrını ortaya koymuştur.
Bununla beraber GKRY, TSK’nın bölgedeki tatbikatlarını dikkatleri kendi yarattığı oldu bittilerden uzak tutacak şekilde sû-i istimâl etmekten geri durmamaktadır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin 2-5 Mayıs 2007 tarihlerinde gerçekleştirdiği tatbikatlar ile ilgili olarak GKRY BM Daimî Temsilciliği tarafından BM’ye bir mektup verilmiştir. GKRY bu mektupta, tatbikatın GKRY’nin güneyindeki karasularının yakınında, “Lefkoşa FIR’ını ihlal ederek”, uçuş ve seyrüsefer güvenliğini tehlikeye düşürerek gerçek mermiler kullanılmak suretiyle gerçekleştirildiği, her egemen ülkenin askerî tatbikatlar gerçekleştirme hakkı saklı olmakla birlikte, Türk Deniz Kuvvetlerinin söz konusu tatbikatının Türkiye’nin coğrafi konumu ve çıkarları bakımından ilgisiz bir bölgede ve GKRY’ye herhangi bir bildirimde bulunulmadan yapıldığı kaydedilmekte, bu hareketin ancak hasımca bir hareket olarak yorumlanabileceği iddia edilmekte ve bunların Türkiye’nin BM Şartını ihlal etmesine ve Doğu Akdeniz’de bölgesel güvenliğin bozulmasına yol açmasına açık bir kanıt teşkil ettiği öne sürülmektedir.
GKRY bu metinde, Mısır ve Lübnan ile yaptığı uluslararası hukuka aykırı MEB sınırlandırma andlaşmalarını tanımayan Türkiye’ye, bunları hukuka aykırı oldu bitti ruhsat blokları ve ihalelerle tanıtma çabalarının doğurduğu rahatsızlıkları görmezden gelmektedir. Bunu yerine, Lefkoşa Uçuş Bilgi Bölgelerini [Flight İnformation Region (FIR)]’ını bahane edip kötüye kullanarak dikkatleri FIR ihlali gibi gerçekte var olmayan kavramlara dayalı yapay sorunlara çekmeye çalışmaktadır. Türkiye yaptığı tatbikatları Hydrolant mesajları ve NAVTEX ilanları ile duyurarak uçuş ve seyrüsefer güvenliğinin tehlikeye düşmesini önlemek için gerekli tedbirleri almıştır. Aksi anlama gelebilecek GKRY iddiaları tamamen gerçek dışıdır. Doğu Akdeniz’de bölgesel güvenliği bozan, uluslararası hukuka aykırı MEB sınırlandırmaları ve bunları Türkiye’ye kabul ettirmek için Türkiye ile KKTC’nin kıta sahanlığı haklarına tecavüz eden ruhsat sahaları ve bu sahalarda petrol arama ruhsatı vermek için açılan ihalelerle yaratılmaya çalışılan hukuka aykırı oldu bittilerdir. 20 Haziran 2007 tarihinde gerçekleştirilen Millî Güvenlik Kurulu Toplantısı sonucunda yapılan basın bildirisinde de, Doğu Akdeniz’de giriştiği eylemlerle bölgede bir istikrarsızlık unsuru olmayı sürdüren Rum Yönetimi’nin, Ada’nın tümünü ilgilendiren konulardaki girişimlerinin geçerli olmadığı vurgulanmış, ülkemizin Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarının korunması yönünde yürütülen çabaların devam edeceği kamuoyuna açıklanmıştır.
GKRY’nin açtığı ihalede teklif verme sürecinin neticelendirileceği 16 Ağustos 2007 tarihi öncesinde Türk Dışişleri Bakanlığı da faaliyetlerini artırmıştır. Türkiye BM daimi temsilcisini eliyle BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’a bir mektup göndermiştir. Mektup 26 Temmuz 2007 tarihinde BM belgesi olarak yayınlanmıştır. Mektupta özetle, GKRY’nin Doğu Akdeniz’de Uluslararası Hukuka ve meşruiyete aykırı oldu-bittilerinin kabul edilmeyeceği vurgulanmış ve Kıbrıs sorununa BM çerçevesi altında adil ve kalıcı bir çözüm bulunmasının önemine işaret edilmiştir.
Türkiye'nin şimdiye kadar attığı en önemli adım 9 Ağustos 2007 tarihli Resmî Gazete ile gelmiştir. Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının dört bölgedeki (TPO/XVI/A, TPO/XVI/D, TPO/XVI/E ve TPO/XVI/F) ruhsat ve arama izni taleplerini 9 Ağustos 2007 tarihli Resmî Gazete ile ilan etmiştir. Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, Türkiye ilgili bölgelerde kıta sahanlığı haklarına sahip olduğunu üstü örtülü olarak resmen uluslararası kamuoyuna bildirmektedir. TPO/XVI/A sahası, ilan edilen diğer üç sahaya bakarak stratejik önemi en büyük olan sahadır. Bu saha, doğuda Türkiye’nin daha önce batısında hak sahibi olduğunu ilan ettiği 32º 16' 18" meridyenine, güneyde ise Anadolu ile Mısır kıyıları arasındaki ortay hatta dayanmaktadır. TPO/XVI/A bölgesi, doğuda 32º 16' 18" meridyenine, güneyde ise Anadolu ile Mısır kıyıları arasındaki ortay hatta dayandığı noktalarda, Türk kıta sahanlığının ve münhasır ekonomik bölgesinin sınırlarını üstü örtülü olarak ama resmen çizmiştir.
TPO/XVI/A bölgesi, GKRY’nin ilan ettiği blokların Türkiye’nin hak sahibi olduğunu ilan ettiği alanlara tecavüz eden kısımlarını da içine almaktadır. Bu durum Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de haklarına sahip olacağını, GKRY’nin vereceği ruhsatları tanımayacağını, bu ruhsatlara dayanarak sahada yürütülecek faaliyetlere müsaade etmeyeceğini ve müdahale edebileceğini göstermektedir. GKRY Bandıralı Northern Access Araştırma Gemisi bir Norveç şirketi adına 14 - 19 Mart 2002 tarihleri arasında, RESİM-5’deki haritada belirtilen sahada sismik araştırma yaparken 33º 40' 00" K 029º 04' 00" D noktasından Türkiye’nin kıta sahanlığında bulunduğu gerekçesiyle uzaklaştırılmıştır. Northern Access Gemisi'nin sismik araştırma yaparken Türk kıta sahanlığında bulunduğu gerekçesiyle 17 Mart 2002 tarihinde uzaklaştırıldığı nokta, hem GKRY tarafından ilan edilen ruhsat alanlarının, hem de GKRY-Mısır MEB sınırının daha güneyindedir. GKRY’nin açtığı ihaleye giren/girecek şirketlerin göz önünde tutmaları gereken hususların başında bu durum gelmektedir. Nitekim Rum Yönetimi Ticaret Bakanlığı Enerji Müdürü Solon KASİNİS 10 Ağustos 2007 tarihinde, EXXON, MOBIL, SHELL ve BP gibi büyük şirketlerin petrol arama izni için şu aşamada ilgi göstermediklerini teyit etmiş, 2008 yılının ilk 6 ayında yapılan izin verme işleminin ikinci aşamasında daha fazla ilgi göstereceklerine inandığını açıklamıştır.
Dışişleri Bakanlığının 30 Ocak 2007 tarihli 18 No’lu Bildirisi[ ve 9 Ağustos 2007 tarihinde Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü tarafından Rum Yönetimi'nin açtığı petrol/doğal gaz araması ihalesi hakkında yapılan açıklamada da, Türkiye'nin meşru hak ve çıkarlarını korumakta kararlı olduğu ve bunların aşınmasına yönelik teşebbüslere müsaade etmeyeceği belirtilerek bu durum teyit edilmiştir. [8]

ÖZETLE;

Doğu Akdeniz stratejik olarak AB ve ABD’ne Ortadoğu petrolünü güvenli bir şekilde ulaştıran enerji hattı olması ve deniz dibi tabii ve enerji kaynaklarına haiz olması açısından son derece önemli bir deniz alanıdır. Yapılan araştırmalar sonunda Doğu Akdeniz’de 227 trilyon metreküp doğal gaz, 7,1 milyar varil petrol rezervleri tespit edilmiştir.

GKRY, Doğu Akdeniz’deki zengin kaynaklardan istifade etmek maksadı ile tek taraflı olarak Yunanistan’la birlikte hareket ederek 1982 tarihinde imzalanan Deniz Hukuk Konferansı (DHK) kapsamında Münhasır Ekonomik Bölge tesis etme yoluna gitmiştir. Buna bağlı olarak, GKRY Mısır, Lübnan ile Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlama anlaşması yapmış ve Suriye ile görüşmeler devam etmektedir. GKRY ile Mısır arasında MEB Sınırlandırmasına İlişkin Anlaşma 17 Şubat 2003 tarihinde imzalanmış, Şubat 2004’de de BM’ye tescil ettirilmiştir.

Bununla da kalmayarak, GKRY Parlamentosu, GKRY-Lübnan MEB sınırlandırma anlaşması imzalandıktan sonra 26 Ocak 2007 tarihinde bir yasa kabul ederek Kıbrıs Adası’nın güneyinde, Mısır ve Lübnan ile çizdiği sınırların içerisinde 13 adet petrol arama ruhsat sahası ilan etmiştir. GKRY’nin ilan ettiği 13 adet ruhsat sahasının toplam yüzölçümü 70.000 km²’dir. Bunlardan 1, 4, 5, 6 ve 7 numaralı sahalar, Türkiye’nin 2 Mart 2004 tarih ve 2004/Turkuno DT4739 sayılı Notası ile haklarını saklı tuttuğu Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı alanlarının 7.000 km²’lik kısmına tecavüz etmiştir. GKRY’nin kontrol altına almaya çalıştığı alan, Kıbrıs Adası'nda hükmettiği alandan büyüktür. GKRY bütün bu faaliyetleri son derece sessiz bir şekilde basın ve yayın organlarında çok yankılanmayan bir şekilde yapmaya çalışmıştır. Amaç Türkiye’nin dikkatini çekmeden istenilen hususları sağlamaktı.

Türkiye GKRY’nin faaliyetlerine karşı çok etkin inisiyatif kullanarak, tedbir alamamıştır. Türkiye Nota vererek bu andlaşmaları tanımadığını resmen bildirmiş ve haklarının sahibi olduğunu göstermiştir. Türkiye’nin verdiği notalar maalesef GKRY tahriklerini durduramamıştır. Türkiye 1958 yılında toplanan DHK’na katılmış ve bunun imzacısı olmasına rağmen, 1982 tarihli DHK da imzacı taraf değildir.

Türkiye'nin şimdiye kadar attığı en önemli adım 9 Ağustos 2007 tarihli Resmî Gazete ile gelmiştir. Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının dört bölgedeki (TPO/XVI/A, TPO/XVI/D, TPO/XVI/E ve TPO/XVI/F) ruhsat ve arama izni taleplerini 9 Ağustos 2007 tarihli Resmî Gazete ile ilan etmiştir. [9]Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, Türkiye ilgili bölgelerde kıta sahanlığı haklarına sahip olduğunu üstü örtülü olarak resmen uluslararası kamuoyuna bildirmektedir.

Dışişleri Bakanlığının 30 Ocak 2007 tarihli 18 No’lu Bildirisi ve 9 Ağustos 2007 tarihinde Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü tarafından Rum Yönetimi'nin açtığı petrol/doğal gaz araması ihalesi hakkında yapılan açıklamada da, Türkiye'nin meşru hak ve çıkarlarını korumakta kararlı olduğu ve bunların aşınmasına yönelik teşebbüslere müsaade etmeyeceği belirtilerek bu durum teyit edilmiştir.[10]
Denize kıyıdaş olan ülkeler arasında karşılıklı mesafe 400 milden azsa hakça ilkelere göre anlaşma ile sınırlandırılır. MEB tesis eden ülke aşağıda belirtilen haklara sahiptir.[11]

· Kıta sahanlığından farklı olarak su kütlesindeki kaynaklara da sahip olma imkanı verir.
· Balıkçılık yetkisi kıyı devletine aittir. Ayrıca; bilimsel araştırma yapma hakları da kıyı devletine aittir.
· Deniz yatağı, deniz yatağının toprak altında araştırma ve kullanma hakkı sağlar.
· Canlı ve canlı olmayan doğal kaynakların yönetimi ve korunması.
· Enerji üretimi, ekonomik araştırma ve kullanımı hususundaki egemen hakları verir.
· Her türlü tesis, araç-gerecin bu alana yerleştirilmesi ve kullanılması ve bilimsel araştırmayapıması imkanı verir.
· Çevre korunması ve düzenlenmesi konsunda o devlete yetki verir.


GKRY MEB tesis etmekle bir çok maksadı gerçekleştirme imkanına sahip olabilecektir. Bunlar; Doğu Akdeniz’de bulunan rezervlerden istifade ile kendi enerji ihtiyacını karşılamak;[12] AB’nin tek petrol üreticisi konumunu kazanmak; AB’nin petrolde Ortadoğu’ya bağımlılığını azaltmak; Yeni krizler yaratarak, Kıbrıs görüşmelerini aksatmak; Türkiye’yi tepki göstermeye zorlayarak AB müzakerelerini tıkamak; Yunanistan ve İsrail’i de yanına alarak Doğu Akdeniz’de söz sahibi olmaktır.

GKRY, Kıbrıs Adası doğusunda Lübnan kıyıları ile Kıbrıs Adası kıyılıları arasında sahalar dışında, Türkiye’nin haklarına tecavüz eden alanlar da dâhil olmak üzere, geriye kalan 11 sahada ruhsat vermek için ihale açmıştır. GKRY’nin mevcut uygulamaları Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin (KKTC)’nin haklarını da ihlal etmektedir. GKRY’nin ihaleye açtığı alanların yüz ölçümü 55.000 km²’ye ulaşmaktadır. Türkiye’nin haklarına tecavüz eden 7.000 km2’lik alan çıktıktan sonra geriye kalan 48.000 km2’lik sahanın her bir santimetre karesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de hakları vardır.

Türkiye GKRY’nin İsrail ile birlikte ABD şirketi vasıtasıyla yapmakta olduğu de- facto sondaj faaliyetlerine karşı çıkmaktadır. GKRY’nin arama faaliyetlerine yabancı şirketleri, özellikle ABD şirketlerini dâhil etmesi, bu konudaki ulusal olanaklarının sınırlı olmasının yanında, Türkiye’nin tepkisini çekmekten duyduğu endişeden ve bu tepkiyi dengeleme çabasından kaynaklandığı düşünülebilir. Türkiye’nin ABD baskısıyla bu konuda sesini fazla çıkartamayacağını değerlendirmiş olabilir.

Burada Türkiye açısından iki önemli ve hayati argüman vardır. Birincisi, Akdeniz’de en uzun sahili bulunan Türkiye’ye rağmen, Türkiye dikkate alınmadan GKRY’nin MEB ilan etmesi kabul edilemez bir durumdur. Burada GKRY’nin Türkiye açısından meşru devlet olarak tanınmaması iki taraflı anlaşmayı engellemektedir. Daha da ötesi Türkiye devlet olmayan bir unsurun MEB ilanını geçerli saymamaktadır. Ancak, uluslararası toplum tarafından meşru Kıbrıs temsilcisi sayıldığı için, ABD, AB ve BM tarafından GKRY’nin MEB ilanı ve bu bölgeyi kullanma hakkı olduğunu belirtmektedirler. Bununla beraber, Türkiye’nin hassasiyetini dikkate alarak, kriz yaratan davranışlardan kaçınılmasını istemektedirler. Diğer husus ise, GKRY’nin tek başına Rumlara menfaat sağlayan bu girişimlerinde KKTC’nin de hakkı olduğu ve bunun verilmesi gerektiği konusunda Türkiye’nin ısrarcı olacağıdır. Nitekim 26 Eylül’de BM’lerde yapılan Genel Kurul Toplantısı sırasında, yapılacak araştırmalar sonda elde edilecek gelirlerin BM’in açtığı bir havuzda toplanarak, Kıbrıs’ta toplumlararası uzlaşma sağlanması durumunda hakkaniyet prensibine göre paylaştırılması teklifi Türk tarafından BM Genel Sekreterine iletilmiştir. ABD ise buna sıcak baktığını ifade etmiştir.

Bundan sonra, Türkiye BM nezdinde yapacağı çalışmalarla GKRY’nin MEB’nin tescilinde Türkiye’nin çekincelerinin dikkate alınarak düzenlenmesini sağlamaya çalışırken, kendisi de Doğu Akdeniz’de deniz hak ve menfaatlerini koruyucu varlığını sürdürmeye eskisinden daha fazla önem vermek zorundadır. Bunun dışında, GKRY’nin oldu, bittiye getirerek kabul ettirmeye çalıştığı, ancak, Türkiye’nin çıkarlarına aykırı ve menfaat alanları içinde her türlü deniz araştırma, sondaj, düzenleme vs. çalışmalarını kesintisiz ve inatla sürdürmesine ihtiyaç olduğu değerlendirilmektedir. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı ve yabancı petrol şirketlerine ruhsat vermesi ve fiilen sahada arama faaliyetlerini başlatması gerekmektedir. Böylece, tüm petrol şirketlerinin aramaya başlamadan önce en çok önem verdikleri, "sahanın siyasi ve hukuki açıdan problemsiz olma" özelliği ortadan kaldırılmış olacak ve GKRY lehine ilerlemekte olan sürecin kesilmesi mümkün olacaktır.

Halen gövde gösterisi olarak, Piri Reis sismik araştırma gemisiyle donanmanın yapmış olduğu girişimin bir çatışmaya yönelik olmayıp, Dünya’ya Türkiye’nin itiraz ve tepkisini göstermesi amacıyla yapıldığını düşünmekteyim. Gerçekte de iflasın eşiğinde olan Yunanistan’ın aynı durumda olan, GKRY’ni askeri ve ekonomik açıdan desteklemesinin son derece zor olduğu gerçektir. Bu durumda Türkiye ile yaratılacak kriz sadece ve sadece, onların harcamalarını arttırmaya, olmayan paralarını harcamalarına neden olur. Bu nedenle akılcı bir davranış değildir.

İsrail açısından ise, basit bir Yahudi taktiği olarak düşünülebilir. Madem tepki gösteriyorsun bende hasmını desteklerim davranışı çaresiz bir çıkış olarak ele alınabilir. İsrail’in ne kadar güvenilmez olduğunu göstermektedir. İleride ilişkiler düzeltilse dahi, artık tam bir güven ortamının asla gerçekleşemeyeceğinin İsrail tarafından ortaya konulan örnekle perçinleştirilmesidir.

Son olarak, konu ile ilgili sorulan soru üzerine NATO Genel Sekreteri Rasmussen NATO’nun müdahil olmayacağı konusunda bir görüş bildirmiştir. Merak edilen konu acaba, GKRY’nin arama çalışmaları ve Türkiye’nin tepkisi NATO gündemine alınarak, böyle bir karar mı alındı? Yoksa NATO’yu ilgilendirmediğini mi düşündüğünden soruya bu şekilde cevap verme yolunu seçtiğidir. NATO’ya yeni görevler mi biçilmeye çalışılmaktadır. İleride anlamak mümkün olacaktır.[13]


KIBRISLI TÜRKLERE UYGULANAN AMBARGO VE İZOLASYON

Kıbrıs Türk halkı 1960 ortaklık Cumhuriyeti’nden Kıbrıslı Rumlar tarafından silah zoruyla atıldıkları 1963 yılından bu yana dünyada başka hiç bir ülkeye uygulanmayan ağır ambargo ve izolasyonlar altında yaşamaktadır.
1963 Rum silahlı saldırıları sonrasında 103 Türk köyü boşaltılmış ve Kıbrıslı Türkler anavatan Türkiye’nin garantörlük anlaşmasının verdiği yetkiye dayanarak müdahale ettiği 1974 yılına kadar gettolarda çok ağır koşullar altında yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından Kıbrıslı Türklere karşı 46 yıl önce başlatılan tecrit politikası hala devam etmekte, Yunanistan’ın da desteğiyle Kıbrıs Türk halkının ve kurumlarının dünya ile siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve spor alanlarını da kapsayan her türlü irtibatı engellenmektedir. Uluslararası toplumun Rum Yönetimi’ni “tüm Kıbrıs’ın yasal hükümeti” olarak görmesi ve Rum tarafının yapmakta olduğu propagandalar, ambargo ve izolasyonları etkin hale getirmekte ve tüm dünya adil olmayan bu tecrit politikasının bir parçası olmaktadır. Oysa ki Kıbrıslı Türklere ambargo uygulanması veya tecrit edilmeleri yönünde herhangi bir Birleşmiş Milletler kararı bulunmamaktadır.
Şüphesiz ki devam eden haksız izolasyonlar Kıbrıs Türk halkının başta ekonomik kalkınması olmak üzere her alanda gelişmesini ve dünya ile bütünleşmesini engellemekte, iki taraf arasında kapsamlı bir anlaşmaya varılması amacıyla devam eden görüşme sürecini de olumsuz etkilemektedir.
Kıbrıs Türk halkına uygulanan haksız ambargoların en önemlilerinden biri GKRY’nin engellemeleri nedeniyle Türkiye dışındaki ülkelerden KKTC’ne doğrudan uçuşların yapılamamasıdır. KKTC’ne yapılan tüm uçuşlar Türkiye’de zorunlu iniş yapılarak gerçekleşmektedir. Bu durum ise uçuş maliyetlerinin artmasına ve zaman kaybına neden olmaktadır. Azerbaycan’la KKTC arasında gelişen iyi ilişkiler çerçevesinde ilk kez 2005’te Bakü’den özel bir havayolu şirketi KKTC’ne direkt uçuş gerçekleştirmiştir. Rum tarafının baskıları nedeniyle ne yazık ki uçuşlar devam edememiştir.
KKTC ekonomisine en büyük darbeyi ise yine GKRY’nin girişimiyle Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (ABAD) 1994 yılında KKTC;’den AB ülkelerine yapılan ihracatta menşe belgeleri ve sağlık sertifikalarının “Kıbrıs Cumhuriyeti makamları” tarafından verilmesi zorunluluğu getirmiş olmasıdır. ABAD’ın bu kararı AB ülkelerine yapılmakta olan konfeksiyon ve narenciye ihracatını durdurmuş, tüm ihracat ve KKTC ekonomisine büyük darbe vurmuştur.
Her zaman barıştan ve çözümden yana olan Kıbrıs Türk halkı bu yündeki iradesini 2004 Nisan ayında iki tarafta eş zamanlı olarak gerçekleştirilen referandumda Birleşmiş Milletler Kapsamlı Çözüm Planı- Annan Planı’na, Plan nüfusun büyük bir kısmının üçüncü kez göç etmesi gibi önemli fedakarlıklar öngörmesine rağmen %65 çoğunlukla “evet” diyerek bir kez daha göstermiştir. Kıbrıslı Rumlar ise Planı %76 oyla reddetmiştir. Bu gelişmeden sonra da GKRY’nin Kıbrıs Türk halkına yönelik tecrit politikası ne yazık ki etkin bir şekilde devam etmiştir.
Hatırlanacağı üzere, referandumun hemen sonrasında Avrupa Birliği Konseyi 26 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıslı Türklere yönelik kısıtlamaların kaldırılması yönünde taahhütte bulunmuş, daha sonra ise iki taraf arasındaki ekonomik dengesizliği ortadan kaldırmak ve çözüme yardımcı olmak amacıyla Yeşil Hat Tüzüğü, Mali Yardım Tüzüğü ve Doğrudan Ticaret Tüzüğü olarak adlandırılan Tüzükleri hazırlatmıştır.
Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreteri Kofi Annan da 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda Kıbrıslı Türklere uygulanan izolasyonların gereksizliğinin ve haksızlığının altını çizerek, izolasyonun sona erdirilmesi çağrısında bulunmuştur.
Bu gelişmelere paralel olarak, Avrupa Konseyi ve İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) de izolasyonların kaldırılması yönünde Kararlar almış, İKÖ’nün 2004’ten bu yana yapılan Zirve ve Dışişleri Bakanları Toplantılarında üye ülkelere Kıbrıslı Türklerle temas ve ilişkilerin geliştirilmesi çağrısında bulunulmuştur.
Kısıtlamaların kaldırılması yönünde yukarıda izah edilen Kararlar ve çağrılara rağmen GKRY, AB üyesi olmanın getirdiği avantajı da kullanarak izolasyonun devam etmesi için çabalarını yoğunlaştırarak sürdürmüştür. KKTC’nin AB ülkeleriyle doğrudan ticaret yapmasına olanak sağlayacak olması bakımından Kıbrıs Türk halkı için diğer iki tüzükten çok daha önemli olan Doğrudan Ticaret Tüzüğü GKRY’nin veto etmesi nedeniyle hala beklemektedir.
GKRY’nin engellemeleri temel insan hakkı olan ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’yla Kıbrıslı Türklerin yetkisine bırakılan eğitim ve spor gibi konularda dahi etkin bir şekilde devam etmektedir. Örnek verilecek olursa, KKTC’deki Çetinkaya Futbol Takımı ile İngiliz Luton Town Futbol Takımı arasında 11 Temmuz 2007 tarihinde Lefkoşa’da yapılması planlanan dostluk maçı GKRY’nin Uluslararası Futbol Federasyonu-FIFA ve İngiliz hükümeti nezdindeki girişimleri sonucunda son anda gerçekleşememiştir.
Benzer şekilde, KKTC’de mevcut altı üniversite ve bu üniversitelerde okuyan öğrenciler GKRY’nin engellemeleri nedeniyle Bolonya Sürecinde Erasmus/Sokrates programlarında yer alamamaktadırlar. Takdir edileceği üzere, Kıbrıs Türk gençliğinin kendi sorumlulukları dışında olan gelişmelerden dolayı bu şekilde cezalandırılmaları kabul edilebilir değildir.
28 yıl aradan sonra Eylül 2007’de yeniden başlatılan Gazimağusa-Lazkiye feribot seferleri de GKRY tarafından Suriye makamları nezdinde girişim yapılmak suretiyle durdurulmak istenmiş, ancak Suriye’nin kararlı duruşu neticesinde başarılamamıştır. Kıbrıs Rum yönetimi bunun üzerine konuyu AB’ye götürmüş, fakat AB’den de destek bulamamıştır. AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn Rumların konuyla ilgili şikayeti üzerine Kuzey Kıbrıs’taki deniz limanlarının kullanılmasında herhangi yasal bir engelin bulunmadığını açıklamıştır.
Devam eden Gazimağusa-Lazkiye feribot seferlerine 25 Ağustos 2009 tarihinden itibaren Tripoli/Lübnan destinasyonunun da eklenmesi üzerine Rum Yönetimi bu kez GKRY Cumhurbaşkanı Demetris Hristofyas başkanlığında bir heyetle Beyrut’a giderek seferleri engellemeye çalışmış, daha sonraki günlerde ise Lübnan’daki “Daily Star” gazetesine Lübnan halkını tehdit eden ilanlar vermiştir.
GKRY’nin akıl almaz girişimleriyle Kıbrıs Türk halkına her alanda uygulanmakta olan insanlık dışı ambargoların ne yasal ne de vicdani bir dayanağı bulunmaktadır. Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumdan beklentisi referandum öncesi ve sonrasında verilen sözlerin tutulması ve haksız izolasyonlara son verilmesidir. Unutulmamalıdır ki izolasyonların kaldırılmasıyla çözüme giden yolun önündeki büyük engel de kalkmış olacaktır.


KIBRIS’IN TANINMAMASI



Doğu Akdeniz’deki uyuşmazlığı çözümsüz kılan, KKTC ve Türkiye’nin itirazının uluslararası alanda kabul görmemesidir. Çünkü KKTC, Türkiye dışındaki ülkeler tarafından “tanınmamakta” ve hak iddia etmeye çalıştığında, geçtiğimiz aylardaki son olaylarda olduğu gibi GKRY’ nin, “KKTC’ nin devlet olmadığı” yönündeki savlarıyla karşılaşmaktadır. Bu noktada devletler tarafından tanınmanın ne olduğu ve yeni kurulmuş bir devlet için nasıl bir öneme sahip olduğu konusunda bilgi vermek doğru olacaktır.

Tanıma, sadece yeni bir devletin varlığını kabul etme anlamına gelmemektedir; genel anlamıyla bir uluslararası hukuk kişisinin kendi dışında oluşan belli bir olayı, belgeyi ya da bir iddiayı kendi açısından yasal kabul ettiğini ve hukuksal ilişkilerini bu yolla kabul edilen veriler üzerine kuracağını bildiren hukuksal işlemdir. Uluslararası sistemde yeni bir devletin tanınması ise, diğer devletler tarafından uluslar arası toplumun bir üyesi olarak kabul edildiği, diğer devletlerle ilişkilere üstü kapalı olarak dahil edildiği anlamına gelmektedir.

Devletlerin tanınması konusunda uluslararası hukuk uzmanlarının görüşleri iki grupta toplanmaktadır: Bu görüşlerden ilki, devletin varolabilmesi için “kurucu ilkelere”; yani “ülke”, “insan topluluğu” ve “bağımsız bir kamu otoritesine” sahip olmasının yeterli olmadığını savunmaktadır. Bu görüşe göre “tanınma” birincil koşuldur. İkinci görüş ise uluslararası içtihatta yaygın olarak kabul edilmektedir. Bu görüşe göre de bir devletin tanınması “kurucu” değil, “açıklayıcı” türde bir işlemdir. Bu nedenle devletlerce tanınmamış olmak belirleyici nitelikte değildir.

Uluslararası sistemde meydana gelen köklü değişiklikler sonucunda “tanımanın” etkileri de önemli ölçüde değişmiştir. Devletlerin uluslararası kişi olarak tanımlanması açısından anlamını, eskisine oranla büyük ölçüde yitirmiştir. “Bağımsız hükümeti olan bir devletin uluslararası topluma kabulü için artık mücadele etmeye ihtiyacı olmadığı ” yönünde görüşler de mevcuttur.

Tanıma uluslararası hukuka göre uluslararası camiaya katılmanın saptanması anlamını taşımaktadır. Oysa bir devletin oluşumu tarihi ve siyasi bir olgudur. Uluslararası hukuk işte sadece bu olgunun saptanması yetkisini "tanıma işlemi" ile uluslararası camianın mevcut devletlerine tanımaktadır. Bir devlet siyasi ve tarihi bir olgu olarak mevcut ise, onun tanınmaması onun devlet olma niteliğini ortadan kaldırmamaktadır. Kıbrıs ikiye bölünmüştür. İki devletin egemenlik alanları ayrılmıştır. İki bölge, iki devlet ortaya çıkmıştır. Çözümün bu gerçek üzerine inşa edilmesi gerekmektedir. Ancak bu noktadan sonra KKTC’nin bir devletin sahip olması gereken hak ve yükümlülükleri kullanabilmesi ve böylece GKRY’ nin Akdeniz’de petrol arama çabaları ile Mısır ve Lübnan ile bu konudaki görüşmelerine müdahale ederek adanın bütününü iki devletin birlikte temsil etmesi konusunda söz hakkına sahip olabilmesi mümkün olabilecektir.
Her ne kadar uluslararası hukukta tanımanın önemi azalsa da, bazı uluslararası hukukçuların savunduğu gibi tanıma hala bazı ülkeler açısından hayatiliğini korumaktadır. Devletin kurucu özelliklerine sahip olsalar dahi, uluslar arası camiada diğer devletlerin kabulüne tabi olmadıklarından ötürü, sahip olmaları gereken haklar üzerinde hak iddia edememektedirler. Aslında tanımaya ilişkin bu tutum, günümüzde hukuki niteliğinden çok siyasi bir nitelik takınmaktadır. KKTC’nin durumu da bu tutumun bir yansımasıdır.

SONUÇ

Doğu Akdeniz’deki problemin çözümü ise KKTC’nin tanınmamasının yarattığı sorunun giderilmesine bağlıdır. Yine bu konuda da sorun hukuksal açıdan ele alınmalı, bir devleti “devlet” yapan unsurlar tüm ayrıntıları ile ele alınmalı ve tanınmanın bu durumdaki önemi de tartışılmalıdır. Ancak bu noktadan sonra KKTC’nin bölgede elde edeceği haklar üzerinde bir gelişme sağlanabilir. Bunun için de öne sürüldüğünün aksine öncelikle Yunanistan ve Türkiye’nin kendi aralarındaki sorunları çözmesi gerekmektedir.
BM ile AB’nin tek taraflı ve baskıcı yaklaşımları yanlış olduğu gibi, bu örgütlerin kararları arkasına gizlenen Yunan-Rum ikilisinin uzlaşmasız tavrı da yanlıştır. Uluslar arası örgütler baskıcı tutumlarından vazgeçmeli ve adadaki iki toplumun bir araya gelerek kendi iradeleri doğrultusunda, kendi istekleriyle ortak bir devlet kurmalarına olanak sağlamalıdır. Ancak, uluslar arası örgütlerin bu yönde adım atacağına dair bir işaret bulunmadığı gibi, Türkiye’nin de uluslar arası örgütlerin olumsuz tutumunu değiştirebilecek ne yeterli politik desteği ne de ekonomik gücü bulunmaktadır. Bu nedenle, sorunun Kuzey Kıbrıs Türk halkının mümkün olduğunca lehine çözülebilmesi, Kıbrıs’ın bir diğer önemli dinamiği ile, yani Türkiye – Yunanistan arasındaki sorunların çözülmesi yoluyla gerçekleşecektir. Bu sürecin çok kısa bir sürede tamamlanması mümkün olmadığından, AB veya diğer herhangi bir örgüte üye olmak için müzakere masasında Yunan – Rum tezlerine olumlu yanıt verilmemeli, diplomatik mücadele sürdürülmelidir. Kıbrıs’ta asıl konu, iki toplumun zorla bir araya getirilerek bir devlet kurulmalı değil, iki toplumun uyum içinde birlikte yaşayabilecekleri bir ortamın yaratılmasıdır. Bu ise, uzun vadede Ege’nin iki tarafında yer alan devletlerin aralarındaki sorunları çözmesi ve Türk – Yunan halklarının yakınlaşmasıyla sağlanacaktır. Dışarıdan bir müdahale ile iyi bir Kıbrıs devleti ve toplumu yaratmayı düşünmek hayalcilik olacaktır.[14]

SEDA ÜSTÜN




[1] Bknz. C.I.J. Recueıl, 1969, s. 22,29,31 ve 51

[2] C.I.J. Recueıl 1969 , s. 46-47

[3] Bknz. C.I.J. Recueıl, 1969, s. 22,29 ve 31

[4] 1958 Söz. Mad. 3; B.M.D.H.S. mad 87/1

[5] Örneğin bkz: U.A.D.’nın 20.02.1969 tarihli Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davaları kararı, C.I.J. Recueıl, 1969, s. 46; U.A.D.’ nın 24.02.1982 tarihli Tunus – Libya Kıta Sahanlığı Davası kararı C.I.J. Recueıl, 1982, s. 60



[6] Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından gerçekleştirilen “Akdeniz’in Güvenliği ve Türkiye” konulu panelde T.C. Dış İşleri Başkanlığı temsilcisi Çağatay Erciyes’in konuşmasından alıntıdır.

[7]Fileleftheros, Alithia, Mahi,Politis, Simerini ve Haravgi Gazeteleri, 6 Mayıs 2007

[8]Prof. Dr. Sertaç Hami BAŞEREN, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi


[9] Serhat H. Başeren, Doğu Akdeniz’de Gerilim, 2007

[10] Serhat H. Başeren, Doğu Akdeniz’de İş İşten Geçmeden, 2007
[11]MEB: Bir kıyı devletinin karasuları esas çizgisinden başlayarak 200 mile kadar varan ve karasuları dışında kalan su tabakası ile deniz yatağı ve onun toprak altında bu kıyı devletine münhasır ekonomik haklar ve yetkiler tanıyan tabii olmayan bir deniz alanıdır.

[12]Yapılan araştırmalar sonunda Doğu Akdeniz’de 227 trilyon metreküp doğal gaz, 7,1 milyar varil petrol rezervleri tespit edilmiştir.



[13] Dr. Serdar Erdurmaz - 03 Ekim 2011

[14] Global Politika Bölgesel Gelişmeler ve Türkiye, Savaş Yayınevi, Ağustos 2008 – Nejat DOĞAN
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"Kıbrıs Meselesinin Kıta Sahanlığı, Doğalgaz Ve Petrol Konuları Açısından İrdelenmesi" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Seda Üstün'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.


[Yazıcıya Gönderin] [Bilgisayarınıza İndirin][Arkadaşa Gönderin] [Yazarla İletişim]
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
» Makale Bilgileri
Tarih
21-11-2011 - 18:09
(4531 gün önce)
Yeni Makale Gönderin!
Değerlendirme
Şu ana dek 2 okuyucu bu makaleyi değerlendirdi : 2 okuyucu (100%) makaleyi yararlı bulurken, 0 okuyucu (0%) yararlı bulmadı.
Okuyucu
14088
Bu Makaleyi Şu An Okuyanlar (1) :  
* Son okunma 6 saat 33 dakika 16 saniye önce.
* Ortalama Günde 3,11 okuyucu.
* Karakter Sayısı : 65965, Kelime Sayısı : 7148, Boyut : 64,42 Kb.
* 7 kez yazdırıldı.
* 5 kez indirildi.
* 2 okur yazarla iletişim kurdu.
* Makale No : 1408
Yorumlar : 0
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
Makalelerde Arayın
» Çok Tartışılan Makaleler
» En Beğenilen Makaleler
» Çok Okunan Makaleler
» En Yeni Makaleler
THS Sunucusu bu sayfayı 0,22504210 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.