Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Aktif Makale Borçlar Kanunu Ve 2918 Sy İle Anayasa Mahkemesi İptal Kararları Işığında Destek Ve İş Gücü Kaybı Tazminatı

Yazan : M. İhsan Darende [Yazarla İletişim]
Avukat

Makale Özeti
6098 sayılı yeni Borçlar Kanunu, destek ve iş gücü kaybı tazminatlarında uygulama değişikliği gerektirebilecek hükümler içermektedir. SGK gelirlerinin indirilmesi hususunda şimdiden içtihat değişikliği gerçekleşmiştir[1]. Bu değişiklikleri, her iki tazminatın kavramsal yapısı içerisinde incelemek yararlı olacaktır.

A. KAVRAM:

A.1. DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATI

İsviçre-Türk hukukunda destek tazminatının bağımsız bir niteliğe sahip olduğu kabul edilmektedir. Yani bu hak, ölenin kişiliğine bağlı değildir, destekten yararlananın kişiliğinden doğmaktadır. İşte bu sebeple mirasçı olmayan şahıslar dahi, bu hakkı ileri sürebilmektedir. O halde destek tazminatı, ölüm sonucunda hak sahibinin mal varlığında meydana gelen azalmayı gideren bir müessesedir. Gerçekten de yeni BK'nın 53. maddesi şöyledir:

Ölüm halinde uğranılan zararlar özellikle şunlardır:

3. Ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu sebeple uğradıkları kayıplar.[2]

Hükmün düzenleniş biçimi, bu tazminatın, destek görenin mal varlığında meydana gelen azalmayı gidermeyi hedeflediğini açıkça ortaya koymaktadır. Gerçekten de son zamanlarda ciddi değişiklikler meydana gelse de[3], düşünce tarzı değişmeden önce öğretide hâkim olan prensibe göre, haksız fiilin muhatabı olmayan kişiler, yansıma yoluyla uğradıkları zararın giderilmesini isteyemezler[4].

Ancak haksız fiilin sonucunda sadece bunun mağduru olan kişiler zarara uğramaz. Öyle durumlar vardır ki, üçüncü şahısların dolaylı olarak uğradıkları zararlar, hukukun ilgi ve düzenleme alanının dışında kalamayacak kadar büyüktür.

Bir başka yazıda belirttiğim gibi[5], iş bölümü, insanın tabiata karşı mücadelesinde onu değiştirip dönüştürmesinde böylece özgürleşmesinde kullandığı en önemli araçtır. İş bölümünün hayata geçmesi ise insanların toplum halinde örgütlenerek yaşaması ile mümkün olmaktadır. Bu nedenle ortak akıl, toplumsal gelişme imkânlarını sürekli olarak açık tutmanın, bunu engelleyen her türlü faktörle mücadele etmenin araçlarını üretip yaratmakla görevlidir. Bu amaçla birçok kural koyar, bu kurallar vasıtasıyla, tüm toplumun uyum içinde yaşamasını, en üst seviyede iş bölümünün gerçekleşmesini sağlamaya çalışır. Ortak aklın geliştirdiği kurallar çeşit çeşittir. Bunların bir kısmı nezaket kuralıdır; bir kısmı ahlâk kuralıdır; diğer bir bölümü ise gelenek-görenektir. Ancak toplumsal uyum, barış, huzur ve gelişme için daha önemli olan kurallar, hukuk kurallarıdır. Hukuk kuralları da diğerleri gibi, ortak aklın, toplumsal gelişmeyi devam ettirebilmek için oluşturduğu normlardır. Toplumsal gelişme imkânlarını sürekli olarak açık tutabilmek için, bu gelişme ve uyumu engelleyen, yavaşlatan, durduran her türlü olgunun önlenmesi, önlenememişse, sonuçlarının bertaraf edilmesi zorunludur. Gittikçe gelişen “onarıcı adalet” kavramı, önem taşıyan zararların, dolaylı da olsa giderilmesini zorunlu kılmaktadır. Aksi takdirde toplumsal uyum ve iş bölümü ciddi zararlar görecek ve bundan, sadece mağdur veya dolaylı zarara uğrayan üçüncü şahıslar değil, fail de dâhil olmak üzere tüm toplum zarar görecektir. İşte bu sebeple hukuk düzeni, dolaylı zararlardan önemli görülenleri de tazminat kapsamı içine alma eğilimindedir. Bunlardan en önemlisi, “destekten yoksun kalma tazminatı”dır.

Destek kavramı, hukuki bir deyim olarak, tamamen İsviçre Borçlar Hukukuna aittir. Bir başkasının veya başkalarının geçimini, kısmen veya tamamen sağlayan kimseye “destek” diyoruz[6]. Haksız fiil sonucu destek ölmüş ise, geçimi onun tarafından karşılanan kişiler, bu imkânı kaybetmekte ve böylece dolaylı olarak zarar görmektedirler. Bu hak ölenden geçmez; doğrudan doğruya, desteği yitirenlerin kişiliklerinde doğar[7].

Uygulamada da destekten yoksunluk zararının, ölenin değil üçüncü kişilerin üzerinde doğduğu, dolaylı ve yansıma yolu ile meydana geldiği kabul edilmektedir[8].

Maddi tazminat davalarının genel amacı, zararı doğuran olay sebebiyle mal varlığında meydana gelen azalmanın giderilmesidir. Bunun içinse, olaydan önceki mal varlığı durumu ile sonraki mal varlığı durumunun karşılaştırılması gerekmektedir. Maddi tazminat davalarının tümünde bu mukayesenin yapılması zorunludur. Destek tazminatında yapılan şey de budur: Ölenin desteğinden yararlananın, ölüm sebebiyle oluşan mal varlığı durumu ile ölüm olmasaydı gerçekleşeceği varsayılan mal varlığı durumunun mukayesesi…

Ölüm olmasaydı, hak sahibi, şu kadar süre, desteğin şu kadar yardımından yararlanacaktı. O halde mal varlığına bu yardımlar da eklenecekti. Ancak ölüm sonucunda bu yardımlar sona ermiştir. Dolayısıyla hak sahibinin mal varlığında eksilen bu yardımlar kadar azalma olmuştur. Bu, bazen net bir parasal yardım olarak karşımıza çıkacaktır ve ölüm, hak sahibinin mal varlığının aktifini doğrudan azaltacaktır. Bazen ise bir hizmet olarak belirecektir ve hak sahibi, desteğin sağlığında bu hizmeti elde etmek için ücret ödemekten kurtulduğundan, pasifinde azalma olacaktır; ölüm sonucunda aynı yardımın devamı için ücret ödemek zorunda kalan hak sahibinin pasifi, bu yüzden çoğalmaktadır ve işte pasifteki bu çoğalma kadar, mal varlığında azalma meydana gelmektedir.

İşte bu suretle oluşan zarar, dolaylı da olsa, hukuk düzeninin ilgi alanına girmiştir ve kanun koyucu, eski BK’nın 45, yeni BK’nın 53. maddesinde dolaylı olan bu zararın giderilmesini emretmiştir.

A.2. İŞ GÜCÜ KAYBI TAZMİNATI

Destekten yoksun kalma tazminatının aksine, iş gücü kaybı tazminatı, doğrudan, haksız fiil mağdurunun kişiliğinde doğar. Yeni BK’nın 54. maddesi, bedensel zararları şöyle düzenlemektedir:

Bedensel zararlar özellikle şunlardır:

1. Tedavi giderleri.
2. Kazanç kaybı.
3. Çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar.
4. Ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan kayıplar.

İş gücünü tamamen veya kısmen yitiren mağdur, geçici veya sürekli olarak, gelir kaybına uğrayabileceği gibi, geliri azalmasa da efor kaybı sebebiyle zarar görebilir: İster çalışma ister özel hayatında harcanacak fazla enerjinin yol açtığı zorunlu fazla beslenme giderleri, fazla yıpranmanın yol açtığı erken ölüm ihtimali dikkate alınmak ve bunların maddi değeri, zarar kalemlerine eklenmek zorundadır. İş gücü kaybı sebebiyle uğranacak tek kalem zarar, gelir kaybına ilişkin olan değildir. Bundan başka, ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan gerek gelir getiren faaliyetin gerekse mutat işlerin daha fazla çaba harcayarak yapılabilmesinden kaynaklanan zararların da tazmini gerekmektedir[9]. Çünkü iş gücü kaybına uğrayan bir kişi, aynı işi ve hayatını sürdürmesi için gerekli mutat faaliyetlerini, iş gücü kaybı bulunmayan kişilere oranla daha fazla çaba harcayarak, daha büyük zorluklarla yapabilecektir. Bu fazladan harcanan eforun, mağdura iki ayrı yönde maliyeti mevcuttur: O, hem fazladan harcadığı enerjiyi telafi etmek için, o nispette fazla besin almak ve dolayısıyla o oranda fazla harcama yapmak zorundadır. Hem de fazladan harcanan çaba, hücrelerin erken yıpranmasına, dolayısıyla daha sık değişmesine ve sonuç olarak ömrünü daha erken tüketmesine sebebiyet vermektedir. Buysa, daha fazla çaba harcayanın, daha çok yıprananın, daha erken ölümü demektir. Her iki olgu da maddi değeri olan, maddi tazminat bağlamında ele alınabilen zarar kalemlerini oluşturmaktadır. Aynı zamanda bu iş gücü kaybı ve yıpranma, ekonomik geleceğin sarsılmasına, meslekte ilerleme imkânlarının azalmasına sebebiyet vermektedir ki, bu olgu da maddi değeri ölçülebilen bir zarar kalemini teşkil etmektedir.

Böyle olunca, maddi değeri ölçülebilen bu zarar kalemlerinin de iş gücü kaybı tazminatı bağlamında ele alınması zorunludur.

B. KOŞULLARI

B.1.A. DESTEK TAZMİNATINDA TAZMİNAT SÜRESİ

Destek tazminatında önce desteğin yardımının miktarı ve bu yardımın devam süresi belirlenmek zorundadır. Ölenin ve hak sahiplerinin muhtemel ömür süreleri ile desteğin, gelenek ve göreneklere, sosyal realiteye göre, kimlere, ne zamana kadar yardım edeceğinin belirlenmesi gerekmektedir Bunun içinse, bazı varsayımlara dayanmak mecburidir. Tersinden başlarsak, tazminat süresi hususunda öncelikle iki hususun tespiti gerekmektedir: Birincisi, ölenin muhtemel yaşam süresi; ikincisi ise hak sahiplerinin ihtiyaç süresidir.

Uygulamada ölenin muhtemel yaşam süresi hususunda Fransa kaynaklı PMF tablosu esas alınmaktadır ve ülkemiz açısından daha gerçekçi istatistikî çalışmalar yapılmadıkça, böyle bir çalışmaya dayanılması zorunludur. Bununla birlikte, önce sosyal güvenlik, sonra da zorunlu sorumluluk sigortası mevzuatında PMF tablosu yerine 1980 CSO tablosuna gönderme yapılmıştır. 2006/11345 sayılı BKK’nın 2. maddesi uyarınca:

"Commissioners Standard Ordinary" 1938-1941 yılları arasında "ABD Ulusal Sigorta Komisyonu Birliği" tarafından yayımlanan ve 1980 yılında güncellenen yaşam tablosunu, ifade eder.

05.02.2010 yürürlük tarihli, Zorunlu Sigortalar (Güvence Hesabı Kapsamındaki Sigortalar) Çerçevesinde Aktüeryal Hesaplamayı Gerektiren Tazminat Ödemelerinde Uygulamaya İlişkin Genelge’nin 2. maddesi uyarınca:

Söz konusu ödemelere esas hesaplamalarda asgari, CSO 1980 Kadın ve Erkek Mortalite Tabloları kullanılacaktır. Şirket uygulaması çerçevesinde hak sahipleri lehine sonuç doğuran Mortalite Tablolarının uygulanması imkânı saklıdır.

Diğer yandan, SGK’nın 2011/58 sayılı Genelge’sinin hak sahiplerine bağladığı gelirlerin işveren ve üçüncü şahıslara rücu hakkını düzenleyen bölümü, peşin değer katsayılarını belirlerken, CSO 1980 tablosunu esas almıştı. Ancak bu Genelge’de 2012/32 sayılı Genelge ile yapılan değişiklikten sonra, rücu işlemlerinde peşin değer hesapları, TRH 2010 tablosuna göre yapılmaktadır. Bu tablo, Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Aktüerya Bilimleri Bölümünün yöneticiliğinde BNB Danışmanlık Şirketi, Marmara Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi uzmanları ile "Türkiye Hayat ve Hayat Annüite Tablolarının Oluşturulması" projesi kapsamında düzenlenmiştir. Türkiye’de yapılmış istatistikî çalışmalara dayalı olan bu tablo gerek PMF gerekse CSO’dan çok daha gerçekçi ve sosyal realiteye uygundur; erkek ve kadınlar için farklı muhtemel yaşam süreleri tespit etmiştir. Yani bu alanda ihtiyaç duyulan bir çalışmanın ürünü olan TRH 2010 tablosu, pozitif hukuka da bu suretle girmiştir. Bu nedenle bundan sonraki hesaplamalarda bu tablonun esas alınması doğru olacaktır. Nitekim Yargıtay, bilhassa 17. Hukuk Dairesi, doğru bir yönelimle artık TRH tablosunun esas alınmasını gerektiğini içtihat etmeye başlamıştır[10].

Tazminat süresi, her zaman, muhtemel ömür süresi sonuna kadar devam etmemektedir. Çünkü desteğin, ömrünün sonuna kadar çalışarak, hak sahiplerine yardımda bulunacağı kabul edilemez bir varsayımdır. Her insanın, ömrünün son yıllarını, zorunluluk alanının; yani çalışmanın dışında geçirmeye hakkı bulunmaktadır. Dolayısıyla desteğin, aktif çalışma hayatını ne zaman kadar sürdüreceğinin belirlenmesi ve tazminat süresi tespit edilirken, bu tarihin de dikkate alınması gerekmektedir.

Bununla birlikte, gittikçe yerleşen içtihatlar[11] uyarınca, desteğin, pasif dönemde de yakınlarının geçimine yardımcı olduğu kabul edilmelidir. Gerçekten de pasif devrede de olsa aile fertleri, birbirlerine, maddi değer taşıyan birçok hizmetler vermektedirler. Destek görenlere, desteğin ölümü sebebiyle dul-yetim maaşı bağlanmış ve böylece, yaşlılık aylığının yansımamasından kaynaklanan zarar engellenmiş olsa dahi, bu hizmetler her durumda ortadan kalkmıştır ve destek gören, sadece bunlardan yoksun kalarak olsa dahi, zarara uğramıştır. Bu sebeple pasif dönem için de destek tazminatı hesabı yapılmalıdır.

Uygulamada aktif yaşam süresinin, kural olarak 60 yaşın ikmali ile sona erdiği kabul edilmektedir[12]. Bu yaşın tespitinde sosyal güvenlik mevzuatından esinlenilmiş ise de tek belirleyici mevzuat değildir; varsayımlara dayalı hesaplamalarda sosyal realitenin tespiti önem kazanmaktadır. Ancak sosyal güvenlik mevzuatının öngördüğü yaştan önce yaşlılık aylığı bağlanması mümkün olmayacağından, sosyal realitenin oluşumunda mevzuat etkili olacaktır. Bu bağlamda 5510 SY’nin 28. maddesinin düzenlediği yaş kriteri[13], orada öngörülen tarihlerden sonra pasif döneme geçecek olan destekler açısından dikkate alınmalıdır.

Tazminat süresinin belirlenmesinde ölenin muhtemel ömür süresi kadar, hak sahiplerinin ihtiyaç süresi de önemlidir. Çünkü amaç, hak sahibinin mal varlığında meydana gelen azalmayı tespit etmektir ve bunun için, ölüm olmasaydı, desteğin ne zamana kadar hak sahibine yardımda bulunacağının, sosyal realiteye göre belirlenmesi gerekmektedir.

Eşler ile ana-baba açısından, ihtiyaç süresi sonu olarak, onların muhtemel ömür süreleri esas alınmaktadır. Bunun için de PMF tablosundan (17 HD’nin son içtihatlarına göre TRH tablosundan) yararlanılmaktadır. Çünkü sosyal realite, insanların, eşlerine ya da ana-babalarına, ölene kadar yardımda bulunmaları şeklinde tecelli etmektedir. Çocuklar konusunda ise durum farklıdır. Toplumumuzda erkek çocuklar, kural olarak, ergin olunca çalışmaya başlamakta ve ailelerinden yardım almaktan çıkmaktadır. Bunun istisnası, öğrenime devam etmeleri halidir. Kız çocuklar ise çoğu kez, evlenene kadar aileden yardım almaya devam etmektedir. Bu sebeple, ihtiyaç süresinin sonu olarak, işte belirlenecek bu tarihlerden, yani, erginlik, evlenme, öğrenimi bitirme yaşlarından hangisi olaya uygunsa, onun tercih edilmesi gerekmektedir. Bu husustaki verileri kural olarak hâkimin belirlemesi gerekmektedir. Bu belirlemede ölenin ve hak sahiplerinin yaşadıkları çevre, yerel görenek ve gelenekler dikkate alınmak durumundadır. Belirtilen çevrede çocuklar, çoğunlukla kaç yaşında evlenmektedir, ne zamana kadar ailelerinden yardım almaktadır, ne zaman iş hayatına atılmaktadır, hâkim bunları tespit etmek zorundadır. Aksi tespit edilmemişse, Yargıtay kararları ile kabul edilen veriler şu şekildedir. Erkek çocukların, kural olarak, erginlik çağına kadar yardım aldığı ve bundan sonra destek almaktan çıktığı; kız çocukların, kent merkezlerinde 22 yaşına, kırsal alanda 18 yaşına kadar destek alıp[14], bu yaşında evlenerek destek almaktan çıktığı kabul edilmektedir. Eğer çocuklar yüksek öğrenim görmekteyse, 25 yaşına kadar destek almayı sürdürecekleri varsayılmaktadır. Doğal olarak, yüksek öğrenim görme ihtimali yüksek olan çocuklar için de tazminat süresinin, 25 yaşa kadar devam edeceği kabul edilmektedir.

İşte yukarıda belirlenen şekilde tespit edilen sürelerden; yani desteğin muhtemel ömür süresi ile hak sahibinin ihtiyaç süresinden hangisi daha kısa ise tazminat süresi budur. Kısaca, tazminat süresi, ölenin muhtemel ölüm süresi sonu ile destek görenlerin ya muhtemel ömür süreleri (eş ve ana-baba için) ya da çalışmaya başlayacakları-evlenecekleri varsayılan yaşa ulaşacakları süreden (çocuklar için) hangisi kısa ise odur; ölenin bakiye yaşam süresi ile hak sahiplerinin ihtiyaç süresi kıyaslanacak ve bunlardan kısa olanı, tazminat süresi olarak belirlenecektir.

B.1.B. İŞ GÜCÜ KAYBI TAZMİNATINDA TAZMİNAT SÜRESİ

Sürekli iş gücü kaybı tazminatında zarar görenin aktif çalışma süresi ile bakiye ömrü önem kazanmaktadır. Gerek aktif gerekse pasif dönem açısından, desteğin tazminat süresi hakkındaki açıklamalar geçerlidir.

İş gücü kaybı tazminatında gelir kaybı olmasa dahi, efor kaybı sebebiyle doğan zararlar dikkate alınmalıdır. Nitekim Yargıtayın giderek yerleşiklik arz eden içtihatlarında sürekli iş göremez durumda kalan davacının, aynı işi aynı ücretle sürdürmesi durumunda olduğu üzere, gelir kaybı bulunmasa dahi, işini yaparken, emsallerine göre daha fazla efor harcayacağı gerekçesiyle, iş göremezlik tazminatına hak kazanacağı vurgulanmaktadır [15].

Aktif dönem için değerlendirme yapılırken, iş gücü kaybına uğrayan şahsın, aynı geliri elde etmeye devam etse de salt fazla efor harcadığı gerekçesiyle zarara uğradığı kabul edilirken, bu esasın pasif dönemde uygulanmaması çelişki oluşturmaktadır. Çünkü her iki dönemde de uğranan zarar, gelir kaybından değil, daha fazla efor sarf etmekten, daha fazla enerji harcamaktan, daha fazla beslenme gideri yapmaktan ve daha fazla yıpranmaktan kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, önemli olan gelir kaybı değildir. Gelir kaybı olmasa bile, sayılan diğer zarar kalemleri yüzünden tazminat gerekmektedir. O halde pasif dönem için, salt gelir kaybının oluşmayacağı düşüncesiyle, zarar bulunmadığını kabul etmek, hakkaniyete uygun değildir. Çünkü iş gücü kaybına uğrayan şahıs, pasif dönem içinde de daha fazla çaba ve enerji sarf ederek yaşamını sürdürmek, dolayısıyla daha fazla yıpranmak durumundadır ve bu zarar kaleminin hesaplanmasının en adil yolu, yaşamsal faaliyeti sürdürmenin asgari koşulu olan asgari ücretin, iş göremezlik oranına tekabül eden kısmının tazminidir[16]. Pasif dönem içinde çalışmanın sürdürülecek olmaması, zararı engellememektedir. Çünkü iş gücü kaybına uğrayan şahıs, sadece gelir getiren faaliyetini değil, hayatının tamamını daha fazla çaba harcayarak ve daha fazla yıpranarak geçirmektedir; dolayısıyla çalışmasa dahi, daha çok yıpranmak suretiyle zarara uğramaya devam etmektedir.

Nitekim Yargıtay, giderek istikrar kazanan bir biçimde sürekli iş göremezlik tazminatı davalarında pasif dönem için de hesaplama yapılması gerektiğini kabul etmektedir. Bu içtihatlar, davacının, pasif dönemde yaşlılık aylığı alacak olsa dahi, hayatını daha fazla efor harcayarak sürdüreceği olgusundan yola çıkmaktadır. Yani bu içtihatlarda çalışma gücünün kaybından değil, hayatı sürdürmede yaşanacak efor kaybından söz edilmektedir [17].

Diğer yandan, küçük yaşta kaza geçirip de sürekli (kısmi veya tam) iş göremez durumda kalan çocuklar açısından, Yargıtayımızın yerleşmiş içtihatları, tazminat süresinin, mağdurun gelir elde etmeye başlayacağı tarihten başlaması gerektiği doğrultusundadır[18]. Oysa pasif dönem için zemin teşkil eden “efor kaybına” ilişkin görüş, bu durum için de geçerlidir. Çünkü küçük yaşta iş gücünü yitiren çocuklar, çalışma çağına gelmiş olmasalar ve bu sebeple gelir kaybına uğramasalar da gündelik hayatlarını, emsallerine göre daha fazla efor harcayarak sürdürmek zorunda kalacaklardır. Bu durumda maddi sonuçlar doğuran bir zarara uğradıkları açıktır. Dolayısıyla, tıpkı pasif dönemde olduğu üzere, küçük yaşta ve mutat çalışma yaşı öncesinde uğranılan iş göremezlik zararlarının da tazmin edilmesi gerekmektedir. Şimdilik, pasif devre ile ilgili içtihatların, çalışma öncesi yaş için de uygulanacağını ummakla yetinelim.

B.2. DESTEĞİN VEYA MAĞDURUN GELİRİ:

Destekten yoksun kalma veya iş gücü kaybı tazminatı davalarında ölenin veya mağdurun geliri önem kazanmaktadır. Çünkü her iki tazminatta da zarar, kazadan önceki malvarlığı ile sonraki mukayese edilerek hesaplanacaktır. Bu mukayeseye esas olan gelir ise somut gerçeklikte ortaya çıkan gelirdir. Ölenin yakınları, onun kazandığı paraya nispetle yardım almaktadırlar ve bu şekilde ölçülebilen geçim kaynaklarını kaybetmişlerdir. Mağdur ise kaza sırasında elde ettiği gelirden mahrum kalmış veya bu geliri daha fazla efor harcayarak elde edecek duruma düşmüş, yani çalışma maliyetti yükselmiştir. Bu sebeple, her iki tazminatta da bilinen son gelir üzerinden hesaplama yapılacaktır.

Bilinen son gelir, istatistikî verilere, ekonomik donelere göre artırıma ve tazminatın önceden alınması sebebiyle ıskontoya tabi tutulmaktadır. Bugün için uygulanan artırım oranı ve kapitalizasyon işlemine esas alınan faiz oranı, yıllık %10'dur. Buna karşılık, Zorunlu Sigortalar (Güvence Hesabı Kapsamındaki Sigortalar) Çerçevesinde Aktüeryal Hesaplamayı Gerektiren Tazminat Ödemelerinde Uygulamaya İlişkin Genelge’nin 3. maddesi uyarınca:

Söz konusu ödemelere esas teknik faiz oranı yüzde 3[19] olacaktır. Şirket uygulaması çerçevesinde hak sahipleri lehine sonuç doğuran teknik faiz oranının uygulanması imkânı saklıdır.

Sigorta şirketleri, bu Genelge uyarınca hesaplama yapmakta olduğundan, bilhassa sigortacının taraf olduğu davalarda belirtilen orana uyulması gerekmektedir. Üstelik bu oran, günümüzdeki iktisadi verilere, enflasyon ve faiz oranlarına daha uygun düşmektedir. Ancak gelir artış oranının da gözden geçirilmesinde fayda bulunmaktadır. Uygulamada yerleşen %10’luk oran, yüksek enflasyon ve yüksek faiz döneminden kalmıştır ve ülke ekonomisi bir süre daha istikrarlı hale gelmiş, enflasyon ve piyasa faiz oranları, tek haneli sayılara kadar düşmüş, sonra yine artışla çift haneli sayılara yükselmiştir. Yani oran sabit değildir ve değişkendir, faiz oranı da böyle olmalıdır. Mamafih Yargıtay içtihatları ile yerleşen her yıl için ayrı artış ve ayrı ıskonto yönteminde gelir artış oranı ve ıskonto oranı eşit kabul edildiğinde bu oranın %10 veya %3 olması, hesaplamayı etkilememektedir. Daha adil ve gerçekçi hesaplama yapılabilmesi için, piyasa eğilimleri ve gerçekleşmiş verilere ilişkin istatistikler dikkate alınarak, gelir artış oranı ve ıskonto oranının, gerçek duruma uygun olarak ayrı ayrı tespiti zorunludur.

Destek veya mağdur, ücretle çalışan birisi ise geliri, aldığı net ücretten ibarettir. Ancak yerleşmiş içtihatlara göre, hesaplamanın bilinen son verilere[20] göre yapılması gerekmektedir. Gerçekten de malvarlığındaki geleceğe dönük azalmanın en doğru şekilde tespiti için, doğru varsayımlar kurmak zorunludur. Bunun için de gerçekleşmiş en son verilere itibar edilmesi ve bundan sonraki varsayımların, bu veriler üzerine oturtulması gerekmektedir. İşte bu sebeple, hesaplama anına kadar gelirlerde meydana gelen artışların da dikkate alınması zaruridir. Doğal olarak burada ölenin veya iş gücü kaybı sebebiyle çalışmaya son verenin emsallerinin aldığı ücret esas alınacaktır.

Destek serbest çalışmakta ise vergi beyannamesi[21] esas alınmalı ve olay tarihi ile dava/rapor tarihi arasındaki tüm gelirler tespit edilebiliyorsa, beyan edilen son geliri artışa ve ıskontoya tabi tutulmalıdır. Buna karşılık, olay-dava/rapor tarihi arasındaki tüm gelirler tespit edilemiyorsa, bilinen son gelir asgari ücretle oranlanarak, sonraki yıllar gelirleri, asgari ücretteki artışa göre belirlenmelidir. Doğal olarak, ölenin ek işleri ve gelirleri mevcut ise bunlardan elde ettiği gelir de aynı yöntemlerle hesaplamaya katılmalıdır. Bu arada Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin, işletme ortağı ya da sahibi olan destek açısından, ortaklık payına düşen tüm gelirlerin değil, desteğin işletmeye kişisel katkısı belirlenerek, sadece bu miktarın esas alınmasını istikrarlı şekilde içtihat ettiği belirtilmelidir [22].

Desteğin geliri hususunda herhangi bir veri elde edilememişse ya da sağladığı yardım fiili çalışmadan ibaretse, asgari ücret üzerinden hesaplama yapılmalıdır. Çünkü bu yardımların kesilmesi de hak sahibinin mal varlığında azalmaya yol açmaktadır; bu azalmanın miktarı, aynı yardımı elde etmek için ödemesi gereken bedeldir. Bunun ise asgari ücretin altında kalması mümkün değildir.

Yargıtay içtihatları, pasif devre hesabının asgari ücret üzerinden yapılması gerektiği noktasında hemfikirdir. Gerçekten de Yargıtayın neredeyse (konuyla ilgili) tüm daireleri, pasif dönemde çalışma ve daha yüksek bir ücret ispat edilememiş ise asgari ücret üzerinden hesaplama yapılması gerektiğini, muhtemel yaşlılık aylığının dikkate alınamayacağını içtihat etmeye başlamışlardır. Desteğin dul ve yetimlerine veya mağdura, uzun vadeli sigorta dallarından aylık bağlanmış ise yani olay sırasındaki prim ödeme gün sayıları vs. bu aylık için yeterliyse pasif dönemde yaşlılık veya maluliyet aylığı ile ilgili bir kayıp yaşanmamıştır ve bu sebeple, sadece hizmet yardımları açısından, asgari ücret üzerinden hesaplama yapılması doğrudur. Buna karşılık, bu aylıkların bağlanması imkânı, olay sebebiyle ortadan kalkmış ve muhtemel aylık asgari ücretten fazla ise bu aylığın hesaplamaya esas alınmaması, zararın tasfiye edilememesine yol açmaktadır. Çünkü destek veya mağdur çalışmaya devam edebilseydi, pasif dönemde asgari ücretin çok üzerinde aylık elde edecekti ve kendisi veya destek görenler, bu gelirden yararlanacaktı. Ancak haksız fiil, bu imkânı ve yüksek miktarlı aylık alma seçeneğini ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla destek görenlerin veya mağdurun malvarlığında bu imkânın kaybı nispetinde zarar meydana gelmiştir ve mevcut uygulama, bu zararın sadece asgari ücrete karşılık gelen kısmını karşılamaktadır. Bu sonucun adil olmadığı izahtan varestedir.

Diğer yandan aktif çalışma dönemi dışındaki efor kaybına ilişkin zarar kalemi hesaplanırken, asgari geçim indirimi eklenmemiş asgari ücret üzerinden hesaplama yapılması gerekmektedir. Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin yerleşmiş içtihatları uyarınca:

Pasif devre zararının hesaplanması sırasında esas alınan asgari ücret, bir çalışmanın karşılığı değil ekonomik bir değer taşıyan yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesinin karşılığıdır. Hal böyle olunca da ücretle fiilen çalışanlara uygulanmak için getirilen asgari geçim indiriminin, ücretli bir çalışmanın söz konusu olmadığı pasif devre zararının hesaplanması sırasında dikkate alınamayacağı kabul edilmelidir [23].

Yukarıda açıklandığı üzere, asgari geçim indirimine ilişkin açıklama müstesna, 17 ve 4. Hukuk Dairelerinin yerleşmiş kararlarında da pasif devre hesabının asgari ücret üzerinden yapılacağı açıklanmaktadır[24]. Bununla birlikte 4. Hukuk Dairesi, pasif dönem hesabının artırımsız yapılmasını[25] içtihat etmektedir ki, bu kabulün herhangi bir iktisadi veya istatistiksel dayanağı bulunmamaktadır.

B.3.A. DESTEK TAZMİNATINDA GELİRİN YANSIMA ORANI

Destek tazminatı, varsayımlara dayalı bir hesaplama içermektedir. Burada varsayımlar oluşturulurken, sosyal gerçekliklerden ve bu husustaki yasal düzenlemelerden yararlanılmaktadır. Uygulamada gelirin yansıma oranıyla ilgili olarak en çok yararlanılan kriter, (yürürlükte olduğu dönem için) 506 SY’nin 23. maddesidir. Bu hükümde ölenin yakınlarına iş kazası sigorta dalından gelir bağlanırken uygulanacak oranlar düzenlenmektedir. Hükme göre, ölenin gelirinin %70’i dağıtıma esas tutulmakta, çocuk yoksa bu meblağın %75’i eşe bağlanmaktadır. Çocuk varsa eşin payı (%70 üzerinden) %50’ye düşmekte, her bir çocuk için %25 gelir bağlanmaktadır. Çocuk sayısı fazla olduğu ve toplam oran %70’i geçtiği takdirde tüm hak sahiplerinden mütenasiben indirim gerekmektedir. Keza 506 SY’nin 24. maddesi uyarınca, ana-babaya gelir bağlanması için, eş ve çocuklar için bağlanan gelirler toplamının %70’in altında kalması zorunludur.

Bu hüküm sigorta hukuku açısından düzenleme getirmekte ve sigorta kurumunun sorumluluğuna sınır çekme amacı gütmektedir. Bu nedenle, sigortalının gelirinin %70’ini aşacak şekilde gelir bağlamayı yasaklamaktadır. Bununla birlikte hüküm, sosyolojik realiteyi dikkate alarak; toplumuzda gelirin hane halkına nasıl yansıdığı tespitinden yola çıkarak düzenleme getirmektedir. İşte bu sebeple, hükmün sözüyle birebir bağlı kalmaksızın, tespit ettiği sosyolojik gerçeklik ve dayandığı temel felsefe, destek tazminatı varsayımlarında kullanılmaktadır. Şöyle ki; hüküm, iki ayrı sosyolojik gerçekliğe dayanmaktadır. Bunlardan birincisi, gelirden eşe ayrılan pay, çocuklara ayrılanın iki katıdır. İkincisi ise çocuk yoksa, ölenin payı ile eşin payı eşittir (0,7*0,75=%52,5). Nitekim bu hüküm, üç çocuklu standart aile göz önünde bulundurularak ihdas edilmiş, gelirin eşlere iki, çocuklara birer pay şeklinde yansıdığı sosyolojik gerçeğine dayanmıştır.

Mezkûr hüküm sigorta kurumunun sorumluluğunu sınırlandırmayı da hedeflediğinden, sözüne tam bir bağlılık, hakkaniyete aykırı sonuçlara yol açabilmektedir. Örneğin ölenin sadece bir çocuğu varsa, hükme göre, eş gelirin %35’ini, çocuk ise %17,5’ini alacaktır. Bu durumda desteğe kalan pay %47,5’tir ki bu toplumuzun sosyolojik realitesine ters düşmektedir. Sigorta hukuku açısından bu sınırlandırma gerekli görülse de tazminat hukuku realiteye dayalı varsayımları esas aldığından, bu uygulama tazminat hukukunun ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Keza, desteğin çok sayıda çocuğu olsa dahi, ana-babasıyla fiili bakım ilişkisi ispatlandığı takdirde destek tazminatı onlar açısından da gerekmektedir. Oysa 506 SY’nin 24. maddesine göre, bu durumda gelir bağlanması mümkün değildir. Bir başka örnek de çok çocuklu ailelerde çocuk sayısı yükseldikçe, eşe düşen payın azalmasıdır. Ancak bu durumda dahi, 23. maddenin sadece sözü dikkate alınırsa, desteğin payı hep (%30’da) sabit kalacaktır. Bu sonucun da realiteye aykırı olduğu ve sigorta hukukunun sorumluluğu sınırlandırma gereğinden kaynaklandığı ortadadır.

İşte bu sebeple, tazminat hukukunda 23. maddenin birebir sözünün değil; dayandığı düşüncenin ve temelinde yatan sosyolojik tespitin uygulanması daha adil sonuçlar vermektedir. Yukarıda açıklandığı gibi, 23. maddenin dayandığı iki temel ilke; çocukların eşin yarısı kadar pay almaları, eşlerin de gelirden birbirine (yaklaşık olarak) eşit paylarla yararlanmalarıdır. Bu tespitten yola çıkılarak uygulamada gelir dağıtılırken, “destek ve eşe dörder pay, çocuklara ikişer, ana-babaya birer pay” ayırma şeklinde kriter geliştirilmiştir. Ancak son dönemlerde bilhassa 17. Hukuk Dairesi içtihatlarında, ana babaya da çocukla aynı payın ayrıldığı görülmektedir:

Dairemizce kabul görmüş pay esasına göre; çocuksuz durumda destek, desteğin gelirini eşi ile ortak paylaşacağı varsayımına dayalı olarak, gelirden desteğin %50 ve eşin %50 pay alacağı kabul edilmektedir. Çocukların eş ile birlikte destek payı alacağı durumunda ise desteğin gelirden eşi ile birlikte ikişer pay alırken çocuklara birer pay verileceği yine eş, çocuklar ile ana babanın pay alacağı durumlarda desteğe 2 pay eşe 2 pay çocukların her birine 1 pay ana ve babaya birer pay ayrılarak böylece gelirin tamamının dağıtılacağı esasına dayalıdır. Çocukların sayısı arttıkça hem desteğe ayrılan pay hem de eş ve çocuklar ile ana ve babaya ayrılacak paylar düşecektir. Çocukların destekten çıkması ile birlikte destekten çıkan çocuğun payları destek, eş ve diğer çocuklara dağıtılacak anne ve babaya verilmeyecektir. Böylece geriye kalan eş ve çocukların payları ile desteğin payı artacaktır. Türk aile sisteminde desteğin geliri aile bireyleri tarafından birlikte paylaşılmakta, aile bireyleri arttıkça gelirden alınacak pay düşmekte, aile bireyi azaldıkça da gelirden alınacak pay yükselmektedir. Ana ve babadan birinin destekten çıkması ile payı diğerine aktarılacak, ana ve baba ile çocukların tamamının destekten çıkması durumunda ise yine çocuksuz eş gibi desteğe 2 pay eşe 2 pay esasına göre %50 desteğe %50 eşe pay verilerek varsayımsal olarak gelirin paylaştırılarak tazminatın bu ilkelere göre hesaplanmalıdır[26].

B.3.B. SÜREKLİ İŞ GÖREMEZLİK ORANI

İş göremezlik tazminatında mağdurun, sürekli iş göremezlik oranının, daha doğrusu çalışma gücü kayıp oranının doğru şekilde tespiti çok önemlidir. Çünkü zarar, bu oranla gelirinin çarpılması suretiyle hesaplanacaktır. Destek tazminatındaki yansıma oranının, iş göremezlik tazminatındaki karşılığı, çalışma gücü kayıp oranıdır. Uygulamada bu oran, Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü esas alınarak hesaplanmaktaydı. Sonradan Tüzük’ün yerine SGK'nın Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği (ÇGKTY) ihdas edildi. Bir süre bu Yönetmelik hükümleri uygulandı. Ancak bu Yönetmelik'in çalışma gücü ve meslekte kazanma gücü tespitine ilişkin hükümleri 01.09.2013 tarihinde yürürlüğe giren Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği'nin (MTİY) 23. maddesi ile yürürlükten kaldırıldı. Gelgelelim MTİY’de çalışma gücü kayıp tespitine ilişkin açık bir hüküm yoktur; sadece 12 ve 13. maddelerinde “Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelik” (ÖTY)’ye atıf vardır. Burada 13. madde önemlidir. Çünkü 13. maddede, “Kanunun 28 inci maddesinin beşinci fıkrasında belirtilen çalışma gücü kaybı tespitinde, Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelik esas alınır.” hükmü mevcuttur. 5510 SY’nin 28. maddesinin 5. fıkrası ise şöyledir:

Kurumca yetkilendirilen sağlık hizmet sunucularının sağlık kurullarınca usûlüne uygun düzenlenecek raporlar ve dayanağı tıbbî belgelerin incelenmesi sonucu, Kurum Sağlık Kurulunca çalışma gücündeki kayıp oranının;

a) % 50 ilâ % 59 arasında olduğu anlaşılan sigortalılar, en az 16 yıldan beri sigortalı olmaları ve 4320 gün,

b) % 40 ilâ % 49 arasında olduğu anlaşılan sigortalılar, en az 18 yıldan beri sigortalı olmaları ve 4680 gün,

malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi bildirilmiş olmak şartıyla ikinci fıkranın (a) bendindeki yaş şartları aranmaksızın yaşlılık aylığına hak kazanırlar…

Yani MTİY, kendisi çalışma gücü kayıp oranı tespitine ilişkin bir düzenleme yapmamış olmasına rağmen, bu hususu düzenleyen ÇGKTY’yi yürürlükten kaldırırken, çalışma gücü kayıp oranının tespiti gereken durumlar için ÖTY’ye hükümlerine gönderme yapmıştır.

ÖTY ise 20.02.2019 tarihinde yürürlükten kaldırılmış ve yerine, Erişkinler İçin Engellilik Değerlendirmesi Hakkında Yönetmelik (EEY) ile “Çocuklar İçin Özel Gereksinim Değerlendirmesi Hakkında Yönetmelik (ÇEY)” ihdas edilmiştir. EEY’nin 14. maddesine göre: “30/3/2013 tarihli ve 28603 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelik ve ilgili mülga mevzuat hükümlerine erişkin açısından yapılan atıflar bu Yönetmelik hükümlerine yapılmış sayılır.” Benzer hüküm, çocuklar açısından, ÇEY’nin 14. maddesinde de mevcuttur. Yani MTİY’nin atfı da EEY’ye ve ÇEY’ye yapılmış olmakta ve artık çalışma gücü kaybının, EEY’ye ve ÇEY’ye göre tespiti gerekmektedir.

Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları (TGŞ)’nin A-5-c maddesinde de sakatlık oranı ÖTY’ye göre belirlenmektedir. Trafik kazasına dayalı iş gücü kaybı davalarında bir süre ÖTY uygulanmıştır. Ancak aşağıda açıklanacağı gibi, Anayasa Mahkemesi, 17.07.2020 tarih, 2019/40 E- 2020/40 K sayılı kararı ile 90. maddedeki “genel şartlar” ibareleri iptal edilince yargısal kararlarda bir boşluk ortaya çıkmıştır.

17. Hukuk Dairesi bir süre yürürlükten kalkan ÇGKTY hükümlerinin kıyasen uygulanması gerektiğini içtihat etmiştir[27]. Son kararlarda ÖTY’ye dönüş eğilimi görülmektedir[28].

Kanımca doğru yaklaşım ÖTY’ hükümlerine göre rapor düzenlenmesidir. Çünkü çalışma gücü kayıp oranını tespit eden ÇGTY hükümlerini kaldıran MTİY, çalışma gücü kaybı hususunda rapor gereken haller için ÖTY’ye yollama yapmıştır. Bu durumda yürürlükten kalkmış ÇGKTY hükümlerinin kıyasen de olsa uygulanması doğru olmadığı gibi, yürürlükten kaldıran mevzuat, yürürlükten kaldırdığı alanda yapılacak düzenleme için hangi mevzuata yollama yapmışsa, o mevzuatın esas alınması şarttır. Nihayet 17. Hukuk Dairesi son bir kararında, mevzuatın yürürlük tarihini esas alan dönemler belirleyerek, 11.10.2008 öncesi için Sosyal Sigortalar Sağlık İşlemleri Tüzüğü, 11.10.2008-01.09.2013 tarihleri arasında ÇGTY, 01.09.2013-01.06.2015 tarihleri arasında MTİY, 01.06.2015-20.02.2019 tarihleri arasında ÖTY ve sonrasında ise EEY’nin uygulanacağını, doğru ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıklamıştır[29]. Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin kapatılması sonrasında yasa yolu incelemesi yapmaya başlayan 4. Hukuk Dairesinin içtihatları da aynı yöndedir[30].

Ancak belirtilen mevzuatın tümü, münhasıran, çalışma gücü kayıp oranının tespiti ile ilgilidir. Oysa çalışma gücü bariz şekilde kaybedilmiş olmasa da hayatın devamındaki konforun yitirilmesi halinde de zarar gerçekleşmektedir. Örneğin çalışma gücünü, belli aparatlar kullanarak temin etmek zorunda kalan bir şahıs, haksız fiilden önceki konforunu kaybetmiş ve bu aparata bağımlı olarak yaşamak zorunda kalmıştır. Üstelik herhangi bir araç, vücudun doğal işlevlerini, tam onun gibi yerine getirmeye elverişli olamaz. Yani çalışma gücü yitirilmese de bu gücü ikame etmek için kullanılacak araçlar, hayatın konforunu düşürebilmekte, daha önemlisi, ekonomik geleceğin sarsılmasına yol açabilmektedir. Bu zarar, ayrı bir kalem olarak ve bilhassa ekonomik geleceğin sarsılması bağlamında ele alınabilir ancak gelecek sarsılmasa dahi, sadece konforun yitirilmesinin yol açacağı zararların giderilmesi şarttır. Bu hususta ölçütler geliştirilmesi, bilirkişi kurumlarının, konfor kayıp oranlarını belirlemesi elzemdir.

B.4. HESAPLAMA YÖNTEMİ:

Yargıtayın son dönemlerde geliştirdiği hesaplama yöntemi, “progresif rant” olarak adlandırılmaktadır. Bu yöntemde, olay tarihinden hesap tarihine kadar bilinen gelir her yıl için ayrı ayrı belirlenerek, bu gelirler üzerinden ıskontosuz hesaplama yapılmaktadır (işlemiş dönem). Hesap tarihinden sonra ise bilinen en son gelir her yıl için belli bir oranda artırılmakta ve belli oranda faize göre ıskonto edilmektedir (ıskontolu dönem). Üstelik faiz oranı ile ıskonto oranı eşit kabul edilmektedir. Son yıllarda her iki oran da %10 olarak alınmaktadır. Bu yöntemin sonucu, bilinen son gelirin, bakiye ömür süresiyle çarpımından ibarettir. Yani geliri %10 artırmak ve sonra %10 ıskonto etmek, her yıl için aynı miktarı karşımıza çıkarmaktadır.

Bu, gerçekçi bir hesaplama yöntemi değildir. Doğru ve adil olan geçmiş belli bir süre içerisindeki (örneğin on yıl) gelir artış oranlarını incelemek ve gelecekteki gelir artış oranının buna uygun olacağını varsaymaktır. Bu uygulamada somut olaydaki somut gelirin artış oranı dikkate alınacak ve varsayıma dayalı hesaplamada, bu artışın sonraki yıllarda da benzer seyir izleyeceği kabul edilecektir. Faiz oranı ise yine geçmiş belli bir süredeki ıskonto faiz oranları dikkate alınarak, bu oranların ortalamasına göre tespit edilmelidir.

Üstelik her yıl için ayrı artırım ve ayrı ıskonto yapmak değil, bakiye ömür süresince birikecek gelirin ortalaması üzerinden hesap yapmak adil olacaktır.

2918 SY’nin 90. maddesi, 6704 SY’nin 3. maddesi ile aşağıdaki şekilde değiştirilmişti:

Zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamındaki tazminatlar bu Kanun ve bu Kanun çerçevesinde hazırlanan genel şartlarda öngörülen usul ve esaslara tabidir. Söz konusu tazminatlar ve manevi tazminata ilişkin olarak bu Kanun ve genel şartlarda düzenlenmeyen hususlar hakkında 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun haksız fiillere ilişkin hükümleri uygulanır.

Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları (TGŞ) ise hem destek hem de işgöremezlik tazminatı hesaplama yöntemleri tespit etmiş ve buna “Devre Başı Ödemeli Belirli Süreli Rant” yöntemi ismi verilmişti. Bu hesaplamada TRH 2010 tablosu esas alınıyor, ıskonto (Teknik faiz) oranı %1,8 olarak hesaba katılıyor, tazminat, ax,n formülü ile hesaplanıyordu. Yargıtayımız bazı kararlarında, trafik kazası olaylarında bu yönteme göre yapılan hesaplamaları kabul etmekteydi. Ancak Anayasa Mahkemesi, 17.07.2020 tarih, 2019/40 E- 2020/40 K sayılı kararı ile 90. maddedeki “genel şartlar” ibarelerini iptal ettikten sonra, yine eski progresif rant yöntemine dönülecekti.
Ancak 7327 SY'nin 18. maddesi ile 2918 SY'nin 90. maddesi şöyle değiştirilmiştir:
Zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamındaki tazminatlar bu Kanunda öngörülen usul ve esaslara tabidir. (Ek cümle:9/6/2021-7327/18 md.) Bu tazminatlardan;
a) ...
b) Destekten yoksun kalma tazminatı, ulusal doğum ve ölüm istatistikleri kullanılarak hazır-lanan hayat tablosu ve zorunlu mali sorumluluk sigortası genel şartlarında yüzde 2’yi geçmemek üzere belirlenen iskonto oranı esas alınarak hayat anüiteleri ile genel kabul görmüş aktüerya ku-rallarına uygun olarak,
c) Sürekli sakatlık tazminatı, ulusal doğum ve ölüm istatistikleri kullanılarak hazırlanan hayat tablosu, zorunlu mali sorumluluk sigortası genel şartlarında yüzde 2’yi geçmemek üzere belir-lenen iskonto oranı ve sürekli sakatlık oranı esas alınarak hayat anüiteleri ile genel kabul görmüş aktüerya kurallarına uygun olarak, hesaplanır. Söz konusu tazminatlar ve manevi tazminata ilişkin olarak bu Kanunda düzenlenmeyen hususlar hakkında 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun haksız fiillere ilişkin hükümleri uygulanır.
Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Sigortacılık ve Özel Emeklilik Düzenleme ve Denetleme Kurumu tarafından belirlenir.
Görüldüğü üzere Kanun'un amacı, devre başı ödemeli belirli süreli rant yöntemine dönmektir. Kanımca bu isabetli bir yaklaşım değilse de pozitif hukuk kuralları, bu uygulamayı gerektirmektedir.


B.5. DESTEK TAZMİNATINDA ZARARDAN İNDİRİM SEBEPLERİ:

Yukarıda belirtilen şekilde hesaplanan zarardan indirilmesi gereken değerler mevcutsa, öncelikle bunların tespiti gerekmektedir. Bunlar, hak sahibinin mal varlığındaki azalmayı engelleyen ya da miktarını azaltan olgulardır. Örneğin, ölen küçük ise anne- babası, onun yetiştirilmesine ilişkin masraflardan kurtulmuştur. Dolayısıyla, onun yardımlarından yoksun kalmakla uğradıkları zarar, kurtuldukları yetiştirme giderleri kadar azalmıştır[31]. Dolayıyla yetiştirme giderlerinin, zarardan indirilmesi gerekmektedir. Bunun gibi, destekten hak sahiplerine miras kalmışsa, bundan elde edebilecekleri gelir de zararın azalmasına yol açmaktadır ve dolayısıyla miras gelirlerinin zarardan indirilmesi gerekmektedir. Ancak Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, giderek yerleşen içtihatlarında miras gelirlerinin tazminattan indirilemeyeceğini[32], buna karşılık desteğin gelirinin, iktisadi işletmenin tüm geliri üzerinden değil, buna yaptığı kişisel katkı esas alınarak hesaplanacağını ileri sürmektedir. Aynı şekilde hayat sigorta tazminatından elde edilebilecek gelirin de zarardan indirilmesi gerektiği kanısındayım. Çünkü hak sahibi, sigorta tazminatını, gerçek ölüm tarihi ile muhtemel ölüm tarihi arasındaki süre kadar fazladan kullanma imkânına sahip olmuştur ve bu sürede elde edebileceği gelir kadar, mal varlığı artmıştır.

Diğer yandan, sağ kalan eşin veya nişanlının evlenme ihtimalinin de zararın netleştirilmesinde dikkate alınması gerekmektedir. Dava veya rapor tarihinden önce eş veya nişanlı evlenmiş ise bu indirim yapılmaz ancak sadece evlenme tarihine kadar tazminat hesaplanır. Buna karşılık eş evlenmemiş ise, gelecekte evlenme ihtimali bulunup bulunmadığının somut verilere dayalı olarak tespiti zorunludur. Çünkü destek tazminatı gelecekte ortaya çıkacak zararları gidermeyi de amaçlamaktadır ve yeni bir evlilik, yeni bir bakım sağlayacağından dolayı zararı giderecek ise bunun dikkate alınması zorunludur. Bu sebeple sağ kalan eşin durumu, çocuk sayısı, yerel gelenek ve görenekler dikkate alınarak, evlenme ihtimali bulunup bulunmadığının ve varsa oranının hâkim tarafından tespiti gerekmektedir. Ülkemizde evlenme ihtimali ile ilgili istatistikî bir çalışma yapılmamıştır. Ancak Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin, evlenme ihtimali ile ilgili düzenleyip uyguladığı bir çizelge mevcuttur ve adli yargıda da bu çizelge esas alınmaktadır. Bu uygulamaya göre, eşin yaşına göre belirlenen evlenme ihtimalinden, 18 yaşın altındaki her çocuk için %5’lik bir indirim yapılması gerekmektedir[33]. Bu da sosyal realiteye uygundur çünkü küçük ve bakım gerektiren çocukların varlığı, daha çok da kırsal alanda evlenme ihtimalini azaltmaktadır. Ancak tüm ülke için geçerli böyle bir çizelge, uygulamada standardizasyonu sağlasa dahi, somut olaylara uygun düşememektedir. Bu sebeple bu değerlendirmeyi, eşlerin yaşları, fiziksel durumları, çocuk sayıları ve yerel alışkanlıkları dikkate alarak, belki mezkûr çizelgeden de yararlanmak suretiyle hâkimin tayin etmesi şarttır.

KUSURUN ROLÜ

Her iki tazminat da kural olarak kusurlu sorumluluk ilkelerine tabidir ve kusuru ve zararı, zarar görenin ispat etmesi gerekir. Yeni BK’nın 49. maddesi, sorumluluk alanını biraz daha genişletmiş ve kasten işlenen ahlaka aykırı fiilleri de sorumluluk kapsamına almıştır. Bu hüküm şöyledir:

Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür.

Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de bu zararı gidermekle yükümlüdür.

Bu genişletme, çağımız ihtiyaçlarına uygundur ve son derece olumludur. Hukukun kapsadığı alan, elbette sosyal ahlak kurallarının alanından dardır fakat zarar veren kasıtlı davranışların, ahlaka aykırı olmak kaydıyla, hukuk kuralı çiğnenmiş olmasa dahi tazmin sorumluluğuna bağlanması toplumsal gelişme ve iş bölümünü sağlama alma bakımından şarttır.

Belirlenen zarar tazminata dönüştürülürken, mağdurun, ölenin ya da hak sahiplerinin ölüm olayındaki birlikte kusuru da dikkate alınmalı ve zarar bu miktarda indirilmelidir. Yeni BK’nın 52. maddesi şöyledir:

Zarar gören, zararı doğuran fiile razı olmuş veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olmuş yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırmış ise hâkim, tazminatı indirebilir veya tamamen kaldırabilir.

Zarara hafif kusuruyla sebep olan tazminat yükümlüsü, tazminatı ödediğinde yoksulluğa düşecek olur ve hakkaniyet de gerektirirse hâkim, tazminatı indirebilir.

Burada sigorta hukuku kapsamında giderek yerleşen içtihatlara değinmekte fayda bulunmaktadır:

Yargıtayımız, trafik kazasında ölen sürücü veya işletenin tam kusurlu olması halinde dahi, onların desteğinden yoksun kalan şahısların zararlarının, zorunlu mali mesuliyet sigortacısı (veya Güvence Hesabı) tarafından karşılanması gerektiğini içtihat etmektedir. Bu içtihatlara, Hukuk Genel Kurulu yön vermiş, 17. Hukuk Dairesi de HGK kararına uymuştur. Bir örnekten aşağıya alıntı yapılmıştır:

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; şoförün tam kusuru ile gerçekleşen trafik kazasında araçta yolcu olarak bulunan işletenin ölmesi üzerine mirasçılarının, davalı zorunlu mali sorumluluk sigortacısından, destekten yoksun kalma tazminatı isteyip isteyemeyecekleri noktasında toplanmaktadır.

Özellikle endüstri devrimiyle birlikte ortaya çıkan teknik buluşlar[34] ve makineleşme zarar tehlikesini arttırmış ve artan bu zarar tehlikesini önlemek için kusura dayanan sorumluluğun her zaman yeterli olmayacağı öngörülerek tehlikeli faaliyette bulunanların sebep oldukları zararları gidermesi kabul edilmiştir (Fikret Eren, a.g.e, s. 449 vd.).

Burada kanun koyucu zarar görenin kusuru nispetinde indirim yapılabileceğini öngörmüş ve indirimi zorunlu tutmayarak hâkimin takdirine bırakmıştır. Uygulama ve öğretide de (S. Ünan, <Ergün A. Çetingil ve Rayegan Kender'e 50. Birlikte Çalışma Yılı Armağanı 2007>, s. 1180) bu husus kabul edilmektedir.

Kanun koyucu, açıklanan düzenlemeler yanında 2918 sayılı KTK'nın 91. maddesiyle de; işletenin aynı Kanun’un 85. maddesinin birinci fıkrasına göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası (Karayolları Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası) yaptırma zorunluluğunu getirmiştir.

Hemen belirtmelidir ki, işletenin sorumluluğu hukuki nitelikçe tehlike sorumluluğuna ilişkin bulunmakla, işletenin hukuki sorumluluğunu üstlenen zorunlu sigortacının 91. maddede düzenlenen sorumluluğu da bu kapsamda değerlendirilmelidir.

Öyle ise hem işleten hem de sigortacının sorumluluğu, hukuki niteliği itibariyle tehlike sorumluluğuna ilişkin bulunduğundan, uyuşmazlığın bu çerçevede ele alınıp, çözümlenmesi gerekmektedir.

Karayolları Trafik Kanununda zorunlu trafik sigortasına ilişkin olarak, sorumluluğun kapsamı yanında bu kapsam dışında kalan haller de açıkça düzenlenmiştir.

Bu noktada üzerinde durulması gereken hususlardan birisi, 2918 sayılı KTK'nın 92/b maddesinde yer alan <İşletenin; eşinin, usul ve füruunun, kendisine evlat edinme ilişkisi ile bağlı olanların ve birlikte yaşadığı kardeşlerinin mallarına gelen zararlar nedeniyle ileri sürebilecekleri taleplerin zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamı dışında olduğuna> ilişkin hükümdür.

Bu hükümle kanun koyucu; tehlike sorumlusu zorunlu mali sorumluluk sigortacısının sorumluluğu kapsamından sadece, tehlike sorumlusu olan işletenin eşinin, usul ve füruunun, kendisine evlat edinme ilişkisi ile bağlı olanların ve birlikte yaşadığı kardeşlerinin mallarına gelen zararları çıkarmıştır.

Şu haliyle, anılan kişilerin mallarına gelen zararlar dışında kalan ölüm ve yaralanmaya ilişkin cismani zararlar ise sigortacının sorumluluğu kapsamında bırakılmış; böylece tehlike sorumlusunun yakınlarının dahi belirtilen anlamda sigorta kapsamında olduğu benimsenmiştir.

Durum bu olunca, işletenin; eşinin, usul ve füruunun, kendisine evlat edinme ilişkisi ile bağlı olanların ve birlikte yaşadığı kardeşlerinin ölüm veya yaralanmaları halinde bundan kaynaklanan zararlarının zorunlu sigorta kapsamında olduğu kabul edilmelidir.

Araç sürücüsünün veya yakınlarının talepleri ise 92. madde kapsamında yer almamakla sigortacının sorumluluğu kapsamında kabul edilmiştir.

Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 15.06.2011 gün ve 2011/17-142 E, 2011/411 K sayılı ilamında mali sorumluluk sigortası ile sigortalı araç sürücüsünün mirasçılarının açtığı destekten yoksun kalma tazminatı davasında da Kanunun kapsam dışılığı düzenleyen 92. maddesinde araç şoförünün desteğinden yoksun kalanların isteyebileceği tazminatların kapsam dışı olduğuna dair bir düzenlemeye yer verilmediği ve sürücünün desteğinden yoksun kalanların üçüncü kişi olduğu kabul edilerek zorunlu mali sorumluluk sigortacısından tazminat talep edebilecekleri kabul edilmiştir.

Öte yandan, 2918 sayılı Kanunun 92/a maddesinde yer alan <İşletenin; bu Kanun uyarınca eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilere karşı yöneltebileceği taleplerin zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamı dışında olduğuna> ilişkin hükmü üzerinde de durulmalıdır.

Vurgulamakta yarar vardır ki, bu hüküm işletenin eyleminden sorumlu olduğu kişilere yönelik kendi zararına dayalı talepleri noktasında önem arz etmektedir. Salt sigorta şirketinin dava edildiği ve üçüncü kişinin zararının söz konusu olduğu durumlarda bu hükmün uygulama alanı bulamayacağı açıktır.

Eldeki davada işletenin kendisine ait araçta yolcu olarak bulunduğu sırada sürücünün tam kusuruyla ölümü sonucu onun desteğinden yoksun kalınması davanın sebebini teşkil etmekte; işletenin yakınları davalı sigortacıdan zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamında destekten yoksun kalma tazminatı istemektedir.

Hemen burada destekten yoksun kalma tazminatının hukuki niteliği üzerinde de durulmalıdır:

Önemle vurgulanmalıdır ki, Borçlar Kanunu'nun 45/2. maddesine göre destekten yoksun kalma tazminatı, desteğin mirasçısı olarak geride bıraktığı kişilere değil, desteğinden yoksun kalanlarına aittir. Destekten yoksun kalma tazminatı isteyebilecek kişiler(in), mirasçılardan başka kişiler de olabileceği hususunda da herhangi bir ihtilaf yoktur. Murisin trafik kazasından kaynaklanan bir sorumluluğu söz konusu olduğunda ve koşulları oluştuğunda mirasçıları bundan sorumlu olduğu halde aynı olay nedeniyle destekten yoksun kalan ve fakat mirasçı olmayan kişiler bundan sorumlu değildir (HGK’nın 15.06.2011 gün ve 2011/17-142 E. 411 K. sayılı ilamı),

Yeri gelmişken, davacıların açıklanan sıfatı ve hukuki konumları karşısında davacılar üzerinde doğan zararın niteliği belirlenmelidir:

Davacıların destekten yoksun kalma tazminatı talebine dayanak olarak gösterdikleri zarar; işletenin ölümü sonucunda meydana gelmekle birlikte işleten üzerinde doğan bir zarardan ayrı ve salt onun desteğinden yoksun kalınması olgusuna dayalı, mirasçılık sıfatıyla bağlı olmaksızın uğranılabilen bir zarardır. Böyle bir zararın işletenin kendisinin sahip olacağı hakla bir ilişkisi olmadığı gibi, doğrudan işletenin zararıyla bağlı ve onunla sınırlı bir zarar da değildir. İşletenin ölümü zararı doğuran olay olmakla birlikte, zarar doğrudan üçüncü kişi durumundaki destekten yoksun kalanlar üzerinde oluşmuştur. Buradaki zarar, mirasçıların salt bu sıfatla devraldıkları murislerinin uğradığı ve ondan intikal eden bir zarar da değildir.

Hal böyle olunca; aracı kullanan şoförün tam kusuruyla meydana gelen kazada aynı zamanda onun eyleminden sorumluluğu nedeniyle kendisi de tam kusurlu kabul edilen işletenin ölümü nedeniyle talep edilen destek zararının, ölenin değil üçüncü kişi durumundaki destek tazminatı isteklilerinin zararı olduğu kabul edilmelidir.

Burada üzerinde durulması gereken diğer bir husus da; kazanın meydana gelmesinde tam kusurlu olan araç şoförünün eylemlerinden sorumlu tutulan ve bu nedenle tam kusurlu olduğu kabul edilen işletenin, bu kusurunun, zorunlu trafik sigortacısı aleyhine açılan davanın davacıları olan, üçüncü kişi durumundaki destekten yoksun kalanlara karşı ileri sürülüp sürülemeyeceğidir.

Bilindiği üzere, kural olarak zarar gören, sürücünün trafik kazasının oluşmasında kusurlu bulunması durumunda 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 41. maddesine göre sürücüye, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 85/1 maddesi hükmünce de motorlu araç işletenine karşı dava açabilecektir. Sürücü ile araç işletenin sorumluluğu BK md 51 anlamında dayanışmalıdır.

Kural bu olmakla birlikte, dava açanların sıfatı, davanın hukuksal niteliği ve dayanağı, kusur durumunun davaya etkisinin belirlenmesinde etkilidir.

Eldeki davada da talep, destekten yoksun kalma tazminatı olduğuna göre, bu tazminatın yukarıda açıklanan özellikleri gözetilerek işletenin kusurunun davacıların haklarına ve dolayısıyla da taleplerine etkili olup olmayacağı da davanın bu niteliği gözetilerek çözüme kavuşturulmalıdır.

Destekten yoksun kalma tazminatına dayanak teşkil eden hak, salt miras yoluyla geçen bir hak olsa idi doğrudan işleten üzerinde doğup ondan mirasçılarına intikal edeceğinden, bu yöndeki savunmalar ölenin desteğinden yoksun kalanlara karşı ileri sürülebilecekti. Oysa yukarıda da açıklandığı üzere, destekten yoksun kalma tazminatına konu davacıların zararı, desteklerinin ölümü nedeniyle destekten yoksun kalan sıfatıyla doğrudan kendileri üzerinde doğan zarardır. Bu zarardan doğan hak desteğe ait olmadığına göre, onun kusurunun bu hakka etkili olması da düşünülemez.

Şu hale göre; işleten murisin ister kendi kusuru ister bir başkasının kusuru ile olsun salt ölmüş olması, destekten yoksun kalanlar üzerinde doğrudan zarar doğurup; bu zarar gerek Kanun gerek poliçe kapsamıyla teminat dışı bırakılmamış olmakla, davacıların hakkına, desteklerinin kusurunun olması etkili bir unsur olarak kabul edilemez ve destekten yoksunluk zararından kaynaklanan hakkın sigortacıdan talep edilmesi olanaklıdır[35].

Görüldüğü gibi içtihat, sosyal adalet amacına yönelmiş ve trafik olayının risklerinin sigortacılar eliyle kamu tarafından üstlenilmesini hedeflemiştir. Atıf yapılan içtihattan da anlaşıldığı üzere, sadece işleten değil, tam kusurlu sürücünün ölümünde dahi, destek görenler, sigortacıdan tazminat isteyebileceklerdir. İktisaden zayıf durumda olan şahısları korumaya ve sosyal/teknik riskleri dağıtmaya dönük bu tavır, salt ahlak kuralları açısından olumlu karşılanabilirse de hâkimin görevi, pozitif hukuku olduğu gibi uygulamak, amaca göre yorum yaparken, hukuk metninden kopmamaktır. Objektif amaca göre yorum yapan yargıç dahi, elindeki metni esas almalı ve bu metne, gelişen sosyal ihtiyaçlar çerçevesinde anlam vermeye çalışmalıdır. Bu faaliyette, metin tamamen göz ardı edilirse, yapılan iş yorum değil, yeni bir hukuk metni yaratmaktır ve elbette sonuç yetki aşımıdır.

İçtihat, teknik/sosyal riskleri kamuya/sigortacıya yüklerken, destek tazminatının mirasçılıkla ilgisi olmadığından, mirasçı olmayan kişilerin de destekten yoksun kalabileceklerinden yola çıkmıştır. Ama kanımca, destek tazminatının, doğrudan değil dolaylı bir zarar olduğu, asıl zarar görenin üzerinden destek görenlere yansıdığı gözden kaçırılmıştır. Doğrudan zarara uğrayan; ölen şahıs, yani sürücü veya işletendir. Yani asıl zarar gören kişi, aynı zamanda meydana gelen zararın sorumlusudur. Özellikle tam kusurlu sürücü veya aynı zamanda tam kusurlu sürücü olan işleten açısından değerlendirirsek; bu kişi, tamamen kendi kusuruyla, başka şahısların herhangi bir eylemi ile nedensellik bağı kurulmaksızın vefat etmiştir. Yani zarar veren ve (doğrudan) zarar gören aynı kişidir. İşte destek görenlerin zararı, bu kişiden, yani olayın hem faili hem mağduru olan şahıstan yansımaktadır. Elbette bu zarardan, sadece zarar veren, yani kendisi sorumlu olacaktır. Bir başka deyişle tam kusuruyla kendine zarar veren kişinin, bu zararını başkasından isteme imkânı yoktur. Doğrudan zarara uğrayanın kullanamayacağı bir hakkı, onun üzerinden yansımak suretiyle, yani dolayısıyla zarara uğrayan şahsın kullanabilmesi mümkün değildir. Aksi takdirde örneğin tam kusurlu sürücünün yakınlarının, işletenden, destek tazminatı isteme hakkı olduğu da kabul edilmelidir. Oysa KTK’nın 86. maddesi uyarınca:

İşleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibi, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bir bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın, kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya bir üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulur.

Eğer içtihadın kabul ettiği gibi, destek göreni, tam kusurlu sürücüden tamamen bağımsız bir zarar gören olarak değerlendirsek, örneğin evli desteğin babası olan destek gören, olayda kusuru da olmadığı için, sadece sigortacıdan değil, işletenden de tazminat alacaktır. Çünkü işleten, sürücünün kusurlarından sorumludur. Bu durumda desteğin babasına tazminat ödeyen işleten, bu kez de onun eşine ve çocuklarına (mirasçılarına) rücu edecektir (BK 62/2; eski BK 51/2). Üstelik hem eşi ve çocuklarına hem de ana-babasına destek olan sürücü öldüğünde eş ve çocuklar, aynı zamanda mirasçı sıfatıyla borçlardan sorumlu oldukları için, en azından takas defi karşısında işletenden tazminat alamayacak, buna karşılık, ana baba tazminat aldığı gibi, onlara ödenen tazminat, eş ve çocuklara rücu edilecektir. Görüldüğü gibi, sorumlu kişi işleten olduğunda tam kusurlu sürücünün desteğinden yoksun kalanların ya tazminat isteme hakkının olmadığı kabul edilecektir ya da yukarıdaki gibi, garip, adil olmayan; son tahlilde destek görenlerin bir kısmının, diğer kısmından tazminat alması[36] sonucu doğuracak kadar çapraşık çözümlemeler yapılacaktır.

Nitekim içtihat da tam kusurlu sürücü yakınlarının işletenden tazminat isteyebileceğini kabul etmiş değildir: İçtihadın çözümü, bu kişilerin sigortacıdan tazminat isteyebileceği yönündedir. Oysa sigortacı, sadece işletenin hukuki sorumluğunu sigorta etmiştir (KTK 91/1). Yani işletenin sorumlu tutulamayacağı bir zarardan, sigortacının sorumlu tutulması mümkün değildir.

Görüldüğü üzere, tam kusurlu sürücünün doğrudan uğradığı zarar tazmin edilemezken, ondan yansıyarak meydana gelen zararın tazmin edilebileceği sonucuna varmak hem adaletsiz hem de pozitif hukuk kurallarına aykırı sonuçlar doğurmaktadır. Yansıma yoluyla uğranan zararın karşılanması, kapsamı gitgide genişlese de istisnai bir düzenlemedir. Her istisnada olduğu gibi, burada da istisna kapsamının dar yorumlanması gerekmektedir. Hiç kuşkusuz, işletenin KTK’nın 92/b maddesinde düzenlenen yakınlarının, işletenden yansıyarak değil, doğrudan uğradıkları zararlardan sigortacı sorumludur. Çünkü bu zararlardan işleten de sorumludur. Örneğin işletenin eşinin, işletenin kendisinin veya başka bir sürücünün kullandığı arabada kaza geçirmesi ve sürekli iş göremez durumda kalması halinde bu zarardan işleten sorumludur. Eşinin işletene dava açmasını engelleyen hiçbir hukuk kuralı yoktur. Bu kişi, işleten olan eşine karşı ileri sürebileceği tazminat talebini, hiç kuşkusuz sigortacıya da yönelebilecektir. Çünkü o, doğrudan zarara uğramıştır ve kendi kusuru yoktur. 92. madde bu sebeple düzenlenmiş ve bu sebeple, sadece malvarlığı zararları kapsam dışında bırakılmıştır. Ancak söz konusu olan yansıyan bir zarar ise ve zararın doğrudan mağduru, aynı zamanda olayın da tek faili ve tek kusurlusuysa, onun kimseye yöneltebileceği bir tazminat talebi yoktur ve onun yöneltmeyeceği talebi, ondan yansıyan dolaylı zarar gören de ileri süremez.

İçtihatlar bu doğrultuda gelişince 2918’ye eklemeler yapıldı: 6704 SY’nin 4. maddesi ile zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamı dışında kalan hususlara g ve i bentleri eklendi;

g. Hak sahibinin kendi kusuruna denk gelen tazminat talepleri,
….
i. Bu Kanun çerçevesinde hazırlanan zorunlu mali sorumluluk sigortası genel şartları ve ekleri ile tanımlanan teminat içeriği dışında kalan talepler.

TGŞ’nin A-6-d maddesi ise şöyledir:

Destekten yoksun kalan hak sahibinin, sigortalının sorumluluk riski kapsamında olmayan destek tazminatı talepleri ile destekten yoksun kalan hak sahibinin, sigortalının sorumluluk riski kapsamında olmakla beraber destek şahsının kusuruna denk gelen destek tazminatı talepleri,

Kanun’un amacı, desteğin kusurunu dikkate almayan ve destek tazminatının kendisi yansıma yoluyla hak sahiplerine sirayet ederken, zararı yansıtıp kusuru yansıtmayarak çelişkiye düşen içtihatların ortaya çıkardığı kargaşayı önlemekti. Ancak Anayasa Mahkemesi, 17.07.2020 tarih, 2019/40 E- 2020/40 K sayılı kararı ile 2918 SY’nin 92/i bendini iptal etti. İptal gerekçesi, hak ve özgürlüklerin kapsamını daraltma yetkisinin idareye devredilemeyeceği ilkesidir. Kanun’da yeni bir düzenleme yapılmadığı takdirde uygulamanın nasıl gelişeceği bellidir: Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu eski tarihli bir olay için de olsa 2019 yılında verdiği bir kararda şu açıklamayı yapmıştır:

Davacının ölenin salt mirasçısı sıfatıyla değil, destekten yoksun kalan üçüncü kişi sıfatıyla dava açtığı, ölüm nedeniyle doğrudan davacı üzerinde doğan destekten yoksunluk zararının oluşumundaki kusurun davacıya yansıtılamayacağı, dolayısıyla araç sürücüsünün tam kusurlu olması halinde, desteğinden yoksun kalan davacıyı etkilemeyeceğine, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları’na göre, aracın zorunlu mali sorumluluk sigortacısı davalı ..., işletenin üçüncü kişilere verdiği zararları teminat altına aldığına ve olayda işleten veya sürücü tam kusurlu olsalar bile, destekten yoksun kalan davacının da zarar gören üçüncü kişi konumunda bulunduğundan, davalı ... şirketinin sorumlu olacağına karar vermek gerekir[37].

Kısaca mevcut durumda tam kusurlu sürücü ve/veya işletenin desteğinden yoksun kalanlar için sigorta teminatı, içtihatlarla devam ettirilecek gibi görünmektedir.

Yukarıda belirtildiği gibi, içtihadın yönü ahlaka ve sosyal ihtiyaçlara uygundur. Ancak bu uygulama, hukuk yaratma sonucu doğurmuştur. Oysa hâkimin hukuk yaratma/hukuk kuralı koyma yetkisi yoktur. Bu sosyal ihtiyacın giderilmesi için kanun koyucunun düzenleme yapması gerekmektedir.

Nihayet yasama organı sorunu kökünden çözmüştür. 2918 SY’nin 92/1. maddesine 7327 SY’nin 19. maddesi ile “j” bendi eklenmiştir. Zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamı dışında bırakılan hususlarla ilgili maddenin “j” bendi şöyledir: “Destekten yoksun kalan hak sahibinin, destek şahsının kusuruna denk gelen tazminat talepleri.” Bu açık düzenleme karşısında aksi yöndeki içtihadın terk edileceği izahtan varestedir.

Üçüncü şahısların kusurları ise BK 61 uyarınca müteselsil sorumluluk esaslarına tabi olup, bu şekilde talepte bulunulmuş olması halinde zarardan indirim gerektiren sebeplerden değildir. Yani olayda dava dışı üçüncü şahısların kusuru da bulunsa dahi, hak sahipleri, bunların kusurundan da davalıları sorumlu tutacak şekilde müteselsil sorumluluk esasına göre dava açmışlarsa, davalılar, üçüncü şahısların kusurlarından da sorumludur; sonradan rücu hakları saklıdır.

TAZMİNATTAN İNDİRİM SEBEPLERİ:

Aynı tazminattan sorumlu olan başka şahıs ve kurumlar tarafından, hak sahiplerine ödenen tazminatlar, hesaplanan destek tazminatından indirilmelidir. Örneğin, zorunlu trafik sigortasından ödenen sigorta tazminatı bu kapsamda değerlendirilecektir. Yeni BK’nın düzenlendiği en önemli değişiklik, bu hususta ortaya çıkmıştır. BK’nın 55/1. maddesi şöyledir:

Destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararlar, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır. Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar veya tazminattan indirilemez. Hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz.

Bu düzenlemeden önce, uygulamada sosyal güvenlik kuruluşlarının bağladığı gelir veya aylıkların tazminattan düşülüp düşülmeyeceği hususunda karmaşık ölçütler kabul edilmişti. Örneğin Emekli Sandığınca bağlanan aylıklar, hem bu aylığın, ölenin primlerinin karşılığı olarak bağlanması hem de rücuya tabi olmaması gerekçesiyle tazminattan indirilmiyordu[38]. SSK’dan iş kazası sigorta dalından bağlanan gelirlerin peşin değeri tazminattan düşülmekte fakat maluliyet, yaşlılık ve ölüm sigortası dalından bağlanan aylıklar indirilmemekteydi. Bağ-Kur tarafından bağlanan aylıklar ise 1479 SY’nin 63. maddesi çerçevesinde rücuya tabi olduğu gerekçesiyle tazminattan mahsup edilmekteydi.

Üstelik sosyal güvenlik gelir veya aylıkları tazminattan indirilirken, peşin değerinin davalı kusuruna tekabül eden kısmı değil, tamamı mahsup edilmekteydi. Diğer yandan, 506 SY’nin 26. maddesindeki, gelir artışlarının da işverenden istenebileceğine ilişkin hüküm Anayasa Mahkemesi tarafından[39] iptal edildikten ve bu sebeple işverene, gelirin sadece ilk peşin değeri için rücu edileceği içtihat edilmeye başlandıktan sonra dahi, tazminattan indirilecek peşin değer, hükme en yakın tarihteki değer olarak kabul edilmekteydi[40].

Böyle olunca bir yandan, zarar gören, kendi kusuru indirilerek belirlenen tazminattan, bağlanan gelirin peşin değerinin kusura tekabül eden kısmı değil de tümü indirildiği için, zararını gideremezken, diğer yandan fail, zarar görene noksan ödeme yaptığı gibi, sosyal güvenlik kuruluşuna da sadece kendi kusuru kadar ödeme yaparak yarar elde etmekteydi.

Örneğin destek görenin hesaplanan zararı 100.000,00 TL, birlikte kusuru da %50 olsun. SGK’nın bağladığı gelirin ilk peşin değeri 40.000,00 TL, güncel peşin değeri de 50.000,00 TL tutsun. Bu durumda zarar görenin alabileceği tazminat, %50 birlikte kusuru düşüldükten sonra kalan meblağ, yani 100.000,00*0,50= 50.000,00 TL olarak hesaplanacaktır. SGK’nın bağladığı gelirin güncel peşin değerinin kusura tekabül eden kısmı değil de tamamı tazminattan indirilince, zarar gören failden tazminat alamayacaktır, çünkü bağlanan gelirin güncel peşin değeri 50.000,00 TL’dir. Oysa fail, zarar görene hiç tazminat ödemediği gibi, SGK’ya da sadece ilk peşin değerin kendi kusuruna karşılık gelen kısmını ödeyecektir. Oysa zarar görene gelir bağlanmasa idi fail, ona 50.000,00 TL ödeyecekti. İki seçenek arasındaki 30.000,00 TL’lik farktan, sadece fail yararlanmıştır.

İşte BK’nın 55/1. maddesi, bu adil olmayan uygulamaya son vermiştir. Çünkü hüküm son derece açıktır: Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri … bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar veya tazminattan indirilemez.

Hiç kuşkusuz, rücu edilemeyen kısma, sigortalının kusuruna tekabül eden miktar da girecektir çünkü 5510 SY’nin 21/1. maddesi son cümlesi, işverenin sorumluluğunun tespitinde kaçınılmazlık ilkesinin dikkate alınacağını vurgulayarak, rücuyu kusur esasına bağlamıştır. Uzun vadeli sigorta dallarında ise rücu için kast gerekmektedir. Bu durumda kusura tekabül ettiği için, kısmen de olsa rücu edilemeyen gelir bölümü, tazminattan indirilemeyecektir.

5510 SY’nin 21. maddesine göre, sigortalıya veya yakınlarına kısa vadeli sigorta dalından bağlanan gelirin ilk peşin değerinin, sigortalı kusuru ve kaçınılmazlık dışındaki bölümü için, üçüncü şahıslara ise yarısı için rücu edilebilecektir. Kanun’un, rücuyu da düzenleyen 3. bölümünün başlığı, “Hizmet Akdiyle veya Kendi Adına ve Hesabına Bağımsız Çalışan Sigortalıların Tabi Olduğu Kısa Vadeli Sigorta Hükümleri”dir. Bu hükme dayalı rücu, eski düzenlemedeki SSK ve Bağ-Kur sigortalıları açısından gerçekleşecektir.

5510 SY’nin 39. maddesi, uzun vadeli sigorta dalından bağlanan aylıklar için de rücu hükmü düzenlemektedir:

Üçüncü bir kişinin kastı nedeniyle malûl veya vazife malûlü olan sigortalıya veya ölümü halinde hak sahiplerine, bu Kanun uyarınca bağlanacak aylığın başladığı tarihteki ilk peşin sermaye değerinin yarısı için Kurumca zarara sebep olan üçüncü kişilere rücu edilir.

Böylece BK’nın 55. maddesinin öngördüğü rücuya tabi peşin değerli gelirler, 5510 SY’nin 21 ve 39. maddelerinde düzenlenenlerdir ve sadece bu hükümlerde öngörülen kısımları için tazminattan indirim yapılabilecektir.

Kanun değişikliği hemen içtihada yansımıştır: Yargıtay 21. Hukuk Dairesi, aşağıda alıntı yapılan kararında[41] şöyle demektedir:

Dava: Dava, (İş kazası) sonucu (ölüm) nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, Dairemizin önceki uygulamalarına göre maddi zararın belirlenmesi sırasında Kurumca bağlanan gelirlerin en son peşin değeri düşülerek sonuca gidildiği görülmektedir. Davanın bu yönüyle yasal dayanağını, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu oluşturmaktadır. Kanunun 55. maddesinde <Destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararlar, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır. Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar veya tazminattan indirilemez,> hükmüne yer verilmiştir.

Adalet Komisyonu'nun 55. madde gerekçesine göre; <sosyal güvenlik ödemelerinin, denkleştirme (indirim) işlevi görebilmesi, onun sorumluluğu doğuran olaya sebebiyet verenlere rücu edilebilmesine bağlıdır. Bu kural gereği, rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri; teknik arıza, tam kaçınılmazlık hallerindeki ödemeler, bu tazminatlardan indirilemez. Bağlanan gelirlerin, işçinin kusuru ve kaçınılmazlık gibi nedenlerle rücu edilemeyen kısmı da indirilemez. Bir kısmı rücu edilemeyen miktar dahi denkleştirilemeyeceği gibi, zarar görenin kusuruna (müterafık kusura) yansıyan sosyal güvenlik ödemeleri, tahsis tarihinden sonra meydana gelen sosyal güvenlik ödemelerindeki artışlar, kısmi kaçınılmazlık ve teknik arıza halindeki ödemeler ve benzerleri rücu edilemediğinden bu miktarlar dahi denkleştirilemez.>

Davaya konu iş kazası (meslek hastalığı), 5510 sayılı Kanunun yürürlük tarihinden önce meydana geldiğinden, Kurumca rücu edilebilen peşin değer 506 sayılı Kanunun 26. maddesine göre belirlenmelidir, işverenin 506 sayılı Kanunun 10. maddesine dayanan sorumluluk hali, kendisinin zamanında bildirimde bulunmamasından kaynaklandığından, hiç kimse kendi kusurundan yararlanamayacağından, bu halde dahi 26. maddeye göre rücu edilebilen miktar kadar indirim yapılması gerekecektir[42].

Yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda Kurumca bağlanan gelirlerin ilk peşin değerinin (ve geçici işgöremezlik ödeneği miktarının) rücu edilebilecek kısmının hesaplanarak, bilirkişi raporunda belirlenen zarar tutarından indirilmesi gerekirken, yazılı şekilde fazla indirim yapılarak hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.

Böylece bir yandan, tazminattan, güncel veya son peşin değerin indirilmesi uygulamasından geri dönülmüş, diğer yandan, kusura tekabül eden kısmın indirilebileceği kabul edilmiştir. Şimdilik diğer dairelerin bu doğrultuda içtihadına rastlanmamışsa da gelişmenin bu doğrultuda gerçekleşmesini ümit etmekle yetinelim.

Bunun gibi, BK’nın 50 ve 52. maddeleri uyarınca yapılacak indirimler de (örneğin hatır taşıması, müzayaka indirimi vs) tazminat üzerinden hesaplanmaktadır. Bu hususta dikkate alınması gereken ilke, zarardan yapılacak indirimlerin, tazminattan yapılacak indirimlerden önce gerçekleştirilmesidir.

Hakkaniyet indirimi konusunda dikkate değer bir düzenleme, BK’nın 55. maddesi birinci fıkrasının son cümlesinde yer almaktadır:

Hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz.

Bu hükümle, tazminat miktarının yüksek olduğu durumlarda hakkaniyet indirimi yapılması şeklinde yerleşen uygulama, isabetli şekilde engellenmiştir: Hafif kusur durumunda zora düşecek fail açısından indirimi düzenleyen bir hüküm (BK 52/2) mevcut iken, bir de yüksek miktar dikkate alınarak hakkaniyet indirimi yapmak, onarıcı adalet ilkelerini zedelemekteydi.

DAVA:

HMK’nın 107. maddesinde yeni bir dava türü düzenlenmiştir: Belirsiz alacak davası… Bu hüküm şöyledir:

(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkansız olduğu hallerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.

(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesi mümkün olduğunda, hâkim tarafından tahkikat sona ermeden verilecek iki haftalık kesin süre içinde davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın talebini tam ve kesin olarak belirleyebilir. Aksi takdirde dava, talep sonucunda belirtilen miktar veya değer üzerinden görülüp karara bağlanır.

Belirsiz alacak davası, alacağın miktar yahut değerinin, davanın açıldığı tarihte belirlenmesinin, objektif veya sübjektif açıdan imkânsız olduğu durumlar için düzenlenmiştir. İmkânsızlık (iş gücü kayıp oranının, tedavi sürecinden sonra belirlenmesi gereken durumlarda olduğu gibi) o an için mutlak ise objektif imkânsızlık söz konusudur. Buna karşılık imkânsızlık, teknik inceleme ihtiyacından veya belge ve delillerin başkasında bulunmasından kaynaklanıyorsa, sübjektif niteliktedir[43]. Gerek destek gerekse sürekli iş göremezlik tazminatı davalarında tam ve kesin tazminat miktarını belirlemede en azından sübjektif imkânsızlık mevcuttur. Bu sebeple bu davalar, belirsiz alacak davası forumunda açılabilecektir. Elbette bu, davacıya tanınan bir haktır ve bunun yerine, daha az imkânlar tanıyan kısmi davanın tercih edilmesi de mümkündür. Ancak belirsiz alacak davası açıldığı takdirde zamanaşımı, alacağın tümü için kesilecektir. Oysa kısmi dava tercih edilirse, sadece dava edilen bölüm için kesilecektir. Bunun karşılığında belirsiz alacak davası tercih edilirse, hesaplanabilen asgari miktarın dava edilmesi dava şartıdır. Örneğin asgari kusur oranına ve asgari gelire, asgari iş göremezlik oranına göre hesaplanabilecek bir tazminat miktarının dava edilmesi şarttır. Kısmi davada ise böyle bir şart yoktur. Zamanaşımını ve ek dava açmayı veya ıslah etmeyi göze alan davacı, tercihini kısmi davadan yana kullanabilir.

İş gücü kaybı tazminatı davalarında bedensel zararın kapsamı, karar verme sırasında tam olarak belirlenemiyorsa hâkim, kararın kesinleşmesinden başlayarak iki yıl içinde tazminat hükmünü değiştirme yetkisini saklı tutabilir (BK 75).

Bu davalar açısından BK ile getirilen önemli bir yenilik de geçici ödemelere ilişkindir. 76. madde uyarınca:

Zarar gören, iddiasının haklılığını gösteren inandırıcı kanıtlar sunduğu ve ekonomik durumu da gerektirdiği takdirde hâkim, istem üzerine davalının zarar görene geçici ödeme yapmasına karar verebilir.

Davalının yaptığı geçici ödemeler, hükmedilen tazminata mahsup edilir; tazminata hükmedilmezse hâkim, davacının aldığı geçici ödemeleri, yasal faizi ile birlikte geri vermesine karar verir.

Uğranan zararın ağırlığı karşısında geçici ödeme yapmanın düzenlenmiş olması, onarıcı adalet ilkesi açısından çok önemli bir gelişme olmuştur.
Av. M. İhsan DARENDE


[1] 21. HD’nin içtihadı, aşağıda incelenecektir.

[2] 818 sayılı BK’nın 45/2. maddesi ise şöyleydi: “Ölüm neticesi olarak diğer kimseler müteveffanın yardımından mahrum kaldıkları takdirde onların bu zararını da tazmin etmek lazım gelir.”

[3] Yansıma yoluyla uğranan zararın giderilmesine dönük değişikliklerden birisi de beden bütünlüğünü ağır şekilde yitiren kişinin yakınlarına tanınan manevi tazminat hakkıdır. Yeni BK’nın 56/2. maddesi uyarınca: “Ağır bedensel zarar veya ölüm halinde zarar görenin veya ölenin yakınlarına da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesine karar verilebilir.”

[4] Selahattin Sulhi Tekinay, Sermet Akman, Haluk Burcuoğlu, Atilla Top, Türk Borçlar Hukuku Genel Hükümler, sayfa: 831

[5] Av. M. İhsan Darende Ceza Adaleti Sisteminde Sorumluluk

[6] Selahattin Sulhi Tekinay, Sermet Akman, Haluk Burcuoğlu, Atilla Top, Türk Borçlar Hukuku Genel Hükümler, sayfa: 832

[7] Mustafa Reşit Karahasan, Sorumluluk ve Tazminat Hukuku, 2. Cilt, Sayfa: 123

[8] Yargıtay HGK’nın, 27.06.2012 tarih ve 2012/17-215E-2012/413K sayılı; 17. HD’nin 24.05.2010 t. ve 1488/4651 E/K sayılı kararları.

[9] Tekinay-Akman-Burcuoğlu-Altop, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Altıncı Bası, Sayfa: 822,823

[10] 17. Hukuk Dairesinin 24.02.2021 t. ve 2019/3292E-2021/1848 sayılı kararında şu paragraf mevcuttur:

Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına, Dairemizce 2020 yılı Aralık ayı itibari ile tazminat hesaplarında bakiye ömrün belirlenmesinde TRH 2010 tablosunun esas alınmasının güncellenen ülke gerçeklerine daha uygun olacağına karar verilmiş olmasına göre, davacı vekilinin yerinde görülmeyen aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

[11] Örn. Yargıtay 17. HD’nin 18.01.2011 t. ve 2010/840E-2011/83K sayılı, 4. HD’nin 03.02.2009 t. ve 2008/4819E-2009/1505K sayılı, 11. HD’nin 27.03.2007 t. ve 2005/13873E-2007/4833K sayılı, 21. HD’nin 2007/21369E-2008/2451K sayılı kararları.

[12] 21 HD’nin, 28.03.1995 t. - 905/1093 sayılı kararından: “...işçinin günlük net geliri tespit edilerek bilinen dönemdeki kazancı mevcut veriler nazara alınarak ıskontolama ve artırma işlemi yapılmadan hesaplanacağı, bilinmeyen dönemdeki kazancının ise; yıllık olarak %10 arttırılıp %10 ıskontoya tabi tutulacağı, 60 yaşına kadar ( aktif ) dönemde 60 yaşından sonra da bakiye ömrüne kadar ( pasif ) dönemde elde edeceği kazançların ortalama yöntemine başvurulmadan her yıl için ayrı ayrı hesaplanacağı Yargıtay'ın oturmuş ve yerleşmiş görüşlerindendir”.

[13] 01.01.2048’den itibaren, erkek ve kadın için 65 yaş.

[14] 21 HD’nin, 28.03.1995 t. - 905/1093 sayılı kararından: “Kuşkusuz, açıklanan zarar ve tazminatın hesaplanması yönteminde işçinin yaşlılık aylığı alması veya işçinin yaşı ve işçide oluşan meslekte kazanma gücü kayıp oranına göre ileride çalışıp yaşlılık aylığına hak kazanması üstün olasılık içinde bulunması durumunda zarar hesabında pasif dönemde elde edeceği kazançların dâhil edilmeyeceği, hak sahibi eşin destek süresinin işçinin bakiye ömrü ile sınırlı olacağı, kız çocukları yönünden köyde oturmaları halinde 18 yaşına, kentte oturmaları durumunda 22 yaşına kadar destek görecekleri, kaçınılmazlık, kusursuzluk veya kusurun ağırlığı gibi nedenlerden ötürü Borçlar Kanununun 43, 44. maddeleri gereğince zarardan indirim yapılacağı ve en son olarak da aktif ve pasif dönemde elde edilen kazançlar toplamından, Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından bildirilen peşin sermaye değerinin indirileceği, böylece belirlenen tazminata olay tarihinden itibaren yasal faiz yürütüleceği gibi hususların göz önünde tutulacağı hukuksal gerçeği de ortadadır”.

[15] Örneğin, Yargıtay 4. HD’nin 03.03.2009 t. ve 2008/6661E-2009/3087K sayılı kararı şöyledir: “Adli Tıp Kurumu 3. Adli Tıp İhtisas Kurulu'nun 05.02.2007 tarihli raporu ile davacının, çalışma gücünün %33,2’sini kaybettiği belirlenmiştir. Davacının memur olması ve maaşında bir eksilme meydana gelmemesi davacının maddi tazminat istemesine engel olamaz. Çünkü davacı çalışma gücünü %33,2 oranında kaybetmekle eski işini önceden olduğu gibi yürütebilmek için daha fazla efor sarf etmek zorundadır. Zarar görenin efor kaybı sebebiyle maddi tazminat isteyebileceği gerek öğretide gerekse uygulamada kabul edilen bir olgudur. Bu nedenle davacının çalışma gücünün eksilmesinden kaynaklanan zararın belirlenerek hüküm altına alınması gerekirken, reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.” 4. Hukuk Dairesinin 13.10.2005 tarih ve 2004/14559E-2005/10881K sayılı kararında; “Davacı davalının haksız eylemi sonucu %31,2 oranında daimî işgücü kaybına uğradığı ve buna dayalı maddi ve manevi zararın hüküm altına alınmasını istemiştir. Yerel mahkemece davacının gelir getirici bir işte çalışmadığı gerekçesiyle daimî, işgücü kaybı zararını ve bilirkişi raporuna göre refakatçi ücreti zararına yönelik davayı reddetmiştir. Davacının, davalının eylemi nedeniyle daimî işgücü kaybına uğradığı ve bu oranda fazladan efor sarf etmesi gerekeceği açıktır. Halen gelir getiren bir işte çalışmamış olması daimî işgücü kaybı zararının hüküm altına alınmasına engel değildir” denmektedir. Keza, 11. Hukuk Dairesinin, 11.11.2003 tarih ve 2003/9385E-2003/10749K sayılı kararında; “Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına ve işgöremezlik tazminatının, aynı işi yapan diğer insanlara nazaran, yaralanan şahsın daha fazla sarf edeceği efor karşılığı olmasına ve davacının halen çalışması karşılığı aldığı maaşın, iş göremezlik tazminatından indirilmemesinde bir isabetsizlik bulunmadığının anlaşılmış olmasına göre, mümeyyiz davalılar vekilinin temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir” denmiştir.

[16] Aşağıda açıklanacağı üzere, mağdur çalışmaya devam edemeyecek ve bu sebeple uzun vadeli sigorta dallarından aylık alamayacak ise, asgari ücretten fazla olacak bu aylığın hesaplamaya esas alınması şarttır. Çünkü mağdurun malvarlığında daha yükse aylık alma imkânının ortadan kaldığı ölçüde azalma olmuştur.

[17] Örn. Yargıtay 4. HD’nin 14.02.2002 t. ve 2001/10857E-2002/1844K sayılı kararı şöyledir: “Davacı beden gücü kaybı oluşacak şekilde yaralanması nedeniyle tazminat isteminde bulunmuştur. Hükme esas alınan bilirkişi raporunda davacı memur olduğundan 65 yaşına dek hesaplama yapılmış, pasif dönem hesaplanmamıştır. Oysa davacı beden gücü kaybı nedeniyle pasif dönemde de daha fazla efor sarf ederek yaşamını devam ettirecektir (altı tarafımdan çizilmiştir İ.D.). Bu nedenle pasif dönemin de hesaplamada gözetilmesi gerekir. Yerel mahkemece açıklanan eksikliği içeren bilirkişi raporunun hükme esas alınmış olması usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.”

[18] Örn. Yargıtay 17. HD’nin 19.10.2010 t. ve 2010/5213E-2010/8521K sayılı kararı. Bu kararda “kazazede çocuk başarılı bir öğrenci olsa dahi, varsayıma dayalı tazminat hesabının asgari ücretten yapılması gerektiği ve tazminat süresinin 18 yaş ikmalinde başlayacağı” vurgulanmıştır.

[19] Bu oran şu anda %1,8’dir.

[20] 4 HD’nin 08.12.2003 t.-8596/14191 sayılı kararından: “Davacının asgari ücret artışlarından önceki raporlara itiraz etmemiş olması davalı yararına usuli kazanılmış hak oluşturmaz. O halde davacının eşinden dolayı yoksun kaldığı destek tazminatı için karar tarihine en yakın asgari ücrete göre hesaplanmış bilirkişi raporuna göre verilmelidir.”

[21] Bu sektörde beyannamede gösterilen miktarın üzerinde ortalama kazanç elde edildiğini gösteren, meslek odaları vs. yazıları mevcut ise bu miktar üzerinden hesaplama yapılmalıdır. Çünkü düşük gelir beyanı, mutlaka ve sadece vergi kaçırma arzusundan kaynaklanmaz; serbest piyasada işletmeler, ortalama kazanç oranını yakalayana/geçene dek, faaliyet konusunu değiştirebilirler. Dolayısıyla zaman zaman ortalama altında kazanç elde edilmiş olması, faaliyetin hep bu şekilde devam edeceğini göstermez; ya kazanç ortalamayı yakalayacak ya da faaliyet alanı, bu oran elde edilene kadar sürekli değiştirilecektir. Burada önemli olan, ortalama kazanç oranının serbest faaliyetleri disipline etmedeki önemli araç rolüdür. Serbest meslek sahibi destek veya mağdur, eninde sonunda faaliyetini, bu ortalama kazanca eşitleyecek şekilde hareket edecektir ve varsayıma dayalı hesaplamada bu sosyal realitenin göz önünde bulundurulması zorunludur.

[22] Bu içtihatlar adil sonuçlar doğurmamaktadır. Şöyle ki: Ölen, şirketin sadece pasif ortağı; hatta bir A.Ş.nin hisse senedi sahibi ortağı olabilir. Buradan elde ettiği gelirle, sadece kendisi ve eşi geçimlerini sağlıyor olabilirler. Hatta evlilik dışı bir fiili ilişki sebebiyle, bu gelirinin bir kısmından, başka bir şahsı yararlandırıyor da olabilir. Oysa onun, şirketin gelirlerinin artmasını sağlayan hiç bir işlevi yoktur. Bu kişinin ölmesi halinde desteğinden yaralanmakta olan kişilerin mal varlığında azalma meydana gelmemekte midir? Ya da şirket gelirinin artışına kişisel katkısı bulunmadığı gerekçesiyle, sadece asgari ücret üzerinden mi hesaplama yapılacaktır? Bu sonucun kabul edilebilir olmadığı ortadadır. Çünkü bu kişinin gelirleri, şahsi emeğinin karşılığı olmasa bile, bundan yararlanan kişiler, onun ölümüyle bu miktarda yardımdan yoksun kalmıştır. Örneğin, sadece hisse senetlerinin temettüsünden ayda 5.000,00 TL gelir elde bir şahıs, bu parayı sadece kendisi ve eşinin geçimine tahsis etmiş ise (diyelim ki reşit ve evli olan üç çocukları bulunsun) onun ölümüyle, eşin yoksun kaldığı yardım miktarı çok açıktır: Yansıma oranı %40 kabul edilirse, eş, aylık 2.000,00 TL'lik yardımı kaybetmiştir. Buna karşılık eşe 1/4 miras kalmıştır ama onun bundan elde ettiği gelir, aylık 1.250,00 TL'dir. Hele bu örnekteki hak sahibi, eş değil de fiili birliktelik yaşayan kişi ise aylık 2.000,00 TL'lik geliri olduğu gibi kaybetmiş durumdadır; miras geliri de yoktur. Oysa içtihada göre, bu kişiye, ölenin şirket gelirlerine katkısı olmadığı gerekçesiyle ya hiç tazminat verilmeyecek ya da asgari ücret seviyesindeki gelirden ona yansıyan miktara göre hesaplama yapılacaktır. Yani, net bir şekilde hesaplanabilir zarar ortada dururken, sırf destek gelir elde ederken kişisel katkısı bulunmuyordu diye, farazi olarak, asgari ücrete göre hesaplama yapılacaktır. Bu sonucun adil olmadığı ortadadır. Yukarıda da açıklandığı üzere, destek tazminatı, ölenin kişiliğine değil, hak sahibinin kişiliğine bağlıdır. Ölenin, hak sahibine sağladığı yardımın hangi kaynaktan ve hangi suretle elde edildiğinin hiçbir önemi bulunmamaktadır. Önemli olan, ölenin hak sahibine ne kadar yardımda bulunduğudur. Bunu ortaya koyan kriter ise nereden ve nasıl elde ediyor olursa olsun, ölenin sağlığında temin ettiği gelirdir. Hak sahibi, bu kadar gelirden kendisine yansıyan bölüm kadar yardımdan yoksun kalmıştır ve mal varlığı bu ölçüde azalmıştır.

[23] Örn. 21 HD’nin 23.02.2010 t. ve 2009/11212E-2010/1807K sayılı kararı.

[24] Örn.17. HD’nin 18.01.2011 t. ve 2010/840E-2011/83K sayılı, 4 HD’nin, 03.02.2009 t. ve 2008/4819E-2009/1505K sayılı kararı.

[25] Örn. 4. Hukuk Dairesinin 16.10.2007 t. ve 2007/2243E-2007/12329K ile 20.02.2009 t. ve 2008/7818E-2009/2466K sayılı kararları.

[26] Davanın kanun yolu incelemesinde görevli olan Yargıtay 17. HD’nin 27.06.2018 t. ve 2015/12386E-2018/6421K sayılı kararından alıntı olup, işaretli yerlerin altı tarafımdan çizilmiştir (YD).

[27] 17 HD’nin 15.10.2020 t. ve 2019/2967E-2020/5778K sayılı kararı şöyledir:

Ancak mahkemece, kaza tarihi olan 06/05/2014 tarihi itibariyle yürürlükte olan "Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği" hükümlerine göre maluliyetin karşılığı bulunmuyorsa bir önceki yönetmelik hükümlerinde değerlendirilip kıyas yoluyla gerekçelendirilmek suretiyle davacının daimi ve geçici işgücü kaybının tespiti yönünden rapor alınıp, sonucuna göre hüküm kurulması gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir (altı tarafımdan çizilmiştir MİD).

[28] 17 HD’nin 04.02.2021 t. ve 2020/11295E-2021/780K sayılı kararında ÖTY’ye yollama yapılmıştır.

[29] 17 HD’nin 11.03.2021 tarih ve 2020/7120E-2021/2627K sayılı kararı.

[30] 4 HD’nin 02.06.2021 t. 2021/2621 E-2021/2234 K sayılı, aynı Dairenin 24.05.2021 t. ve 2021/3143 E-2021/1512K sayılı kararları bu yöndedir. Benzer başka kararlar da mevcuttur.

[31] 4 HD’nin 02.02.1999 tarih ve 98-7177/501 sayılı kararından: “Medeni Yasa'nın 152. maddesi hükmüne göre kural olarak baba çocuğun infak ve iaşesini sağlamakla yükümlü bulunduğu için çocuğunun ölmesi yüzünden onun kazanç sağlayacak, destek olabilecek duruma gelinceye kadar yapması gereken yetiştirme giderlerini tasarruf etmiş olur. Bu tasarruf oranında babanın mal varlığında bir artış meydana geleceğine göre, bu miktar giderin destekten yoksun kalma tazminatından indirilmesi gerekir. Bu kural denkleştirme ilkesinin bir sonucudur”.

[32] Maddi tazminat hukukunun temel prensibi, hak sahibinin, ölümden sonra oluşan mal varlığı durumu ile ölüm olmasaydı gerçekleşeceği varsayılan mal varlığı durumunun mukayesesini gerektirdiğine göre, miras gelirlerinin denkleştirilmesi meselesi de bu prensibe göre çözümlenmelidir. Aynı zamanda desteğin mirasçısı olan hak sahibi, ölümü gerçekleştiren olay olmasaydı dahi, desteğin muhtemel ömür süresinin sonunda mirasçı sıfatıyla onun mal varlığının miras payına tekabül eden kısmına sahip olacaktı. O halde zarar doğuran olay, mirasın kendisiyle (mal varlığıyla) ilgili bir değişiklik yaratmış değildir. Çünkü mirasçı, her halükarda murise ait bu mal varlığına sahip olacaktır. Dolayısıyla, yasa gereği ölümle mirasçıya geçen mirasın kendisin bir denkleştirme sebebi olarak kabulü doğru değildir. Ancak miras geliri açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Çünkü bu olay gerçekleşmeseydi mirasçı, terekeye, murisin muhtemel ömrü sonunda sahip olacaktı. Oysa zarar doğuran olay, terekeyi, yıllarca önce onun istifadesine sunmuştur. Yani mirasçı, bu ölüm olayı sebebiyle terekeye, olay tarihi ile murisin muhtemel ömür süresi sonu arasındaki süre kadar önceden sahip olmuş, bu kadar süre fazladan onu işletme ve bu kadar süre fazladan, gelirlerini sahiplenme imkânı bulmuştur. Yani ölüm olayı hak sahibinin mal varlığını iki ayrı şekilde etkilemiştir. O hem, ölüm sebebiyle, desteğin muhtemel ömür süresi sonuna kadar (diğer durumlarda tazminat süresi sonu) elde edebileceği yardımlardan yoksun kalmıştır ve mal varlığı bu ölçüde azalmıştır. Ancak aynı zamanda mirasa çok daha önceden kavuştuğu için, mal varlığında bu mirastan elde edebileceği gelirler kadar artış olmuştur. Mademki amaç, mal varlığındaki değişimi mukayese ederek ortaya çıkan azalmayı gidermektir, o halde mal varlığındaki azalma kadar, artışı da dikkate almak ve artışı, azalmadan indirmek gerekecektir. Aksi takdirde mal varlığındaki toplam azalma çok daha az olduğu halde bunun çok üzerinde bir tazminata hükmetmek gerekecektir ki, bu sonucun, tazminat hukukunun temel prensibine aykırı olduğu izahtan varestedir. Nitekim öğretide miras gelirlerinin destek tazminatından mahsubu gerektiği kabul edilmektedir. Hatta Selahattin Sulhi Tekinay, Sermet Akman, Haluk Burcuoğlu, Atilla Top’un, Türk Borçlar Hukuku Genel Hükümler adlı eserinin 863 ve 864. sayfalarında sadece mevcut miras gelirlerinin değil, elde edilmesi ihmal edilen gelirlerin dahi mahsubu gerektiği ileri sürülmektedir. Çünkü bu durumda destek gören, gelir elde etmeyi ihmal ederek, zararın büyümesine yol açmıştır.

[33] Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, son zamanlarda gelişen içtihatlarında AYİM tablosuna göre yapılan tespitten çocuk için indirim gerçekleştiğinde evlenme ihtimalinin kalmadığı durumlarda dahi, evlenme ihtimali sebebiyle indirim yapılması gerektiğini belirtmekteydi. Ancak Hukuk Genel Kurulunun 02.02.2011 t. ve 2010/4-712E-2011/4 sayılı kararında bu görüş eleştirilmiştir. HGK kararının ilgili bölümü şöyledir: “Davacı eşin yaşı, çocuk sayısı ve ülke koşulları gözetildiğinde yeniden evlenme şansının bulunup bulunmadığı sorunu;

Destekten yoksun kalan eşin yeniden evlenme olasılığı, zararı azaltan durumlardan sayılmakta; olasılığın oranına göre tazminattan indirim yapılması gerekmektedir.

Dul eş dava bitmeden evlenmişse, destek tazminatı, önceki eşinin ölüm tarihi ile yeniden evlenme tarihi arasındaki süreye göre hesaplanması gerekir. Çünkü yeniden evlenmekle yeni bir destek bulduğu kabul edilmektedir. Şu kadar ki, ölen eşinin gelir durumuna oranla, yeni eşinin geliri daha düşükse, aradaki farkın tazminat olarak ödetilmesi gerekir.

Dul kalan eşin yeniden evlenme şansının belirlenmesinde aile bağlarına, sosyal ve ekonomik durumuna, kişiliğine, çocuk sayısına, ülke şartlarına ve yörenin töresel koşullarına bakılarak bir sonuca varılması gerekir. Bu hususta, gerektiğinde konusunun uzmanı bilirkişilerin görüş ve düşüncesine de başvurulabilir.

Uygulamada dul eşin yeniden evlenme şansının belirlenmesinde daha çok, hazır tablolardan yararlanılmaktadır. En sık başvurulan İsviçreli Hans Moser'in tablosu ile Askeri Yüksek İdare Mahkemesi tarafından kullanılan tablodur. Moser'in tablosu 1940'dan önceye ait olup, günümüz koşullarına ve ülkemiz şartlarına uyduğu söylenemez. Gene, İsviçre kaynaklı Stauffer/Schaetzle tablosu daha yakın tarihli ise de bu tablonun da Türkiye koşulları dikkate alınarak hazırlanmadığı açıktır. Bu durumda Askeri Yüksek İdare Mahkemesi tarafından kullanılan tablonun mevcut koşullarda ülkemiz koşullarına daha çok uyumlu olduğu değerlendirilebilir.

Kaza 01.08.2005 tarihinde meydana gelmiş; dava da 26.08.2005 tarihinde açılmıştır. Davacılardan 1962 doğumlu eş Ş. E. bu tarihte 43, çocukları ise 13, 7 ve 5 yaşlarındadır. Karar tarihi itibarı ile davacı kadın 49, çocukları 19, 13 ve 11 yaşlarındadır. Dosya kapsamına göre kadının halen evlenmediği ve dul olduğu anlaşılmaktadır.

Askeri Yüksek İdare Mahkemesi tarafından kullanılan tabloya göre, 41-50 yaş aralığındaki dul eşin evlenme şansı %2 olup, AYİM uygulamasında 18 yaşından küçük her bir çocuk için evlenme şansından %5 indirim yapılması gerekir. Davacı dul eşin dava tarihindeki yaşı, çocuk sayısı, AYİM tablosu, sosyal ve ekonomik durumu ile ülke ve yöre koşulları dikkate alındığında yeniden evlenme şansının bulunmadığı sonuç ve kanaatine varılmıştır.

Bu nedenle, dul eşin yeniden evlenme şansının bulunmadığı gerekçesi ile tazminattan bir indirime gidilmesine yer olmadığına ilişkin direnme usul ve yasaya uygun bulunduğundan, direnme kararı bu yönüyle de onanmalıdır.

[34] Bu alıntıda sözcük ya da cümlelerin altı tarafımdan çizilmiştir (İ.D.)

[35] Yargıtay HGK’nın 22.02.2012 t. ve 2011/17-787E-2012/92K sayılı kararından alıntıdır.

[36] Mirasçı olmayan destek görenlere ödenen tazminat için, desteğin kusurundan ve dolayısıyla borçlarından sorumlu olan mirasçı sıfatlı destek görenlere rücu edilince, ilk grupta yer alanların tazminatı, mirasçı sıfatlı destek görenlerin malvarlığından çıkmış olmaktadır. Yani örneğin, desteğin evlilik dışı birlikte yaşadığı kişi, onun eş ve çocuklarından tazminat alacaktır!!!

[37] HGK’nın 14.03.2019 t. ve 2017/17-1089E-2019/294K sayılı kararından alıntıdır.

[38] Örn. Yargıtay 4. HD’nin 15.01.2008 t. ve 2007/10817E-2008/85K sayılı kararı şöyledir: “06.03.1978 tarih ve 1978/1 Esas, 1978/3 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararı gereğince, destekten yoksun kalma tazminatının saptanmasında Emekli Sandığı tarafından bağlanan gelirlerin indirilmemesi gerekir. 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu'nun 129. maddesinde görevleri içinde veya dışında ölenlerin dul ve yetimlerinin, ölüme sebep olanlar aleyhine açacakları davaları kovuşturmaya, … üçüncü şahıs ise bunu doğrudan doğruya açmaya Sandık yetkili kılınmıştır. Dava sonunda para tazminatı da alınırsa kovuşturma masrafları ile birlikte, dul ve yetim aylıkları bağlanan hallerde bu aylıkların beş yıllığı, toptan ödeme yapılan hallerde de yarısının Sandıkça alınarak, varsa geri kalanının ilgililere ödeneceği öngörülmüştür. Esasen 129. madde zarar verenden tazminatın tamamının alınacağı hükmünü getirmiş ve Emekli Sandığı davaya katılmış veya doğrudan doğruya dava açmış olduğu takdirde alınacak tazminatın zarara uğrayanlar ile Sandık arasında nasıl bölüşüleceğini saptamıştır. Bu itibarla, tazminat ödemekle yükümlü olan kişi bu maddeye dayanarak tazminatın indirilmesini isteyemez. Haksız eylem sonucu ölen kişi, yaşamı süresince çalışmış ve maaşından düzenli olarak belirli bir miktar para kesilerek Sandığa yatırılmıştır. Zarar verenin bu paradan yararlanması söz konusu olamaz. O halde zarar veren, verdiği zararın tamamını açılan davada ödemelidir…/ Emekli Sandığı tarafından bağlanan aylıklar 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu gereğince rücuya tabi olmayıp destekten yoksun kalma tazminatının hesabında gözetilmemesi gerekir. Açıklanan nedenlerle davacının destekten yoksun kalma tazminatının hesabında T.C. Emekli Sandığı'nca bağlanan dul aylığı ile tütün ikramiyesinin indirilmiş olması doğru görülmemiştir.”

[39] Anayasa Mahkemesinin 23.11.2006 tarih ve 2003/10E-2006/106K sayılı kararı ile iptal edilmiştir.

[40] Yargıtay 21. HD’nin 03.02.2009 t. ve 2008/8317E-2009/1333K sayılı kararında şöyle denmektedir: “Açıklanan bu maddi ve hukuki olgular karşısında zarar hesabının Sosyal Güvenlik Kurumunca bağlanan gelirin hüküm tarihine en yakın tarihte belli olan artışlar nazara alınarak hesaplanan tüm peşin sermaye değeri düşülmek suretiyle yapılması gerektiğinin kabulü gerekir./ Aksi takdirde Borçlar Kanunu'nun genel ilkelerine ve özellikle 506 sayılı Yasa'nın 19. 23. ve 24. maddelerine ters düşülmüş olacak, zarardan bağlanan gelirin hüküm tarihine en yakın tarihteki artışlar nazara, alınarak hesaplanan peşin sermaye değeri düşülmediği takdirde sigortalı veya hak sahipleri aynı zarar için hem işverenden tazminatın tümünü almak hem de kurumdan gelir almak yoluyla bağlanan gelirlerin ilk peşin değeri ile hüküm tarihine kadar yapılan artışları da kapsayan en son peşin değer arasındaki fark yönünden mükerrer yararlanma durumuna gelecektir, işte buna engel olmak için hüküm tarihine en yakın tarihteki artışlar gözetilerek hesaplanan peşin sermaye değerinin düşülmesi zorunludur. Anayasa Mahkemesinin 506 sayılı Yasa'nın 26. maddesiyle ilgili olarak verdiği iptal kararı Sosyal Güvenlik Kurumunun açacağı rücu davalarının konusunu oluşturan kurum alacağına ilişkin olup, sigortalı tarafından işverene yönelik olarak açılan tazminat davalarında uygulanma olanağı yoktur. Kaldı ki Yargıtay içtihadı Birleştirme Büyük Kurulunun 1.7.1997 gün ve 1992/3 Esas 1994/3 Karar sayılı kararının bağlayıcılığını koruduğu da açıktır. Sosyal Güvenlik Kurumunun işverene yalnızca bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değeri oranında rücu edebilmesi, davacı zararının hüküm tarihine en yakın tarihteki verilere göre hesaplanan en son peşin sermaye değeri miktarı kadar karşılandığı gerçeğini değiştirmez.”

[41] Yargıtay 21. HD’nin 13.09.2012 t. ve 2012/13182E-2012/14603K sayılı kararı.

[42] Bu alıntıda sözcük ya da cümlelerin altı tarafımdan çizilmiştir (İ.D.)

[43] Bkz. M. İhsan Darende Belirsiz Alacak davası-Kısmi Dava İlişkisi, Leges Hukuk Dergisi Sayı 25, Sayfa 11 vd.
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"Borçlar Kanunu Ve 2918 Sy İle Anayasa Mahkemesi İptal Kararları Işığında Destek Ve İş Gücü Kaybı Tazminatı" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı M. İhsan Darende'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.


[Yazıcıya Gönderin] [Bilgisayarınıza İndirin][Arkadaşa Gönderin] [Yazarla İletişim]
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
» Makale Bilgileri
Tarih
07-09-2021 - 09:34
(923 gün önce)
Makaleyi Düzeltin
Yeni Makale Gönderin!
Değerlendirme
Şu ana dek 2 okuyucu bu makaleyi değerlendirdi : 2 okuyucu (100%) makaleyi yararlı bulurken, 0 okuyucu (0%) yararlı bulmadı.
Okuyucu
1590
Bu Makaleyi Şu An Okuyanlar (1) :  
* Son okunma 14 saat 50 dakika 6 saniye önce.
* Ortalama Günde 1,72 okuyucu.
* Karakter Sayısı : 98033, Kelime Sayısı : 12290, Boyut : 95,74 Kb.
* 12 kez yazdırıldı.
* 12 kez indirildi.
* Henüz yazarla iletişime geçen okuyucu yok.
* Makale No : 2173
Yorumlar : 0
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
Makalelerde Arayın
» Çok Tartışılan Makaleler
» En Beğenilen Makaleler
» Çok Okunan Makaleler
» En Yeni Makaleler
THS Sunucusu bu sayfayı 0,25679994 saniyede 13 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.