Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Aktif Makale Alt Yapı Kurumu Olarak Hukuk

Yazan : Mehmet Tan Yıldız [Yazarla İletişim]
Hakim

Makale Özeti
Bu makale 500 yıllık Türk tarihinde yaşanan kaosların nedenini tespit etmekte ve çözümü için antibiyotik bir fikir olarak adaleti önermektedir.

Giriş:

Hukukun diğer kavram ve kurumlarla ilişkisi meselesi, devletin mimarisini ve manasını açıklığa kavuşturan önemli bir mevzudur. Ancak yüzyıllardır evrensel ve bilimsel bir zemine oturtulamamıştır. Bunun en büyük sebebi meselenin ince-lenmesi sırasında, sübjektif kriterlerin kullanılması ve güçlü sınıfın pek hukuka muhtaç olmamasıdır. Bu nedenle zamanla hukuk bir üst yapı kurumu olarak su-nulmuş ve bir kenara atılmıştır. Ekonomi alt yapı olarak kabul edilmiş ve hukuk-sal yapıyı belirler görüşü ağır basmıştır. Bu düşünce konuya yüzeysel ve ilkel bir yaklaşımın ifadesidir. Ekonomik çıkarlar sosyal ilişkileri belirler bu doğrudur. An-cak ekonomik zenginliğin oluşması tamamen hukuksal yapıya bağlı bulunmakta-dır. Ayrıca sosyal ilişkilerin, ekonomik çıkarlar tarafından belirlenmesi bu ilişkile-rin optimum düzeyde tanzim edilmesini zorunlu kılmaktadır. Zira ekonomik çı-karların oluşturduğu sosyal ilişkiler seviye kazandığı sürece uygarlıktan bahse-debiliriz.
Bu yazıda hukukun diğer toplumsal kavram ve yapılarla ilişkisini ele alacağız. Türk toplumunun yüzyıllardır bir medeniyet peşinde koşmasına rağmen, bu a-macına niçin ulaşamadığını ve bunun hukukla ilişkisini anlatmaya çalışacağız. Şüphesiz bu yazı sorunu bilimsel olarak tüm detayları ile ortaya koymamakta ancak sinir hücrelerini uyandıran ve ana hatlarıyla gündeme taşıyan bir makale olmak amacını taşımaktadır.

Hukuk kavramı:
Hukuk kelime manası olarak, haklar manasına gelmektedir. Haktan bahse-debilmek için birden fazla kişinin bulunması gerekir. Zira insanlar arası ilişkilerde hukuktan bahsedilebilir.
İnsanları birer atom taneciğine benzetirsek, yeni bileşikler (ürünler) meyda-na gelebilmesi için elektron alışverişinin olması gerekir. Bu sırada oluşan reaksi-yonların, belli kurallar dâhilinde cereyan etmesi lazımdır. İşte sosyal hayattaki bu reaksiyonların kurallarını hukuk belirler. Kısaca sosyal hayatın kimyası hukuk-tur.
Hukuk kuralları bilim kurallarının üstündedir. Evrende iki kurallar düzeni var-dır. Birincisi doğa kuralları düzeni, ikincisi hukuk kuralları düzenidir. Hukuk ku-rallarına uyan, aynı zamanda doğa kurallarında uymuştur. Çünkü hukuk kuralları doğa kurallarına uyulmasını emreder. Doğa kurallarının ihlali, aynı zamanda hu-kuki kuralların ihlalidir. Örneğin, hiçbir hukuk sistemi güçlü kiriş, zayıf kolonla inşaat yapılmasına izin vermez.
Dolayısıyla hukuk kuralları tabiat kurallarından uzakta veya aykırı değildir. Hukuka uymak tabiata uymaktır. Tabiat ise bütün mükemmelliğiyle, kusursuz şekilde önümüzde durmaktadır. Hukuk maddi dünyadan soyut, mesnetsiz bir kurallar manzumesi olmayıp, birey ile dünya hatta evren arasındaki ilişkileri dü-zenler. O halde bir devlet hukuk devleti değilse, aynı zamanda doğal bir devlet sayılmaz.
Devlet ve toplum ilişkisinin esası hukuktan ibarettir. Bu münasebetin başka bir boyutu yoktur. Hukuk kavramı bu kadar önemli olmasına rağmen, her zaman gündem dışı tutulmuştur. Güçlü sınıf, hiç bir zaman hukuku hâkim kılmak konu-sunda gayretli olmamıştır. Hâlbuki güçlü sınıf bu gücünü alt sınıflara borçludur. Bu sebeple hukuk mücadelesinde güçlülerinde, güçsüzler kadar yer alması gere-kir.
Bu nedenle tarihte toplumsal düzene önem veren toplumların dahi, başka bazı ulusal değerlere dayandıklarını görüyoruz. Mesela; Almanlar, Alman ırkının üstünlüğüne inandıkları için hukuka önem verirler. Keza Ruslarda öyle. Halbuki hukukun önemi insana verilen önemden kaynaklanmaktadır.
Dante’nin Romalılar hakkındaki tespiti farklıdır. Dante evrensel krallığı ancak Romalıların kurabileceğini ileri sürer. Gerekçesi, Romalılarda bulunan, hukukun üstünlüğü konusundaki bilinçtir.
Şüphesiz hukuk sağlam bir toplum tesis etmenin temel şartıdır. Yazının iler-leyen bölümlerinde, hukukun toplumda nasıl bir temel oluşturduğunu göreceğiz.

Hukuk ve Kanun:
Haklar maddi ilişkilerin bünyesinde doğal olarak vardır. Montesquieu, hukuk eşyanın tabiatında vardır diyerek, bu gerçeği ifade etmiştir.
Kanun koyucunun vazifesi, var olan kanunu tespit etmektir. Kanun koyucu-nun kural ihdas ettiğini düşünmek, ilkel bir hukuk anlayışıdır. Eğer kanun koyu-cu kural ihdas ediyorsa bu kanun değildir. Bu uyulması zorunlu kılınan bir me-tindir. İçinde norm barındırmamaktadır.
Kanunların genel ve eşit olarak uygulanması gerekir. Aksi halde yıllar sonra toplumu tehdit eden, sosyal ve ekonomik yarardan yoksun yapılar ortaya çıkar. Bu noktada ilkel hukuk anlayışını bekleyen ikinci bir tehlike vardır. Kamu düze-nini tehdit eden sosyo-ekonomik hastalıklar kanun yapılarak giderilmeye çalışılır. Bu anlayışın egemen olduğu dönemler yok kanun, yap kanun dönemleridir.
Maddi ilişkilerin tabi olacağı kuralların yazılı yada yazısız olması mümkündür. Yazısız olması halinde uygulama sağlam bir öğretiye ve uygulamaya dayanır. Mahkeme kararları, uygulamanın nasıl yapılacağı konusunda yol gösterir. Bu sistemi homojen yapıya sahip toplumların benimsediği görülmektedir. Kuralların yazılı olarak tespit edilmesi halinde, kanunlardan bahsedilir. Hukuk biliminin belli bir tekamül ile tespit ettiği normlar, kodlanarak yasa haline getirilir.
O halde hukuk ile yasa arasında sıkı bir ilişki vardır. Haklar yasalar ile belir-lenir. Yasalardaki boşluklar mahkemeler tarafından doldurulur. Yasalar da boş-luk olabildiğine göre, hukuk kavramı yasa kavramı üzerinde bir kavramdır. Hu-kukun ana teması ise adalettir.
Gelişmekte olan toplumların öncelikle, kanun devleti aşamasından geçtikleri-ni görüyoruz. İkinci dünya savaşı öncesinde, Almanya bir kanun devleti idi.
Hukukun kaynağı konusunda temel iki düşünce vardır. Pozitivist düşünceye göre, hukukun tek kaynağı kanunlardır. Bunun dışında kaynak yoktur. Kanun hukuki ihtiyaçları gidermeye kafidir. Kanun koyucu belirleyicidir.
Tabii hukuk görüşüne göre ise kanunların üzerinde temel hukuk normları vardır. Yasalar bu normlara aykırı olabilir veya normları taşımakta yetersiz kala-bilir. Bu görüş yargıca geniş yetki tanınmasından yanadır.
Pozitivist telakki insan hakları için bir güvence teşkil eder ancak bir tabu ha-line getirilip adalet değerinden uzaklaşmasına izin vermemek gerekir. Doğal hu-kuk görüşü her toplumda uygulanamaz. Bunun için gerekli olan yüksek hukuk kültürü yoktur.

Hukuk ve Adalet:
Hakların ne olduğu sorunu yanında, bunların nasıl dağıtılacağı, kime ne su-retle verileceği ayrı bir sorundur. İnsan ilişkilerindeki karmaşıklık çoğu zaman, hakkın kime ait olduğu sorununu ortaya çıkarır. İşte hakkın sahibine isabetle teslimi halinde adalet gerçekleşmiş olur. Adalet bazen bir yöntem, bazen bir ku-raldır. Adalet nihai amaçtır. Hak doğuştan yada sonradan elde edilir. Hakkın var-lığı maddi bir olaydır. Hukuk evren ve insandan sonra var olmuştur. Adalet ise evrenle birlikte var olmuştur.
Adalet, normların hedeflediği bir amaçtır. Adalet, kanunların ruhudur.
Gerçek adaletin tahakkuk edip etmediği hiçbir zaman bilinemez. Bu açıdan bakıldığında, matematiğin de pozitif bir bilim dalı olup olmadığı tartışılır.
Adaleti tecelli ettirmek aslında ilahların işidir. Adalet devamlı seyyal bir ger-çek olarak insan ilişkilerinin arasını doldurur. Dünyadaki hava, evrendeki esir maddesi gibidir. Adalet görünmeyen bir güçtür. Bu güce karşı koymak mümkün değildir. Adil olmayan bir uygulama, sosyal hayatta domino taşları etkisi yapar.
Dünyadaki tüm aksaklıkların ve hastalıkların kökeninde adalet değerine uy-mayan davranışlar yatmaktadır. Adalet evrene üflenmiş bir ruhtur. Adalet hem insan ilişkilerine, hem de eşya ilişkilerine nüfuz etmiştir. Bu manada fizik ale-minde de, adalet prensiplerinin cari olduğunu söyleyebiliriz.
Nasıl ki doğadaki denge, kendi kendini savunur ve korur. Toplumda da böyle bir denge mevcuttur. Bu dengenin korunması, işte çoğu zaman göremediğimiz adalet gücü sayesindedir. İnsanlık görünen silahların çokluğu karşısında, soyut bir değer gibi duran adalet gücünün farkında değildir.
Bir alman atasözünde “ülke yalnız adaletle ebedileşir ve adaletsizlikle yıkılır” dendiği gibi, Ömer Hayyam “adalet kainatın ruhudur”, Alman filozofu Kant “eğer adalet kaybolursa insanların dünyada yaşamalarının anlamı kalmaz”, hükümdar Timur “ bir ülke kılıçla alınır ve adaletle elde tutulur”, konfiçyus “ adalet kutup yıldızı gibidir. Hep yerinde durur ve geride kalan her şey onu etrafında döner” demişlerdir.
Kutadgu bilikte, Yusuf Has Hacip şöyle der “ Adalet; müsavat, doğruluk, su-ça ceza verme, hakkaniyet, mükafat ve mücazat unsurlarından oluşur. Göklerin yıkılmadan üzerimizde durması, yerde ot ve hububat bitmesi hep adalet saye-sindedir”
Osmanlı paşalarından Sadık Rıfat paşaya göre “Adalet olmayan yerde temekkün caiz değildir”
Adalete ancak hukuk kuralları ve kurumları vasıtasıyla ulaşabiliriz. Geçici ve ölçüsüz idari tedbir ve tasarruflarla toplumda adalet sağlanamaz.
Türkiye batıdan hep gördüklerini alıyor. Göremediklerini alamıyor. Adaleti göremiyor ve alamıyor.

Hukuk ve toplum:
Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı toplumlarda, iyi insanların hakimiyeti sağlanamaz. Hukukun hakimiyeti, ahlakın ve doğruluğun hakimiyetidir. Hukuku önemsemeyen topluma kötü insanlar egemen olur. Bu yozlaşmaya rağmen, ah-lak öğretilerine, milli değerlere istinat edilerek toplum yaşatılmaya çalışılır. An-cak bu değerler objektif olmadığı gibi bu değerlere uygun hareket etmenin yada aykırı davranmanın hukuki bir sonucu bulunmamaktadır.
Hukuk insanların söz ile meydana getirdikleri sahte ve göreceli dünyanın va-atleriyle ilgilenmez. Hukuk gerçek hayatın insanlara sunduğu imkanların ve in-sanların kendi zihinsel ve fiziksel emekleriyle elde ettikleri değerlerin korunması ve artması ile ilgilenir. İşte sürekli kalkınmanın ve medenileşmenin temelinde hukukun bu fonksiyonu yatmaktadır.
Hukuk olmadan toplumsal doğru bulunamaz. Böyle bir ortamda çok konuşan ancak boş konuşan yazar ve düşünür kalabalığı toplantı salonlarını, stüdyoları ve gazeteleri işgal ederler. Bugün içinde bulunduğumuz fikir enflasyonunun sebebi hukuka önem vermemektir. Fikir çoktur ancak değeri yoktur. Bunun ekonomik ortamdaki görüntüsünde ise para çoktur ancak değeri yoktur. Görüldüğü gibi hukuktan uzak bir hayat, değersiz bir hayattır. Her şey niteliksiz kuru kalabalık ve kaostan ibarettir.
Hukuksal fakirlik cinnettir, anlamsızlıktır. Hukuku fark etmeyen toplumların tüm kurum ve kurullarının içi boştur, görüntüden ibarettir. Böyle bir toplumda kamu adına dile getirilen her şey bir temenniden, dilekten ibarettir. Gerçekleş-mesi imkansızdır. Böyle toplumlar kahraman peşinde koşarlar. Kahramanı hukuk ve adalet yerine ikame etmenin imkansızlığını kavrayamadan yaşamlarına düşe kalka devam ederler.
Kanunların uygulanmasında genellik ve eşitlik ilkelerine uyulmalıdır. Kuvvet kanunda olmalıdır. Kanunların uygulanması sırasında istisnalar oluşturulmaya başlanırsa bunun sonu gelmez. Bu noktada kamusal düzeni bozan ilk istisna kendinden sonra zincirleme suretiyle istisnaların doğmasına yol açar. Aynen vü-cuda bir virüsün girmesine izin verilmesi gibi kuralın uygulanması sırasında yapı-lan ilk istisna illegallik virüsünün yerleşmesine neden olur.
Toplum hayatındaki tüm yolsuzlukların kökeninde adalet ve hukuk kuralları-na uymazlık yatmaktadır. Bu kurallara karşı koymanın bedeli ya hemen ya da yıllar sonra ödenir. Örneğin, adam öldüren bir kimse derhal bu eyleminin ceza-sını görür. Ancak kötü yöneten suiistimal eden bir idareci bunun müeyyidesini yıllar sonra topluma ödetir. Dere yatağına yapılan evler sel baskını sonucu harap olur, suçlusu rantiyeci yerel idaredir. İnşaat denetimi ve zemin etüdü yapılma-yan binalar ilk depremde yıkılır, suçlusu görevini ihmal ve suiistimal eden dene-tim memurlarıdır. Bunların ortak bir yönleri vardır. Hukuk kurallarını tanımazlar ve yaptırımlarından korkmazlar. Çünkü hukuk kurumlarının kendileriyle baş ede-cek kadar güçlü olmadığını ve güçlendirilmeyeceğini çok iyi bilirler. Bu yapısal kusur, onların kısa vadeli çıkarlarına, bencil hayatlarına hizmet edecek kadar kalıcı ve genetiktir.
Medeniyetler iyi insanların üzerinde yükselir. Bu noktada iyi insan zararsız ve fedakar birey demek değildir. İyi insandan maksadımız hukuken iyi insandır. Toplum ile ilişkisinde hukuka uyan kişidir. Emeği olmadığı bir işte hak iddia et-meyen, başkalarının haklarını gözeten, haksız kazanç için cebir ve hileye baş-vurmayan insan, hukuken erdemli ve iyi insandır. Bu özellikleri taşımayan insan ise kötü insandır. Bir sayfiye kentinde oturan ancak seçimi kaybettiği için bir devlet teşebbüsünün yönetim kurulunda görevli gözüken, sadece ayda bir maa-şını çekmek için bankaya giden insan, anlattığımız manada kötü insandır. Top-lumda kötü insanların sayısı arttıkça, üreten ve çalışan, topluma artı değer ka-zandıran iyi insanlar, bu tür insanları finanse edemez hale gelirler.
Kamu gücünü elinde bulunduranlar menfaat saiki ile bu tür tasarruflara göz yumarlar veya bizzat kendileri yaparlar. İşte bunun için Fransa devletinde, hu-kuk devletinin tarifi, kamu gücünün hukuk denetimi altında bulunması olarak yapılmıştır.
Şu halde hukuk devleti olabilmenin bir koşulu, yönetici egemen sınıfın, yöne-tilen sınıfla bu konuda bir anlaşmaya varmasıdır. Bu anlaşmanın hukuki metnine anayasa diyoruz. Ancak Türkiye tarihinde böyle bir anlaşmanın olduğunu görmüyoruz, sanırım tüm aksaklıkların temelinde bu tarihi boşluk bulunmakta-dır. İngiltere tarihinde böyle bir toplumsal anlaşma bulunmaktadır. Almanya ta-rihinde böyle bir anlaşma olduğu gibi, bu anlaşmanın ihlali halinde cezası halka bırakılmıştır.
Olmayan bir toplumsal vakıa veya karakterin yaratılmasına imkan yoktur. Ancak toplumun bu yapı ile medeniyet tesis edemeyeceği de açıktır. Bu sebeple söz dinleten sınıfın bu gerçeği fark ederek, hukuka uygun bir toplumsal yaşamın tesisi için gerekenleri yapması gerekir. Bunu halktan beklemek abestir. Öncelikle halk bunu idrak edip yapamaz. Böyle bir idrak olsaydı Türkiye tarihinde halkın iştirak ettiği bir anayasa kavgası olurdu. Bu durumda çarpık yapı düzeltilemez. Toplumsal kaos bilinmeyen bir zamana kadar sürer.
Hukukun savunucuları arasında egemen sınıf da olmalıdır. Hem ekonomik hem de yönetsel gücü elinde bulunduran insanların hukukun üstünlüğünü sa-vunmaları gerekir. Alt sınıfların hukukun savunucusu olması konumları itibarıyla zorunludur. Bu sınıfın hukuk mücadelesi samimiyetten uzak olabileceği gibi uzun süreli olması da mümkün değildir. Öte yandan sınıflar arası mücadelede hukuk değil doktrinler esastır. Böyle olunca mücadele haksızlığı sona erdirip yeni bir haksız düzen kurmakla sonuçlanır. Egemen sınıfın böyle bir savunmayı yapabil-mesi için bulunduğu konumu hukuki yollarla ihraz etmiş olması lazımdır. Aksi halde varlığını reddetmiş olur. Görüldüğü gibi hukuku idrak etmemek bir kısır döngüdür.
Egemen sınıfın güçlerini kötüye kullanmasını engellemek demokrasi ve hu-kuk hakimiyeti ile mümkün olabilir. Bunun adı batı tipi demokrasidir. Hukuka dayalı, dürüst bir demokrasidir. Genelde az gelişmiş ülkelerde demokrasinin do-zu artırılır, hukukun dozu azaltılır. Böylece iktidarı ve baskı araçlarını elinde bu-lunduranlar hukuka bağlı kılınamazlar.
Hukuk hakimiyetini reddeden toplumların geçmişi doktrin ve sınıf kavgaları ile doludur. Bunu sona erdirmenin yolu hukukun sivil bir disiplin olarak kabul edilmesidir. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın kalıcı ve barışcı olan yolu hukukun izin verdiği ve koruduğu yoldur.
Türkiye’nin adalete uygun işleyen bir hukuk düzenine ihtiyacı bulunmaktadır. Bunu göremeyenler veya görmek istemeyenler doktrin pazarlamakla uğraşmak-tadırlar. Çünkü herkes başkasını kendine göre şekillendirmek istiyor. Halbuki bu doktrin tacirlerinin yeri geldiğinde pekala çıkar ortak paydasında buluştuklarını görüyoruz. O halde eşit imkan ve şartlar sunan hukukun üstünlüğünü tesis et-mek yerine doktrin tacirliği neden yapılıyor. Çünkü doktrin satmak mutlak ege-menlik sağlıyor bilimin objektif kuralları ile bağlanmak ve bu kuralların altında kalmak gibi bir tehlikesi yok. Sadece yandaşlar ve düşmanlar var. Kısa yoldan sürekli hakimiyet yolu.
Hukukun önemsenmediği toplumlarda hiç kimse bilim, meslek ve sanat pe-şinde değildir. Herkes bir şeyi satmanın peşindedir. Bu bir fikir veya bir hayal olabilir. Hukuk düzeni bu tezgahları bozar dağıtır, doktrinlerin maskesini alır yere atar. Onun için az gelişmiş ülkelerin doktrin tüccarları hukuktan nefret ederler. Böyle toplumlarda herkes yöneten olmak ister, üreten olmak istemez. Şunu ila-ve etmek gerekirse bireyi böyle davranmaya iten neden devletin adalet ideoloji-sinden yoksun olmasıdır.
Türkiye tarihinde egemen sınıfta bu erdem zaman zaman olmuştur. Tarihi-miz bu açıdan fakir değildir. Bu sebeple gerçekleşmesi uzak bir ihtimal değildir. İyi insanların gücü tükenmeden ve kötü insanlar devleti ve toplumu tehdit eder hale gelmeden, “hukuk devleti olmak” konusundaki niyetin ciddi şekilde ele a-lınması gerekir.

Hukuk ve Devlet:
Hukuk devlet yaşamının temelidir. Devlet bu niteliğinden taviz veremez. Adaletsiz toplumda medeniyet ve mutluluk olamaz. Adalet topluma sunulan e-senlik iksiridir. Adalet toplumda genel düzenleyici hormon vazifesini görür.
Hukuksal yoksulluğun neden olduğu eksiklikleri ortaya koyarak genel düzeni tanzim edici fonksiyonunu ispatlayabiliriz. Örneğin, Türkiye de, zengin kesimin fakir kesime oranı, batı ölçüsünde eğitim alanların oranı, doğal kaynakların de-ğerlendirilme oranı, otoyolların diğer karayollarına oranı, ülkenin hukuk devleti olmasını savunanların oranı, orman alanlarının oranı v.s % 5 tir. Hukuk devleti statüsü ihraz edildiğinde bu oranlar % 90 lara ulaşacaktır. Nitekim batı Avrupa ülkelerinde bu oran % 90 lara ulaşmış bulunmaktadır.
Görüldüğü gibi hukuku değersiz görmenin meydana getirdiği arıza oranları her sahada aynıdır. Yine hukukun rehabilitasyonu her alanda aynı oranda ol-maktadır. Bütün bunlar bize hukukun genel düzenleyici bir fonksiyona sahip ol-duğunu göstermektedir.
Hukuk devleti sıralamasında birinci olan devletlerin, zenginlik sıralamasında da, birinci olduklarını görüyoruz. Örneğin; Danimarka.
Kamu otoritesi mutlak surette adaletin gözetimi altında olmak zorundadır. Fransa da hukuk devleti tanımı, bu amacı kapsar şekilde yapılmıştır. Bir yerde iyi-kötü bir devlet varsa orada halk hukuk denetimi altındadır. Bu nedenle hukuk devleti, halkın hukuk denetimi altında tutulması olarak anlaşılamaz.
Hukuksuz devletten söz etmek mümkün değildir. Her devletin bir hukuk sis-temi vardır. Hukuk sisteminin, adalet değerine hizmet edip etmediğine bakmak gerekir. Bu nedenle devlet hukuk ilişkisini incelemek bizi sonuca götürmez. Ada-let kavramı ile devlet kavramı arasındaki ilişkinin incelenmesi gerekir.
Devletin hikmeti vücudu adalettir. Birinci dünya savaşından sonra bile huku-ka bağlılıktan çoğunluğun anladığı, ne olursa olsun pozitif hukuka bağlı olmak idi. Almanya’da devrim olmaz, çünkü kanunen yasaktır deniyordu. Bu ortamda Hitlerin devleti ele geçirmesi zor olmadı. İkinci dünya savaşından sonra Alman-lar, tüm Alman halkına anayasal düzeni ortadan kaldırmaya kalkanlara karşı di-renme hakkı tanıdılar.
Hukuk devleti hak ilişkilerinin gözetildiği bir devlettir. Hukukun ilkelerine da-yalı bir düzeni tanıyan devlet şüphesiz tatmin edicidir. Ancak çoğu kere hukuk düzeninin pratiğini oluşturan müspet hukuk kuralları tatmin edici sonuç verme-mektedir. Soyut kuralcılık hakların öldüğü veya süründüğü bir çıkmaza sürük-lenmektedir. Bu nedenle hukuk devleti yerine adalet devleti tabirini kullanmak yerinde olur. Çünkü bu kavramın içini boşaltmak, demokratik süslemelerle iğfal edici bir nitelik kazandırmak mümkün değildir.
Devlet vergi toplayan, adalet dağıtan bir örgüttür. Bu iki faaliyet birbirini besler ve destekler. Bu kurumlar arasındaki devri daim bozulduğunda sosyal ve ekonomik yaşam felce uğrar. Hukukun üstünlüğü sayesinde bu sistem yaşatıla-bilir.
Devletsiz adalet, adaletsiz devlet olmaz. Adalet devletin temelidir. Zenginliği meydana getiren halktır. Halkı yaşatan ve huzurlu kılan ise adalettir. Bu nedenle halksız zenginlik, adaletsiz halk olamaz. Bu zenginlik devleti güçlendirir.
Halkı fakir, zengin devlet olmaz. Bazı diktatörlüklerde devletin zengin, halkın fakir olduğu görülmektedir. Ancak bu yapının sürdürülmesi mümkün değildir. İçten veya dıştan yıkılması mukadderdir.
Devlet ihtiyacının karşılanması için hukuk icat edilmemiştir. Hukuk ihtiyacının karşılanması için devlet icat edilmiştir. O halde hukuka önem vermeyen bir dev-let niteliksiz bir örgüttür.
Devletin ideolojisi adalettir. Adalet ideolojisi bir güneş gibidir. Diğer ideoloji-ler ise yıldızlar gibidir. Güneş ışığında kaybolurlar. Eğer bir ülkede ideolojiler kol geziyorsa, oraya adalet güneşi doğmuyor demektir.
Adalet evrensel bir değerdir. İnsanın dışında ve üstünde bir değerdir. Nitzche, ideolojiler kirlenmiş duygularımızın dışa vurulmasıdır demektedir. Adalet objektif bir değer olup, insan duygusunun ürünü değildir. Bu sebeple diğer ideo-lojilerin kirini taşımamaktadır.
Devlet güvenlik aracıdır. Mutluluk aracı değildir. Mutlu olmak ulusun kendi i-şidir. Devletin görevi kanunları temel normlara uygun olarak koymak ve eşit bi-çimde uygulamaktır.
Devletin ideali adalettir. Çünkü adalet, hislerin yansıtılması değildir. Tüm in-sanlığın ortak değeridir. Hiçbir ideal adaletin üstünde olamaz. Hukuk adamları da bundan başka ideal edinemezler. Adalet mutlu ve zengin topluma giden yol-ların haritasını çizer.
Bir toplumda adaletin hakimiyeti yok ise, o toplumda yeteneğin, aklın, zeka-nın, emeğin, bilginin, iyi insanların ve ahlakın hakimiyeti yok demektir. Böyle bir toplumda dolandırıcının, hırsızın, beceriksizlerin, çalışmadan kazanmayı itiyat haline getirmiş insanların, kötülüğün ve her alanda aşırılığın hakimiyeti var de-mektir. Böyle bir toplum yüksek medeniyete giden reaksiyonlar zincirini başla-tamaz ve sürdüremez.
Bir memlekette adalet kudretini ve onurunu kaybederse derhal toplum adı ne olursa olsun o düzene karşı umudunu yitirir, sosyal bağlar kopar. Çünkü ada-leti bulamamış insan kötümserdir, yaratılışı gereği isyancıdır.
Kant’a göre insan gruplarının hukuk kuralları altında birleşmelerinden ibaret devletin amacı, sadece hukukun korunmasından ibarettir.
Şekli anlamda hukuk devleti, yasa devletidir. Maddi anlamda hukuk devleti, adalet devletidir.
Fransa’da hukuk devleti, kamu makamlarının yargı denetimi aracılığıyla hu-kuk kurallarına bağımlı kılındığı, hukuki sistem olarak tarif edilmiştir.
Osmanlı dönemi de dahil, Türkiye’de hep yönetim sorunu olagelmiştir. Hal-buki gerek liberal, gerek kolektif, gerekse karma sistemle bir ülkenin kalkınması mümkündür. Bu sistemlerin suiistimale yakın olanından bahsedilebilir. Ancak hiçbirinin hukuksuz ayakta kalamayacağı aşikardır. Rus kollektivizmi hukuksuz-luk nedeniyle çökmüştür. Son Rusya seçimlerinde Putin, hukuk diktatörlüğü ku-racağını vaat etmek zorunda kalmıştır. Keza Çin halk Cumhuriyetinin bazı istis-nalarla bu gerçeği fark ettiğini söylemek mümkündür. Son bir yılda Türkiye ve Çin arasındaki dış ticaret açığının bir milyar dolara ulaşmasının sebebi budur. Çin 1980 den sonra bu gerçeğin farkına vararak hukuk kurumlarına yatırım yapmış-tır. Bu yatırımı ekonomik yatırımlar ve irkilme takip etmiştir. Böyle bir yatırımı yapmayan Türkiye dış ticarette mağlup olmuştur.
Hukuksal sorunlar idarecinin erdemiyle çözülebilir mi ? Bu çözüm tarzı inatla ve asırlarca savunulmuştur. Bunun sağlam bir temele dayanmadığı, sübjektif amillerin tesiri altında her an bozulmaya hazır bir çözüm tarzı olduğu açıktır. Objektif denetim sistemi, hukukun üstünlüğü sayesinde sağlanabilir. Bunun ya-nında idareci erdemli olabilir. Burada sorun, yargının yürütme gücüne sahip ol-mamasında yatmaktadır. Bu aşamada, erdem aranması zorunludur. Şu da var ki hukuk devletinde yargının yürütme gücü devletin icra makamlarıdır. Yargının ayrı bir yürütme gücüne sahip olması devlet içinde devlet anlamına gelir. Şu da var ki yargı işleri için ayrı bir ihzar teşkilatı kurulması lazımdır.
Türkiye tarihinde, adalet fikrine bilimsel şekilde yaklaşıldığı, bu değerin ö-nemsendiği zamanlarda olmuştur. Ancak bu zamanlarda dahi hukuksal realite fark edilememiş öğretisel romantizm bu çıkışlarda etkili olmuştur.
Osmanlı yönetiminde toplum düzeni ve yönetim felsefesi adalet dairesi adı verilen bir formülle açıklanmıştır. Bu anlayışa göre ;
1. Dünya barışı adalet ile sağlanabilir.
2. Dünya duvarı devlet olan bir bahçedir.
3. Devletin düzenleyicisi hukuktur.
4. Hukukun koruyucusu devlettir.
5. Devlet orduyla olur.
6. Ordunun beslenmesi parayla olur.
7. Para halk ile olur.
8. Halk adalet ile olur.
Osmanlı anlayışına göre bu hakkaniyet çemberinin halkalarını oluşturan ada-let, devlet, hukuk, hükümranlık, ordu, servet, halk toplum yapısının temel daya-naklarını teşkil eder. Bu halkalardan birisi yok olursa toplum çöker.
Devlet yaşamında askeri yapı, güçlü bir sivil yapı üzerine kurulmalıdır. Roma ve halefi Osmanlı, güçlü askeri yapı üzerine sivil yapı oturtmaya çalışmıştır. Böy-le bir yapı fetihlerle yaşamını sürdürebilir. Güçlü sivil yapı, güçlü hukuk sistemi sayesinde gerçekleşir.
Medeni devlet olmanın tek yolu, halk devleti olmaktır. Lider devletleri mede-niyet maratonunda bitiş çizgisine ulaşamamaktadırlar. Halk devleti olmanın yolu ise, adalet devleti olmaktan geçer. Adalet olmayınca halk olmaz.

Hukuk ve Ekonomi:
Teknolojinin sunduğu imkanlar arttıkça, zenginlik arzusu da arttı. Tüketim araçlarındaki bu artış, toplumlarda ekonomiyi ana mesele haline getirdi. Halbuki iktisat doğal bir olaydır. Tabii kuralları içinde cereyan eder.
İnsanlar yaşamak için bazı temel faaliyetlerde bulunmak zorundadırlar. Bu faaliyetlere yaşamı kolaylaştırmak ve iyileştirmek için diğer faaliyetler eklendi-ğinde medeniyetler ortaya çıkar. Görüldüğü gibi ekonomik faaliyetler insanın doğasında vardır.
Temel sorun, bu faaliyetler sırasında kurulan insan ilişkilerine bir düzen ver-mektir. İlişkiler kurallarla korunmadıkça müspet olamayacağı gibi, sayısında artış da olmaz.
Bu durumda duran, üretmeyen ve düşünmeyen bir toplum yapısı ortaya çı-kar. İnsan ilişkileri sırasında oluşan hak alışverişlerinin, süratle ve isabetle ger-çekleşmesi gerekir.
Aksi halde tıpkı kimyevi reaksiyonlarda olduğu gibi, yanlış elektron alışverişi reaksiyonu bozar. Sonuçta faydalı bir ürün meydana gelemez. Hatta patlama meydana gelir. Alacağını alamayan bir kimsenin, diğerini öldürmesi gibi.
Reaksiyonun makul bir sürede gerçekleşmesi gerekir. Aksi halde ısı kaybı o-lur ve bileşik yine oluşmaz. Bir davanın yıllar sonra bitmesi ve hakkın zayi olması gibi. Isı kaybı halinde reaksiyona dışarından ısı verilmesi gerekir. Adaletin geç tecellisi nedeniyle mafyanın devreye girmesi gibi.
Şu halde hukuk sorununu halletmiş bir toplumda, ekonomik sorun olmaz. Eğer hukuk sorunu olan bir toplumda, hep ekonomiden konuşuluyorsa orada kimin daha fazla hak alacağından, imtiyazlı olacağından bahsediliyor demektir.
Güçlü hukuk sisteminde halk zaten üretimi gerçekleştirir, zenginliği meydana getirir. Bunun için son derece sakıncalı olan, devletin halkın vergisi ile zengin seçmesi ve ihdas etmesi gibi, hukuk dışı yönteme başvurması gerekmez. Bir ulus, kendisine sunulan adalet düzeni içerisinde bir medeniyet oluşturabiliyorsa yaşamını sürdürür. Ayrıca bir ulusun ne yapıp yapamayacağı, ancak bu durumda anlaşılabilir.
Özelleştirme çabalarının sonuç vermesi, hukuk reformlarına bağlıdır. Aksi halde mülkiyetin belli ellerde toplanması, bilimsel esaslara göre, hukuk sistemi koruması altında çalışılmaması nedeniyle, üretimi artırıcı sonuç doğurmaz. Özel-leşen teşebbüslerin geliri hukuk devleti olan ülkelere transfer edilir. Bunun sonucu işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve adi anarşidir. Ayrıca özelleştirme finansman aracı değil, sürdürülebilir büyüme için gereklidir. Bunun için hukuk sisteminin güvencesi ve denetimi altında olmalıdır.
Hukukun güçlü üstünlüğü olmayan bir toplumda, üretim artmaz. Üretim sa-bit, pay almak isteyenlerin sayısı arttıkça ortaya bir çok çözüm fikri çıkar. Eşit paylaşımı savunanlar, belli bir sınıfa üstünlük tanıyanlar, dünya malının dünyada kaldığını ileri sürenler, her zaman fazla pay almak isteyenler, çeşitli ideolojiler etrafında örgütlenerek sosyal hayatı yaşanmaz hale getirirler. Adalet ideolojisi-nin egemen olmadığı bir toplumda, ayrık otları gibi ortalığı ideolojiler kaplar.
80 li yıllarda hukuka, ekonomi ve ahlakın yön ve içerik verdiği iddia ediliyor-du. Halbuki ekonomi ve ahlaka, hukuk yön ve içerik vermektedir. Hukuk, zaman ve mekanla kayıtlı olmayan kurallar manzumesidir. Hukukun temel ilkeleri za-manla değişmez. Değişiklik ve yenilik ayrıntıda meydana gelir. İktisadi ve ahlaki yapı, düzenleyici olma vasfına sahip değildir. Düzeni tahkim edici yapıya sahip-tir. Ancak hukuk, her zaman ve koşulda düzen kurucu niteliğini yitirmez.
Adam Smith tarafından esasları belirlenen doktrine göre; bir toplumun eko-nomik faaliyetleri doğal yasalarına tabidir. Bu halde temel ilke, serbest rekabet kuralıdır. Kanunlar sadece, iktisadi faaliyetlerin kendi tabii düzenleri içinde sürüp gitmelerini garanti etmelidir.
İktisat fakültelerinde üretim için, müteşebbis, doğal kaynak, emek ve ser-mayenin gerektiği öğretilir. Bunun yanında nedense hukuki güvence gerektiği göz ardı edilir. Halbuki gerçek müteşebbis, hukuk güvencesinin bulunduğu or-tamda meydana çıkar. Sürdürülebilir ve bilimsel temellere dayanan bir büyüme, ancak bu halde gerçekleşebilir. Bunun dışındaki ekonomi, yolsuzluk ekonomisi-dir.
Adaletin dezenfekte edici, dağıtıcı ve dengeleyici özelliklerinden faydalanma-yan bir ekonomik yapı sürdürülemez. Para canlı bir varlık gibidir. Yaşamak ve üremek ister. Koşulların uygun olduğu ortama göç eder. Paraya güvence ancak hukuk sistemi ile verilebilir. Böylece sermaye terakümü sağlanmış olur. Sermaye transferinin birinci şartı, güçlü hukuk devleti olmaktır.
Şimdi şu haberi dikkatle takip edelim, “İsveçli otomobil üreticisi Volvo’nun Türkiye’ de planladığı yatırımdan yolsuzluk nedeniyle vazgeçtiği öğrenildi. Volvo Türkiye Genel Müdürü Gören Larsson, Volvo’nun Türkiye ile ilgili önemli yatırım projeleri olduğunu ancak daha işin başında karşılaştıkları yolsuzluk engeli nede-niyle iptal ettiklerini açıkladı. Volvo Car Cooperation, dört yıl önce Türkiye’ deki şirketlerini aynı çatı altında toplamak amacıyla …3 milyon dolar bütçe ayrıl-dı….Şile’de imar izinli bir arsa satın alındı. Sonrasını ise Larsson şöyle anlatıyor: “inşaata başlama aşamasında, daha önce hiç karşılaşmadığımız olaylarla karşı-laştık. Belediyeden İSKİ’ ye kadar çeşitli kurumlar, çeşitli şekillerde rüşvet talep ettiler. İSKİ’deki bir yetkili, arsanın su havzası üzerinde olduğunu ancak bir o-tomobil karşılığında bunun kayıtlardan silinebileceğini ima etti. Larsson rüşvet taleplerinin hiçbirine karşılık vermedikleri için inşaata başlayamadıklarını üstelik mahkemelik olduklarını, davanın hala sürdüğünü kaydetti. Türkiye’nin en büyük sorunlarının başında ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın, bürokrasi ve yolsuzlu-ğun geldiğini belirten Larsson “Türkiye bunları çözmediği sürece yabancı serma-ye için cazip bir ülke olamaz” dedi.
Türkiye devamlı batıda olduğu gibi, bir teknoloji rönesansı yaşamayı iste-mektedir. Halbuki bu rönesansın gerçekleşmesi için, önce bir hukuk rönesansının yaşanması gerekir.
Türkiye’de Osmanlıdan bu yana devam eden çabalara rağmen, zengin sivil toplum oluşmasını sağlayacak samimi ve bağımsız burjuvazi sınıfı bir türlü oluş-mamıştır. Çünkü bu çabaların sonuç vermesi için birinci koşul hukuk devleti ol-maktır. Aksi halde vergi ödeyen ve istihdam sağlayan mülkiyet burjuvazisi tam manasıyla oluşamaz. Devamlı yönetici burjuva sınıfın tehdidi altında yaşar. So-nuçta bu sınıfla işbirliği etmek zorunda kalır. Bu işbirliği rüşveti ve suiistimali doğurur.
Burjuvazi sınıfı hukuk gözetimi altında oluşmalıdır. Hiç kimse hak etmediği makamın gereklerini yerine getiremez. Burjuvazi sınıfı hakkıyla elde etmediği mevkiin icabını yapamaz. Toplumu geleceğe taşıyamaz.
Böyle olunca Adam Smith’in kurallarını koyduğu, liberal iktisat düzeni oluşmaz. Doğal prensiplerin emrine giremeyen ekonomi, yapay yöntemlerle ya-şatılmaya çalışılır. Genellikle bu yöntem, gözü kara bir borçlanma ve karşılıksız para basarak enflasyonu azdırmaktır.
Hukuk devleti olunamayınca bilim devleti olunamayacağına göre, dünya ça-pında kabul görmüş üretim gerçekleştirilemez. Üretimsizlik fakirliği doğurur. Fa-kirliği gidermek için karşılıksız para basılır.
Üretemeyen toplumlar enflasyonsuz kalkınamazlar. Zira enflasyon, üreteme-yen ve çalışamayan (üretemeyen ve çalışamayan diyoruz çünkü bunu istemeyen olmaz) toplum kesimlerinin çalışma ve üretme imkanı bulabilen kesimlere öde-dikleri gizli bir haraçtır. Bu pay ödenmeyince, dar müteşebbis sınıfı üretime yanaşmaz. Hukuksal zemin olmadığı için ise az karla çalışmaya talip yeni müte-şebbisler ortaya çıkamaz. Çıksalar dahi şu yada bu sebeple oluşan ekonomik krizlerle iflas ederler.
Ayrıca enflasyon, kötü yönetimin ayıplarını kolayca kapatmasına yarayan bir araçtır. Karşılıksız para piyasaya çıkınca, yok olmamak için derhal mevcut mal ve hizmetle buluşur. Ancak mal ve hizmet miktarı, hukuka önem verilmemesi ne-deniyle, para miktarı kadar artırılamamıştır. Bu sebeple birçok para, bir mal veya hizmetle birleşir. Böylece enflasyon süreci başlamış olur. İşte enflasyon, mal arz eden kesimin karşılıksız parayı ele geçirmek amacından kaynaklanan fiyat artışı-dır.
Halbuki karşılıksız para basmak eylemi, Türk Ceza Kanununda suç sayılmış-tır. Bu para hukuken sahte değildir. Ekonomik açıdan sahtedir. Bu eylem görevi kötüye kullanma suçunu oluşturur. Aslında özel bir suç olarak düzenlenmelidir.
Enflasyonun diğer bir sebebi şudur; üretici kesim maliyetlerin üzerine enf-lasyon beklentisi yanında, hukuki belirsizlik riskini ekler. Böylece bir birim malın fiyatı beş paraya çıkar. Alıcıyla buluşan tacirde aynı yöntemi izleyince fiyat on paraya yükselir. Böylece hukuk teminatı eksik olduğundan bir para mal, on pa-raya satılır.
Döviz ve altın gibi güvenilir yatırım araçları, piyasada dolaşan karşılıksız pa-rayı çeken sünger vazifesini görürler. Sadece güven ortamı yaratılarak, bu para-nın piyasaya dönüşü sağlanabilir. Piyasaya dönüş aktif veya pasif olabilir. Pasif dönüş, yine faizde kilitlenme şeklinde görülür. Yatırıma dönüşün yani aktif dö-nüşün sağlanması için, bilim ve adalet devleti güvencesinin verilmesi gerekir.
Enflasyon istikbali olmayan bir zenginlik sunar insanlara. Kazananlar ve kay-bedenler önceden belirlenir. Dayandığı hiçbir ekonomik ve sosyal realite yoktur. Adalet kriterine uzak olduğu için kaynakların israfına yol açan bir uygulamadır. Geleceği yok eden, bugüne sahte bir güzellik veren, bir para politikasıdır.
Dışa açık bir piyasa ekonomisinde en düşük oranlı bir enflasyon dahi sonun-da sıkıntı yaratacak bir birikimin potansiyel kaynağıdır. Enflasyon oranı yükselir ve süresi uzarsa ekonomi ciddi bir rahatsızlığın eline düşer. Daha da yüksek o-ranlı bir enflasyon o ekonomide ciddi ekonomik politika değişimini ve tedaviyi gündeme getirecek bir ateşli hastalığın var olduğunun açık bir delili olarak kabul edilir. Hiç kimsenin akınla gelmez ki bir memleket her türlü dengeden uzak yirmi yıl yılda ortalama % 60-70 enflasyonla yaşayacak. Bu ancak bir intihar hareketi olarak tanımlanabilir…yüksek oranlı ve uzun süreli bir enflasyon ortamında eko-nominin temel mekanizmalarının kendi mantıkları içinde işlemesine izin verme-yip, bu mekanizmalara sürekli keyfi müdahalelerde bulunan bir ekonomik politi-kaya dünyada hiçbir piyasa ekonomisi direnemez.
Hukuk devletinde böyle bir uygulamanın olması mümkün değildir. Enflasyon-la büyüme, sonu olmayan bir zenginliktir. Gelecek nesillere ihanettir. Devletin içten içe yıkılmasıdır. Bugünkü ekonomik durum söylenenlerin delilidir.
İş bununla da kalmaz. Enflasyonist ortamda mal ve hizmet satın almak is-temeyen kişiler, tasarruf yapmak isterler. Bunun için faiz, döviz, yatırım ve borsa alternatif olarak sunulmuştur. Halk hangi yatırım aracına koşarsa, izleyen ve kontrol edenler, diğer yatırım aracına değer kazandırırlar. Böylece parasal gücü elinde bulunduran sınıf ile vatandaş arasında bir köşe kapmaca başlar. İki-üç yılda bir hasat yapılır. Sonuçta tasarruf yapmak isteyenler, bin pişman olurlar. Böylelikle sermaye birikiminin önü kesilmiş olur. Ayrıca enflasyon ve devalüas-yon sarmalı, dördüncü seçenek olan yatırımın yapılmasına engel olur. Kaynaklar değerlendirilemez.
Halbuki hukuk devleti kurallarına uyulmak suretiyle üretimin artırılması mümkündür. Bu halde kaynakların israfı önlenecek ve doğal varlıklar ve beşeri unsurlar değerlendirilebilecektir. Hakka ve emeğe saygı gösterilerek, hukuk ih-lallerine ve suiistimale son verilerek bilimsel üretim artırılabilir. Üretimin artması fiyatları düşürür. Memleket malları dış piyasalarda alıcı bulur ve ihracat artar. Böylece haksız kazancın kapısı olan ve dipsiz bir girdaba benzeyen enflasyon ve devalüasyon süreci sona erer.
Hukuk devleti olmak, ekonomide kışa son vermektir. Nasıl ki bahar ayında tabiat uyanır. Bunun gibi, hukuk güvencesinin kusursuz olduğu bir ortamda, gelmeyen kaynaklar gelir, kaçan ve saklanan paralar ortaya çıkar ve yatırıma dönüşür.
Talep kısılarak enflasyon düşürülemez. Açık ve gizli işsizliğin yüzde kırklara ulaştığı bir toplumda, talebi kısmak aşırı fakirliğe yol açar. Önceki paragrafta açıkladığımız gibi üretimin artırılması gerekir. Ancak bu halde fiyatlar düşer. Bu-nun şartı ise insanlara, haklarının güvence altında olduğu inancını, fiilen vere-bilmektir. Bunun gereği ise hukuk devleti olmaktır.
Karşılıksız paranın basımı durdurulduğunda döviz fiyatları düşmeye başlar. Bu iyi haberdir. Ancak kısa sürer. Çünkü döviz fiyatlarının düşmesi halkın alım gücünü artırır. Halk pazara çıktığında iyi malı ucuza almak için uğraşır. Bu dün-yanın her yerinde tüketicinin eğilimidir. Satıcı ise kötü malı pahalı satma çabası içindedir. Sonuçta en iyi malı en ucuza satan kazanır. Hukuka önem vermeyen toplumlarda bilimsel üretim olamayacağı için iyi malın ucuza satılması mümkün değildir. Bu sebeple bilimsel esaslara uygun olarak üretim yapan ülkelerin malla-rı piyasaları işgal eder. Bunun sonucunda ithalat patlar. Bu gidişat devalüasyon ile engellenmek istenir. Bu yöntem halkın fakirleşmesine yol açar. İthal mallara vergi koymak ise adi malı pahalı satmaya çalışan yerli üreticiyi korumaktır. Bu yöntem medeni dünyaya kapalı ve ilkel bir ekonominin doğmasına yol açar. Gö-rüldüğü gibi hukuk devleti olmaktan başka çıkar yol yoktur.
Kanuni Sultan Süleyman, hukukun üstünlüğünü tesis etmek yerine, yabancı sermayeyi çekmek için kapitülasyonları verdi. Bunun sonucunda, sürekli büyü-yen ve kendi kaynaklarından beslenen bir ekonomik düzen meydana getiremedi. Sonuçta hukuk dozuna ihtiyacı olan iç ekonomi, dış talanla iflas etti. İnsanlar toprak verince sabana sarıldı. Toprak yetmeyince asker ocağına koştular ve sınır kalelerinde karın tokluğuna beklediler. Aynı hata şimdi hukuk kurumları güçlen-dirilmeden özelleştirme yapılarak işlenmektedir.
Hukuk bir ağacın kökleri gibidir. Ağacın dallarının gür meyvelerinin bol ve sağlıklı olması için köklerinin sağlam olması gerekir. Kökler gözle görülemediği için önemi anlaşılamamıştır. Medeniyet inşa eden toplumlarla, medeniyet tesis edemeyen toplumlar arasındaki fark da zaten bu noktadadır.
Görüldüğü gibi hukuk, üst yapı kurumu değil, alt yapı kurumudur. Hukuksal alt yapıya sahip olmayan, hiçbir maddi yapı sürdürülemez. Beşeri ve doğal kay-nakların böyle kullanılmasıyla, sürekli büyüme olamayacağı gibi, kendi dinamik-lerine dayalı bir medeniyette oluşturulamaz.
Türkiye tarihinde, paraya hukuk devleti güvencesini veremediği için modern devlet yapısına kavuşamamıştır.

Hukuk ve yolsuzluk:
Bir ülkede yolsuzluk varsa hukuk kurumları tam çalışamıyor demektir. Yol-suzluklar arttığı ölçüde, hukuk kurumlarının gücü azalır. Bu iki vakıa arasında şüphesiz tercih yapılması söz konusu değildir. Ancak sorunun ortaya çıkması ve fark edilmesi halinde çözüm konusunda mutlak bir tercih yapılacağı kesindir. Bu mutlak tercih hukuk kurumlarının güçlendirilmesi olacaktır. Anayasada yeri ol-madığı halde birçok üst kurulun oluşturulması ve bunlara yargı yetkisi tanınması suretiyle bu yolsuzlukların önüne geçilemez.
Bir toplumda hukuk ilaç değildir. Mükemmel bir ilaçtır. Bütün toplum uzuvla-rını tedavi eder, çalışmalarını düzenler. Önleyici ve telafi edici vasıflara sahiptir. Toplumda devamlı bozulma eğilimi vardır. Bu eğilimin yok edilmesi ve tekamüle doğru yönlendirilmesi hukuk kurumlarının güçlendirilmesine bağlıdır. Bu eğilim o kadar güçlüdür ki, hukuk kurumlarının bununla mücadele edebilmesi için uyanık, müdrik ve zeki olması gerekir. Hijyenik bir toplum için hukuktan başka çözüm yolu yoktur. Devletin nasıl virütik bir eğilim karşısında olduğunu görmek için a-şağıya bir haberi alıyoruz.
Devleti ölülere soydurdular başlıklı bir haber. Samsundaki Karadeniz bakır iş-letmelerinin avukatları, işletme aleyhine açılan tazminat davalarıyla ilgili incele-meleri sonucu, arsa sahibi olarak imza atan 94 kişinin 1967-1997 arasında öldü-ğünü, ölüler adına yapılan kira sözleşmeleriyle KBİ aleyhine yüzlerce tazminat davası açıldığını ortaya çıkardı…bugüne kadar 1.5 trilyon lira tazminata mahkum edilen fabrikanın avukatları dosyaları incelemeye aldı…358 bin 107 metrekarelik arazinin 51 bin 581 metre karesinde sahtecilik belirleyen fabrika avukatları sam-sun C. Savcılığına başvurdu.
Hukuk devletinin tarifi, Fransız ülkesinde olduğu gibi, kamu gücünün hukuk denetimi altına alınması olarak yapılmış olsaydı, böyle bir yolsuzluğun yapılması söz konusu olamazdı. Hukuk devletinin önleyici vasfı işlevini yerine getirirdi.

Hukuk ve Demokrasi:
Demokrasi halkın yönetime katılması ve belirlemesi olarak tarif edilmektedir. Ancak demokrasi, ihtiyari bir yönetim biçimidir. Hukuk ise zorunlu bir tercihtir. Demokrasi, hukukun icabıdır. Hukuk, demokrasinin icabı değildir. Demokrasi, hukuk devletinin şekli kriterlerinden birisidir.
Demokrasinin, hukuka önem vermeden yaşatılması mümkün değildir. Her-halde M. Duverger, görünüşe rağmen liberal demokrasi bir oligarşi tarafından yönetiliyor demekle, demokrasideki bu yozlaşmayı kastediyordu.
Demokrasi, amacından saptırılması kolay olan bir yönetim biçimidir. Platon bu nedenle, filozofun, hakimin yönetimine önem vermiştir. İyi bir demokrasi, hukuk kurumları güçlendirilerek sağlanabilir.
Demokrasi olmadan, hukuk devleti olabilir. Ancak bu hukuk devleti, şekli gü-vencelerden yoksun demektir. Ecelini varlığında taşıyor demektir. Demokrasi, zaafları çok olan bir rejimdir. Hukuksal fakirlik bu zaafları, kronik hastalık haline getirir.
Türkiye de parlamenter demokrasi adı altında, yasama ve yürütme güçleri birleştirilerek yönetim adı altında toplanmıştır. Ayrı ayrı değere sahip olan bu kurumlar, birleştiklerinde tüm kıymetlerini kaybederler. Fonksiyonlarını ifa etme-leri, yaşamsal öneme sahip olmaları ayrı ayrı yapılanmalarına bağlıdır.
Türkiye son yüzyılda, bir mucizeyi gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu mucize hukuka gereken önemi vermeden demokrasinin tesisi ve yaşatılması gayretleri-dir.
Hukuka önem vermeyen demokrasinin yolculuğu Mussolini tipi bir öndere kadardır. Mussolini 1925 yılında Milano skalasında şöyle demişti: “devletin dışın-da hiçbir varlık yoktur, her şey devlet içindir.”
Hukuku dışlayan demokrasi bir masaldır.

Hukuk ve Ahlak:
Sosyolojide hukuk, devlet yaptırımı olan kurallar, Ahlak kuralları ise toplum-sal yaptırıma sahip kurallar olarak tanımlanır. Aslında hukuk kuralları da, birer ahlak kuralıdır. Bu ahlak kuralları, devlet tarafından yaptırıma bağlanmıştır. Böy-lece, hukuk kuralı haline gelmiştir.
Leibnitz, hukuku ahlakın yasal biçimi, adaleti, ahlakın hukuki biçimi olarak tanımlamaktadır. Buna göre, hukukun ahlaki görüntüsü adalettir. Şüphesiz top-lum sadece ahlaki emirlerle korunamazdı. Bunların müeyyidesi olan kurallar ha-line getirilmesi zorunluydu.
Hukuk biliminin konusu arasında, ekonomi ve ahlak olmadığı, sadece pozitif kuralların bulunduğunu ileri sürenler vardır. Bu görüşün yerinde olup olmadığı tartışılır. Çünkü hukuk hiçbir zaman realiteden kopamaz.
Osmanlı bir ahlak toplumuydu. Her insan kendisinin polisi idi. Ancak bu ko-runma yöntemi, son derece sübjektif bir yöntemdi. Dar ve kapalı çevrelerde so-nuç olumlu idi. Toplum büyüdükçe ve zenginleştikçe, daha doğrusu sanayileşme ve şehirleşme arttıkça, bu oto kontrol sistemi dejenere olmaya başladı. Halbuki derhal ahlak toplumu aşamasından, hukuk toplumu aşamasına geçilmesi gere-kirdi. Bugünde mevcut olan, yukarıda temas ettiğimiz nedenlerden dolayı bu değişim gerçekleştirilemedi.
İstanbul un fethinden önce Sultan Fatih’in çarşı pazarı gezdiği bir dükkandan alışveriş ettiği, sultana yağ satan esnafın şekeri komşudan almasını istediği riva-yet edilir. Fatih bunun üzerine İstanbul’u fethedeceğine kanaat getirir. Bu yapı bir ahlak toplumu olmakla sağlanabilir. Ancak aynı Osmanlı haksız rekabeti ön-leyen , kamu gücünü hukuk denetimi altına alabilen güçlü yargı sistemi kurama-dığı için sürdürülebilir ekonomik büyümeyi sağlayamamıştır. Her şeyin fors sahi-bi olmakla düzene gireceğini zannetmiştir.
Sermaye bugün olduğu gibi iki dudak arasında ürkek bir şekilde yaşamıştır. Ortaya çıktığı zaman hıncını almak ister gibi ekonomiyi alev gibi sarmıştır. Bunun adı o zaman da bugün de finans piyasasıdır. Bu piyasada üretim ve mal olmaz. Para mal haline gelir, alınır ve satılır.

Hukuk ve Bilim:
Cumhuriyetin temel amaçlarından birisi, muasır medeniyet seviyesine ulaş-maktır. Bu amaç bilim devleti olmakla gerçekleştirilebilir. Bilim devleti olabilmek için hukuk devleti olmak şarttır.
Bilim gerçeğe olan tutku sayesinde yaşar. O halde bilim toplumu olmak ger-çeğin açıklanabilir olmasına tahammül etmekle mümkündür. Hukukun üstünlüğü olmayan bir yerde bu gerçek açıklanamaz yada açıklanan bilginin gerçek olup olmadığı anlaşılamaz. Diğer taraftan ortaya çıkan her yeni gerçek yeni statüler doğurur bu gerçeği fark etmeyenler yada elde edemeyenlerin statüsü sarsılır. Hukukun hakimiyeti yoksa gerçeği elde edemeyenler buna düşman olurlar. So-nuçta gerçek boğulur veya sindirilir. Böylece bilimsel gelişmeler ve ilerlemeler silsilesi durdurulur. Bundan sonra bilim kaba kuvvetin ve bunu algılama gücüne sahip olmayanların emrine girmiş olur. Bundan ötesini anlatmaya gerek yoktur.
Bilim devleti demek, beyin devleti demektir. Bugün ülkemizden yoğun beyin göçü yaşanmaktadır. Devletin milyonlarca dolar harcayarak yetiştirdiği insanlar, ilk fırsatta yurt dışına gitmektedir. Bunun sebebi, hakların hukuk güvencesi al-tında olmamasıdır. Bilim adamı ile siyaset adamı arasındaki mesafe korunmalı-dır. Bu mesafe hukuk ile korunabilir.
Yargıçlar da bilim adamı sınıfına dahildir. Zıtlıkların karşılaştırılması ve sentez adı verilen yeni bir zıtlık bulunması, tekrarlanarak sonsuz bilim yolculuğuna çı-kılması diyalektik mantığın gereğidir. Yargıç bu bilimsel mantığa sahip olmalıdır.
Hukuksuz bilim ancak diktatörlüklerde olabilir. Bu bilim insanlık için tehlike-den başka bir şey olamaz. Üstelik bu bilim meydana getirilen değil, satın alınan bir bilimdir. Ayrıca halk zenginliği ile desteklenemediği için sürdürülemez. Çünkü bilimsel çalışmalar, çoğu zaman karşılıksız yatırımlardır. Finanse edilmesi gere-kir. Bunu zengin uluslar yapabilir. Zengin millet olmak ise adalet ile sağlanabilir.
Bilim devleti olmadan bilimsel ürünleri tüketmek isteyen toplumlar bunun bedelini ödeyemezler. Türkiye bütçesindeki açık bundan ileri gelmektedir. Bunun sonu gittikçe büyüyen finansman sorunlarıdır.
Türkiye’nin zengin rezervlere sahip olduğu bilinen bor madeni yurt dışına to-nu 200 dolardan ihraç edilmektedir. Bu madenin işlenerek bir milyon dolarlık ürün haline getirildiği iddia edilmektedir. İşte aradaki 999.800 dolarlık fark bilim sayesinde meydana gelmektedir. Adalet olmadan bilim olmaz ve bilim adamı yetişmez. Meydana gelen kazanç ve istihdam kaybının büyüklüğü gözler önün-dedir.

Hukuk ve akıl:
Hukuk demek akıl demektir. Hukukun egemenliğini reddedenler, bir sineğin camdan çıkmaya çalıştığı gibi sorunların içinden çıkmaya çalışırlar. Çünkü soru-nun hukuksal yönü biyolojik gözle görülemez. Bunun için akıl gözü gerekir. Bu sebeple hukuku fark etmeyen toplumların akli zafiyetlerinin bulunduğunu söy-lemek gerekir.
Aklın vasfı tefrik ve temyiz etmek ve çelişkilere izin vermemektir. Hukuk ö-nemsemeyen toplumların tefrik yeteneğinden yoksun olduğunu ve çelişkilerle dolu olduğunu nazara aldığımızda hukuku idrak etmemenin akılsızlıkla aynı ma-naya geldiğini anlamak zor olmaz.

Hukuk ve Ulus:
Demokrasilerde hakimiyet millete aittir. Uygulamada hakimiyet toplum için-den çıkmış bir sınıfın olmaktadır. Bu aykırılığın sakıncalarını gidermek için, hukuk devleti dozunun artırılması gerekir.
Bunun yanında, hakimiyet kayıtsız ve şartsız devletindir görüşü de mevcut-tur. Osmanlı idaresinde, reaya reayadır ve reaya olarak kalmalıdır tezi savunu-lurdu. Monarşi döneminden sonra hakimiyetin millete ait olduğu ifade edilmiştir. Halbuki halkın hakimiyeti olmaz. Halkın hukuku olur. Hukuk fert ve toplum diya-lektiğinin bağdaştırılmasıdır.
Fikri hür, vicdanı hür fertler yetiştirmek, cumhuriyetin temel gayesiydi. An-cak, hukuk devleti ilkesinden sarfınazar edildiği için, bu amaç gerçekleşmedi.
Son elli yılda toplumsal düzen sarkacı bir uçtan diğer uca savrulmakta bir türlü itidal noktasında durmamaktadır. Türk insanı, devlet hakimiyetindeki bir uçtan, halk hakimiyeti sayabileceğimiz diğer bir uca savrulmaktadır. Hukuka ge-reken önem verilmediği için özgürlükler artırıldığında anarşi artmaktadır. Özgür-lükler daraltıldığında ise halk bunalmakta ve çağdaşlaşma süreci durmaktadır. Çünkü hukuk, devlet hayatından tespih taneleri arasındaki ipin çekilmesi gibi çıkarılmıştır. Yapılması gereken özgürlüklerin artırılması ve hukuk denetiminin güçlendirilmesidir.
Hakimiyet ne devletindir, ne de milletindir. Hakimiyet hukukundur. Bu ilke benimsense idi, Türkiye Kant’ın Almanya’sı kadar istikrarlı ve medeni olabilirdi.
Bir milletin savaşta birlik olması marifet değildir. Esas ve medeni olanı barış-ta beraberliktir. Savaş ortamında insanlar haklarından sonuna kadar feragat ederler. Yaşam hakları da buna dahildir. Savaş ortamında, bir nevi haklar rafa kalkar. Fertler birbirleriyle olan ilişkilerinde yarışmaktan, çatışmaktan vazgeçe-rek, ortak tehlikeyi bertaraf etmeye çalışırlar.
Barış ortamında ise bireylerin hakları yarışmaya başlar. Sınırlar çizilir, seviye-ler ve kapsamlar tespit edilir. Barışın boğazda düğümlenmemesi için, birey hak ve münasebetlerinin hukuk kuralları ile etkin ve hızlı bir şekilde korunması gere-kir.
Hukukun üstünlüğü, hukuk kurumlarının güçlendirilmesi, uygarlığa ulaştıra-cak bir barış ortamının oluşmasını sağlar. Aksi halde bireyler arası ilişkiler dü-zensizleşir, çatışma ve didişme başlar. Güçsüz hukuk kurumlarının müdahale edemediği, bu gidişatın sonu, kargaşa ve kaostur.
Tarihte ve günümüzde yönetimler, bu şekilde gerilen halkı fetihlerle veya anarşi ile boşaltmışlardır. Böylece barışta yetmeyen hukukun meydana getirdiği boşluk, can, mal ve ırz güvenliği tehlikede olduğundan görünmez hale gelir. So-nuçta, insanların hak arayışlarında ilerleme sağlamaları, dolayısıyla zenginlik ve medeniyet önlenmiş olur. Böylece, gerçekçi ve medeniyete esas teşkil edebile-cek güçte, hukuksal kurumlaşma engellenir.
İşte muasır medeniyet seviyesinin önündeki en büyük engel, bu noktadaki körlüktür. Bu sebeple hukuka gereken önemi vermeyen bir ulusun, çağdaş dün-yada yer edinmesi mümkün değildir.
Hukuk devleti olmadan ulus devleti olmak mümkün değildir. Hukuk devleti olmayan devletler kendi uluslarından güç alamazlar. Başka ifadeyle uluslaşama-dıkları için devleti taşıyacak bir halk oluşamaz.
Hukukun üstünlüğü ilkesi, ulusçuluğun bir kenara itilmesi demek değildir. Bir arada yaşamaktan kaynaklanan kader birliği, ilişkilerin doğru kurallarla düzen-lenmesinden sonra, ulusçuluğu kendiliğinden meydana getirir.

Hukuk ve Yönetim:
Adalet sadece hukuk adamlarının sorunu değildir. Gerçekte adalet yönetim gücünü kullanan makamların sorunudur. Adaleti dağıtmak ve tesis etmekle gö-revli olan esas makam devlet başkanıdır. Yargıçlar devlet başkanının naipleridir. Bu konuda asıl sorumluluk devlet başkanına aittir.
Yönetim gücü ile yargı gücünün, aynı elde toplanması mümkün olmadığından, ayrı bir yargıç sınıfının oluşturulması gerekmiştir. Böyle olunca, yü-rütme erkini elinde bulunduranlar, bize ait olmayan görevin önemi ve yetkinin değeri yoktur diyerek, adalete kayıtsız kalmışlardır. Halbuki devlet idaresinin disiplini ancak hukuk ile sağlanabilir.
Devlet demek her şeyden önce bu dünyanın, toprak dünyasının yönetimi demektir. Bu nedenle de devlet yöneticilerinin, dünya işleri ile ilgili kuralları oluş-turan hukukun temsilcilerinden uzak kalması düşünülemez.
Bir ülkede üç kürsü vardır. Siyaset, mahkeme ve üniversite kürsüleri. Türki-ye de siyaset kürsüsü, yasama ve yürütme erkleri üzerindeki etkinliğini kullana-rak ve bu erklerin daimi güçleriyle işbirliği yaparak, diğer iki kürsüyü boğmuştur. Bugün ne bilim, ne de adalet istenen düzeydedir.
Hürriyetin hukuki mesnedi, teminatı ve muhtevası, kişi hürriyetinin sağlan-ması ve teminat altına alınması, devlet düzeninin güçler ayrılığı ilkesine göre tesis edilmesine bağlıdır. Bu ilke sayesinde parlamenter demokrasi sistemi oluş-turuldu.
Ne var ki bu tespit doğru değildir. Çünkü parlamenter demokrasi ile güçler ayrılığı prensibi uygulanamaz. Yürütme organı meclis içinden seçilir. Dolayısıyla yürütme uzvu, yasama organının hakimiyeti altındadır. Bu aşamadan sonra, iki uzuv arasında işbirliği başlar. Halbuki icra uzvunu bağlayan kanunları ihdas eden meclis, aynı zamanda hükümeti meclise has usullerle denetlemelidir. Parlamen-ter demokraside bu yöntemler işlemez. Bu işbirliğinin sonucunda yargı sindirilir. Bu noktadan itibaren güçler ayrılığı prensibinden bahsetmek mümkün değildir.
Tarih boyunca dirlik ve esenlik, her zaman yöneticinin erdemine kalmıştır. Adalet yöneticinin lütfu olmuştur. Yoksa tam manasıyla kurumlaşmış, bağımsız bir örgüt tarafından tevzi edilememiştir. Bu nedenle oy sahibi, uyarıcı, dikkat çekici bir yargı teşkilatı hiçbir zaman var olmamıştır. Sorunların kökeninde, bu çarpık yapı vardır.
Doğu toplumlarında hukukçular, anayasa hukuku alanında içtihat geliştire-memişlerdir. Daha çok özel hukuk ve kamu hukukunun belli alanında yoğunlaş-mışlardır. Devlet idarecileri, yetkilerini sınırlayan bir alana, hukukçuları sokmayı kabul etmemişlerdir.
Osmanlı tarihi boyunca, devamlı bir mücadele içinde bulundukları gözlenen ehli şer ile ehli örfün, bu noktada bir çekişme içinde oldukları ve mücadelede 16. asırdan itibaren, ehli şer in daha ağır basmaya başladığı görülmektedir. Bu mü-cadele yürütme ve yargı güçleri arasındadır. Ve hakimiyet alanlarını genişletme-ye yöneliktir. Osmanlıda ehli örf daima, hem yürütme, hem de yargı alanında dilediği gibi hareket etme, özellikle asayişi sağlamak için suçlu saydığı kimselere ağır örfi cezalar verme arzusunda olmuştur. Buna mukabil ehli şer, ehli örfün icraatını hukuk çizgisine çekmek istemiştir. Şöyle ki ehli örf suçluluğu kadı tara-fından sabit olmadıkça, hiç kimseyi cezalandıramayacağından istedikleri hücceti vermeleri için kadılara baskı yapmışlardır. Onlarda güçleri yettiği sürece buna direnmişlerdir. Bu da iki grup arasında, Osmanlı tarihi boyunca süregelen bir mücadeleyi doğurmuştur.
Bu mücadele, sonraki yıllarda ve asırlarda da devam etmiştir. 1956 yılında, aralarında Yargıtay başkanı ve C. Başsavcısının da bulunduğu 35 Yargıtay üyesi topluca emekliliğe sevk edilmiştir.
Hukuku göz ardı eden bir yönetim sebepleri bırakıp devamlı sonuçlarla uğra-şır. Bu sonuçlar enflasyon, devalüasyon, anarşi, yoksulluk, yolsuzluk, cehalet v.s dir.
Hukuka önem vermeyenler, sorunların çözümünü idari reformlarda ararlar. Ne var ki 300 yıllık toplumsal süreçte bu reformlar sonuç doğurmamıştır. Örne-ğin; yerinden yönetim ve özelleştirme doğru olarak savunulmaktadır. Hukuk kurumlarının zayıf olduğu bir devlette yerinden yönetime geçmek üniter yapıyı zedeler ve yolsuzlukları artırır. Dünyada hiçbir yönetim merkeziyetçi olmak istemez. Çünkü yükü yerel idarelere bırakmak gibi kolay bir yol varken merkezi-yetçi olmak izah edilemez. Buna rağmen merkeziyetçilikten vazgeçilememekte-dir. Çünkü merkeziyetçilik hukuksal yetersizlikten kaynaklanan açığın kapatılması için zorunlu olarak uygulanmaktadır. Bütün merkeziyetçi yönetimler hukuksal yetersizliğin yaması olarak bu yöntemi kullanırlar.
Yine özelleştirme furyası hukuksal yetersizlik nedeniyle fiyasko ile sonuçla-nacaktır. Türkiye’de toplumun tüm sınıfları arasında bir yere kadar da olsa geçiş vardır. Özelleştirme sonucunda bu geçiş duracağı gibi, devlet kapısı kavramı da ortadan kalkar. Devlet ile fert arasındaki sosyal ve ekonomik alandaki duygusal ilişki modern ve objektif bir ilişkiye dönüşür. Bu durumda hukuk kurumlarının kusursuz çalışması gerekir.
Hukuka önem vermeyenler, hukuksal yetersizliğin meydana getirdiği açıkları merkeziyetçilik ve devletçilik gibi yöntemlerle gidermeye çalışırlar. Böylece idare edenler hukuk dağıtır hale gelirler. Temeli ve geleceği olmayan, içerisinde gizli haksızlıkları barındıran bu tevziat halkı geçici olarak memnun eder ve sızlanma-ları ortadan kaldırır.
Devlet varsa mafya yoktur. Mafya varsa devlet yoktur. Mafya bakımsız dev-letin görüntüsüdür. Devletin kısıtlı imkanlarıyla iyi yaşam elde edemeyen me-murların, devlet dışında oluşturdukları sivil kazanç örgütüdür. Devletten ruhsat alamayan, komisyon ödemeyen mafya olamaz.
Keyfi idare örfi idareyi, örfi idare keyfi idareyi doğurur. Bu kısır döngüden kurtulmadan demokratik bir hukuk devleti olmak ve sürdürülebilir büyümeyi sağlamak mümkün değildir. Osmanlıda keyfi idare aktif eylemlerle icra edilirdi. İdareye aykırı olanlar idam edilir veya hapsedilirdi. Bugün keyfi idare mahrum etmek şeklinde tecelli etmektedir. Devlet imkanlarından bir kısım fertlerin yarar-landırılması bir kısmının ise mahrum bırakılması keyfi idaredir. Çağdaş devlette böyle bir kısır döngü olmaz.
Anlattıklarımıza somut bir örnek vermek gerekirse, ağustos 1999 depremin-de binalar deprem nedeniyle yıkılmamıştır. Yıkılışın sebebi hukukun ihmal edil-mesidir. Hukuk yoksulluğu, demirsizlik, zeminsizlik ve çimentosuzluk olarak te-celli etmiştir. İnşaat ruhsatları verilirken ve denetlemeler yapılırken ilgili memur-lar görevlerini ihmal ve suiistimal etmişlerdir. Az harcayıp çok kazanmak isteyen-lerin, amaçlarına alet olmuşlardır.
Hukuka önem verilmeyen toplumlarda veli göçerler çoğalır. Herkeste veli göçer olmak istidadı ve eğilimi vardır. Bu eğilimin yok edilmesi hukuk sayesinde olur. Hukuksal denetimin eksik olduğu bir toplumda veli eksik malzeme ile inşa-at yapar, Ali buna göz yumar. Doğanın tokadını yiyene kadar bu alışveriş sürer. Hukuk hakimiyetindeki bir toplumda aynı veli kaliteli inşaatlar yapar. Burada hata insanlarda değildir. Çoğu kez bu sorunlar terbiye ve eğitim sistemi ile aş-maya çalışılır. Ancak bu yöntem açıkgözler için her zaman bir açık kapı bıraktığı gibi objektif değildir.
İşte bir gazete haberi, Yalova da göçen iki binanın mimarı şimdi mimar odası başkanı, yaptığı bina yıkıldı şimdi depremde yıkılan köprü yerine yeni bir köprü ihalesini aldı, depremde binası yıkıldı 7 kişi öldü, şimdi belediye binasını ihale ile yaptı, v.s. Şimdi aynı insanlar yıkılan, çürük veya yıkılmayan, dayanıklı binalar yapabilirler. Örneğin; bu insanların kusurunu ortaya çıkarabilen bir yargı gücü olsa, bu insanlar bundan sonraki hayatlarını tazminat ödemekle geçirirler ve da-yanıksız inşaat yapmak cesaretini hiçbir zaman bulamazlar.
Türkiye hukuksal paradigmasını kaybetmek üzeredir. Artık kurum ve kuralla-rın algılanması zorlaşmış ve bunların ihdasında hukukun temel ilkelerine ve mantık kurallarına aykırılıklar sıkça görülür olmuştur. Fakülte çökünce, dil harap olunca artık hukuk üretimi yapılamaz hale gelmiştir. Herhangi bir fabrika kısa bir zamanda kurularak ihtiyaç karşılanabilir ancak hukuk düzenini tesis edecek in-san unsurunu ve hukuk bilgisini oluşturmak yüzyılı alır. Türkiye son yüzyılda bu-nu oluşturacak yerde var olan mirası yemiş bitirmiştir.

Hukuk ve cehalet :
Az gelişmiş ülkelerin yöneticilerinde sık görülen bir sendrom vardır. Cehalet olan yerde hukukun ne önemi vardır. Önce cehaleti gidermek gerekir. Toplum eğitimcilerin fedakarlığı ile aydınlanmalıdır. Bu anlayışla hukuk açığı, eğitimciler kullanılarak kapatılmaya çalışılır.
Halbuki cehalet düzeni tehdit etmez. Hukuksal denetimsizlik düzeni tehdit eder. Bugün yolsuzlukları yapan kimseler en iyi eğitimi almış insanlardır. Kamu-oyuna yansıyan son operasyonların failleri yüksek tahsilli insanlardır.
Hukuk hakimiyetinin tesis edildiği bir toplumu, cehalet dahil hiçbir olumsuz-luk durduramaz. Hukukun egemenliği var ise zaten cehalet olamaz. O yüzden adalet ile cehaletin bir arada olması mümkün değildir. Bütün sorunların yolculu-ğu adalet menziline kadardır. Bu noktadan sonra buharlaşıp, yok olup giderler.
Öte yandan cehaletin tek başına izalesi sorunların çözümü için yeterli değil-dir. Adaletin ihmal edildiği bir yerde, cehaletle mücadele sonuç vermez.
Hukukun önemsenmediği toplumda cehaleti giderme adına yapılan her şey akim kalır. Örneğin; doktor sayısını artırdıkça sağlıklı insanların sayısı azalır. Mü-hendis sayısı artıkça maili inhidam binaların sayısı artar. Keza veteriner sayısı arttıkça hayvan sağlığı ve üretimi azalır. İlaç şirketlerinin promosyon ve vaatle-riyle hayvanlara ve insanlara bol bol gereksiz ilaç verilir. Yine gıda mühendisleri-nin sayısı arttıkça yiyecek maddelerinin kimyası bozulur. Şu anda satılan yiyecek maddelerinin yüzde 65 i gıda maddeleri tüzüğüne aykırıdır. Görüldüğü gibi ku-rumlar ve kurallar mevcuttur. Ancak hukuk kurumları güçsüz olduğu için görün-tüden ibarettir.
Açıkladığımız bu abes orantılar cehaletin giderilmesiyle toplumsal yaşamın çağdaş medeniyet seviyesine gelemeyeceğini göstermektedir.
Cumhuriyet cehalet dönemini yaşamış ve aşmış ancak adalet dönemini ya-şayamamış ve aşamamıştır.

Hukuk ve sağlık:
Hukukun değersiz olduğu toplumlarda huzur ve zenginlik olmaz. Bunun ye-rini stres ve fakirlik almıştır. İnsanlar derme çatma evlerde yarı aç yaşarlar. Du-rumun vahameti o kadar büyüktür ki, sorunların çözülmesine ömrün yetmeye-ceğini anlayanlar, mevcut duruma alışmaya çalışırlar ve nitekim bunda başarılı olurlar.
Böylece zengin ile yoksul, kardeş olmasına rağmen bir arada yaşar giderler. Gayrı sıhhi evler, işyerleri, okullar, asker ocakları, yollar insanları ruhen ve be-denen hasta ederler. Gam ve kedere gömülen insanlar sigara ve içkiyle sağlıkla-rına bir darbe daha vururlar.
Hukuksal yoksulluk maddi fakirliğe, fakirlik hastalığa yol açmıştır. Artık in-sanlara ne ilaç, ne de doktor yeter. Devletin bütçesi, hasta insanlara tahsis edil-se yetmeyecek hale gelir. Hukuk olmadan sağlıklı yaşam imkansızdır. Sebepleri atlayan bu bakış açısı hatalıdır.
Hukuk eksikliğinin doğurduğu toplumsal stres insanları hastane kapılarına yığmaktadır. İlaç tüketimi için yapılan ithalat, her yıl dışarıdan dilenerek alınan paraya eşit gelmektedir. Ne yazık ki borç aldığımız paralar hukuka değer verme-yerek hasta ettiğimiz insanları iyileştirmek için dahi yetmemektedir.
Daha önce bahsini ettiğimiz gibi hukukun temel sorun olduğunu göremeyen-ler, bunun sonuçlarından olan sağlık sorunlarıyla uğraşıp dururlar.
Halbuki hastalığın önüne geçmek gerekir. Bunun yolu zenginlik ve huzurdur. Bunun için hakların güvence altına alınması ve girişimci bireylerin güvence altın-da sermayelerini yatırıma dönüştürmeleri lazımdır.


Hukuk ve Avrupa Birliği:
Bu konuda fazla söze gerek bulunmamaktadır. Türkiye hukuk devleti olma-dığı sürece Avrupa birliğine alınmaz. Hukuk devleti olduğunda ise Avrupa birliği-ne girmesine gerek bulunmamaktadır. Sayın Vural Savaş’ın ifadesiyle Türki-ye’nin, artist olacak kız beklentisiyle yaşamasına gerek yoktur.

Hukuk ve Yargıçlık:
Amerika da gelişen hukuki realizm akımına göre, her ne kadar hakların ne olduğunu yasalar belirlese de, neticede hakkın tespitini sağlayan hüküm yargıca aittir. Uygulanacak olan yasalar değil yargıcın kararıdır. Yargıcın yargılama ve hüküm verme sanatına vukufiyet derecesi, sonucu belirleyen en önemli etken-lerden birisidir.
Hukuk tatbikatıyla meşgul olanlar bunun önemini idrak etmekte zorluk çek-meyeceklerdir. Bu durum hukuk ile yargıçlık mesleği arasındaki irtibatın önemi ortaya koymaktadır. Yargıç adaletin dağıtılmasında tek yetkili konumundadır. Vasıflı yargıç olmadan adaletin dağıtılması mümkün değildir.
Hakimler vermiş oldukları kararlarda omuzlarında nizamı tesis vazifesi taşı-maktadırlar. Hakimlik vasfı çok vaat edip az veren ihtişam ve renk arz edip bun-ları ancak zevahir ve gösteride bırakan kof vasıflardan birisi değildir. Filvaki gö-revini ifa eden bir yargıcın nasıl olmasını düşünürsünüz. Yargıç yasayı amir kıl-mak için yaratılmış bir adama benzemektedir… Emir ve kumandanın yasaklarına karşı koyan düzen bozuculuk, onun örnek olan sükutu önünde karşı koymaktan aciz kalır…Toplumun bütün büyük menfaatleri hakimin koruması altına bırakıl-mıştır. Bu geniş yetkinin, kullanılabilmesi için bu muazzam görevin büyütülmesi ve yükseltilmesi lazımdır.
Yargıç, parti politikasının paralize ettiği bir toplumda reformcudur.
Yasaların faziletli ve bağımsız yargıçlar eliyle uygulanması, yönetimi anaya-sanın vermediği yetkileri kullanma tehlikesine ve hatasına karşı koruyacaktır.
Uygarlaşmış uluslarda en yüce duygunun, hak kavramı olduğu bir gerçek ise ilk göze çarpan gereksinim bilime dayanan mevzuat ile tarafsız bir adalettir. Bu zorunluluğa yanıt veren kurum, devlette hiç kimsenin sorumluluğunu azaltama-yacağı bir yer işgal eder. Bunun içindir ki bu kurumun bağımsız bulunduğu her yerde hakimler sınıfı, hakiki saygıyı kendisinde toplamış olmak hakkına sahip bulunur. Hiçbir görev hakimlik kadar kutsal ve güç değildir. Öyle bir görevdir ki, yasanın canlı bir şekilde açıklanmasıdır. Kararların özü olan bu kudret, sağlam ve serbest bir idrakten başka bir şey değildir. Öyle bir görev ki,sınırlanmış yarar-ların uyanık bir koruyucusu, zulüm, cebir ve hilenin yorulmak bilmez düşmanı-dır.
Toplum makinesini harekete geçiren çarkların gizemini, faciaları ve bunların saikalarını, beşer komedyasının oyunlarını, bütün bunları tanımak bilmek hatta tespit etmek mecburiyetindedir. Başkalarını yargılamak için, yaşam deneyimine gereksinim vardır. Mutlakıyet üzerine olgunluk, bu dünyaya mahsus değildir. Yargıcın kudretli bir surette, yalnız hukuk bilimine vakıf bulunması yeterli değil-dir. Aynı zamanda bugün çeşitli suretlerle insan düşüncelerine hakim olan, eko-nomik ve toplumsal fikirlerde de, bilgi sahibi bulunması gerekmektedir.
Yargıçlığın üç aşaması vardır. Birinci aşamada yargıç kanun adamıdır. İkinci-de hukuk adamıdır. Üçüncü aşamada ise o bir adalet adamıdır. Hukukun önemi-ni fark etmeyenler hakimlerin kanun adamı aşamasında kalmalarını arzu ve ira-de ederler. Anayasa hukukunun orta doğuda bu sebeple gelişemediğini yukarıda belirtmiştik.
Yargıç sorunların çözümünde, bir filozof gibi düşünmek ve araştırmak zorun-dadır. Farklılıkları ve benzerlikleri ortaya koymak, usule ve kurallara riayet ede-rek adaleti bulmak zorundadır. Bütün bunlar, güçlü bir idrak ve yoğun bir emeği gerektirir.
Yargıç sürekli aynı konuyu tekrar eden, bir eğitici ve öğretici gibi fikir işçisi veya aynı işi yapan bir kas işçisi değildir. Yargıç bir fikir sanatkarıdır. Yargıç, tec-rit ve tamim yeteneğine sahip bir düşünürdür.

Sonuçlar:
1. Hukuk alt yapı kurumudur.
2. Devlet örgütünün temel amacı vergi toplamak ve adalet dağıtmak-tır.
3. Toplumsal düzen sarkacının itidal noktasında durması sadece huku-kun üstünlüğü ile sağlanabilir.
4. Hukuk devleti, kamu gücünün hukuk denetimi altına alınması olarak tarif edilmelidir.
5. Hukuku ihmal eden bir demokrasinin geleceği olamaz.
6. Merkeziyetçilik hukuksal yetersizliği gizlemek için kullanılan bir yön-temdir.
7. Özelleştirme finansman aracı değil sürdürülebilir büyüme için gerek-lidir.
8. Özelleştirmede hukuk reformu yapılmadan istenen sonuç alınamaz.
9. Adaletsiz, bilim, halk, devlet, medeniyet ve zenginlik olmaz.
10. Bir işte hukuki yarar yoksa ekonomik ve sosyal yararda yoktur.
11. Türkiye tarihinde, paraya hukuk güvencesini verilemediği için mo-dern devlet yapısı oluşturulamamıştır.



Kaynaklar:
Hukuk felsefesi, Adil İzveren
Adalet mantığı ve hüküm verme sanatı, M.P.Fabreguettes
Yargıtay dergileri
Türkiye tarihi yönetmen, Sina Akşin
Hukukun genel teorisi Kemal Gözler
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"Alt Yapı Kurumu Olarak Hukuk" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Mehmet Tan Yıldız'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.


[Yazıcıya Gönderin] [Bilgisayarınıza İndirin][Arkadaşa Gönderin] [Yazarla İletişim]
» Makale Bilgileri
Tarih
29-09-2005 - 23:29
(6784 gün önce)
Yeni Makale Gönderin!
Değerlendirme
Şu ana dek 13 okuyucu bu makaleyi değerlendirdi : 9 okuyucu (69%) makaleyi yararlı bulurken, 4 okuyucu (31%) yararlı bulmadı.
Okuyucu
13291
Bu Makaleyi Şu An Okuyanlar (1) :  
* Son okunma 20 saat 49 dakika 18 saniye önce.
* Ortalama Günde 1,96 okuyucu.
* Karakter Sayısı : 67958, Kelime Sayısı : 8563, Boyut : 66,37 Kb.
* 52 kez yazdırıldı.
* 49 kez indirildi.
* 15 okur yazarla iletişim kurdu.
* Makale No : 211
Yorumlar : 2
Selamlar Öncelikle yazarı böyle bir çalışmayı hazırladığı için kutluyorum. Diyebilirim ki hukuk sadece kağıt üzerinde kalan bir olgu değil günlük hayatta sürekli yaşadığımız ancak sadece olumsuzluk ... (...)
Makalenin başlığı ilgimi çekti. Hukuk bir altyapı kurumu değildir. Çünkü üretim ilişkisi-üretim araçları yoktur. Bu nedenle hukuk (ahlak, din, siyaset gibi)üstyapı kurumudur. Saygılarımla(...)
Makalelerde Arayın
» Çok Tartışılan Makaleler
» En Beğenilen Makaleler
» Çok Okunan Makaleler
» En Yeni Makaleler
THS Sunucusu bu sayfayı 0,05715489 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.