Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Aktif Makale Yugoslavya'nın Parçalanması Süreci Ve Uluslarası İlişkiler

Yazan : Erdal Arap [Yazarla İletişim]
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Erdal Arap (*)

Yugoslavya’nın Tarihi
Balkanların tarihine bakıldığında bölgede bulunan ilk büyük merkezi medeniyeti Yunanlıların oluşturduğu görülmektedir. Daha sonraları VI. Yüz yılın ortalarında Slav toplulukları bölgeye göç etmişlerdir. Avarlarla yakın ilişkide olan ve onlardan savaş sanatını öğrenen bu halklar bölgedeki Bizans topraklarına saldırıda bulunarak zamanla yerleşim alanlarını genişletmişler, Adriyatik’ten Karadeniz’e kadar giderek Balkanlara yayılmışlardır.
Balkanlarda Ortaçağda kurulan Krallıkları:
1. Bulgar Krallığı: Bulgarlar, 864 yılında Bulgar Devletini kurmuşlardır. Bu devlet 893–927 yılları arasında bugünkü Arnavutluk, Yunanistan ve Sırbistan topraklarına yayılmıştır.
2. Makedon Krallığı: X. Yüzyılın sonlarında Makedonya Kralı Samuel bugünkü Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan. Sırbistan ve Bosna topraklarının bir kısmını içine alan Makedonya Devletini kurmuştur. Ancak bu devletin varlığı çok uzun sürmemiştir. Otuz yıl sonra, toprakları Bizans tarafından geri alınmıştır.
3. Sırp Krallığı: Sırplar Balkanlara yerleşen Slav topluluklarından oldukça farklı bir topluluk olarak ortaya çıkmışlardır. 9. Yüzyılda Doğu Roma’nın etkisi altına girmiş ve Ortodoks olmuşlardır. 1166 yılında Kral Nemanja tarafından kurulan Ortaçağ Sırp Devleti zamanla Bizans ve Bulgar İmparatorluklarının en güçlü rakibi haline gelmiştir. 13.Yüzyılda bir bağımsız Sırp Ortodoks Kilisesi kurulmuştur.[1]
Ortaçağ Sırp Devleti Stefan Dušan’ın[2] hükümdarlığında (1331–1355) güçlü bir devlet haline geldi. Stefan Dušan’ın ölümünden sonra iktidar kavgalarına giren liderler yüzünden iktidarsızlığa sürüklenmiş ve Osmanlı Devleti ile yapılan Kosova Savaşı ile tamamen yıkılmıştır. 1389 yılında Birinci Kosova Muharebesinde Sırplar ve diğer Balkan halklarından oluşan Haçlı ordusu Osmanlı Devleti Tarafından Kosova Ovasında yenildi. Böylece Sırpların siyasi varlıkları ortadan kalktı ve ancak 1878 yılında Sırbistan tekrar bağımsız bir devlet haline gelebildi.
4. Hırvat Krallığı: Sırplar gibi Balkanlar’a VII. Yüzyılda yerleşen Hırvatlar, X. Yüzyılın sonunda bağımsız bir devlet kurmuşlar ve bugünkü Hırvatistan, Slovenya. Dalmaçya, Bosna topraklarının bir kısmını içine alan bir bölgede hâkim olmuşlardır. Ancak, bu devlet varlığını 1102 yılına kadar sürdürebilmiştir.
5. Bosna Krallığı: Bosna Krallığı, 1377 yılında Bosna Banı I. Stefan Tvrtko Kotromanić'in kurduğu devlettir. 1463 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı Devleti topraklarına katılmıştır. Ortodoksluk ve Katoliklik arasında sıkışmış ve ikisi tarafından heretik kabul edilen Boşnaklar gönüllü olarak İslam’ı kabul etmişlerdir.

Balkanlarda Osmanlı Egemenliği
Osmanlı İmparatorluğunun Balkan coğrafyası üzerinde egemenlik kurması adım adım gerçekleşmiştir. 1454 yılında Arnavutluk toprakları ve Sırbistan’ın bazı bölümleri Osmanlı kontrolüne geçmiştir. 1459 yılında Smedorova’nın fethi ile Sırplar Osmanlı Devletinin hâkimiyeti altına girdiler. Balkanlar yaklaşık beş yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyetinde kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun Balkanlarda hâkim olduğu topraklarda bugün için mevcut olan ülkelerin yüzölçümleri toplamı 858.041 km kare olmuştur.[3] Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğunun devlet yapısı nedeniyle etnik kimlikler ortaya çıkmamış ve günümüzde Balkan ülkelerinde yaşayan bazı milletlerin söylediğinin aksine bölgede yaşayan tüm halklara eşit ve hoşgörülü davranılmıştır. Onları asimile etme yoluna gitmemiş ve onlara özgürlükler tanımıştır. Gayrı Müslimler dinlerinde ve eğitim kurumları kurma konusunda serbest bırakılmışlardır. Hıristiyanlar kendi etnik ve dini kimliklerini kilisenin liderliğinde korumuşlardır.

Birinci Yugoslavya
Yugoslavya kelimesinin etimolojisi: Sırpça, Hırvatça, Boşnakça ve Slovencede “yug” kelimesi “güney”, Yug-o-slav-iya da “Güney Slavları Ülkesi” anlamına gelmektedir. Yugoslavya ilk kez 1839 yılında Sırp tarihçi TeodorPavlovič tarafından ortaya atılan “Güney Slavları Yurdu” anlamında ideolojik bir terimdir ve başlangıçta tüm Sırpların tek bir devlet altında toplanmasını öngören ideolojik planın yani büyük Sırbistan’ın teorik temeliydi.[4]
Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan aralarındaki sorunları bir yana bırakarak Osmanlı Devletine karşı bir cephe oluşturdular. Ekim 1912’de başlayan I.Balkan Savaşı ile kısa sürede Osmanlı kuvvetlerini Makedonya’dan Doğu Trakya’ya çekilmeye zorladı. Büyük Devletlerin araya girmesi ile imzalanan Londra Anlaşmasından (30.Mayıs.1913) umduğu sonucu alamayan Bulgaristan’ın eski müttefiklerine saldırması II. Balkan Savaşı olarak bilinen yeni bir çatışmaya yol açtı. Bu çatışmayı sona erdiren Bükreş Anlaşması ile (10.Ağustos.1913) Karadağ topraklarını genişleterek Sırbistan ile ortak bir sınıra kavuştu. Sırbistan ise Makedonya’nın orta ve kuzey kesimi ile birlikte güneye doğru büyük bir toprak parçası elde etti. Buna mukabil Avusturya’nın baskısı sonucunda Sırp ve Karadağ birliklerinin işgal ettiği bazı topraklar yeni kurulan Arnavutluk’a verildi. Yeni çizilen sınırlar kalıcı bir barış yaratmadığı gibi büyük devletlerin çatışmasını balkanlara kaydırdı. Bulgaristan’ın destek almaya çalıştığı Avusturya, savaşlardan güçlü çıkan ve doğu yönünde yayılma çabaları önünde engel oluşturan Sırbistan’a ders vermek için bahane aramaya başladı.[5] Sırbistan ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasındaki gerginlik, 28 Haziran 1914’de yepyeni bir aşamaya ulaştı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Franz Ferdinand, Gavrilo Prencip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna’da öldürüldü. Bu olayın ardından iki devlet arasında patlak veren çatışma, önceki yıllarda kurulan ittifaklar sisteminin devreye girmesiyle diğer ülkelere de yayıldı. Almanya ve daha sonra İtalya ile Osmanlı Devleti, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yanında;[6] buna karşın Rusya ve Fransa ile sonradan İngiltere, Sırbistan yanında saf tuttular.[7] Birinci Dünya Savaşı bu şekilde başlamış oldu. Savaşın ilk aylarında Sırbistan, Slav uluslarının birlik oluşturması düşüncesini müttefikler karşısında gündeme getirdi. Ancak, bu girişim destek görmedi. İngiltere ve Fransa, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmayı savaş amacı olarak öngörmemişlerdi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rusya’nın Balkanlarda hâkimiyet kurup sıcak denizlere inmesine karşı bir sigorta görevi görüyordu. Kurulacak bir Slav birliğinin, bölge üzerindeki Rus amaçlarına hizmet edeceğini düşünen İngiltere ve Almanları öncelikli düşman olarak gören Fransa, bu fikri uygulamaya koymadılar.
Avusturya’nın ilk iki saldırısını püskürtmekle birlikte 1914–1915 kışındaki tifo salgını ile büyük ölçüde kırılan Sırp ordusu, İtilaf kuvvetlerinden destek alamayınca Avusturya, Alman ve Bulgar birliklerinin 1915 sonbaharında giriştiği harekât karşısında bozguna uğradı ve çetin kış koşullarında Arnavutluk boyunca çekilerek Korfu Adasına sığındı. 1917 Yılının Temmuz ayında Korfu’da bir araya gelen Slav ulusunun temsilcileri Korfu Deklarasyonunu yayınladılar. Buna göre kurulacak Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı Sırp kökenli Karayorgiyevič hanedanı idaresinde anayasal, demokratik ve parlamenter bir monarşi olacaktı. 4.Aralık.1918’de toplanan Meclis ilk oturumunda Sırp-Hırvat-Sloven Krallığının kurulduğunu açıkladı. Sırp Karayorgiyevič hanedanından Peter Kral ilan edildi. 10.Eylül.1919’da imzalanan St. Germain Barış Anlaşması ile bu yeni kurulan devlet uluslararası toplum tarafından tanındı.
Şunu kesin bir biçimde söyleyebilirim ki, Birinci Yugosyavya’nın kurulmasının temelinde yatan düşünce Sırpların, Hırvatların ve Slovenlerin yaşadıkları toprakları ele geçirme planları yapan İtalya, Macaristan ve Avusturya’ya karşı koruma amacıdır.

1929’un başında Kral Aleksandar iktidarı ele geçirmiş ve tüm yetkileri kendinde toplayarak diktatörlüğünü ilân etmiştir. Alexander, aynı ülke içinde yaşayan etnik azınlıkların ancak krala bağlılık duymaları hâlinde birliğin sağlanabileceğine inanmıştır. Etnik, dinsel ve bölgesel partileri kapatarak geniş çaplı baskılara girişti. Parlamentoyu dağıtmış ve anayasayı yürürlükten kaldırmıştır. Bu dönemde ülke dokuz eyalete bölünmüş, Bir süre sonra da ülkenin adı Yugoslavya olarak değiştirdi ve yerel yönetim yapısını yeniden düzenledi. Ancak Alexander’ın Sırp kökenli olması ve eyaletlerin her birinde Sırp nüfusu çoğunluğu teşkil edecek şekilde yapılanmaya gidilmesi ülkede Sırp hâkimiyetini baskın kılarken, diğer Slav milletleri bu durumdan rahatsızlık duymuşlardır.
1930’lu yılların ortalarında Yugoslavya Komünist Partisi de toplumsal düzeyde güçlenmeye başlamıştı. İşçi sayısının artışı ve ulus sorununun yarattığı gerilim Komünist Partiye olan desteği artırıyordu. 1937 yılında Komünist Parti Genel Sekreterliğine Josip Broz Tito seçildi.
I. Yugoslavya, 1929 İktisadi Bunalımı ve bu bunalımın ülkeye olan yansımaları ile ayrıca ortaya çıkan etnik sorunlar nedeniyle ömrü fazla sürmedi ve 8 Temmuz 1941 yılında parçalandı.
Yugoslav Komünist Partisinin başına geçtikten sonra J.Broz Tito işgalci kuvvetlere karşı mücadele verdi.[8] “Partizan”lar olarak adlandırılan Tito önderliğindeki direniş hareketi öncelikle ülkeyi düşman işgalinden kurtarmayı hedeflemekte ardından da Komünist Parti liderliğinde bir yönetim kurmayı amaçlamaktadır. Tito, savaşı kazanmaları halinde Yugoslavya’da yaşayan tüm halklara temsil hakkı verileceğini vaat ediyordu ve bu durum da halk arasında Tito’ya olan desteği artırıyordu.
II. Dünya Savaşı başlarında Yugoslavya’nın izlediği tarafsızlık politikası uzun süreli olamadı. Hükümet 1941 yılının Mart ayında Alman baskısına boyun eğmesi üzerine, askeri bir darbe ile Pavle’nin naipliğine son verilerek genç kralın yönetimi ele geçirmesi sağlandı.[9]
6 Nisan 1941’de Hitler Belgrad’ı bombalamaya başladı. Aynı yılın 17 Nisanında Yugoslav Ordusu teslim oldu. Kral, İngiltere’nin başkenti Londra’ya geçti. Yugoslavya toprakları birkaç parçaya bölündü.
Yugoslavya ordusundan arda kalan bazı birlikler, bozgundan hemen sonra Albay Draža Mihajlović’in[10] önderliğinde Četnikler[11] olarak bilinen çeteleri kurdular. Karadağ’da kukla yönetiminin ilanıyla birlikte yerel ayaklanmalar başladı. İşgale karşı başka direniş odağı da Josip Broz Tito yönetimindeki Yugoslavya Komünist Patisi’nin Temmuz 1941’de başlattığı silahlı ayaklanmayla ortaya çıktı. Partizanlar olarak anılan komünist gerillalar Eylül 1941’de Užice[12] kentini ele geçirdikten sonra Sırbistan ve Bosna’nın bazı yörelerini içine alan bir Sovyet cumhuriyeti oluşturdular. Četnikler’in amacı “Büyük Sırbistan”ı kurmaktı. Federal bir cumhuriyet programı ile ortaya çıkan Partizanlar ise, direnişi bütün ülkeye yayacak bir stratejiyi öngörüyordu. Bu nedenle Četnikler ve Partizanlar arasında sert ve kanlı çatışmalar kaçınılmaz hal alıyordu.

Partizanların Zaferi
Partizanlar, İtalyan, Alman, Ustaša ve Çentik birliklerinin Mart 1942’de giriştiği harekâttan sonra Bosna’nın kuzey-batı kesimini üs edindi. Tito’nun Kasım 1942’de topladığı Yugoslavya Anti Faşist Ulusal Kurtuluş Konseyi[13] direniş hareketinin bütün Yugoslav halklarını birleştirecek bir siyasal programa kavuşmasını sağladı.
Yugoslavya’daki Partizan direnişini sona erdirmek isteyen Almanlar 1942–1943 yılının kışında toptan imhayı hedef alan bir harekât daha düzenlediler. Öncelikle Çetnikleri saf dışı ederek konumlarını sağlamlaştıran Partizan kuvvetleri, ardından Alman kuşatmasını yararak Karadağ’ın Durmitor bölgesine geçtiler. 1943 yılının Mayıs ayında bu bölgeye yönelik ikinci Alman kuşatma harekâtı da boşa çıktı. Üstün Alman birlikleri ile şiddetli çarpışmalardan sonra Partizan kuvvetleri Bosna’nın orta kesimine ulaştı. Bu zafer, Yugoslavya’nın bağımsızlık mücadelesinde bir dönüm noktasıdır.
Tito Asker kökenli değildi. Ama kendisine bu başarısından dolayı Mareşal unvanı verildi. Heinrich Himmler[14] 1944’te Alman Yüksek Rütbeli Subaylarının önünde verdiği bir söylevde şunları söylemiştir. “…Size bir sebat örneği daha vereyim, bu da Mareşal Tito’nun sebatıdır. Şunu da söylemeliyim ki, Herr Broz hem zorlu bir düşman, hem de bir komünisttir. Ve maalesef kendisi bizim düşmanımızdır. Mareşal rütbesini tam olarak hak etmiştir. …”[15]
Mayıs 1944’te Tito’nun oluşturduğu karargâhına yönelik son Alman saldırısını da atlatan Partizanlar, sonraki aylarda işgal kuvvetlerini Sırbistan’a doğru geriletmeye başladı. Aynı sıralarda Alman ordularını izleyen Sovyet Kızıl Ordusu Romanya ve Bulgaristan sınırlarına dayanmış bulunuyordu. Partizan Kuvvetleri ile Sovyet Birliklerinin ortak harekâtı ile Ekim 1944 yılında Belgrad ele geçirildi. Yugoslavya toprakları Partizanların denetimine girerken, son kalan Çetnik kalıntıları da temizlendi.

İkinci Yugoslavya (Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti[16])
İkinci Yugoslavya[17], 1945’te Nazilere karşı yürütülen çetin bir bağımsızlık mücadelesinin sonucunda kuruldu. Doğu Avrupa’daki diğer sosyalist ülkelerin hepsi, bağımsızlıklarını Sovyetlere borçluydular. Bunların hepsinin liderleri, Nazi işgali karşısında Moskova’ya sığınmış; ülkeleri işgalden kurtulunca gelerek devletin başına geçmişlerdi. Yalnızca Tito, halkıyla birlikte aynı tehlikeleri ve acıları göğüslemiş; kendi örgütlediği Partizan birliklerinin başında savaşı bizzat yürütmüştür. Bu yönüyle, KuvayıMilliye’nin başındaki Mustafa Kemal’in eylem çizgisini sürdürmüş gibidir.[18]
Ülkemizde Yugoslavya’ya karşı mevcut ilgiyi besleyen ayrı ve özel nedenler de bulunmaktadır. Bunlardan birisi de, her iki ülkenin de kaderinde önemli bir yere sahip bulunan iki liderin, Mustafa Kemal Atatürk ve JosipBrozTito’nun mücadele çizgilerinde görebiliriz. Kuşkusuz, Atatürk’ün, Tito’da bulunmayan, kendine özgü yanlarının bulunduğu açık bir gerçektir. Ayrıca iki liderin mesleki kökenleri, mücadelelerini çevreleyen koşullar ve ideolojik esin kaynakları aynı değildir. Atatürk, asker kökenli bir anti-emperyalisttir; Tito ise, işçi kökenli bir Marxisttir. Ancak belirtmek gerekir ki Atatürk, asker kökenli olmasına karşın, Tito’dan farklı olarak, devletin başına geçtiği andan itibaren askeri üniformasını bir daha giymemecesine çıkarmış; “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” ilkesine olan derin bağlılığına gerçeklik kazandırmaya büyük özen göstermiş ve bu bağlılığına gölge düşürecek bir görüntüden ısrarla kaçınmıştır.[19]

Kominform[20]
Stalin, 5 Ekim 1947'de "Amerikan emperyalizminin bir aleti" olarak tanımladığı Marshall Planı'na[21] karşıt bir girişim olarak; SSCB, Polonya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Fransa, İtalya komünist partileri liderlerini bir araya getiren Kominform'u kurmuştur. Kominform, görünüşte Marshall Planı'na mukabele amacına yönelik bir adım olarak takdim edilmişse de, gerçekte amacı, dünya ve özellikle Avrupa Komünist hareketinin koordinasyonu ve Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı ertesinde lağvedilen 3. Enternasyonal'in fonksiyonlarını üstlenmekteydi.[22]
Tito’nun sosyalist inşa ve dış politika alanlarında Sovyet etkisi dışında kalma çabaları, çok geçmeden Stalin ile aralarında çatışma doğurdu. Tito’nun 12.Nisan.1948 tarihinde Stalin ve Molotov’a söylediği şu cümlelere göz atarsak aralarındaki fikir çatışmasının hangi boyutta olduğunu rahatlıkla görebiliriz. “Bugünkü ilişkiler geliştirilebilir mi? Evet! Geliştirilebilir ve geliştirilmelidir; çünkü başka çıkar yol yoktur. Başka bir yol, ilişki kurmaya kalkan her iki ülkeye de zarar getirecektir… Bu dönem uluslar arası ortamda devrim hareketleri ile ilgili görüşlerimiz nelerdir ve sosyalizmi kurmak için en iyi yol nedir? Düşünüyoruz ki, Yugoslavya ve benzeri küçük ülkeler, hem iç, hem de dış etkenler şu andaki durumlarında kalmalıdırlar. Yani, tamamen özgür, fakat çeşitli anlaşmalarla hem birileri ile hem de Sovyet Rusya ile sıkı ilişkiler kurmuş olarak… Ve en önemli husus, insanların demokrasisini geliştirmiş oldukları ülkelerde birbirlerine karşı tam güven, anlayış ve işbirliğinin yaratılmasıdır.”[23] Tito’nun bu cümleleri sarf etmesinden yalnızca iki ay geçtikten sonra Yugoslavya Kominform’dan çıkarıldı. Kominform’dan kopuş sürecinde geniş halk desteğine dayanan Tito, Stalin SSCB’sinin Arnavutluk ve öteki Doğu Avrupa ülkeleri ile birlikte uyguladığı “tecrit” politikasına başarıyla göğüs gelerek ayakta kalmayı başardı. Bu dönemde askeri ve mali destek için Batı’ya yönelen Yugoslavya, Sovyet deneyine dayalı ağır sanayi ve kolektivizasyon programlarında uğranan başarısızlıklardan sonra içeride kendine özgü bir sosyalizm uygulamaya yöneldi. Yugoslavya, düşünce özgürlüğü ve çoğulculuk bakımından öteki sosyalist ülkelerden oldukça farklı bir yola girmeye başladı.
Tito, 1952 yılında, Stalin hala hayatta iken şöyle demişti: “Stalin’in asıl güçsüzlüğü, Yugoslavya hakkında kesin bir düşünceye sahip olması ve Yugoslavya’da yeni bir şeyin yaratılmakta olduğunu görmemesiydi. Böyle olumsuz bir önyargı yüzünden bizim devrimimizin karakterinin özünü anlayamadı… 1944’te bile Stalin bizim tüm bunları korkunç bir boğuşma ve çatışma sonucu elde ettiğimizi görmüyordu. İki savaş arasında, uluslar arası işçi hareketinin dünya çapında karşılaştığı kötü sonuçlar ve başarısızlıkların tesiri altındaydı Stalin. Rusya dışındaki her şeye karşı bir güvensizlik yerleşmişti içine… Stalin Rusya dışındaki tüm işçi hareketlerini küçük gördü ve hala görmektedir. Kendi yardımı olmaksızın Yugoslavya’da başarı sağlanacağına inanmıyordu. Hitler’e savaşırken bile bizim savaşçı ruhumuzdan rahatsız olmuştu… O ayrıca kendi otoritesine çok güveniyordu… 1943’ten beri Yugoslavya Komünist Partisinde taht kurmuş olan yeni ruhu görmedi, insanların bizimle her şeyi tartışabildiklerini görmek istemedi. Komünistlerimizin bir şeyi yukardan geldiği için değil de, siyahı siyah olduğu, beyazı da beyaz olduğu için kabullendiklerini hissedemedi.”[24]

İkinci Yugoslavya’nın Dayandığı Esaslar
İkinci Yugoslavya birçok esas üzerine oturtulmuştu. İlk olarak tüm uluslara eşit mesafeli yaklaşan karizmatik lider Tito’yu sayabiliriz. Diğer esasları ise genel olarak şöyle sıralayabiliriz. Yukarda sözünü ettiğimiz Özyönetim ve Bağlantısızlık Hareketi, Federalizm, Sosyalist Piyasa Ekonomisi.

— Josip Broz Tito[25]
Josip Broz Tito, 7.Mayıs.1892 yılında Kumerovec (Zagreb yakınları), Hırvatistan’da doğmuştur. On beş çocuklu yoksul bir ailenin çocuğuydu. Babası Hırvat, annesi Slovendi.
Gençlik yıllarında Trieste, Bohemya ve Almanya’da metal işçiliği yaptı. Çalıştığı yerlerdeki sendikalarda görev aldı. Birinci Dünya Savaşında Avusturya-Macaristan İmparatorluk Ordusu’nda savaştı ve bu esnada Ruslara esir düştü. Rus İç Savaşı’nda Bolşevikler’in safında savaşa katıldı. 1937 yılında Yugoslav Komünist Partisi’nin yeniden teşkilatlanmasıyla görevlendirildi.[26] Hayatının çeşitli dönemlerinde hapis yattı. Alman Nazi birliklerinin Nisan 1941’de Yugoslavya’ya girmesi, aynı zamanda, çok milliyetli bir yapıya dayanan ülkenin parçalanmasına yol açtı. İşgalcilerle işbirliği yapan Hırvat terör örgütü Ustaša’nın giriştiği kıyım, Hersek’teki Sırp köylülerini haziran başlarında kendiliğinden başkaldırmaya yöneltti. Yugoslav komünistleri de Almanya’nın SSCB’ye saldırmasının hemen ardından bir direniş hareketi örgütlemeye başladı. Bir genel ayaklanma bildirisi yayımlayan Tito, Yugoslav halklarını “kardeşlik ve birliğe“ çağırarak bağımsızlıktan sonra halklara eşitlik sözü verdi. Partizan adı verilen gerilla kuvvetlerinin başında yer aldı. Eylül 1943’te 250.000’i aşkın Partizan’a komuta etti.
Tito, yaşadığı çağın bir büyük adamıdır. Tito’nun bir ülkenin değişimine oynadığı ve oynamakta olduğu rol nedir? Tito bir röportajında şunları söylemiştir; “Bir kişiliğin tarihteki rolünün çok önemli olabileceğine inanıyorum.Aksini öne sürmek saçma bir dereceye kadar da gerçeğin reddedilmesi demek olur. Ancak, bir kişiliğin. tarihsel rolü, belli bir anda halkının sahip olduğu bilinçle doğru orantılıdır. Bir kişinin rolü, halkının eğilimlerini yansıttığı ve halkın istediklerini karşıladığı ölçüde önemlidir. Fakat kişilik harekete geçirici bir güç değildir. Gerçekte bu güç halkın kendisidir. Bir kişiliğin karamsar sorunlar ortaya çıktığında bir düzenleyici olarak bazı şeyleri formül biçiminde açıklamasına karşı, onlar bir kişiliği veya bütün her şeyi eyleme kaldırabilirler.“[27]
II. Dünya Savaşından 1980 yılına kadar Yugoslavya Josip Broz Tito’nun yönetiminde kaldı. Tito, 29.Kasım.1943 tarihinde “İkinci Yugoslavya”yı kurdu. Kasım 1945’teki seçimlerde komünistlerin önderliğindeki Halk Cephesinin kazandığı büyük zaferin ardından, Ocak 1946’da federal bir cumhuriyet yapısını öngören yeni anayasa yürürlüğe konuldu. Tito, ülkenin başına geçen liderler arasında “Büyük Sırbistan” oluşturma fikrini gündeme getirmeyen ilk liderdir. O, savaşı “Yugoslavya halkının yabancı düşmanlara karşı verdiği mücadele” olarak tanımlamıştır. Amacı, ülkeyi yeniden inşa etmek olmuştur.
Tito, Almanlara ve Almanya’nın müttefiki olan Hırvatlara, hem de kralcı[28] direnişçilere karşı mücadele verdi. Kralcıları ortadan kaldırmayı başararak, savaştan sonra komünist Yugoslavya’yı yönetti, ancak 1948’den sonra Sovyetler Birliği’nden uzaklaştı.[29]Yugoslavya Komünist Partisinin kurucuları arasında yer aldı. 29.Kasım.1943 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetini kurdu. Ulusal Sosyalizm anlayışını ortaya attı. Bu anlayış Titoizm akımının temelini oluşturdu. Tito, 13.Ocak.1953’te Yugoslavya’nın ilk devlet başkanı seçildi. 1974 yılında ömür boyu devlet başkanlığına getirildi. 1980 yılının 4 Mayısında hayata veda etti.



— Bağlantısızlar Hareketi[30]
Yugoslavya’nın Dünya’da uyandırdığı ilgi, özgün iki oluşum bakımından oynadığı rolle ilgili görünmektedir. Bunlardan birisi, “Özyönetim Deneyi”, diğeri ise, “Bağlantısızlık Hareketi”dir. Bu özellikleri dolayısıyla ülkemizde de Yugoslavya’ya karşı belirgin bir ilginin bulunduğu söylenebilir.[31]
Tarafsızlık politikası 1950’ti yıllarda, iki blok arasında çatışmaları ve anlaşmazlıkları yenme amacıyla, ayrı bir sınıfta kendini göstermeye başladı.
“Bandung[32] ve Belgrad[33] Konferanslarında Bağlantısızlık Hareketin temelleri atıldı. Bağlantısızlık Hareketi, Washington ve Moskova’nın dayatmalarına karşı, dünya halklarının demokratik tepkisini temsil etmek iddiasıyla ortaya çıktı. Ancak, güçlü bir maddi ve kitlesel temele oturamadı. 1964’te Nehru’nun, 1970’de Nasır’ın ölümüyle Bağlantısızlar Hareketi, gücünü önemli ölçüde yitirdi. Tito’nun 1980 yılı başında ölmesiyle, bu konudaki umutlar tümüyle silindi.
Bağlantısızlar Hareketi, birçok bakımdan Mustafa Kemal’in tam bağımsızlıkçı çizgisinin devamı ve “Avrasya Seçeneği” arayışlarının esin kaynağı gibidir. Ne acıdır ki Mustafa Kemal’in ülkesinin, o dönemde Menderes-Zorlu ikilisi tarafından biçimlendirilen dış politikası, Bağlantısızlar Hareketi içinde başlangıçta Batının “Truva Atı” rolünü oynamak biçiminde belirdi. Bu rol, özellikle Bandung Konferansı sırasında somutlaştı. Daha sonraları, Türkiye bu gelişmelerin tamamen dışında kalmak ve giderek karşısında olmak rolünü üstlendi.[34]
Tito, 21.Kasım.1954 tarihinde şu konuşmayı yapmıştır. “Tarihte şimdiye dek gördüğümüzden çok fazla olarak, İkinci Dünya Savaşı, o güne değin eşitliğin esirgenmiş olduğu halklarda eşitliğe doğru büyük bir atılım yapılmıştır. Bu fikir savaş alanlarında bile bizim kavgamızın bayrağında yazılıydı. Şimdi ise tüm ulus tarafından anlaşılmış durumda. Niçin bu ilkeler tüm dünyada uygulanmasın? Savaş sonrası dünyasının insanların eşitliği politikası, bir ülkenin içişlerine karışmama politikası ve tüm insanlığın özgür yollara doğru gitme hakkının tanınması da kapsıyordu. Aslında bu iki ilke aynı gerçeğin iki yolunu simgelemektedir… Evet, söyledik ve tekrar söylüyoruz ki, eğer batı ülkeleri ile olan ilişkilerimize zarar verecekse onlarla olan yakınlığımızı ilerletmeyiz. Şunu unutmasınlar ki (Bunu Sovyet Rusya ve diğer doğu ülkelerine de söylüyoruz), sırf onlarla daha iyi geçinebilmek için Batı ülkeleriyle olan ilişkilerimizi de bozamayız… Hem Doğudakiler, hem de Batıdakiler şunu unutmasınlar ki, dış politikamızda 1948’den beri hiçbir değişiklik yapmadık. Kendi çizdiğimiz bir yol vardır ve her zaman doğrusu ne ise onu söyleriz. Herkes şunu bilsin ki, kimsenin politikasının oyuncağı olmayız, kendi görüşümüz var ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu da anlıyoruz, biliyoruz.”[35]
Tito, bir başka konuşmasında şunları söylemiştir, “Bağlantısızlık siyaseti yalnızca emperyalizmin çöküş süreci ile ulusların bağımsızlık, ulusal özgürlükleri ile barış içinde bir arada yaşama savaşlarında değil, güç siyasetine karşı olan savaşta da ortaya çıkmıştır. Amaç, güç ile baskıya dayanan uluslar arası ilişkiler sisteminin ortadan kaldırılmasıdır.”[36]
— Özyönetim
Kesin ifadesiyle, tam ve saf özyönetim (yahut işçi kontrolü), bütün mülkiyet sahipleri işçi oldukları durumda ve yalnız bu durumda ve bütün işçiler aynı zamanda mülkiyetin sahibi oldukları, işletme yönetim kurullarının seçimine ve işletmenin ekonomik fazlasının dağıtımına eşit biçimde katıldıkları durumda vardır. Özyönetime verilecek böyle bir anlamın öncelikle kapitalizm ile temelden çelişki içinde olacağı açıktır. Çünkü kapitalist sistem açısından özellikle belirlenmesi “hemen hemen evrensel bir ilke olarak bir işletmeyi yönetme -veya geniş olarak denetleme hakkı- bu işletmede kullanılan sermayenin mülkiyetine sahip olma durumundan kaynaklanır.”[37]
Özyönetime geçişi belirleyen yasa 27 Haziran 1950’de yürürlüğe girmiştir. Tito, bu yasaya ilişkin tasarıyı Ulusal Meclis’e “fabrikalar işçilerin, toprak köylülerin” sloganını içeren bir konuşmayla sunmuştur. Özyönetim’in fikir babasıMilovanĐilas’tır.[38]Đilas’a göre, sosyalist ülkelerde, kapitalist sınıfın yerini alan unsur parti ve hükümet bürokrasisidir. Đilas, “Yeni Sınıf“ adını taşıyan kitabında yaptığı eleştiriler ile dikkatleri üzerine çekmişti. Bu yüzdendir ki, Đilas bir kaç yıl sonra tasfiye edilmiştir.
Yugoslavya’nın uluslararası sermayeye açılması, özyönetim sayesinde sağlanması düşünülen demokratikleşme sürecine gölge düşüren ve giderek sözde kalmasına neden olan, en önemli faktörü oluşturmuştur. Bu durum, Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde bir yandan, çok partili yaşama girerken, diğer yandan da Batı sermayesine kapılarını açmasına benzeyen sonuçlar doğurmuştur.[39]
Yugoslavya’da, sınırları giderek genişleyen bir etkinlik kazanan uluslararası sermaye, iktidarını tartışmasız bir konuma yükselttiği ölçüde, özyönetimi ve genel olarak demokrasiyi çarpıklaşmaktan kurtarmak olanaksızlaşmıştır. Bu durumun sonucu olarak, özyönetim uygulamaları, kamusal mülkiyet ile bireysel mülkiyet arasında bir geçiş aşaması işlevi görmesi mümkün olan “grup mülkiyeti” biçiminin oluşumuna ortam hazırlamaktan ibaret kalmıştır. Bu durum, bir yönüyle de “tek ülkede sosyalizm”in, Yugoslavya gibi küçük bir ülkede kurulmasının olanaksızlığını kanıtlayan bir örnek olarak yorumlanabilir.[40]
Yugoslavya, 1964 ve 1965’te aldığı bir dizi önlemle “pazar sosyalizmi” veya “bırakınız yapsınlarcı sosyalizm” olarak tanımlanan bir süreci resmen başlatmıştır. Bu durum o yıllarda, kimi gözlemciler tarafından, “sosyalizmden kapitalizme barışçı geçiş” olarak yorumlandırılmıştır.
Yugoslavya, geleneksel olarak, sosyalist ülkeler arasında bölgesel gelir dağılımı en dengesiz olan ülke konumundaydı. Pazar ekonomisine geçiş bu durumu daha da ağırlaştırmıştır. 70’li yıllarda patlak veren dünya ekonomik bunalımı ve onunla birlikte kabaran neo-liberal dalga döneminde Yugoslavya’ya dayatılan önlemler, istikrarın sağlanmasında belli bir işlevi bulunan Federal hükümetin gücünü büsbütün zayıflatmış ve sosyalizmin ülkeyi birbirine bağlayan en son halkalarının da parçalanmasına neden olan sonuçlar doğurmuştur. Bu durumun sonuçları, bölgesel gelir dağılımındaki adaletsizliğin derinleşmesinde açıkça görülmüştür. 1976’ya gelindiğinde, ülkenin en zengin bölümünü oluşturan Slovenya’nın adam başına ulusal geliri, en yoksul bölümünü oluşturan Kosova’nın adam başına ulusal gelirinin 7 katına yaklaşmış bulunuyordu. [41]
1978’de toplanan 11. Kongre’de de aynı eğilimlerin sürdüğü görülür. Tito’nun da katıldığı ve bir anlamda önderliğini yaptığı bu yeni yöneliş, “demokratik merkeziyetçilik” olarak tanımlanmaktaydı. Komünistler Birliği’nin oluşturduğu platformlarda ısrarla dile getirilen bu eğilimlerin hayata geçirilme şansının sınırlılıkları kısa zamanda görülmüştür.
Yugoslavya’yı uluslararası sermayenin etki alanına sokan koşullar, bu yüzden doğan sorunların çözümünde de başlıca etki kaynağını oluşturmuşlardır. Özellikle, 1970’te başlayan, 1973’ten sonra ağırlaşarak devam eden genel dünya bunalımının Yugoslavya’yı da etki alanı içine alan sonuçları, Tito sonrası dönemde belirgin bir biçimde ağırlaşmış bulunmaktadır. Bu gelişmeler şöyle özetlenebilir: Batı’da başlayan “tüketici devrimi” patlamasının Yugoslavya'yı da etki alanı içine almasıyla 1970’te başlayan iç enflasyonist baskılar, 1979’da petrol fiyatlarındaki hızlı artışın ve dünya ekonomik bunalımının kamçılamasıyla artmış bulunuyordu. Dış ticaret açığı büyümekteydi. Bu gelişmelerin sonucunda, IMF patentli istikrar önlemleri 1980’de sokulmuş ve 1981’de ağırlaştırılmıştır.[42]

— Federalizm
Federal Devlet dendiğinde, kendisini oluşturan yerel birimlerin (federe devletlerin), ilke olarak uluslararası yetkileri olmamasına rağmen, her birinin anayasa, yasama ve yargılama alanında özerkliğe sahip olmaları anlaşılır.[43]
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, 6 Federe devlet ve 2 Özerk Bölgeden, oluşmaktaydı. Sırbistan, Makedonya, Bosna Hersek, Slovenya, Karadağ ve Hırvatistan federe devletleri oluştururken, Voyvodina ve Kosova özerk bölgeleri oluşturmaktaydı.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Komşuları: Güneyde Yunanistan, Güney-Batı’da Bulgaristan, Kuzey-Batı’da Romanya, Kuzeyde Macaristan ve Avusturya, Batı’da Adriyatik Denizi ve Güney Batı’da Arnavutluktur.
Başkentler: Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetinin Başkenti Belgrad’tır. Federe devletlere gelince, Slovenya’nın Ljubljana, Bosna Hersek’in Sarajevo (Saraybosna), Makedonya’nın Skoplje (Üsküp), Hırvatistan’ın Zagreb, Karadağ’ın Titograd (Podgorica), Sırbistan’ın da Belgrad’tır. Özerk Bölgelerden Voyvodina’nınki Novi Sad, Kosova’nınki ise Priştine’dir.

— Sosyalist Piyasa Ekonomisi
Devlet kapitalizmi olmadan, sosyalizm büyük ölçüde güçsüzdür; devlet kapitalizmi olduğunda ise güç kazanır. İkinci olarak, kapital sahibi olmaya odaklaşmak “kapitalizm”de neden vazgeçilebileceğini ve nelerden feragat edilemeyeceğini gösterecektir. Gerçekte sorunun özü de budur.[44]
Piyasa sosyalizminin temel görüşünün yeni bir yön yaratmak istediği söylenebilir. Piyasanın planlanması bizi tümüyle merkezi bir denetimle ve bu nedenle de kocaman, her şeye yetkili, bürokratik bir devletle karşı karşıya bırakacaktır. Bunun tersine piyasa sosyalizmi bürokrasinin kötü bir icraatı, oysa piyasanın ise iyi bir icraatı gerçekleştirdiğini iddia etmektedir. Bu görüş gücünü şu düşünceden almaktadır: Etkisiz, maliyeti yüksek ve her şeyi boğan bürokratik devlet artık yeter! Eğer bürokratik devlet ortadan kaldırılacaksa onun yerine ne konabilir? Yanıtlar genellikle öyle ya da böyle Yugoslavya tipi endüstriyel demokrasiye bağlanmaktadır. Artık piyasa sosyalizminin yandaşlarının üzerinde somut bir biçimde düşünebilecekleri ve somut önerilerde bulunabilecekleri gerçek dünyadan birörnekleri (Yugoslavya’nın özyönetim deneyimi) bulunmaktadır.[45]
Özyönetimin bir adım ilerisi olarak ortaya çıkan Yugoslav tipi sosyalizm “Pazar Sosyalizmi” yani sosyalist sistem içerisinde piyasa ekonomisi kurallarının işletilmesi ancak piyasanın kendi kuralları ile oluşmasına izin verilmeyip Komünist Partinin piyasayı denetlemesi kast edilmektedir.

1965 yılında Pazar Sosyalizmi ile liberalleşme yolunda yeni bir aşamaya girilen Yugoslavya’da 1965 reformlarının temel amacı geri kalmış bölgelerin kalkındırılması ve cumhuriyetler arasındaki gelişmişlik farkının asgariye indirilmesiydi.[46]
Yugoslavya’nın paradoksu sosyalizm, federalizm ve âdem-i merkeziyetçiliğin tek parti idaresinde sürdürmeye çalışmaktı. Cumhuriyetlerin sınırları içerisinde reformlar sonrası, genelinden ayrı kendine yeten pazarlar oluşmaya başladı. Cumhuriyetlerin idarecileri Yugoslavya’nın geneli yerine öncelikli olarak kendi cumhuriyetlerini düşünüp gözetmeye başladılar. Cumhuriyetlerde milliyetçi eğilimler ortaya çıkmaya başladı.
Tito, rejiminin baskıcı yönünü simgeleyen ve yüksek yönetimde Sırpların temsilcisi olan istihbarat örgütü başkanı Aleksandar Ranković’in 1966 yılında görevinden alınmasıyla siyasal alanda da liberalizmin önü açıldı.[47]

Devletin İdari Yapısının Düzenlenmesi ve “Predsedništvo”nun Oluşturulması
Üniversiteli öğrenciler ve işçiler 1960’lı yıllarda gösteriler yaptılar ve “Sosyalist Burjuvazi”yi protesto ettiler. Aynı dönemde Hırvatlar, Makedonlar ve Kosova Arnavutları da milliyetçi eğilimler sahneye koyuyorlardı.
1960’lı yılların sonunda ortaya çıkan özgürlükçü ve milliyetçi akımların oluşturduğu bunalımlara, Tito yönetiminin çözümü, devletin idari yapısını cumhuriyetlerden gelecek temsilcilere ağırlık verecek şekilde yeniden düzenlemek ve Tito’dan sonra uygulamaya koymak üzere kolektif başkanlık konseyi oluşturmak oldu. Altı Federe Devlet ve iki Özerk Yönetim’den gelecek olan birer temsilciden oluşacak olan Predsedništvo, Tito’nun ölümünden sonra ülkeyi yönetecekti. Bu sisteme göre, Cumhuriyetlerdeki yerel komünist parti genel sekreterleri Tito’nun ardından birer yıl Federal Devlet başkanlığı görevini yürüteceklerdi. Yapılan bu düzenleme ile Kosova ve Vojvodina Özerk Bölgelerine diğer altı federe devlete denk haklar tanınmış oluyordu. Bu sistem Tito sonrasındaki dönemde oluşacak sıkıntıların nedenlerinden birisidir. Ülkeyi bir arada tutacak ve federal yönetimin devamını sağlamaya çalışan bir devlet başkanı ortaya çıkmamıştır. Slobodan Milošević göreve geldikten sonra 1989 yılında
Özerk Bölgeleri bu sistemin dışına çıkardı. Kosova’daki Arnavutlar buna sert tepki gösterdi. Milliyetçi Arnavut Devlet görevlileri bu durumu protesto etmek için işi bıraktılar. Artan milliyetçilik ve ekonomik problemler ile güçlü merkezi bir yönetimin olmayışı, Yugoslavya’nın ortadan kalkmasına doğru hızlı bir ilerleyiş süreci ortaya çıkarmıştır.
Ülke etnik ve dini toplumların birbirleriyle çelişen taleplerini uzlaştırmaya çalışırken Sırp milliyetçiliği, ülkenin en egemen siyasetçisi olan Slobodan Milošević’in komutasında, demokrasiyi alt etmişti.[48]

Türkiye – Yugoslavya İlişkileri
Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Politikadaki temel ilkelerini, Gerçeklik, Kararlılık, Eşitlik, Mütekabiliyet ve Yurtta Sulh Cihanda Sulh olarak saymak mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunu takip eden 15 yıllık süre içinde birçok dostluk anlaşması imzalamıştır. Amaç, uluslar arası ilişkileri yeniden kurmak, işbirliğini sağlamak ve Mustafa Kemal’in Yurtta Sulh Cihanda Sulh sözünü esas alan barışçı politikayı etkin kılmaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Politika esaslarına değindikten sonra asıl konumuz olan Türkiye – Yugoslavya İlişkilerine dönebiliriz.
Yugoslavya toprakları yaklaşık 500 yıl Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyetinde kalmıştır. Batı Trakya ve Makedonya’nın elden çıkması ile Osmanlı İmparatorluğu ile bu topraklar arasındaki doğal irtibat kesilmiştir. Birinci Dünya Savaşının taraf ülkelerinden birisi olması açısından Yugoslavya da Lozan Barış Konferansına katılmıştır. Ancak Yugoslavya Lozan Barış Anlaşmasını imzalamamıştı. Bundan dolayı da bir bakıma Türkiye ile Yugoslavya arasında savaş hali devam ediyordu. Bu duruma 28.Ekim.1925 tarihinde Ankara’da imzalanan “Dostluk Anlaşması” ile son verilmiştir. Balkan devletleri ile süren yakınlaşmanın neticesinde Yugoslavya ile yeni bir anlaşma yapılması gündeme geldi. Bu anlaşma uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözülmesi ve dostluğun ötesinde bir saldırmazlık öngörüyordu. Bu anlaşmanın hazırlıkları sürerken Yugoslavya Kralı Aleksandar’ın İstanbul’a gelmesi ve Mustafa Kemal ile görüşmesi iki ülkenin birbirine yakınlaşmasına neden olmuştur. Ayrıca bu ziyaret ve görüşme Balkan Birliği’nin kurulmasına katkıda bulunmuştur.
27.Kasım.1933 tarihinde Belgrad’ta Türkiye ile Yugoslavya arasında “Dostluk Saldırmazlık, Adli Tesviye, Uzlaşma ve Tahkim Anlaşması” imzalanmıştır. Bu anlaşmadan sonra yayımlanan resmi bildiride, Türkiye ve Yugoslavya Dışişleri Bakanları Milletlerarası durumu ve hele Balkanlardaki vaziyeti aralarında görüşerek her iki hükümetin aynı barış ve intizam ilkelerine ve Milletlerarası anlaşmalara saygı gösterilmesi esasına bağlı olduklarını müşahede etmişlerdir. Türkiye ile Yugoslavya arasında yapılan anlaşma zaten aralarında mevcut olan devamlı dostluk ilişkilerini güçlendirecek ve aralarında daha da kuvvetli bağlar kurulmasına temel olacaktır.[49]
Türkiye ile Yugoslavya arasında yapılan bu anlaşmalar ile ilişkiler iyice ilerlemiş oldu. Kurulan bu olumlu diyalogun semeresi 9.Şubat.1934’te Balkan Paktı’nın imzalanmasında alındı.
Balkan Paktı’nın imzalanmasından sonra da Türkiye-Yugoslavya ilişkileri gelişmiştir. 28.Ekim.1936’da Yugoslavya Başbakanı Ankara’ya bir resmi ziyarette bulunmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, bu ziyaret sonrası Türk - Yugoslav dostluğu hakkında gazetecilere şu demeci vermiştir; “Görüyorsunuz ki ve müşahede etmişsinizdir ki, Türk devlet adamları ve Türk Milleti Yugoslav Millet’ine Yugoslav Devletine ve Yugoslav Hükümetine karşı en samimi hisler beslemektedir. Türkiye ile Yugoslavya arasında mevcut sağlam münasebetler, bütün Balkan milletleri arasında mevcut olması iktiza eden münasebetlerdendir. Balkanlar bu ideale doğru ne kadar fazla yükselirlerse, saadet ve terakkileri o nispette artar.”[50]
Yugoslavya Başbakanı’nın ziyaretinden sonra iade-i ziyaret maksatlı olarak, 12.Nisan.1937 yılında Türkiye Başbakanı İnönü ve Dışişleri Bakanı Aras, Belgrad’ı ziyaret etmişlerdir. Bu ziyarette Balkan Birliği üzerine konuşulmuştur.



Balkan Paktı[51]
Balkanlar’da Osmanlıların çöküşünden sonra ortaya çıkan küçük küçük ülkeler, yeni bir emperyalist dalga için kolay av niteliğinde idi. Bunları kendi yanına çekecek bir emperyalist ülke, daha sonra Türkiye’nin sınırlarını da zorlayabilir ve bölgesel tehlike oluşturabilirdi. Kemalist dış politika, her türlü emperyalist girişime karşı bölge ülkelerinin katılımı ile bir dostluk ve dayanışma paktı önerisini gündeme getirdi.[52] Türkiye, her dönemde ve uluslar arası sistemde Balkanlarda sürekli olarak istikrar arayışı içinde oldu ve daima koyu bir statükocu politika izledi.[53]
Balkan Birliği’nin nazari öncülüğüne merkezi Cenevre’de buluna Milletlerarası Barış Bürosu yapmıştır. Bu büronun 6–10 Ekim 1929 tarihlerinde Atina’da düzenlediği Evrensel Barış Kongresinde Yunan devlet adamı ve eski Başbakan M.Papanastasiou bir Balkan Birliğinin kurulmasını teklif etmiştir. Bunun üzerine Kongre Balkan devletleri arasında gayri resmi mahiyette olan bir konferansın toplanmasını kararlaştırmıştır. İlk Balkan Konferansı Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan temsilcilerinin katılmasıyla 5.Ekim.1930’da Atina’da toplanmıştır. İkinci Balkan Konferansı Ekim.1931’de İstanbul’da toplanmıştır. Birinci konferansta daha çok Balkan devletleri arasındaki işbirliğini sağlayacak teşkilatlanma meseleleri üzerinde durulduğu halde, İkinci Konferansta esas meseleler ele alınmıştır. Ancak, revizyonist ve anti-revizyonist tutumların balkan devletleri arasında da görünmeye başlanması bu konferansın bir Balkan Paktı hazırlamasına engel olmuştur. Bununla beraber, konferansta çatışmalara sebep olacak meseleler bir kenara bırakılarak ekonomik, teknik ve kültür konularında işbirliğini sağlayacak bazı kararlar alınabilmiştir. Konferansta azınlık meselelerine de temas edilmiş ve bir Saldırmazlık Paktı ve uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözülmesi için antlaşma tasarısı hazırlanması konusu tartışılmıştır.
Bükreş’te 23–26 Ekim 1932’de toplanan Üçüncü Balkan Konferansını, Bulgaristan azınlık meselelerinin kendi istediği şekilde halledilmemesi üzerine terk etmiştir. Bu yüzden, Balkan Paktının imzalanması yeniden tehlikeye düşmüştür. Konferansın diğer beş üyesi daha az çatışmaya sebep olan ekonomik ve sosyal meseleler üzerindeki çalışmalarına devam etmişler ve Balkan devletleri arasında bir Gümrük Birliği kurulmasını görüşmüşlerdir. Bu konferansın sonunda katılan ülkeler arasında bir Balkan Birliği kurma fikri gittikçe güçlendi. Bunu en çok destekleyen ülke Türkiye oldu. Çünkü Türkiye kuvvetli bir güvenlik sistemi kurmak istiyordu.
Dördüncü Balkan Konferansı 5–11 Kasım 1933’te Selanik’te toplandığı zaman siyasi çevrelerde Balkan meselelerinin resmi olmayan konferanslar yoluyla halledilemeyeceği kanısı güçlenmişti. Nitekim 1933 yılında Balkan Birliği’ni kuracak olan Anlaşmanın hazırlanması için devlet adamları bir diplomatik faaliyete girişmişlerdi. Bulgaristan’ın revizyonist emellerden vazgeçmesini ve Pakta katılmasını sağlamak, bu siyasi faaliyetin başlıca hedefini teşkil etmişti. Öte yandan Bulgaristan da amacına ulaşmak için bazı Balkan devletlerini kendi tarafına çekmeye çalışıyordu. Balkan devletleri arasında Arnavutluk’tan başka, Bulgaristan’ın tarafına kayabilecek tek ülke Yugoslavya idi. Bulgaristan da Yugoslavya’nın desteğini sağlamak için onunla temas halindeydi.
1934 yılının Şubat ayı başında Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya Dış işleri Bakanları Belgrad’ta toplanmışlar ve Balkan Paktı’nın tasarısını hazırlamışlardır. Hazırlanan bu tasarı 9.Şubat.1934 tarihinde Atina’da imzalandı ve Balkan Paktı kurulmuş oldu.
Anlaşmanın esas hükümleri üç kısa madde etrafında toplanmıştır. Bu maddeler şöyledir:
“Madde 1 – Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya bütün kendi Balkan hudutlarının emniyetini mütekabilen tekeffül ederler.
Madde 2 – Yüksek akitler bu itilafnamede tayin edilmiş olan menfaatlerini ihlal edebilecek ihtimaller karşısında alınacak tedbirler hakkında birbiri ile görüşmeyi taahhüt ederler. Onlar bu misakı imzalamamış olan diğer herhangi bir Balkan memleketine karşı, birbirine evvelden haber vermeksizin siyasi hiçbir harekette bulunmamayı (…) taahhüt eylerler.
Madde 3 – Bu itilafname bütün akit devletlerce imzalanır imzalanmaz mer’iyete girecek ve mümkün olduğu kadar çabuk tasdik edilecektir.”
Balkan Paktı, bunu imzalayan devletlerin Balkanlardaki sınırlarını korumak ve bölgedeki revizyonist devletlere karşı alınmış bir tedbirdi. Arnavutluk’un bu Paktın dışında kalmasının nedeni ise, İtalya’ya tabi bir devlet olması bağımsız bir politikasının olmaması idi.
Balkan Paktı devletlerinin başarıları Pakt’ın 1936 yılından itibaren hızlı bir şekilde gelişmeye başlayan büyük devletlerin iktisadi ve siyasi yayılma ve nüfuz politikası karşısında çözülmesini önleyememiştir. Almanya Balkanları ve Orta Doğu’yu iktisaden boyunduruğu altına almaya başlamış, İtalya ise Balkan devletlerini birbirinden ayırmak için siyasi tertiplere girişmişti. Balkan devletleri gittikçe Almanya’ya yakınlaştı. Bunun yanında Yugoslavya ile Bulgaristan arasında imzalanan dostluk anlaşması Pakt’ı temelden sarstı. Bu gelişmeler yaşanırken Pakt’ı korumak için en çok çabayı gösteren ülke Türkiye olmuştur.

Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Parçalanmasının Nedenleri
Yugoslavya’nın yıkılmasının nedenlerini ikiye ayırarak incelemek yerinde olur. Birincisi iç etkenler, ikincisi de dış etkenlerdir. İç etkenleri çok uluslu etnik yapı, ekonomik nedenler, dini ve kültürel etkenler, milliyetçilik olarak saymak mümkündür.

İç Etkenler
— Çok Uluslu Yapı: Yugoslavya birçok etnik yapıda topluluğu bünyesinde barındırmaktaydı. Bu kadar çok etnik yapıyı bir arada tutmak için eşi görülmemiş bir sistem öngörülmüştü. Yugoslavya’yı oluşturan federe devletlerin uluslarının yararlandığı kültürel haklardan azınlık olarak kabul edilen halklar da yararlanıyordu. Bu halklara örnek olarak Türkleri, Arnavutları sayabiliriz. Bu çok uluslu yapı Tito’nun ölümünden sonra gelen politikacılar ve başarısız politikaları nedeniyle bozuldu.
Balkan ve özellikle eski Yugoslavya toplulukların farklı etnik birleşimlerden kaynaklanmaları, dinsel açıdan zıt ve rakip mezhep ve dinlere mensup bulunmaları da milliyetçiliğin gelişmesine ve biçimlenmesine neden olmuştur. Ortodoks olan Sırplar ve Karadağlılar, kültürel ve dini açıdan Hırvat ve Slovenlerden ayrılık göstermektedirler. Bosna Savaşı sırasında Ortodoks Yunan 5 bin milisin Sırplar safında savaşması Ortodoks birliği ile Katolikler ve Müslümanlar arasındaki derin ayrılığı göstermektedir.
— Dini ve Kültürel Nedenler: Yugoslavya topraklarında yaşanan savaşlar din savaşı değildir ancak taraflar din faktörünü bu savaşın kendilerinden olmayanlara karşı yapıldığını öne sürerken fazlasıyla kullanmışlardır. Dini farklılıklar milliyetlerin ve kültürlerin bir parçası olarak iç politika malzemesi yapılmıştır. Sırp Ortodoks Kilisesi ve diğer Ortodoks halklar dini sebeplerle Sırp ve Karadağlılara; Hıristiyanlığın Batı Avrupa yorumu olan Katolik ve Protestan Kiliseleri ve toplulukları da yine dini sebeplerle Hırvat ve Slovenlere sempati duymuşlardır. Din faktörü, bu savaşta sadece etnik ve kültürel kimliğin parçası olarak tamamlayıcı ve tali bir faktördür.
— Ekonomik Nedenler: Yugoslavya’yı oluşturan federe devletler arasında yaşam standardı açısından çok büyük fark vardı. Slovenya ve Hırvatistan yaşam standardının en yüksek olduğu devletlerdi. Yugoslavya’nın güneyindeki devletler ise, ülkenin girdiği ekonomik krizden kurtulmanın bir yolu olduğuna inanıyorlardı. Devletler arasındaki bu farklılık sömüren-sömürülen tartışmasını doğurdu. Nispeten zengin devletler daha fakir olan devletlerin yükünü taşıdığını iddia etti. Fakir devletler de sömürüldüklerini ileri sürdü.
Yugoslavya, geleneksel olarak, sosyalist ülkeler arasında bölgesel gelir dağılımı en dengesiz olan ülke konumundaydı. Pazar ekonomisine geçiş bu durumu daha da ağırlaştırmıştır. 70’li yıllarda patlak veren dünya ekonomik bunalımı ve onunla birlikte kabaran neo-liberal dalga döneminde Yugoslavya’ya dayatılan önlemler, istikrarın sağlanmasında belli bir işlevi bulunan Federal hükümetin gücünü büsbütün zayıflatmış ve sosyalizmin ülkeyi birbirine bağlayan en son halkalarının da parçalanmasına neden olan sonuçlar doğurmuştur. Bu durumun sonuçları, bölgesel gelir dağılımındaki adaletsizliğin derinleşmesinde açıkça görülmüştür. 1976’ya gelindiğinde, ülkenin en zengin bölümünü oluşturan Slovenya’nın kişi başına ulusal geliri, en yoksul bölümünü oluşturan Kosova’nın kişi başına ulusal gelirinin 7 katına yaklaşmış bulunuyordu.[54]

— Milliyetçilik: Avrupa’da Milliyetçilik 18.y.y.’da önceden başka hiç örneği olmadan çıkmadı ortaya. Ulusun diğer bütün bağlılıklarından daha önce var olduğu ve onların önüne geçmesi gerektiği düşüncesinin daha eski, mevcut devletlerin eleştirisinden kaynaklanan bir tarihi vardı. Ancak burada asıl mesele, böyle bir düşüncenin nasıl olup da milyonlarca insanın desteğini toplayan bir programa-ya da daha çok birbiri ile rekabet halindeki bir dizi programa- dönüştüğü ve Avrupa’da yüzlerce devrimci duruma gerekçe oluşturduğudur. 16.y.y.daki Protestan reformu sırasında özellikle yerel yönetimler ya da prensliklerin, müttefiki Katolik papa’ya karşı koyarak feodal beylere meydan okuduğu kutsal Roma-Germen imparatorluğu Habsburg topraklarında, dinsel ve siyasal özerklik talepleri çoğu zaman birbiriyle çakışıyordu.
Tıpkı sonradan ulusal Protestan kiliselerinin İngiltere, İskoçya, Felemenk ve İskandinavya’da devletleri daha güçlü bir hale getirmesi gibi Rusya, Sırbistan ve Yunanistan’da da yerleşik Ortodoks kiliseleri devlet iktidarına güç kazandırdı. Peki, neden gelişip güçlendi milliyetçilik? Çünkü ulusal nüfustan eskisine göre çok daha fazla insan malzeme ve kaynak sağlanmasını gerektiren savaşlar karşısında, Avrupa devletlerini yöneten kadınlar ile (çok daha büyük bir ağırlıkla) erkekler, eskisine göre çok daha geniş kaynaklar üzerinde hak iddia etmekte ve çok daha fazla kaynağı kendine bağlamaktaydı.[55]
Balkanlarda 19. yüzyılın başlarında Ulus kavramı şekillenmeye başladı. Balkanlarda oluşan ulusal bilinç Osmanlı İmparatorluğunu bölgeden kovmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonunda Doğu Avrupa’da çok milletli imparatorlukların çöküşü yeni ulus devletleri ve yeni ulusal azınlıkları üretti. Bu süreçten en fazla etkilenen Avrupa bölgesi Balkanlar oldu. Savaş sonrasında Balkanlarda milliyetçi bilinç ve hareketler daha da güçlendi.
Hırvatlar, ortak bir kültür dilini paylaştıkları Sırplardan dinsel açıdan ayrılıyordu: “Katolik Hırvatlar, Ortodoks Sırplara karşı”. Ayrıca bu iki millet arasında alfabe yönünden de bir farklılaşma vardı. Mazzini’nin “her millete bir devlet” sözü Balkanlarda gerçek hayata uygulanınca çok sayıda masum insan katliamlara kurban oldu. Sırbistan’ın “Büyük Sırbistan” hayali, bu yolda önlerinde engel olarak gördükleri Boşnakları soykırım ve etnik temizliğe tabi tuttu.
Balkanlarda çıkan çatışmaların nedeni etnik ve dini nedenlerden kaynaklanmaktadır. Ancak bu ayrımı yapmak çok zordur. Yugoslavya’da bu iki kavram yani etnik kimlikler ve dini faktörler iç içe geçmiştir. Yugoslavya’da farklı etnik kökenlerden gelen, çeşitli dinlere mensup insanları bir arada tutan ve aralarında çatışmalara fırsat vermeyen otoritenin daha da zayıflamasıyla federasyon çatısı altındaki halklar yeni arayışlar içine girmişlerdir. Böylece, eşitsizliğe karşı başkaldırma eğilimi güçlenmiş ve milliyetçilik duyguları yeniden ön plâna çıkmıştır.
Tito’nun ölümü sonrasındaki dönemde ekonomik kötüleşme ve etnik huzursuzluklar dönemi belirledi. 1981 yılındaki Kosova’daki Arnavut topluluğunun ayaklanması gelecek olayların habercisiydi. 1982 gibi erken bir tarihte birçok politikacı, yeni oluşumlar ve olası birçok partili sistemden söz etmeye başlamıştı. Milliyetçi hareket 1980’lerin ortasında Sırbistan’da biçimlenmeye başladı. 1989’da görülen ekonomik ve siyasi bunalım, cumhuriyetler arasında ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Aynı yıl doğu bloğunda görülen yenileşme hareketleri Yugoslavya’ya da yansıdı ve 1990’da çok partili düzene geçildi. 1990’da yapılan seçimlerde, Sırbistan ve Karadağ’da komünistler, Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya’da ise milliyetçi partiler yönetime geldi. Bosna-Hersek’te ise, Sırp, Hırvat ve Boşnak milliyetçi partilerinden oluşan bir koalisyon kuruldu. Milliyetçiliğin güç kazanması ile üst kimlik olan “Yugoslav Kimliği” yok oldu. Yugoslav kimliği yok olunca kendisini bu kimlik ile ifade eden insanlar kendi alt kimliklerine dönmek zorunda kaldılar. Bu durumun yaşanması halkı kendi içinde böldü.
Kendisi aslında milliyetçi olmayan Slobodan Milošević[56], siyaseti gereği kendisine milliyetçi bir görünüm de verdiği ve de rakipleri tarafından komünist dönemin en gözde suçlaması milliyetçilikle itham edildiği için aşırı milliyetçi bir lider olarak dünya medyasında lanse edilmiştir. Bu suçlama kendilerin göre ayrılık gerekçeleri olan, ancak halk tarafından kabul görecek gerekçe olarak da Sırp tehlikesini kullanan Sloven, Hırvat ve Arnavut liderlerce hemen kabul gördü ve Batı’ya aktarıldı.
Slobodan Milošević, Federasyon içinde ezildikleri ve dışlandıkları hissi verilen “Sırp Halkı”nın bu duygu yoğunluğunu kullanmış ve ileri boyutlara taşımıştır. Birinci Kosova Savaşı'nın 600'üncü yıldönümü nedeniyle savaşın yapıldığı bölgeye giden Milošević, burada yaklaşık bir milyon Sırp’a seslenmiştir. Kalabalığa, bundan sonra kimsenin Sırplara zarar veremeyeceğini vaat eden Milošević, Belgrat’a döner dönmez de Kosova'nın özerkliğini iptal etmiştir. Milošević bu aşamadan sonra milliyetçi bir tavır sergilemeye başladı. 1990 yılında yapılan seçimlerde Milošević şu sözleri sarf etmiş ve pozisyonunun ne olduğunu açıkça göstermiştir. “Yugoslavya’dan ayrılmak isteyenler bulunmaktadır, biz Sırplar ise Yugoslavya’yı asla bırakmayacağız, bir yerde tek bir Sırp bile olsa orası Sırbistan’ın parçasıdır, tüm Sırplar tek çatı altında olacaktır.”

Dış Etkenler
Soğuk Savaşın bitişiyle birlikte Batı için Yugoslavya’nın stratejik önemi kalmadı. Yugoslavya’ya verilen mali krediler kesildi. Ayrıca Batı’nın Yugoslavya’nın totaliter rejimine olan bakışı değişti. Berlin Duvarının yıkılmasıyla onun temsil ettiği iki kutuplu dünya düzeni sona erdi. Ancak ABD’nin askeri harcamalarını artırması, Orta Asya’da ve Orta Doğu’da askeri diplomasi aracılığıyla nüfuz kazanması, NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ile aslında yeni bir dünya düzeni ve güç dengesi oluşuyordu. Yeni dünya düzeninin oluşumu beraberinde Sıcak Savaşları getirmiştir.
Başlangıçta ABD’nin Balkanlar ile ilgili bir planı ve bir ilgisi yoktu. Onlara göre Yugoslavya meselesi de Avrupa’nın meselesiydi. 1990’larda Körfez Savaşı nedeniyle dikkatler Ortadoğu’ya çevrilmişti. Daha sonra ABD, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB)’nin yıkılmasıyla Balkanlarda oluşan “güç boşluğu”nu doldurmak ve dünya hâkimiyetini ele geçirmek için gözünü bölgele dikti. ABD’ye göre, Rusların desteğine sahip olan Sırpların bölgede kaybetmesi gerekiyordu. Slovenler ve Hırvatlar ise, ABD’nin değil müttefikleri olan, özellikle iktisadi açıdan ABD’ye rakip olmaya ve ona karşı bir güç olmaya çalışan Avrupa’nın arka bahçesi konumundaydılar. Dolayısıyla ABD açısından amaçlarına en uygun araçlar Boşnaklar ve Arnavutlar olarak ortaya çıkıyordu. Bu yüzden ABD Bosna’ya, Afganistan gibi yerlerde savaşmış, iyi savaşçı ve acımasız olarak bilinen 4 ila 5 bin mücahit gelmesini sağlamış veya izin vermiştir. Arnavutlar da ABD tarafından desteklenmiş ve Sırbistan’ı etkisizleştirmek etmek için kullanılmıştır.
1991'de Sovyetlerin yerini alan Rusya Federasyonu, Yugoslavya Krizleri'nin ilk çıktığı sıralarda Uluslararası Toplum'la birlikte hareket etmesi kendisinin olayların gidişatına etkisini büyük ölçüde sınırlandırdı. Genel olarak, Rusya'nın Bosna Savaşı'nda yürüttüğü dış politika, Temas Grubu'na katılmak, krizlerin çözümüne yönelik neredeyse hiç birinin kabul görmediği girişimlerde bulunmak ve Sırplar ile Uluslararası Topluluk arasında bir tür arabuluculuk rolü oynamaktan ileriye gidemedi.
Rusya Federasyonu’nun, çıkan Kosova Krizi sırasında yürüttüğü politikayı daha cesur ve bağımsız kıldı. Kremlin, NATO müdahalesini kendisinin kuşatılması için atılmış bir adım olarak yorumladı ve bütün gücüyle müdahaleyi uluslararası örgütler ve hukuk açısından bir kriz olarak göstermeye çalıştı. Sonuç olarak, Sırbistan’ın Kosova üzerindeki fiili egemenliğini yitirmesiyle sonuçlanan NATO müdahalesi, Rusya'nın Batı ve özellikle NATO ile olan ilişkilerine büyük darbe indirdi.

Yugoslavya’da Savaşlar ve Cumhuriyetlerin Ayrılması
1. Slovenya’nın Bağımsızlığı[57]
Slovenler 1.Aralık.1918’de kurulan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı içinde yer almışlardır. Daha sonra “Tito Yugoslavyası”nın kurulması ile Slovenya, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetinin bir federe devleti olmuştur. Slovenya 1960’lı yılların ikinci yarısından sonra komşuları Avusturya ve İtalya ile olan bağlarını kuvvetlendirmiştir. Hırvatistan ile birlikte Avusturya, İtalya, Almanya ve Macaristan’ın bazı eyaletlerinin dâhil olduğu “Alp-Adriyatik Çalışma Grubu”na katılarak dış ticaretini geliştirmiştir. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin toplam nüfusunun yalnızca yüzde sekizini oluşturan Slovenya, ülkenin gayrı safi yurtiçi hâsılasının üçte birine sahipti. Kuşkusuz Slovenya’nın bu refah seviyesine ulaşmasında komşuları ile girdiği iyi ilişkiler ve dış ticaretin payı büyüktür.
J.Broz. Tito’nun 1980’de ölmesi Yugoslavya’yı lidersiz ve başsız bırakmıştır. Karizmatik ve saygın liderin yokluğunda, Yugoslavya başkanlığın her yıl dönüşümlü olarak bir üyeye geçtiği dokuz kişilik bir konsey tarafından yönetildi.[58] Bu mutabakat sağlanamayacak başkanlık sistemi merkezi hükümeti zayıflattı ve cumhuriyetler ile özerk bölgelerin hükümetlerinin güçlenmesini sağladı. Sloven liderler 80’li yıllar boyunca ekonomik sebeplerle Yugoslavya’dan ayrılmaya çalışmışlardır. 1989 yılının ortalarında Slovenya’da baş gösteren Komünist Parti’den Sosyal Demokrat Parti’ye geçiş olayı ilk defa plüralizmin Yugoslavya’da ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu olay, Yugoslavya için sonun başlangıcına doğru giden bir yol açtı. Cumhuriyetler arasındaki gerginlik 1989'un Mart ayında Sırbistan'ın Sloven mallarını boykot etmesiyle hızlandı. Sırbistan yönetimi, Sloven mallarına boykot kararı almasına, Slovenya'nın Kosova Arnavutlarına destek verdiği iddiasını gerekçe gösterdi.[59]
1990 seçimlerinde Hırvatistan ve Slovenya’da iktidara geçen sağcı partiler, yoksul federe devletleri sırtlarında taşıdıkları bir yük gibi gördüklerinden onlardan ayrılarak Avrupa Birliği ile ilişkilerini sıkılaştırma arayışı içine girdiler. Artan gerginlikler sonucunda Slovenya, federal bütçeye yaptığı ödemeleri durdurduğunu ilan etti. Hemen ardından, 2 Haziran 1990’da Slovenya, dış ve ekonomik ilişkiler ile hukuk işlerinde bundan böyle federal devletten bağımsız hareket edeceğini açıkladı.[60]
Slovenya hükümeti yaptığı reformlarla ülkeyi Avrupa Birliği’ne uygun hale getirmeye çalışıyordu. Slovenya, ülkesinde bağımsızlık referandumu düzenleyerek amacına giden yolda en son hamleyi gerçekleştirdi. Referandumun sonucu hiç şaşırtıcı değildi: federasyon birimlerinden en gelişmişi ve zengini olan, Avrupa’ya dinî/kültürel yakınlığı ile bilinen Katolik Sloven halkı % 88,5 oy oranıyla bağımsızlığa “evet” dedi.
25 Haziran 1991 Slovenya bağımsızlığını ilan etti. Ülkede bulunan ve Yugoslav ordusuna ait olan kışla, Belgrat’tan gelen direktiflerle Slovenya’nın federasyondan ayrılmaması için harekete geçti. Böylece savaş başlamış oldu. On günün ardından savaş sona erdi ve Yugoslav birlikleri Slovenya’yı terk etti.[61]
Slovenya’nın bu ayrılışı Yugoslavya’nın dağılma sürecinin ilk aşaması olmuştur.
Slovenya, Yugoslavya Federasyonu içinde çatışmaların ve huzursuzlukların en az yaşandığı, en şanslı cumhuriyet olarak nitelendirilebilir. Bunun başlıca nedenleri, bu cumhuriyetin etnik doku bakımından daha homojen bir yapıya sahip olması ve Batı Avrupa ülkeleri ile olan tarihi ve dinî bağlarından dolayı bu ülkelerden sürekli destek almasıdır.

2. Hırvatistan’ın Bağımsızlığı[62]
Hırvatistan'da da öncü Slovenya’yla eşzamanlı olarak 1990 Mayıs'ında çok partili seçimler ve ülkenin egemenliğini yasalaştıran anayasa değişiklikleri gerçekleştirilmiştir. Seçimleri Franjo Tudjman önderliğindeki Hırvat Demokratik Birliği (HDB) kazanıp parlamentodaki çoğunluğu sağladı. Franjo Tudjman 1990’da Hırvatistan Cumhurbaşkanı seçildi.
Tudjman hükümeti 1990 sonbaharı boyunca, Hırvat Ulusal Savunma Gücü denilen yeni kolluk kuvvetini gelecekteki bağımsız Hırvatistan devletinin ordusuna dönüştürmek amacıyla gizli ve geniş çaplı bir yasadışı silah kaçakçılığı operasyonu düzenledi. O dönemde dönüşümlü başkanlık görevini Sırbistan adına yürüten Borislav Joviç, JNA’[63]ya paramiliterleri silahsızlandırma talimatı verilmesinin önerdi. Yugoslavya Başkanlık Konseyinin Hırvat üyesi Stipe Mesiç (2000 yılında Tudjman’ın ardından Hırvatistan Cumhurbaşkanı oldu.) ince bir diplomasi ile bu emre “yasadışı” kelimesinin ekletmeyi başardı. Böylece Hırvatistan’da paramiliterlerin yasadışı olmadığı argümanına dayanarak emri yerine getirmeme olanağını elde etti.
Hırvatistan’ın Yugoslavya’dan ayrılması, Sırp nüfusu da Sırbistan’dan ayırıp götürmesi anlamına geliyordu. Bu nedenle Hırvat bağımsızlığına karşı Belgrad’ın verdiği cevap çok daha sert oldu. Hırvatistan’ın Belgrat ile gerginliğe, sonradan da savaşa neden olacak sorunlu ilişkilerin asıl nedeni bilindiğinin aksine Hırvatistan’ın Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nden çıkması değil, Hırvatistan Federe Birimi içinde kalan Sırp azınlığı olmuştur. Hırvatistan’ın federasyondan çıkmasına karşılık, nüfusun %12'sini oluşturan Sırplar, referandum düzenleyip Sırp Özerk Krajina Bölgesini kurdular. Sonraki gelişmelerde de Sırbistan’la birleşmek istediklerini ortaya koydular. Buna karşılık Hırvatistan Cumhurbaşkanı Tudjman “kendi öz topraklarımızı hiç kimseye kaptırmayız” politikasıyla, Sırp azınlığa baskı uygulamaya başladı. Taraflar arasında yaşanmaya başlayan küçük silahlı çarpışmalar JNA' nın olaya müdahil olmasıyla geniş çaplı çatışmalara dönüştü.
Çatışmalar Avrupa ülkelerinin baskısı üzerine durakladı ve bölgeye gönderilen BM Barış Gücü Hırvatlar ile Sırplar arasında tampon görevini üstlendi.
1991’de Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan edince, Almanya, çok açık ve aktif destek verdi; Ayrıca, bu cumhuriyetlerin bağımsızlıklarının tanınması yolunda müttefiklerine baskı yapmaktan da geri kalmadı. Almanya’nın desteği, Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarına kavuşmalarında çok büyük bir rol oynamıştır.

3. Makedonya’nın Savaşsız Ayrılışı[64]
Yugoslavya’nın geri kalmış Cumhuriyetlerinin en küçüğü ve fakiri olan Makedonya, iktisadi ve siyasi bakımdan tek başına varlığını sürdürebilecek durumda değildi.
Makedonya’da 1990’ın sonunda yapılan çok partili ilk genel seçimler sonrasında, komünistlerin azınlıkta olduğu bir koalisyon hükümeti oluşturulurken, Makedonya’nın hassas dengelerinin bilincinde olan ve milliyetçiliğe karşı ulus-ötesi bir söylemi öne çıkaran eski Makedonya Komünist Partisi Genel Sekreteri Kiro Gligrov Cumhurbaşkanı seçildi. Yugoslavya’nın 1991’de alevlenen iç çekişmelerinde Makedonya, genelde uzlaşmacı ve ılımlı bir politika takip etti. Makedonya’nın çıkarlarını federasyon içinde kalınarak daha iyi korunacağına düşüncesi toplumda genel kabul görüyordu. Ancak Makedonya’nın, Yugoslavya’nın diğer Cumhuriyetlerinde yaşanan gelişmelere daha fazla seyirci kalamayacağı da açıktı. Slovenya ve Hırvatistan’ın 1991 Haziran ayında bağımsızlıklarını ilan ederek Federasyondan ayrılmaları ve hemen ardından patlak veren çatışmalar Makedonya’da Sırp hegemonyası altına girme kaygısı yarattı.
Makedonya liderliği ülkenin geleceğini belirlemek için halk oylaması yapmayı karalaştırdı. 8 Eylül 1991’de, Arnavut azınlığın boykot ettiği referandumda, oylamaya katılanların %90’ı tercihlerini bağımsızlıktan yana kullandı.
17 Eylül 1991’de Makedonya parlamentosu, ortamın karışıklığını fırsat bilerek Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilan etti. Bu aşamadan sonra Makedonya BM güçlerinin ülkeye gelmesini sağladı ve JNA’ nın çekilmesini istedi. Mart 1992’de Federal Ordu, Makedonya topraklarından tamamen çekildi.

4. Bosna-Hersek’in Bağımsızlığı[65]
Bosna-Hersek Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetler arasında etnik yapısı en karmaşık olan cumhuriyettir. 1991’deki nüfus sayımına göre, toplam 4.760.000’luk Bosna- Hersek nüfusunun yüzde 44’ünü Müslümanların, yüzde 31’ini Sırpların, yüzde 17’sini Hırvatların ve yüzde 6’sını ise kendilerini “Yugoslav” olarak tanımlayanların oluşturduğu tespit edilmiştir.
1990 yılında ülkede yapılan çok partili seçimlerde, Müslümanların kurmuş olduğu “Demokratik Eylem Partisi” çoğunluğun oyunu almış, partinin başkanı Alija İzzetbegoviç Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Seçim sonuçları ülkedeki derin bölünmeyi yansıtır nitelikte olmuştur. Bu seçimde Müslümanlar yüzde 36, Sırplar yüzde 30, Hırvatlar ise yüzde 18’ini almıştır. Bu oran Müslümanların tek başına iktidar olmasına yetmemiştir. Ülkenin başına milliyetçi partilerden oluşan 3’lü bir koalisyon geçmiştir. Ancak iktidardaki partiler arasında görüş birliği olması imkânsız gidiydi. Zira hepsinin programı farklı ve birbiriyle çoğu noktada zıttı. Partiler arasında yaşanan bu çatışma devlet kurumlarına da yansımıştır.
Bosna-Hersek Parlamentosu 15 Ekim 1991’de bağımsızlık kararı almıştır. Bu karar 29 Şubat ve 1 Mart 1992’de yapılan referandumlar ile Müslümanların ve Hırvatların büyük çoğunluğu tarafından onaylanmış ve bundan iki gün sonra 3 Mart 1992’de Parlamento resmen bağımsızlık ilân etmiştir. Bağımsız Bosna-Hersek Cumhuriyeti 6.Nisan.1992’de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınmıştır. 22.Mayıs.1992’de de ülke Birleşmiş Milletlere üye olmuştur.
Bosna-Hersek’in bağımsızlığı Hırvatistan’ınkinden farklı olmuştur. Uluslar arası kamuoyunun tahmin etmediği sonuçlar doğmuştur. Federal Ordu tarafından desteklenen Sırplar, Avrupa’nın merkezi diye tabir edeceğimiz bir bölgede etnik temizliğe[66] girişmişlerdir.
Eylül 1991’de Milošević’in emri ile Federal Ordu (JNA), bölgeye 5000 asker sevk etti.
Bosnalı Sırpların düşmanca tutumları durumu giderek kötüleştiriyordu. Özellikle de Bosnalı Sırpların lideri Radovan Karadziç’e Milošević tarafından yapılan çok büyük silah ve maddi destek gerginliği artırıyordu. 1992’ye gelindiğinde Bosna hükümeti işte böylesine kritik bir pozisyonun içindeydi. Bağımsızlık ilanının, çatışma olmadan Sırplar tarafından kabullenilmeyeceği açıktı, ama Sırbistan’ın demir pençesi altında yaşamayı kabul etmek de Bosnalılar adına kabul edilebilir gözükmüyordu.
Avrupa Ekonomik Topluluğu, bağımsızlık ilan etme konusunda kararsız olan Alija İzzetbegoviç yönetimine, eğer Bosna bağımsızlık ilan ederse hem AET hem de BM tarafından tanınacağı ve böylece “Hırvatistan taktiği” Belgrad’ın gazabından kurtulacağı konusunda garanti vermişlerdi. Bosna hükümetine, bağımsızlık konusunda bir referanduma gitme tavsiyesinde bulunmuşlar, bu “demokratik” yolun Bosna’yı uluslararası topluluğun himayesi altına sokacağı izlenimini vermişlerdi. Bunun bir aldatmaca olduğu daha sonra acı bir şekilde anlaşılacaktı.
21 Şubat 1992’de BM Güvenlik Konseyi aldığı bir kararla, barışı koruma misyonu UNPROFOR’un[67] oluşturulmasına ve eski YSFC’ deki çatışma bölgelerinde görevlendirilmesine yeşil ışık yaktı.
Bosna-Hersek’in 3 Mart 1992’de bağımsızlığını ilân etmesi ve bu kararın yapılan referandumlarla Müslümanlar ve Hırvatlar tarafından onaylanması, ülkede yaşayan Sırplar tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Söz konusu referandum Bosnalı Sırplar tarafından boykot edilmişti. Ayrıca Bosnalı Sırplar, federasyondan ayrılmayı savaş sebebi ilan ettiler.
6 Nisan 1992 günü Bosna-Hersek Avrupa Topluluğu tarafından egemen bir devlet olarak tanındı. Aynı gün, Sırp paramiliter birlikleri Milošević’ten aldıkları emirle, Müslüman kentlerinde korku ve terör estirmeye başlamışlardı. Çeşitli şehirlerde yaşanan küçük çaplı çatışmalar kısa sürede büyük bir çatışmaya ve nihayetinde de büyük bir soykırıma dönüştü.
Savaşta öncelikle herkes kendi etnik grubunun yoğun olduğu bölgeleri elinde tuttu. Dolayısıyla Bosna’nın kuzeyi, batısı, Saraybosna’nın doğusundaki banliyöler ve Doğu Hersek baştan Sırpların elinde kaldı. Hırvatlar ise Batı Hersek ile Orta ve Kuzeydoğu Bosna’daki kimi yerlerde tutundular. Ancak Yugoslav ordusunun tam tekmil saldırısı neticesinde Boşnak çoğunluğun yaşadığı Doğu Bosna’da Gorazde, Srebrenica ve Zepa dışındaki tüm şehirler, kuzeyde Brçko ve Hırvatların Boşnaklarla birlikte savundukları Bosanski Brod ve Modriça gibi kuzey şehirleri ile batıdaki Jajce Sırpların eline düştü. Sırplar buralarda yerli halka yönelik sistemli bir soykırım uygulayarak, sadece 1992 yılı içerisinde resmi rakamlara göre 122 bin kişiyi katlettiler.[68]
Sırplar, öncelikle Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları kentleri ele geçirmeyi hedeflemişler, savunmasız kalan Bosnalı Müslümanları evlerinden sürerek göçe zorlamış, toplama kamplarına götürerek katletmişlerdir. Amaçları, bu insanları tamamen yok etmek olmuştur. Zamanın Sırp liderlerinden biri olan Vladimir Srebov bunu şu sözleri ile açıkça ifade etmiştir: “Müslümanların yüzde ellisinin öldürülmesi, bir kısmının Ortodoks’a çevrilmesi, zengin olan çok az bir kısmının ise, para karşılığı canlarının bağışlanması ve Türkiye’ye gönderilmesi planlanıyordu. Amaç, Bosna-Hersek’in Müslümanlardan tamamen arındırılmasıydı.”[69]
22 Ocak 1993’te Hırvatistan ordusu Krayina bölgesindeki Sırplara karşı harekete geçti. Aynı zamanda Bosna-Hersek sınırları içerisinde Boşnak-Hırvat çatışmaları şiddetlendi. Daha önce Sırplara karşı ortak mücadele eden Boşnak ve Bosnalı Hırvatlar, kendi aralarında 27 Ocak 1993’te savaşmaya başladı. Hırvatlarla başlayan çatışmalar nedeniyle Sırp cephelerindeki birliklerini Hırvatlara karşı sürmek zorunda kalan Boşnaklar, bu yüzden doğudaki kazanımlarını kaybettiler. Üç şehir yeniden kuşatmaya düştü. Hırvatlar Mostar’ın yarısını aldılar, diğer yarı hem Sırp, hem Hırvat kuşatmasına karşı direndi. Mostar Şehri kuşatıldığında Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılmış olan şehrin sembolü olan tarihi Mostar köprüsü, Hırvat topçularının atışları sonucu yıkılmıştır.
Sırplar, Müslümanlara karşı saldırılarını sürdürürken, BM bu gelişmeler karşısında Müslümanlara yardımda bulunmaya başlamış, yiyecek ve ilaç temininin rahat yapılabilmesi için Bosna’ya askerlerini yerleştirmiştir. Ancak, BM askerlerine kesinlikle askerî müdahalede bulunmamaları için talimat verilmiştir.
Sırplar, en korkunç katliamı 11 Temmuz 1995’te, BM tarafından ilân edilen “güvenli bölgeler”den biri olan ve Hollanda’lı askerlerin görev yaptığı Srebrenica’da gerçekleştirmişler ve binlerce Müslüman’ı öldürmüşlerdir. Bu katliamlar dünya kamuoyu tarafından çok büyük tepkiyle karşılanmıştır. Bu gelişmeler sonucunda, savaşın küçük çaplı hava akınları ve diplomatik çabalarla durdurulamayacağı daha iyi anlaşılmıştır. Bosnalı Müslümanların kurtulması için Batının askerî gücünü kullanması kaçınılmaz hâle gelmiştir.
29 Ağustos 1995’te Sırp mevzilerini hedef alan ve birkaç gün sürecek olan esaslı NATO müdahalesi[70] başlatıldı. Bazı kilit noktalar hedef seçildi.
21 Kasım 1995’te Dayton Barış Antlaşması eski Bosna-Hersek, YFC ve Hırvatistan cumhurbaşkanları, sırasıyla Aliya İzzetbegoviç, Slobodan Miloşeviç ve Franjo Tudjman tarafından imzalandı. Dayton’un en önemli iki temel işlevi, taraflar arasında ateşkes sağlaması ve ülkede demokratikleşme sürecini başlatmasıdır. Anlaşmaya çeşitli eleştiriler getirilse de, savaşın sona ermesini sağlaması bile tek başına çok önemli bir gelişmedir. Zira savaş çok büyük yıkımlara sebep olmuş, 215 bin insan hayatını kaybetmiş,210 binlerce kadın tecavüze uğramış ve milyonlarca insan evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Bunun yanında okullar, hastaneler, kamu binaları, sanayi tesisleri yıkılmış, ülke ekonomisi de çok büyük zarar görmüştür. Anlaşma, tarafların birbirlerinin eşit egemenlik haklarına saygılı olmalarını ve anlaşmazlıkları barışçıl yöntemlerle çözmelerini şart koşmuştur.

5. Kosova Açısından Bazı Tespit ve Değerlendirmeler[71]
Bosna-Hersek Yugoslavya’dan ayrılan dördüncü cumhuriyet olmuştur. Ancak Yugoslavya topraklarının parçalanması 1995 yılında son bulmamıştır. Sırbistan ve Karadağ aralarında akdettikleri anlaşmaya göre birlikte hareket etmişlerdir. Sırbistan’ın sınırları içinde bir özerk bölge olan Kosova’da ise 1999 yılına gelindiğinde Bosna’daki olaylara benzer ve fakat onun kadar şiddetli olmayan bir gerginlik ve çatışma ortamı olmuştur. Kanımca, Bosna’daki kadar şiddetli olmayışının nedeni Uluslararası toplumun Bosna olayından fazlasıyla ders çıkarması ve NATO’nun gecikmeyen müdahalesinin payı büyüktür. Sırbistan’ın Kosova sorunu, Kosova’da yaşayan Arnavutların bağımsızlık mücadelesi, Amerika Birleşik Devletlerinin ve Avrupa Birliğinin bölgedeki çıkarları, Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı İmparatorluğundan kalma mirasının yaşadığı bölge. Her ülkenin bakış açısı farklı. Ama Kosova’da yaşananları tam olarak anlayabilmek için Osmanlı-Türk, Arnavut ve Sırp tarihini çok iyi bilmek gerekir. Ayrıca Yugoslavya’nın yıkılması sürecini iyi takip etmek gerekir. Kuşkusuz Yugoslavya’nın yıkılmasında iç dinamiklerin etkisi büyüktür. Ama şunu da eklemek gerekir ki, AB ve ABD’nin bölgeye olan ilgisinin artmasının da Yugoslavya’da meydana gelen olaylarda payı kanımca azımsanmayacak boyuttadır.
Kosova’da başlayan süreç, UÇK’nın kurulması, silahlan(dırıl)ması ve faaliyetlere girişmesi, Sırbistan’ın Kosova’ya müdahalesi, Rusya Federasyonu’nun Sırplara destek vermesi ve AB ile ABD’nin bu durumu kendi politikaları açısından sakıncalı görmeleri nedeniyle bölgeye olan ilgilerini artırmaları, bu ilginin bir yansıması olan NATO müdahalesi, 1244 sayılı Birleşmiş Milletler Kararı, ardından Kosova’da oluşan belirsizlik süreci ve nihayet Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi, Kosova’nın uluslararası toplum tarafından tanınması[72] gibi konular Kosova açısından önem arz eder.
Kosova ayrı bir inceleme konusu olacak derecede ilginç ve araştırılmaya değerdir. Bu nedenle Kosova konusuna bu aşamada daha fazla değinmeyeceğim.


SONUÇ
Yugoslavya’yı kim yıktı? Yugoslavya neden parçalandı? Yugoslavya’nın parçalanmasında başarısız politikacılar ve onların ürettiği başarısız politika etkili olmuştur. Josip Broz Tito’nun ölümünden sonra uygulamaya koyulan Predsedništvo sistemi kendisinden beklenen verimi vermemiştir. Avrupa Birliği’nin Slovenya ve Hırvatistan üzerindeki politik, ekonomik ve ticari ilişkileri gittikçe gelişmiş ve bunun bir sonucu olarak da Slovenya ve Hırvatistan kendilerini her zaman Avrupa Birliğine yakın ve onun bir parçası olma yolunda görmüşlerdir. Bu durumun etkisi ile adı geçen iki ülke, Federal Devletteki diğer cumhuriyetlere sırt çevirmitir. Özellikle az gelişmiş ve bence ihmal edilmiş bölgelerin kendilerine yük olduğunu düşünmüşlerdir. Slovenler ve Hırvatlar Yugoslavya’nın yıkılmasını kendi kurtuluşları olarak görmüşlerdir. 1990 yılında Yugoslavya Başkanlık Konseyinin Hırvat üyesi ve bugünkü Hırvat lider Stipe Mesić’in Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından yaptığı açıklama da bu savı kanıtlar niteliktedir. “Benim amacım Yugoslavya’yı parçalamaktı ve bunu başardım.”
Milliyetçilik konusu da Yugoslavya’nın parçalanmasında etkili olmuştur. Milliyetçiliğin ekonomik sorunlar ve dini farklılıklarla desteklenmesi sonucunda iktidarı elinde bulunduranlar açısından eşsiz bir araç olmuştur. Güney Slav milletleri “Yugoslav“ üst-kimliğinde birleşememişlerdir bunun bir sonucu olarak farklılıklarıortaya çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bu durum da milliyetçiliğe giden yolu açmıştır. Ülkede yapılan ilk çok partili seçimde de milliyetçi partiler cumhuriyetlerde iktidarı eline almışlardır. Ayrıca cumhuriyetler arasındaki gelişmişlik farklılığı, federal bütçeye katkı oranlarının dengesizliği nedeniyle de milliyetçilik körüklenmiştir.
Uluslararası toplumun Yugoslavya’ya bakışı da parçalanmaya giden yolda etkili olmuştur. Zira uluslararası toplum Yugoslavya’ya ilgisiz, kararsız, çekinceli ve yetersiz olmuştur. 1990’lı yıllarda Uluslararası toplumun ilgisi Rusya’nın geleceğine ve Körfez Krizine odaklandığı için Yugoslavya’da yaşanan gelişmeler üzerinde düşünülmemiştir. 1991 yılına kadar Batı, Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünden yana olmuştur. 1991 yılından sonra ise, bir bir bağımsızlıklarını ilan eden ülkeleri tanıma yoluna gitmiştir.
Nihayetinde Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti yıkılmıştır ve onun topraklarında şu anda yedi tane bağımsız ülke bulunlaktadır.
Yugoslavya, devlet yapısı kendine özgü olan bir devletti. Sosyalist ekonomiyi saf biçimde uygulamayan, Sosyalist Piyasa Ekonomisini uygulamaya koyan ve başarılı olan bir ülkeydi. Saf sosyalizmi uygulamadığı için de Stalin ile Tito’nun yolları ayrılmış ve Yugoslavya Kominform’dan atılmıştı. Yugoslavya’ya bu açıdan bakıldığında kendine özgü bir yapısı olan bir devlet olduğu söylenebilir.
Yugoslavya’nın yıkılması Balkanlarda küçük devletlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu durum kimin işine gelmiştir. Kuşkusuz Batı açısından küçük devletleri kontrol altına almak, yönetmek çok kolaydır. Bu nedenle de AB ve ABD açısından Balkanlarda yaşanan süreç ve bu süreç sonucunda ortaya çıkan tablo yararlı olmuştur. Yaşanan kanlı yıkılışta NATO her zaman kurtarıcı konumunda olmuş ve bölgedeki mağdur halklar tarafından sempati toplamıştır. AB ise, NATO müdahaleleri sonucunda bölgelerde yaptığı çalışmalarla aynı sonucu elde etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Yugoslavya’da yaşanan süreci çok iyi takip etmesi gerekir. Avrupa Birliği sürecinde bir Yugoslavya modeli yaratarak Türkiye Cumhuriyetini bir Sevr haritasına döndürmek isteyenler bu doğrultuda devletin küçülmesi için sürekli baskı yapmaktadırlar.[73]
AB ve ABD’nin yani bize medeni olarak gösterilen devletlerin bu kimlik altında nasıl da medenilik ile bağdaşmayan uygulamalar yaptığını çok net bir biçimde görüyoruz. Bunu görmek için çok uzağa gitmeye gerek yok. Irak’a ABD tarafından yapılan müdahale, Filistin’e İsrail tarafından yapılan saldırılar, bize, medeni, insan haklarına ve hukuka saygılı olarak gösterilen devletlerin öyle olup olmadıkları konusunda düşünmemiziçin iyi birer örnek oluşturuyor. Balkanlarda yaşayan halkların da bu örnekleri dikkate alarak düşünmeleri ve neden AB ve ABD’nin bölgeye geldiğini iyi irdelemeleri gerekmektedir.





























EKLER




Ek 1. Yugoslavya Fiziki Haritası









Ek 2. Avrupa Haritası ve Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Avrupa’daki Konumu.








Ek 3. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Bayrağı


Ek 4. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Devlet Arması




Ek 5. Balkan Paktı’nı İmzalayan Ülkeler: Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya.



Ek 6. Balkan Paktı’nı imzalayan dört Dışişleri Bakanı, Atina’daki bir toplantı esnasında (en solda Tevfik Rüştü Aras).


Ek 7. Mareşal Josip Broz Tito


Ek 8. Tito, İkinci Dünya Savaşı Yıllarında


Ek 9. İkinci Dünya Savaşı, Mayıs 1944. Mareşal Tito (en sağda)


Ek 10. Tito, İkinci Dünya Savaşı Yıllarında.



Ek 11. Molotov, Stalin ve Tito, Ağustos 1945, Moskova.

Ek 12. Tito, Bağlantısızlar Hareketi’nin öncüleri Nasır ve Nehru ile birlikte.


Ek 13. Slobodan Milošević



Ek 14. Radovan Karadziç




Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetini Oluşturan Devletlerin Bugünkü Bayrakları




Ek 15. Slovenya



Ek 16. Hırvatistan




Ek 17. Bosna-Hersek






Ek 18. Makedonya




Ek 19. Sırbistan




Ek 20. Karadağ




Ek 21. Kosova



Ek 22. Kosova’yı Tanıyan Ülkeler




(*) Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mezunu. Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Özel Hukuk
(İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku) Yüksek Lisans Öğrencisi.
[1] Bu Kilisenin kurulmasında “Sveti Sava” (Aziz Sava)’nın büyük katkıları olmuştur.

[2] Stefan Dušan, “Dušanov Zakonik” denilen ilk kanunları yapan kişidir.

[3] Tarih ve Düşünce Dergisi, Ağustos 2000. Sayı 200008. Sayfa 31.

[4] AKARSLAN, Mediha. Bosna Hersek ve Türkiye, Alternatif Üniversite, Ağaç Yayınları, İstanbul 1992, s.11.

[5] Ana Britannica, Ana Yayıncılık A.Ş. ve Encyclopaedia Britannica, INC. Cilt 32. İstanbul 1994.

[6] Üçlü İttifak (Bağlaşma).

[7] Üçlü İtilaf (Anlaşma).

[8]İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilmiş resimler için bakınız. Ek 8, Ek 9, Ek 10.

[9]Kral Aleksander’in, Fransa’da Ekim 1934 tarihinde, liderliğini Ante Paveliç’in yaptığı Hırvat ayrılıkçı örgüt (Ustaša) mensubu bir militanca öldürülmesinden sonra küçük yaştaki oğlu II. Petar tahta geçti. Ancak naip olarak yönetimi amcası Prens Pavle üstlendi.

[10] Okunuş: Draja Mihayloviç.

[11] Okunuş: Çetnik.

[12] Okunuş: Ujitse.

[13] Antifašističko Veće Narodnog Oslobođenja Yugoslavije (AVNOJ).

[14]1923’te, Münih’te Hitler’in iktidarı ele geçirme girişiminde rol oynadı. 1929’da SS’lerin, 1934’te Gestapo’nun, 1938’de Alman Polis Teşkilatının ve 1944’te Alman Silahlı Kuvvetlerinin başına getirildi.

[15] VINTERHALTER, Vilko. Josip Broz Tito. Su Yayınları, İstanbul 1968. Sayfa 190. (Not: Kitap Akkan Suver başkanlığında bir redaksiyon komitesi tarafından Türkçeleştirilmiştir).

[16] SocijalističkaFederativnaRepublikaJugoslavija (Sırpça).

[17] Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Bayrağı ve Arması için bkz. Ek 3 ve Ek 4.

[18] IŞIKLI, Alparslan. Yugoslavya Örneği isimli makale, Atatürkçü Düşünce Derneği İnternet Sitesi. http://www.add.org.tr.

[19] IŞIKLI, Alparslan. Kuramlar Boyunca Özyönetim ve Yugoslavya Deneyi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No.456. Önsöz, Sayfa XI.

[20] Konu ile ilgili fotoğraf için bkz. Ek. 11.

[21] Avrupa Ekonomik Kalkınma Planı.

[22]http://tr.wikipedia.org/wiki/Kominform (31.Mart.2009).

[23] VINTERHALTER, Vilko. a.g.e. Sayfa 235–236.

[24] VINTERHALTER, Vilko. a.g.e. Sayfa 237–238.

[25] Josip Broz Tito’nun resmi için bkz. Ek 7.

[26] HART, Liddel. 2.Dünya Savaşı Tarihi II. Çev. Kerim Bağrıaçık, Yapı Kredi Yayınları, 2005 İstanbul. Sayfa 813.

[27]VINTERHALTER, Vilko. a.g.e. Sayfa 44.

[28] Kralcılar Sırpça’da Četnikler olarak adlandırılmaktadır. .

[29] Gençler İçin Çağdaş Tarih, Yayın Yönetmeni Yard. Doç. Dr. Ahmet Kuyaş, Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü. Epsilon Yayınları. Eylül 2004. Sayfa 53.

[30] Tito, Nehru ve Nasır’ın fotoğrafı için bkz. Ek 12.

[31] IŞIKLI, Alparslan. a.g.e. Önsöz, Sayfa X.

[32] 1955 yılında yapılmıştır.

[33] 1961 yılında yapılmıştır.

[34] IŞIKLI, Alparslan. a.g.m.

[35] VINTERHALTER, Vilko. a.g.e. Sayfa 242–244.

[36]Cezayir’de bağlantısız ülkelerin dördüncü konferansındaki demecinden alınmıştır. Tarih: 4.IX.1973. Özyönetimli Sosyalizm. Josip Broz Tito’nun Yazıları. Koza Yayınları, Birinci Baskı: Mayıs 1978.

[37] IŞIKLI, Alparslan. a.g.e Sayfa 3.

[38] Türkçe Okunuşu: Milovan Cilas.

[39] IŞIKLI, Alparslan . a.g.m.

[40] IŞIKLI, Alparslan. a.g.m.
33 IŞIKLI, Alparslan. a.g.m.



[42] IŞIKLI, Alparslan. a.g.m.

[43] TEZİÇ, Erdoğan. Anayasa Hukuku, 9.Bası. Beta Yayınları, Eylül 2004. Sayfa 128.

[44] SARTORI, Giovanni. Demokrasi Teorisine Geri Dönüş. Yetkin Basımevi, Ankara 1993. Sayfa 453.

[45] SARTORI, Giovanni. a.g.e. Sayfa 457.

[46] ÜLGER, Dr. İ. Kaya, Yugoslavya Neden Parçalandı? Balkan Dramının Perde Arkası, Seçkin Yayınevi, Ankara,
2003, s.61.

[47] ÜLGER, Dr. İ. Kaya, a.g.e. Sayfa 64.

[48] CLINTON, Bill Hayatım. Çev. Ali Cevat Akkoyunlu. Doğan Kitap 2005. Sayfa 631.

[49] ÖKSÜZ, Hikmet. Batı Trakya Türkleri, Karam Yay. 2006. Sayfa 109.

[50] ÖKSÜZ, Hikmet. a.g.e. Sayfa 110.

[51] Konu ile ilgili harita ve fotoğraf için bkz. Ek 5 ve Ek 6.

[52] ÇEÇEN, Anıl. Kemalizm, Cumhuriyet Kitapları, 5.Baskı Ekim 2004. Sayfa 165.

[53] Türk Dış Politikası. Editör, Baskın Oran. Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar. Cilt 2: 1980–2001. Sayfa 171.

[54] IŞIKLI, Alparslan. a.g.m.

[55] TILLY, Charles. Avrupa’da Devrimler 1492–1992. Çeviren: Özden Arıkan. Yeni Binyıl Yayınları. Sayfa 77- 78.

[56] Okunuşu: Slobodan Miloşeviç. Ayrıca fotoğraf için bkz. Ek 13.

[57] Slovenya’nın Bayrağı için bkz. Ek.15.

[58] Predsedništvo adı verilen bu sistemden yukarıda bahsedildi. Bkz. Sayfa 14.

[59]http://www.netpano.com/haber/156/Kosova/Savasindan/Kosova/KatliaM%4%1na.Adresinden alınmıştır.

[60]http://www.netpano.com/haber/156/Kosova/Savasindan/Kosova/Katliam%4%1na. Adresinden alınmıştır.

[61] ZIZEK, Katja, ‘‘Hem Yugo-Nostalji Hem de Bağımsızlık’’isimli makaleden. http://ilef.ankara.edu.tr/akildefteri/yazi.php?yad=2573 adresinden alınmıştır.

[62] Hırvatistan’ın Bayrağı için bkz. Ek. 16.

[63] JNA: Yugoslav Halk Ordusu.

[64] Makedonya’nın Bayrağı için bkz. Ek. 18.

[65] Bosna-Hersek’in Bayrağı için bkz. Ek 17.

[66] Sırpça: Etničko Čišćenje.

[67] United Nations Protection Force.

[68] KARATAY, Osman, ‘’Bosna-Hersek Barış Süreci’’, Ankara, Karam Yayınevi, 2002, s. 5

[69] İfade http://www.abcnews.go.com adresinden alınmıştır.

[70] NATO bünyesinde yapılan bu müdahale tıpkı 1999 yılında Kosova’da olduğu gibi Amerika Birleşik Devletleri öncülüğünde yapılmıştır.

[71] Kosova Bayrağı için bkz. Ek 21.

[72] Kosova’yı tanıyan ülkeler hakkında ayrıntılı bilgi için http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:CountriesRecognizingKosovo.png. Ayrıca bu konuda bkz. Ek 22.


[73] ÇEÇEN, Anıl. “Türkiye Cumhuriyeti Tasfiye Ediliyor” isimli makale. http://www.add.org.tr/index2.php?option=com_content&do_pdf=1&id=215


K A Y N A K Ç A

Basılı Kaynaklar.

* AKARSLAN, Mediha. Bosna Hersek ve Türkiye, Alternatif Üniversite, Ağaç Yayınları, İstanbul 1992.
* Ana Britannica, Ana Yayıncılık A.Ş. ve Encyclopaedia Britannica, INC. Cilt 32. İstanbul 1994.
* CLINTON, Bill. Hayatım. Çev. Ali Cevat Akkoyunlu. Doğan Kitap 2005.
* ÇEÇEN, Anıl. Kemalizm, Cumhuriyet Kitapları, 5.Baskı Ekim 2004.
* ÇEÇEN, Anıl. “Türkiye Cumhuriyeti Tasfiye Ediliyor” isimli makale.
* Gençler İçin Çağdaş Tarih, Epsilon Yayınevi, İstanbul 2004. KUYAŞ, Ahmet; İNSEL, Ahmet; GÜRBÜZ AKARÇAY, Ayça; KENTEL, Ferhat; KUYAŞ Esra; SARIBAY Ali Yaşar; KARAÖMERLİOĞLU M. Asım;
* HART, Liddel. 2.Dünya Savaşı Tarihi II. Çev. Kerim Bağrıaçık, Yapı Kredi Yayınları, 2005 İstanbul. Sayfa 813.
* IŞIKLI, Alparslan. Kuramlar Boyunca Özyönetim ve Yugoslavya Deneyi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No.456. Önsöz, Sayfa XI.
* IŞIKLI, Alparslan. “Yugoslavya Örneği” isimli makale.
* KARATAY, Osman, ‘’Bosna-Hersek Barış Süreci’’, Ankara, Karam Yayınevi, 2002.
* ÖKSÜZ, Hikmet. Batı Trakya Türkleri, Karam Yay. 2006.
* SARTORI, Giovanni. Demokrasi Teorisine Geri Dönüş. Yetkin Basımevi, Ankara 1993.
* TEZİÇ, Erdoğan. Anayasa Hukuku, 9.Bası. Beta Yayınları, Eylül 2004.
* TITO, Josip Broz. Özyönetimli Sosyalizm. (Josip Broz Tito’nun Yazıları.) Koza Yayınları, Birinci Baskı: Mayıs 1978.
* TILLY, Charles. Avrupa’da Devrimler 1492–1992. Çeviren: Özden Arıkan. Yeni Binyıl Yayınları.
* Tarih ve Düşünce Dergisi, Ağustos 2000. Sayı 200008.
* Türk Dış Politikası. Editör, Baskın Oran. Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar. Cilt 2: 1980–2001.
* ÜLGER, Dr. İ. Kaya, Yugoslavya Neden Parçalandı? Balkan Dramının Perde Arkası, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2003.
* VINTERHALTER, Vilko. Josip Broz Tito. Su Yayınları, İstanbul 1968.
* ZIZEK, Katja, ‘‘Hem Yugo-Nostalji Hem de Bağımsızlık’’ isimli makale.


Sanal Kaynaklar.
www.wikipedia.org
www.add.org.tr
www.netpano.com
www.abcnews.go.com
www.radikal.com.tr
www.tumgazeteler.com
www.usakgundem.com
www.2023.gen.tr
www.kurir-info.rs
www.ankara.edu.tr/politics
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"Yugoslavya'nın Parçalanması Süreci Ve Uluslarası İlişkiler" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Erdal Arap'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.


[Yazıcıya Gönderin] [Bilgisayarınıza İndirin][Arkadaşa Gönderin] [Yazarla İletişim]
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
» Makale Bilgileri
Tarih
13-06-2010 - 01:02
(5058 gün önce)
Yeni Makale Gönderin!
Değerlendirme
Şu ana dek 6 okuyucu bu makaleyi değerlendirdi : 4 okuyucu (67%) makaleyi yararlı bulurken, 2 okuyucu (33%) yararlı bulmadı.
Okuyucu
40915
Bu Makaleyi Şu An Okuyanlar (1) :  
* Son okunma 5 saat 31 dakika 15 saniye önce.
* Ortalama Günde 8,09 okuyucu.
* Karakter Sayısı : 84805, Kelime Sayısı : 10038, Boyut : 82,82 Kb.
* 6 kez yazdırıldı.
* 8 kez indirildi.
* 4 okur yazarla iletişim kurdu.
* Makale No : 1214
Yorumlar : 0
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
Makalelerde Arayın
» Çok Tartışılan Makaleler
» En Beğenilen Makaleler
» Çok Okunan Makaleler
» En Yeni Makaleler
THS Sunucusu bu sayfayı 0,22163105 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.