İnsan haklarının önemi ve vazgeçilmez değeri kavrandıkça, konuya yönelik ilgi ve yaklaşımlar da ister istemez değişerek artmaktadır. Yazı, yargıç ve cumhuriyet savcılarına insan hakları konusunda verilen eğitimi ve konuya yaklaşımı sergilemek amacını taşımaktadır.
Adalet Bakanlığı 2003 yılında başlattığı bir proje ile o tarihte tamamı 9.200 olan yargıç ve cumhuriyet savcılarının insan hakları konusunda bilgilendirilmesini amaçlamıştır. Bunun için çalışmanın ilk aşamasında, yargıç ve cumhuriyet savcılarından 225 kişi eğitim çalışmalarına tabi tutularak, anılan programda “eğitici” olarak görevlendirilmiştir.
Eğitim çalışması, Avrupa Birliği Komisyonu ve Avrupa Konseyi yanında İngiltere Büyükelçiliği’nin maddi desteğiyle gerçekleştirilmiştir.
Avrupa Konseyi’ne üye olması nedeniyle Türkiye, Konsey’e her yıl belirli bir aidat öderken; Avrupa Konseyi’nin eğitim fonlarından en az yararlanan ülke konumundadır. Burada sorgulanması gereken nokta ise, bu çalışma için ülkemizin maddi gücünün yeterli mi olmadığı, İngilizler’in neden hayırsever konumuna girdikleri veya sokulduklarıdır?
İngiltere 2000 yılında İHAS konusunda kendi yargı organlarının eğitimi için bir çalışma yapmış ve bu eğitimi sadece kendi kaynaklarıyla gerçekleştirmiştir. Ülkemizde yapılan eğitim çalışması ise, kapsamı nedeniyle Avrupa Konseyi bünyesinde bir ilktir. Başarılı olduğu yönleri var ise de, bu çalışmanın eleştirilecek yönleri de vardır. Çalışma, bu konuda ilk olması, katılım yönünden kapsamı, böyle bir eğitime gereksinim duyulması yönünden elbette önemli ve takdire değerdir. Ancak içeriğinden, zamanlamasından, sunulan olanaklardan ve sonuçlarından kaynaklanan eksikliklerini ortaya koymak objektif bir yaklaşım sergilemek yönünden kaçınılmazdır.
***
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) ülkemizde 1952 yılında yürürlüğe girmiştir. Türkiye, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne (İHAM) bireysel başvuru hakkını 1987 yılında, bu mahkemenin zorunlu yargı yetkisini ise 1990 yılında kabul etmiştir. Bu bağlamda İHAS’a dayanılarak ülkemize yönelik bir çok dava açılmış ve bu davalar nedeniyle bir çok ihlal kararı da karşımıza çıkmıştır.
Mahkümiyet kararları incelendiğinde, İHAM önündeki bazı davalarda savunma zaafiyeti çektiğimiz görülebilmektedir. Ancak mahkümiyet kararlarının bir çoğu ya sadece iç hukuku gözeterek soruşturma ve kovuşturma yapmaktan ya da İHAS ve İHAM kararlarını bilmemek veya görmezden gelmekten kaynaklanmaktadır.
Sonuçta aykırılıkların çok büyük bir bölümü yargı organlarının kararlarından ya da yargı organlarının denetim ve gözetimindeki işlemlerden kaynaklandığına göre, İHAS ve İHAM kararları konusunda yargı organları neden zorunlu yargı yetkisinin kabul edildiği 1990 yılı veya öncesinde eğitime tabi tutulmamış ve bilgilendirilmemiştir? Böylece yargılamaların neden İHAM ilkeleri doğrultusunda yapılması baştan beri hedeflenmemiştir? Neden insanımız ve kendimiz için bu eğitimlerden uzak durulmuştur? Ve neden Türkiye’nin bu eğitimi zamanında ve yeterli içerikte yapması durumunda söz konusu olmayacak bir çok ihlal kararına muhatap olunmuştur?
Avrupa Birliği müzakereleri için yargıç ve cumhuriyet savcılarının insan hakları konusunda eğitimi zorunluluk olarak önümüze konulunca, 2003 yılında bu çalışma başlatılmıştır. Geç te olsa eğitim düşüncesinin yaşama geçirilmesi önemlidir. Ancak hukuksal bir bakış açısı sergilenmediği için anılan çalışma zamanında ve kendi gereksinim isteğimizle yapılmamış, bizden zorunlu olarak istenildiğinde, kaçınılamadığı için bu işe soyunulmuştur.
Yargıç ve cumhuriyet savcıları bu eğitime tabi tutulurken, yüksek yargıçlar için eş zamanlı bir program ortaya konulmaması, bütüncül bir bakışla anılan çalışmanın eksikliğini sergilemektedir. Ancak insan hakları konusunda mesleki yönden sağlıklı bir yapının kurulabilmesi için, bu eğitime öncelikle lisans düzeyinde yoğunluk verilmesi ve meslek adaylığı sürecinde de bilgilerin işlenerek pekiştirilmesi gerekmektedir.
Meslek öncesi ve meslek içi eğitimleri de yapmakla görevli Türkiye Adalet Akademisi’nin kurulması sonrasında Adalet Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı ile anılan kurum arasında eşgüdümün istenilen düzeyde sağlanamaması ve anılan çalışmayı Türkiye Adalet Akademisi’nin üstlenmemesi de ayrıca sorgulanması gereken bir konudur.
***
Eğiticilerin eğitimi aşaması tamamlandıktan sonra, yargıç ve cumhuriyet savcılarının eğitimine yönelik çalışmanın ikinci aşaması da ülke genelinde Mayıs 2004 te başlayarak Temmuz 2004 te son bulmuştur. Çalışma, grup eğitimi biçiminde farklı bölgelerde farklı eğiticiler tarafından gerçekleştirilmiştir. Gruplar yaklaşık ellişer kişiden oluşmuştur. Eğiticiler edindiklerini, yeterli bir metodoli bilgisiyle donatılamadıklarından, çok da profesyonelce sayılamayacak bir biçimde bu gruplara aktarmışlardır. Her bir grubun eğitimine ikibuçuk gün ayrılmış, bu süre de İHAS’ın iç hukuktaki yerinin yanında, sözleşmedeki maddeler İHAM’ın kararlarıyla ortaya çıkan genel ilkelerle açıklanarak ortaya konulmuştur. Her grub, seminer çalışması başladığında büyük bir direnç göstermiş ve çok fazla itiraz olmuştur. İnsan hakları konusu ve kavramı kullanılarak, sonuçta “ulusal değerlerimizin” yok edildiği, oysa insan haklarına zaten sahiplenildiği, bu konunun hiçbir zaman dışlanmadığı ifade edilmiştir. Her grubun seminer çalışması bittiğinde, katılanlar kafalarında oluşan soru işaretleriyle birlikte programdan ayrılmışlardır. Her gruba ikibuçuk gün ayrıldığında, amaç sadece katılanların kafasında soru işaretleri oluşturmak ve karşılaşılacak olayların çözümünde İHAS’ı da akılda tutmak olabilirdi ve de öyle olmuştur.
Ancak program tamamlandığında, yargıç ve cumhuriyet savcılarının İHAS konusundaki eğitimlerinin “bitirildiği” düşüncesi egemen olmuştur. Bu bakış açısı son derece hatalı ve yanlıştır. İHAS ve İHAM kararlarının bütünüyle ikibuçuk günde ortaya konulduğunu söylemek olanaksızdır. Çalışmanın amacı bunları bütünüyle ortaya koymak değil, genel ilkeleri aktararak, somut olaylarda İHAS’ın ve hakim olan ilkelerin akla gelebilmesi, bu çerçevede olayların irdelenebilmesidir. Bu nedenle anılan programı, insan hakları konusunda altyapı oluşturma amaçlı bir “ön çalışma” olarak nitelemek daha yerinde bir düşüncedir.
İHAS’ın ikibuçuk günde anlatıldığı, İHAM kararlarının ayrıntılı tahlillerine girişilmediği bir programda, eğitimin sağlıklı yapıldığı ve tamamlandığı elbette söylenemez. Kaldı ki, eğiticiler de, yeterli altyapıya sahip değilken, tabi tutuldukları program sonrasında “eğitici” sıfatını almışlar ve kafalarında kalan bilgileri, kaldığı oranda aktarmışlardır. Bu ise İHAM kararlarının sağlıksız aktarımına neden olmuştur. Ayrıca gruplarda yer alanların bu konudaki donanımları gözetildiğinde, diyalog ortamı oluşamamış, sunumlar monolog niteliğinde yapılmıştır. Sonuçta ise, belirtildiği gibi yargı organlarının insan hakları eğitiminin tamamlandığı düşüncesi sergilenmiştir. İnsan hakları eğitimi, statik bir konu olmadığı için, böyle bir eğitimin tamamlanması zaten söz konusu olamaz. Aksi düşünce, insan haklarının ne olduğunun kavranamadığının göstergesidir. Kaldı ki, İHAM’ın ortaya koyduğu genel ilkeler, somut olaylardan hareketle ortaya çıkmıştır ve her genel ilkenin somut durumlarda istisnası pekala ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle kapsamlı karar tahlillerine girişmeden, sağlıklı bir eğitim çalışmasının da yapılması söz konusu olamaz. Kararların hangi somut olaylara dayandığı ve İHAM’daki yargılamada ne tür değerlendirmelerin yapıldığı ayrıntılarıyla ortaya konulamamış, karar sonuçlarının anlatılmasıyla yetinilmiştir. Oysa İHAM, her kararın somut durum en önde tutularak ortaya çıktığını ve kararların bu somut duruma göre değerlendirilmesi gerektiğini belirtmekte iken, çalışmada somut olaylar yerine sonuçlar ön planda tutularak aktarılmış, sonuçta programa egemen olan düşünce İHAM’ın ilkeleriyle de çelişmiştir.
Mayıs 2004 te başlanan ve Temmuz 2004 te biten aşamadan sonra, program sorumluları ve eğiticilerin değerlendirme çalışması aşaması düşünüldüğünde, tümüyle AB süreci nedeniyle 17. Aralık.2004 ten önce tamamlanma zorunluluğu ortaya konularak yapılan çalışma, sıkışık bir takvimde sonuçlandırılmıştır. Bu nedenle anılan çalışma için, “yapılmış olmak için yapıldı” nitelemesi söz konusu olmuştur.
Programda, özgürlükler ortaya konulmuş, ancak sözleşmede özgürlükler için öngörülen sınırlar, yeterince aydınlatıcı bilgilerle sunulamamıştır. Bu ise İHAS bağlamında yapılan yorumlarda, sanki sınırsız bir özgürlük anlayışının hakim olduğu düşünce ve yorumlarını ortaya çıkarmıştır. Özgürlükleri korumak, onların aynı zamanda sınırlarını ortaya koymakla olasıdır. Özgürlüklerin sınırları bilinmediğinde veya ortaya konulmadığında, sonuçta özgürlükler eliyle özgürlüklerin yok edilmesi söz konusudur ki bu sonuç, programla amaçlananın geri tepmesi anlamındadır.
Anılan çalışma sonrasında sağlıklı bir yapının ortaya çıkması için, programa katılanların tüm İHAM kararlarına erişebilmesi gerekmektedir. İHAM kararları Fransızca ve İngilizce olarak, anılan mahkemenin web sayfasında yayımlanmaktadır. Ancak yargıdaki “yabancı dil” düzeyi düşünüldüğünde; bu kararlardan, yargıç ve cumhuriyet savcılarının yararlanabildiğini söylemek olası değildir. Bu nedenle gelinen durum gözetildiğinde, hele de Anayasa’nın 90/son maddesinde yapılan değişiklikle “çatışma durumunda temel haklara ilişkin uluslararası sözleşmelerin yasaların önünde olduğunun” kabul edilmesi sonrasında, anılan sözleşmelere yönelik literatürün de izlenmesi zorunluluğu karşısında, yargıç ve cumhuriyet savcılarının “yabancı dil” bilmeleri kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bir yargıç veya cumhuriyet savcısı, Anadolu’nun ücra köşesinde “yabancı dil” bilip ne yapacak düşüncesi terk edilmelidir. Mesleğe başlamadan önce yeterlilik düzeyinde ve zorunlu olarak yabancı dil sınavı öngörülmeli; staj sürecinin bir bölümünde “yurt dışı” programı mutlaka yer almalıdır. Meslekte olanların da mümkün olduğunca bu konudaki eğitimlerine ağırlık verilmelidir.
Ülkemizde, son dönemlerde İHAM’ın Türkiye hakkındaki bazı kararları internet ortamında yayımlanmaktadır. Ancak dostane çözümlere yönelik kararlar yayımlanmamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin hangi davalarda ne tür aykırılıkları doğrudan kabullendiği de teşkilat tarafından bilinememektedir. Ayrıca diğer ülkelere yönelik referans düzeyinde olan kararlar da, Türkçe’ye çevrilip teşkilatın değerlendirilmesine sunulmamaktadır. Bu nedenle İHAM, Türkiye hakkında ihlal kararları verdiğinde, bu kararlar bir ilkmiş gibi değerlendirilmektedir. Oysa “yabancı dil” düzeyi düşünüldüğünde, bu tür kararların tamamı Türkçe’ye çevrilip, yargı organlarının değerlendirmesine sunulduğunda, daha sağlıklı bir yapı ortaya çıkacaktır. Aksi halde, bilip anlamadığı ve de yorumlayamadığı İHAM kararlarına yargının uymasını beklemek, ne derece gerçekçi bir yaklaşımdır? Dolayısıyla, yargıdaki eğitimin bir parçası olarak, İHAM kararlarının tamamı Türkçe’ye çevrilmelidir. Bu ise hukuksal konularda da bilgili bir tercüme bürosunun oluşturulmasını gerektirmektedir. İnsan hakları söz konusu olduğunda, kuşkusuz yapılması gerekenlerden kaçınmak söz konusu olmamalıdır.
Bugün yayınlanan kararların, hangilerinin kesinleşmiş karar olup olmadığını da bilmek söz konusu değildir. Yayınlanan kararların hangileri henüz İHAM Büyük Dairesi önünde beklemektedir? Bu konu da bilinememektedir. Dolayısıyla, yayınlanan tüm kararlara, kararın kesinleşme sürecine yönelik bilgiler de mutlaka konulmalıdır.
Üstelik Anayasa’nın 90/son maddesindeki değişiklik gözetildiğinde, temel haklara ilişkin hangi uluslararası sözleşmenin ülkemiz tarafından hangi tarihte imzalandığı, hangi tarihte onaylandığı ve onay belgelerinin ilgili kuruluşlara hangi tarihlerde verildiği, öngörülen beyan veya çekinceler var ise bunların neler olduğu, henüz uygulayıcılara bütünüyle sunulmuş bile değildir. Bazı sözleşmeler, internet ortamında kullanıcılara sunulmaktadır. Anılan bilgilerin çoğunluğu veya tamamı bu sözleşmelere not olarak düşülmemiştir. Tablo bu iken, sözleşmelere ilişkin kararların ya da tavsiye kararlarının ne olduğunu bilerek insan haklarına yaklaşılması gerektiğini savunmak, olanaksızı istemek anlamındadır.
Tüm bu durumlar gözetildiğinde, anılan çalışma, yapılan programla sonlanmış, internet sayfalarına konulan sınırlı sayıdaki kararla İHAS’ın yorumlanması beklenir olmuştur. Böyle bir bakış açısı, insan haklarına da hangi gözlükle bakıldığını ortaya koymaktadır.
***
Eğitici olarak görev aldığım anılan çalışmadaki bir anektodun, konuya olan yaklaşımı ortaya koymak açısından okuyucuya aktarılması yararlı olacaktır.
Grup çalışmaları tamamlandığında, yirmibeş eğitici olarak 2004 yılı Eylül ayında Strasbourg’a gidilmiştir. Orada bazı toplantılara katılınmış, belirli konularda değerlendirmeler yapılmış ve İHAM duruşmaları izlenmiştir. Bu arada anılan gezi iki ayaklı olarak düşünülüp; birinci ayağı, eğiticilerin eğitimi çalışması sonrasında ve grup eğitimlerine başlanmadan yapılsaydı, gezi ile amaçlanan sonucun elde edilmesi söz konusu olabilirdi.
Avrupa Konseyi, Türkiye hakkında insan hakları konusunda Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı koordinesi ve desteğiyle otuz dakikalık bir tanıtım filmi hazırlatmış ve bu filmle, Türkiye’nin insan hakları fotoğrafının çekilmesi amaçlanmıştır. İnsan hakları ve Türkiye denilince, akla gelen bu film Avrupa Konseyi’nde izlettirilmekte olup, bize de izlettirilmiştir.
Bütünüyle “Diyarbakır ve Adana’da” çekilen filmi izleyip hayrete düşmemek elde değildi. Filmi çeken kişi, çekimlerin yerinin ve içeriğinin Başbakanlık tarafından planlandığını ve filmin, süre kısıtlaması içerisinde çekildiğini belirtiyordu. Türkiye’de örneğin Artvin, Ankara, İzmir’deki kişilerin insan hakları yok muydu? Neden insan hakları denince, Başbakanlığın bile aklına ilk önce Diyarbakır geliyordu? O zaman Avrupa’dan gelenlerin mutlaka Diyarbakır’a uğramasından duyulan rahatsızlığı (biz orada) nasıl açıklayabilirdik?
Kaldı ki, filmin önemli bir bölümünde yer alan Başbakanlık İnsan Hakları Başkanı, Diyarbakır sokaklarında elinde broşürle dolaşırken, “yetişkin kişilere” okuma yazma biliyor musun diye sorduktan sonra, insan haklarına ilişkin broşürü uzatıyordu. Ayrıca anılan görevli karakollara gidiyor ve polislere, “…nezarette kaç suçlu var, haklarını hatırlatıyor musunuz…” diye soruyordu?
Nezarettekilerin sıfatı “suçlu” mudur? Sanıklık sıfatının hangi aşamada edinildiği gözetildiğinde, onlara daha hukuken sanık bile denilemez. Bu temel bilgiyi İnsan Hakları Başkanı’nın bilmediğini söylemek mümkün olmasa gerekir. Ayrıca bu sorular neden kamu görevlilerine sorulmuş ve bizzat nezarete alınanlara yöneltilmemiştir? Polisler, “hayır haklarını hatırlatmıyoruz” mu diyecektir? İnsan hakları temalı tanıtım filminde İnsan Hakları Başkanı’nın kullandığı “sözcüklerin” bile dikkat çektiği gözlerden kaçmamıştır.
Bu manzara aynı zamanda devletin daha doğrusu yönetimin, insan haklarına bakışını yansıtmaktadır. Kuş bakışıyla insan haklarına yaklaşılmaktadır. İnsan hakları denilince de kuş bakışıyla hep aynı noktaya bakılmaktadır. Bu hakların ülkenin diğer bölgelerinde nasıl yaşandığının önemi yok mudur?
***
Konuya dönersek, yaşanan ve ortaya çıkan tüm olumsuzluklara gerekçe bulmak zor olmasa gerekir. Öngörülen süre de, daha fazlası yapılamazdı diyerek işin içinden pekala çıkılabilir. Ancak (her konuda olduğu gibi bu konuda da) neden inisiyatif kullanamayacak bir süreçte kendimizi bulduk? Neden, bizden zorunlu olarak istenmeden ve o zorunluluğu bizzat hissedip, süre kısıtlamasıyla baskılanmadan olaylara yaklaşılmamaktadır? Yanıt, kuşkusuz siyasetin ilkesel ve kısa-orta-uzun vadeli olarak programlanarak yapılmaması, günlük hareket edilmesi değil midir? Böyle bir ortamda, insan hakları konusuna bile yaklaşım, günlük bakış açısıyla şekillenince, ortaya çıkan manzara ne derecede insan haklarına uygunluk göstermektedir? Ölüm cezasının bile, insana olan saygının bir gereği olarak yıllarca sürdürülen bir mücadele sürecinde kaldırılmayıp, terörbaşının bu cezaya mahküm edilmesi sonrasında, ülkemize yapılan öneri üzerine ivedilikle kaldırıldığı hatırlandığında; kendimize ve haklarımıza saygı göstereceğimiz, günlük kaygı ve duygularla hareket etmeyeceğimiz zaman diliminde yaşar hale gelmeden kuşkusuz, yargıdaki insan hakları eğitimlerini de sağlıklı bir yapıya sokarak yürütmek söz konusu olmayacaktır.
Ortaya çıkan sonuç gözetildiğinde yapılanlar, her alanda olduğu gibi bir gerekliliğin özümsenmesi düşüncesine değil, zorunlu olarak önümüze koyulanları “yapar” görünmekten başka anlam taşımamakta, görüntünün ötesinde bir irade ortaya çıkamamaktadır. Böyle bir iradenin egemen olduğu ortamda ise, ülküsel bir eğitimin gerçekleştiğini kim ileri sürebilir?
İnsan hakları eğitimi nereden başlamalı, öncelik ve zorunluluk nerede ve kimler için düşünülmelidir sorusu bu tabloda ortaya çıkmakta, yanıt ise sorunun içerisinde yatmaktadır. O halde verilen bu yanıtın gereği yerine getirilmeden, yargıç ve cumhuriyet savcılarının insan hakları konusundaki eğitimi ile istenilen sonuçları elde etmek olası değildir.
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :
"Yargıda İnsan Hakları Eğitimi" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Ömer Faruk Eminağaoğlu'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.
Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.
|
|