Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Aktif Makale Aihm Kararı Ve Orman Hukuku

Yazan : Mustafa Öztok [Yazarla İletişim]
Avukat

Makale Özeti
2002 yılındaki yazımıza bakabilirsiniz
Yazarın Notu
hukuk siteleri

ORMAN KANUNU UYGULAMALARI VE
İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ KARARLARI
Avukat Mustafa Öztok[1]

“Orman hukuku” adlı önceki yazımızda, Türkiye’ de uygulamaları sık görülen mülkiyet hakkından yoksun bırakma işlemlerinin, yasal mevzuata uygun olmadığı ve insan haklarına aykırılık teşkil ettiği konularında açıklamalar getirmeye çalışmıştık[2].
Bahse konu yazımızdaki düşünceler, öncelikle devletin değişik kurumlarının öteden beri empoze ettiği fikirlere aykırıydı. Bu nedenle sık karşılaştığımız eleştirilerden biri “ bunca yıldır doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu siz nasıl söylersiniz ?” şeklinde idi.
Yıllarca vatandaşa “ormanlar azalıyor bunun tek sebebi sizsiniz bu nedenle sizin mülkünüze el koymamız gerekli” denilmiştir. Bunu yasal zemine oturtmak için bir takım gizli delillerle yargılamalar yapıldığına dair vatandaşta izlenimler oluşturulmuştur. Biz yazımızda bu gizli delillerin hiçbir zaman ne orman kadastroları sırasında ve ne de yapılan yargılamalar sırasında mahkemelerce
kullanılmadığını ifade etmiş idik. Hatta bu gizli deliller, değil delil olarak mahkemelerce uygulanmak mahkemelere ulaşmamıştı bile. Bu konuda Harita Genel Komutanlığı ve OGM personeli ile görüşmelerimizde personel eski haritaların kendilerinden istendiğini, fakat çoğu zaman 70 li yılların haritalarını bazende 1950 li yıllar (genelde 1957) yapımı haritaları gönderdiklerini ifade etmişlerdir.
Bu konuda en çok karşılaşılan ifade; “ bilirkişiler bazı haritalar getirdiler ve uyguladılar, bize göstermediler ama rapor yazdılar” şeklinde idi.Biz kendilerine “siz haritaları gördünüz mü şeklinde” sorduğumuzda verilen cevap “gizli olduğundan görmedik” olmaktadır.
Şimdi biz bu konuda oluşan soru işaretlerini, aydınlatıcı olduğuna inandığımız şekilde yanıtlayalım. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesinin Orman Hukuku adlı bir kürsüsü mevcuttur. Bu kürsü Mart 2008 tarihinde İstanbul’da bir çalışma düzenlemiştir. Bu çalışmada davet edilmemiz nedeni ile hazır bulunduk, konuklardan biri de Orman Genel Müdürü Osman Kahveci idi. Haritalar ile ilgili konuyu kendisine aktardık ve gerek orman kadastrolarında gerekse yargılamalarda gerçek delil vasfında haritaların kullanılmamasının büyük sorunlara yol açabileceğini belirttik. Kendisinin bu konudaki cevabı “o harita ve planlarda 10,5 milyon hektar orman alanı var o belgeleri kayıp etmek için mi kullanalım” olmuştur.
Verilen bu cevapla bizim orman hukuku adlı yazıda belirttiğimiz noktaya ulaşılmaktadır. İdare kaybetmemek, diğer bir bakış açısıyla vatandaşın mülküne el koyabilmek için bu uygulamayı yıllardır kullanmaktadır. Bu haritalar ve planlar nerededir? Orman Genel Müdürlüğü’nün 10 nolu binasında bulunan eski planlar odasında bu planların birer örnekleri bulunmaktadır. Bunun gibi bütün orman serilerinin dosyalarında başlangıç evrakı olarak bu planlar bulunmaktadır. Seriler isim değiştirmişse ilk seri dosyasına bakılması uygundur. Askeri haritalar ise Harita Genel Komutanlığı teknik arşiv dairesinde BONN haritaları adı ile mevcut bulunmaktadır.
Ayrıca daha kolay olması açısından www.mkutup.gov.tr adresinden milli kütüphane internet sitesinde kartograf, kartografi, kartografya başlıkları ile yapacağınız aramalarda 1900 lü yılların başlarından itibaren çok sayıda haritaya ulaşmanız imkanı mevcuttur. Yine milli kütüphanede 1954 yılı baskısı Türkiye’nin kesin orman amenejman planlarından yararlanarak hazırlanmış bir haritaya ulaşabilirsiniz.
Yazı içeriğinde yer alan AİHM mahkeme kararı ile ilgili yapılan bir haber programında orman fakültesinden katılan bir öğretim üyesi bilirkişi raporlarının hazırlanmasında uydu fotoğraflarının kullanıldığını belirtmiştir. 1945 tarihinde uydu teknolojisi henüz yoktu biz diyoruz ki o tarihte hava fotoğrafları mevcuttu, balon ve uçaklar bu amaçla kullanılmıştı, ayrıca yersel metotla fotoğraf alınarak haritalar yapılmaktaydı. Bu fotoğraflar da idarenin elinde bulunmaktadır. Yalnız bu bilirkişi öğretim üyesinin ifadesi ve AİHM kararının 91 paragrafı bizim yargılamaların tamamen yeni deliller ile yapıldığı tezimizi doğrulamaktadır. Bu deliller ve yargı kararları 1945 tarihi itibariyle belirleme yapılmasını isteyen yasal mevzuatımızda aranan şarttan çok uzak bulunmaktadır. Yapılan bugünkü uygulama üzerinde yazı ve işaret bulundurmayan mezar taşına bakıp, mezarda yatanın, zencimi, beyazmı, kadınmı erkekmi, yoksa Müslüman mı Hıristiyan mı olduğunu tahmine bezer. Orman kadastro uygulamaların tamamı varsayımsal ve bilimsel gerçeklikten uzak bulunmaktadır.
Bunun gibi size anlatılan “orman alanları azalıyor biz o nedenle malınıza el koyduk” şeklindeki izahatın yanlışlığını anlamanız için sadece bilgi edinme yasası kapsamında Devlet İstatistik kurumuna bir yazı yazmanız ve 1945 yılından itibaren orman varlığı miktarını sormanız yeterli bulunmaktadır. Bunun yanında Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı yayını olan Doç. Dr. Osman Gökçe’ye ait Türkiye Ormancılık Politikası adlı yayında bu konudaki istatistiki veriler yurtdışı kaynaklara dayalı olarak da verilmektedir.
Orman Hukuku adlı ilk yazımızda orman mevzuatına değinmiştik. Özetle Türkiye de orman mevzuatı 3116 sayılı yasa ile 1937 yılında başlar. Yasanın 21 nci maddesinde orman uygulamasına esas haritaların alımı işinin yasanın yürürlük tarihinden itibaren 10 sene içinde bitirileceği belirtilmektedir. Yasanın bu hükmü yerine getirilmiş ve 1942 yılında orman durumunu gösterir haritalar hazırlanarak ilgili işletmelere gönderilmiştir.1945-1946 yıllarında ise istikşaf ( araştırma) adlı amenajman planları tamamlanmış 1951-1952 yıllarında büyük ölçekli planlar yapılmıştır. 1945 verilerine göre orman alanı 3116 sayılı yasal tanıma göre memleket sahasının %13 iken bugün 6831 sayılı yasa tanımına göre %26 nın üzerindedir. Bu değişim maki alanlarının orman alanlarına katılması ve ağaçlanması yolu ile olmuştur. Bilimsel verilere göre bir yerin çıplak halden orman halini alması 14 yılda gerçekleşmektedir. Bu nedenle 1950 yılından sonra yapılan haritaların delil vasfı bulunmamaktadır. “Maki” kelimesi Türkçede “fundalık” ile aynı anlamdadır. Fundalık ile iki tür bitkinin kastedildiği iddiasının hiçbir dayanağı yoktur. 3116 sayılı yasada “her çeşitten fundalık” orman tanımı dışındadır. Yargı tarafından çok sevilen 1965 yılında yürürlüğe girip 1974 yılında yürürlükten kaldırılan “Funda ve Makilik Sahaların tespitine ait Talimatname” Yargıtay 20. Hukuk Dairesince binlerce kararda yürürlükte olduğu gerekçesi ile tarih belirtilmeden uygulanmış ise de bu yönetmelik 1965 yılından önce yani 3116 ve 4785 sayılı yasalar döneminde olmadığı gibi 1974 yılında yürürlükten kaldırıldığından ve bugün de olmadığından hiçbir surette uygulanma olanağı yoktur. Bu yönetmeliğe dayalı verilen kararların hiçbir yasal dayanağı olmadığından yok hükmünde oldukları söylenebilir. Bu dairenin kararlarında her ne kadar Talimatname dayanak gösterilerek ve bilimsel verilere göre denilerek %12 den fazla arazide tarım yapılamayacağı söylenmekte ise de bu görüşün doğru bir yönü yoktur. Maki kelimesi Türkçe bir kelime değildir, 1930 lu yıllarda teknik terim olarak kullanılmaya başlanmış 1940 lı yıllarda orman haritalarında yer almıştır. Fransızca olan kelime ağaçsı bitki anlamına gelir ve Türkçe deki çalı ormanı fundalık terimlerinin karşılığıdır. 3116 sayılı yasa ve 4785 sayılı yasa bu nedenle makileri yasa metninde saymamış, fakat fundalık terimi ile bunları da orman tanımı dışında tutmuştur. Özel kanunları uyarınca oluşturulan tapular geçerlidir. Anayasa ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslar arası anlaşmalar mülkiyet hakkını korur. Yargıtay’ın mülkiyet hakkını ihlal eden kararlarına karşı Türkiye Devleti hakkında İnsan Hakları Mahkemesine başvuru yapılabilir. Ayrıca idarece 1945 öncesi amenajman planları ile memleket haritaları ve 1951-1952 yılı amenajman planları gizlendiğinden çoğu davada gerçek ve doğru olmayan belgeler kullanıldığından yargılamanın iadesi yoluna da başvuru imkanı vardır.

Biz bu konuda yapılanları bazı eğlencelerde yapılan üç fincanın altına yüzük saklama hadisesine benzetmekteyiz. Oyunu kuran , yüzüğü size göstermeden fincanın altına koymadığında kazanma şansınızın hiç olmadığı gibi bugünkü uygulamada orman idaresi ile başı derde girenlerin de kazanma şansı hiçbir zaman bulunmamaktadır.
TBMM bu yapılan yanlışlıkları 1987 yılında fark etmiş ve Orman Kanununda bir değişiklik yaparak hatalı gidişatı düzeltebileceğini düşünmüştür. Orman kanunları 6831 sayılı yasa 1/F maddesi ilk cümlesi tapulu yerlerin orman sınırları içine katılmayacağına dairdir. Yasa gerekçesi şu şekildedir. 6831 sayılı Yasa’nın 1. maddesinin (F) bendi son olarak 22.5.1987 tarih ve 3373 sayılı Yasa’yla değiştirilerek: eski fıkradaki orman sınırları içinde veya bitişiğindeki taşınmazlar için söz konusu olan “geçerli tapu kaydına dayanarak” deyimindeki “geçerli” kelimesi çıkarılarak yerine “tapulu” sözcüğü konmuş; orman sınırları dışındaki yerler için ise, “tapu kaydı” deyimi çıkarılmıştır. 6831 sayılı Orman Yasası’nın 1- maddesinin değiştiren 3373 sayılı Yasa’nın gerekçesinde, değişikliğin nedeni şöyle açıklanmıştır: “6831 sayılı Orman Kanununun 1. maddesinin ikinci fıkrasının (F) bendinde yer alan (geçerli tapu) sözcüğü devletçe verilmiş tapu belgeleri üzerinde şüphe uyandırdığından, bu yanlış anlamaları ortadan kaldırmak maksadıyla kanun metninden çıkarılmıştır” (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 17, Cilt: 41, Yasama Yılı: 4, S. Sayısı.569, Sayfa 2).
Bu nedenle orman hukuku adlı yazımızda biz İnsan Hakları Mahkemesine başvurunun bir zaruret olduğunu belirtmiştik. Bu konuda Sayın Avukat Şevket Çizmeli ve bizim yapmış bulunduğumuz iki başvuru Nisan ayı içinde duruşmaları yapılarak temmuz 2008 de neticelenmiş bulunmaktadır.
Ankara Barosu avukatlarından sayın Şevket Çizmeli’nin başvurusu 4785 sayılı yasa uygulaması ile mülke el konulmasına ilişkindir . Bu dosyada insan hakları mahkemesi mülkiyet hakkının ihlal edilmiş olduğuna karar vermiştir. 4785 uygulamaları 2/B uygulamalarının temelini teşkil ettiğinden dolayı Orman Kanunu 2/B uygulamalarının dahi insan hakları uygulamalarına aykırı uygulamalar olduğu hususu , bahse konu karardan sonra daha bir fark edilir hale gelecektir. Burada önemli olan , hükümetin hak sahibi kişilere bu türden yerleri satmasının değil bedelsiz olarak vermesinin gerekliliğidir .
Sayın Avukat Ş.Çizmeli’nin savunmasını yaptığı olay da bizim önceki açıklamalarımızı doğrular mahiyettedir. Hak sahiplerinin 4785 sayılı yasa uygulamasınca bir kısım arazileri ellerinden alınmış, 1970 lı yıllarda 4785 sayılı yasanın yeniden uygulanacağı belirtilerek geri kalan arazileri de ellerinden alınmak istenmiş ve 40 yıl süren dava neticesi bu gerçekleşmiş. Biz orman hukuku adlı yazımızda yapılan işlerin usulüne uygun olmadığını belirtirken 4785 uygulamaları ile vatandaşın mallarına el konulmasının uygun olmadığını ve yasanın 10,5 milyon hektar olarak belirlenen orman alanında uygulanması gerektiğini belirtmiştik. Şimdi belirlenen orman alanı miktarı ile 2/B alanları miktarı (453 000 hektar) toplanırsa yapılan yanlışlıklar pek çok kişi tarafından fark edilebilir.
Bizim olayımızda devlet 1953 yılında sattığı bir taşınmazı 1973 yılında orman sınırları dışında göstermesine rağmen 1990 yılında yaptığı orman kadastrosunda bu kez orman sınırları içine almaktaydı. Sebep olarak eski tarihli harita ve hava fotoğraflarında bu taşınmazların orman olarak göründüğü ve 1974 yılında yürürlükten kalkan ve halen yürürlükte olduğunu yargı mercilerinin kabul ettiği bir yönetmeliğe dayanmaktaydılar. İnsan hakları mahkemesindeki yargılamada devlet tarafının savunması, bizim gizli olduğunu iddia ettiğimiz harita ve belgelerin orman kadastroları öncesinde ve yargılamalar sırasında mahallinde hazır edilip ilgililerin istifadesine sundukları ve mahkemelerin bu tapuları iptal etmeyip çevresel nedenler ile kullanım sınırlaması getirdikleri şeklinde idi.
Bugün bu türden olaylarla uğraşanlar bilirler ki hiçbir zaman belge ve haritalar mahallinde olmamış ve uygulanmamıştır. Hatta ilgililer kapsamındaki karşı hak sahipleri bu belgeleri hiçbir zaman görmemiştir. Bu yargılamalar neticesi kişilerin tapularının iptal edildiği ise hak sahiplerinin yaşayarak öğrendikleri acı bir gerçektir.
İnsan Hakları Mahkemesi kişilerin tapularının iptali veya geçersizliği ile sonuçlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin orman kanunu uygulamalarını insan haklarına aykırı bulmuştur. Biri Türk yargıç olmak üzere iki hakim karşı oyla yapılan uygulamanın özel orman statüsüne sokma ve mülkiyetin kullanımının kısıtlaması olduğuna karar vermiştir. Mahkeme burada delillerin yönlendirilmesi ile yapılan yargılama faaliyetini değerlendirmenin, doğru yargılama yapılıp yapılmadığını incelemenin kendisini 3 veya 4 temyiz mahkemesi konumuna sokacağı ifadesi ile adil yargılama hakkının ihlal edildiğine dair bir karar vermemiştir.
Mahkeme kanımızca devletle olan ilişkileri ılımlı tutma ve ilk kararın neticeyi gerçekleştirmesi nedeni ile detaya girmemiştir. Mahkeme kararında aldığı üzere tamamen yeni olan bir duruma ve yeni belge ve delillere göre karar veren yerel mahkemeler mevcuttur. Oysa bizim yargı uygulamamız eski harita ve belgeler olarak delillerin “eski” olmasını aramaktadır [3] Bizim bu yazıyı okuyarak başvuru yapmayı düşüneceklere tavsiyemiz özellikle adil yargılama yapılmadığı ilkesine vurgu yaparak , belge ve delillerin gizli olduğuna dair belgeleri İnsan Hakları Mahkemesine ibraz etmelerinin mahkemenin bu yöndeki kanaatini etkileyeceğidir.











KÖKTEPE - TÜRKİYE DAVASI (Başvuru no: 35785/03)

II. İLGİLİ İÇ HUKUK VE UYGULAMASI

A. Anayasal hükümler

36. 1924 Anayasası’nın 74. maddesi aşağıdaki şekildedir;

“Kamu faydasına gerekli olduğu usulüne göre anlaşılmadıkça ve özel kanunları gereğince değer pahası peşin verilmedikçe hiç kimsenin malı ve mülkü kamulaştırılamaz.

Çiftçiyi toprak sahibi kılmak ve ormanları devletleştirmek için alınacak toprak ve ormanların kamulaştırma karşılığı ve bu karşılıkların ödenişi özel kanunlarla gösterilir.”

37. 1982 Anayasasının ilgili hükümleri aşağıdaki şekildedir:

XII. Mülkiyet Hakkı
MADDE 35- Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.
(...)
D. Kamulaştırma
MADDE 46 - (Değişik madde: 03/10/2001 – 4709 S.K.) Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.
İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.
E. Devletleştirme ve özelleştirme
MADDE 47- (Değişik madde: 13/08/1999- 4446 S.K.) Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı hallerde devletleştirilebilir.
Devletleştirme gerçek karşılığı üzerinden yapılır. Gerçek karşılığın hesaplanma tarzı ve usulleri kanunla düzenlenir.
Devletin, kamu iktisadi teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzelkişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve varlıkların özelleştirilmesine ilişkin esas ve usuller kanunla gösterilir.
Devlet, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen yatırım ve hizmetlerden hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzelkişilere yaptırılabileceği veya devredilebileceği kanunla belirlenir.
(...)
IV. Ormanlar ve orman köylüsü
A.Ormanların Korunması ve Geliştirilmesi
MADDE 169 - Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir.
Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.
Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz.
Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31/12/1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamaz.
B. Medeni Kanun
38. Türk Medeni Kanunu’nun ilgili hükümleri aşağıdaki şekildedir:
MADDE 683 § 1 “Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.”
MADDE 705 § 1- “Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur.”
MADDE 1007 § 1- “Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur.”
C. Ormanlar hakkında Kanunlar
39. 1937 tarihine kadar, ormanlarla ilgili olarak hiçbir özel düzenleme yapılmamıştır. 3 Şubat 1937 ve 31 Ağustos 1956 tarihleri arasında ormanlık arazilerle ilgili beş temel kanun kabul edilmiştir, bu kanunlar 3116 (1937), 4785 (1945), 5653 (1950), 5658 (1950) ve 6831 (1956) sayılı kanunlardır.
1. 8 Şubat 1937 tarihli ve 3116 sayılı Orman Kanunu
40. Bu Kanun’da yer alan 1. maddede “orman” kavramının tanımı yapılmaktadır. Aynı Kanun’un 3.maddesi uyarınca, dört çeşit ormanlık alan mevcuttur: Devlet ormanları, hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlar, vakıf ormanlar ve hususi ormanlar. Bu ormanlar, devlete ait olup vergi ödeyen kişilerce işletilebilen ormanlardır.
2. 9 Temmuz 1945 tarihli ve 4785 sayılı Orman Kanunu 41. Orman Kanunu’nun 1. maddesi aşağıdaki şekildedir: “Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihte var olan gerçek veya tüzel özel kişilere, vakıflara ve köy, belediye, özel idare kamu tüzel kişiliklerine ilişkin bütün ormanlar bu kanun gereğince devletleştirilmiştir. Bu ormanlar hiç bir işlem ve bildirime lüzum olmaksızın Devlete geçer.” 42. Bu Kanun’un 4. maddesi devletleştirme işlemine özellikle de şahısların emekleri ile dikilen çeşitli ağaçların bulunduğu ormanların devletleştirilmesi bir takım istisnalar getirmektedir. 43. Bu Kanun’un 7. maddesi devletleştirme işleminde tazminat ödenmesini öngörmektedir. 3. 24 Mart 1950 tarihli ve 5653 sayılı Orman Kanunu 44. 5653 sayılı Kanun, orman alanını yeniden tanımlamaktadır. Bu Kanun’un 1 § c maddesi uyarınca, makilerle kaplı arazinin korunması ya da bu Kanun ile belirlenen koşullar uyarınca ürün vermesi halinde makiler artık orman olarak nitelendirilmemektedir. 45. Yine aynı şekilde 1. madde uyarınca, 3 Nisan 1950 tarihinden itibaren, ormanvasfını yitirmiş alanlar artık orman olarak nitelendirilemeyecektir. 46. Bu Kanun üç çeşit ormanın varlığından söz etmektedir: Devlet ormanları, kamu tüzel kişilere ait ormanlar (köy ve belediyeler) ve hususi ormanlar. 4. 24 Mart 1950 tarihli ve 5658 sayılı Orman Kanun 47. 5658 sayılı Kanun’un 1. maddesi bazı koşullarda devletleştirilen ormanların iadesini öngörmektedir:“9 Temmuz 1945 tarihli Kanun ile devletleştirilen ormanlar arasında, devlet ormanları arasında bulunmayan tarla, bağ, bahçe, hususi ormanlara benzer alanlar, şehir, şehir meraları, ve köylere, gerçek ya da tüzel kişilere ait olan ve Orman Kanunu’nun 1. maddesi uyarınca orman olarak nitelendirilmeyen alanlarla çevrili ormanlar malikleri ya da varislerinin isteği üzerine iade edilir.” 5. 31 Ağustos 1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu 48. Bu Kanun’un 1. maddesinde “orman” kavramı açıklanmakta ve istisnaları sayılmaktadır. 49. Kanun’un 2. maddesinin B fıkrasında (5 Haziran 1986 tarihinde 3302 sayılı Kanun ile değiştirildiği şekliyle):“31 Aralık 1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş yerlerden; tarla, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, fındıklık, fıstıklık (antep fıstığı, çam fıstığı) gibi çeşitli tarım alanları veya otlak, kışlak, yaylak gibi hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler ile şehir kasaba ve Köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerleşim alanları, Orman sınırları dışına çıkartılır.Orman sınırları dışına çıkartılan bu yerler Devlete ait ise Hazine adına hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ise bu müesseseler adına, hususi orman ise sahipleri adına orman sınırları dışına çıkartılır. Uygumla kesinleştikten sonra tapuda kesin tashih ve tescil işlemi yapılır.”



50. 4. madde uyarınca malik ve İdare açısından üç çeşit orman bulunmaktadır; Devlet ormanları (7 ila 44. maddeler), kamu tüzel kişilere ait ormanlar (45 ila 49. maddeler) ve hususi ormanlar (50 ila 55. maddeler).

51. Bu kanunun 7. maddesi uyarınca, Devlet ormanları ya da hususi ormanların niteliği Orman Kadastro Komisyonları tarafından belirlenir. Öte yandan Kanun’un 7 ila 12. maddeleri Kadastro Komisyonlarının çalışma esaslarını belirlemiştir.

52. Devlet ormanları, Devlet’in koruması altındadır. Devlet ormanlarının orman vasfını bozmaya yönelik her türlü eylem yasaklanmış olup suç teşkil etmektedir (14 ila bilhassa 19. madde). 79 ila 90. maddeler kanuna aykırı eylemler karşısında uygulanacak usulü anlatmaktadır. 91 ila 114. maddelerde ceza hukuku hükümleri yer almaktadır. Bazı suçlar için öngörülen cezaların, suç teşkil eden eylemi gerçekleştiren kişi sözkonusu ormanın sahibi ise, düşürülmesi mümkündür (Bkz. örneğin, 91 § 6. madde).

53. Hususi ormanlar, Devlet’in kontrolüne ve denetimine tabiidir. Maliklerinin ise sınırlı bir düzeyde işletme hakkı bulunmaktadır. Ayrıca, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerlerdeki hususi orman alanlarında, orman sahipleri, arazinin yatay alanının yüzde altısını ( % 6) geçmemek üzere imar planlamasına uygun inşaat yapabilir.

54. 6831 sayılı Kanun, 1744 (1973), 2896 (1983), 3302 (1986), 3373 (1987), 3493 (1988), 4079 (1995), 114 (1995), 4570 (2000) 4999 (2003), 5177 (2004), 5192 (2004) ve 5728 (2008) sayılı Kanunlarla birkaç kez değiştirilmiştir.

D. 21 Haziran 1987 tarihli ve 3402 sayılı Kanun

55. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “kadastro sonuçlarının ilanı” başlıklı 11. maddesi uyarınca, Kadastro müdürü, askı cetvellerini düzenler, bu cetvelleri ve pafta örneklerini, Kadastro Müdürlüğünde ve ayrıca muhtarın çalışma yerinde 30 gün süre ile ilan ettirir. İtirazı olanların, ilan süresi içinde kadastro mahkemesine başvurarak dava açabilmeleri mümkündür. Kadastro müdürü bu işlemleri, kadastro ekibinin çalışma alanındaki işini bitirdiği tarihten itibaren en geç üç ay içerisinde yapmak zorundadır. Bu Kanun gereğince yapılan ilanlar, ilgili gerçek kişilere, kamu ve özel hukuk tüzel kişilerine şahsen tebliğ edilmiş sayılır.

56. Ayrıca 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “kadastro tutanaklarının kesinleşmesi ve hak düşürücü süre” başlıklı 12. maddesinde, 30 günlük ilan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tespitlerin kesinleşeceği öngörülmektedir. Kadastro müdürü tarafından onaylanarak kesinleşen tutanaklar ile kadastro mahkemesinin kesinleşmiş kararları; kesinleşme tarihleri tescil olarak gösterilmek suretiyle en geç 3 ay içinde tapu kütüklerine kaydedilir.

Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz.
Kadastrosu tamamlanan çalışma alanı içerisinde kalan eski tapu kayıtları, işleme tabi kayıt niteliğini kaybederler. Bu kayıtlara dayanılarak kadastro ve tapu sicil müdürlüklerinde işlem yapılamaz.
E. Ulusal İçtihat

57. 23 Haziran 1964 tarihinde, Anayasa Mahkemesi, ilgili dönemde yürürlükte olan ve kamulaştırma tazminatını, mülkün gerçek değerinden yola çıkarak hesaplayan Anayasa’nın 38. maddesi ile çelişkili olduğu gerekçesiyle 4785 sayılı Orman Kanunu’nun 3 ve 4. maddelerini iptal etmiştir. 3. madde, devletleştirilen ormanın değerinin vergi beyanından yola çıkılarak tespit edilebileceğini ifade etmekteydi. 4. madde ise devletleştirilen bir ormanda mevcut yapıların alımına ilişkin kriterleri tanımlamaktaydı. İlgili maddelerin iptalinin bu alanda bir hukuk boşluğu doğurup doğurmayacağı hususunda ise Anayasa Mahkemesi’nin cevabı izleyen satırlarda yer almaktadır:

“(…) sözkonusu hükümler iptal edildiğine, kamulaştırmaya ilişkin genel hükümler, ormanların kamulaştırılması işlemine de uygulanacaktır.”

58. Yargıtay, 28 Mart 1995 tarihinde, 917 sayılı eski Medeni Kanun uyarınca tapu kayıtlarının düzgün olarak tutulması işinden Hazine’nin sorumlu olduğunu tespit etmiştir. Yargıtay kararında, Hazine’nin sorumluluğunu ortaya koyacak kriterleri saymıştır: bu kriterler, bir zararın var olması, bir memurun hukuka aykırı eyleminin var olması, zarar ile eylem arasında nedensellik bağının mevcut olmasıdır. Yargıtay aynı zamanda zararın kesin bir şekilde meydana gelmiş olması ve tazminat talebinin, zararın nihai olarak meydana geldiği tarihten en geç bir sene sonra ve her halükarda on seneklik genel bir süre zaman aşımı süresinde talep edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

59. Yargıtay, 26 Nisan 1999 tarihli bir kararında, 917 sayılı eski Medeni Kanun uyarınca tapu kayıtlarının düzgün olarak tutulması işinden Hazine’nin sorumlu olduğunu yinelemiştir. Bununla birlikte ilgili, verecekli olan kişinin mülküne bir takım tedbirlerin konmasını sağlayamamış szira tapu sicil kayıtları usulüne uygun olarak tutulmamıştır.

60. Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulu, 7 Mayıs 2002 tarihinde, dava konusu arazinin ormanlık alan içerisinde yer alması nedeniyle tapu senedinin Kadastro Mahkemesi tarafından iptal edilmesi halinde, yetkinin adli hakimde olduğunu tespit etmiştir (daha sonra ise orman niteliğini kaybettiğinden bu arazi ormanlık alan kapsamının dışına çıkarılmıştır). Bu davada, hakimler ilgilinin tapu senedinin iptal edilmesine neden olan Kadastro Mahkemesinin kararına dayanarak tazminat talebini reddetmişlerdi. Hakimler, bu kararın hukuka uygun olduğuna kanaat getirmiştir.

61.Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi, 7 Mayıs 2002 tarihli kararında başvuranın talebini reddeden esasa bakan Mahkemenin kararını bozmuş ve Kadastro Komisyonu’nda çalışan ve dava konusu arazinin ormanlık alan içerisinde yer almadığına yanlışlıkla karar veren kişilerin hatalı eylemleri nedeniyle Hükümet’in objektif sorumluluğunun mevcut olduğunu tespit etmiştir. Esasında, bu hatalı eylem nedeniyle tapu kayıtlarına güvenen ve üçüncü kişilere satışı yapılan arazinin orman niteliği ile ilgili olarak tapu sicil kayıtlarında herhangi bir ifade yer almamıştır. Dava konusu arazi, Kadastro Komisyonu’nun kararları neticesinde 1959 yılında üçüncü şahıslar adına tapuya tescil edilmiş ve bu kişiler için ilk defa kendi adlarına bir tapu belgesi düzenlenmiştir. Başvuran, arazinin orman vasfına sahip olduğuna dair hiçbir ibarenin yer almadığı tapu sicil kayıtlarında yer alan bilgilere güvenerek araziye 1994 yılında sahip olmuştur. 1977-1982 yılları arasında Kadastro Komisyonu yeni çalışmalar yürütmüş ve dava konusu arazinin orman vasfını yitirmiş olması sebebiyle artık orman vasfını taşımadığına karar vermiştir. Komisyon arazinin ormanlık alan dışına çıkarılmasına karar vermiştir. Bu ibare, 1995 yılında tapu sicil kayıtlarında da yer almıştır.

62. Yargıtay Üçüncü Hukuk Dairesi, 30 Ekim 2006 tarihinde, Kadastro Komisyonu’nun çalışmaları neticesinde arazinin kaydının yapılması nedeniyle dile getirilen tazminat taleplerine bakma yetkisinin İdari Hakim’de olduğunun belirtildiği Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 12 Haziran 2006 tarihli kararını onamıştır. Arazi, 1953 yılında ilgili tarafından satın alınmıştır. Daha sonra ise Kadastro Komisyonu’nun çalışmaları neticesinde kendi adına tapuya tescil edilmiştir. İzleyen zamanda ise ilgilinin tapu belgesi, arazinin ormanlık alan içerisinde yer aldığı gerekçesiyle iptal edilmiştir. Mahkeme, izleyen nedenlerle talebi reddetmiştir:

“Başvuran, iki eyleme dayanarak tazminat talebinde bulunmaktadır, bu eylemler tapu belgesinin düzenlenmesi ve daha sonra ise sınırlama nedeniyle belgenin iptal edilmesidir. Başvuran, kendisinin tapu belgesinin sahibi olmasına rağmen gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde orman sınırlamasının neticesinin kendisine tebliğ edilmediğini ve bu noktada İdare’nin hatalı olduğunu belirtmektedir. İdari bir eylem neticesinde meydana gelen bir zararın tazmin edilmesi talebi yalnızca İdare Mahkemesi önünde dava açılarak dile getirilebilir.”

30 Ocak 2008 tarihinde, yukarıda ifade edilen ve 5 Aralık 2007 tarihinde başvurusu yapılan davada davacının avukatı olan (ve aynı zamanda mevcut davada başvuranın avukatı olan) Sayın M. Öztok’un, Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu daha önceki iki karar arasında çelişkinin mevcut olmadığını ve bu nedenle içtihadı birleştirme kararının alınmasının gerekli olmadığını belirtmiştir.

63. Yargıtay Genel Kurulu, 19 Nisan 2006 tarihli bir kararla, Tapu Sicil Müdürlüğü’nde görevli memurların eylemleri nedeniyle Devlet’in objektif sorumluluğunun bulunduğunun belirtildiği esasa bakan Mahkeme’nin kararını onamıştır. 1976 yılında üçüncü bir kişi sahte bir mahkeme kararı kullanarak araziyi davacıya satmıştır, oysaki 1954 yılında dava konusu arazi, Kadastro Komisyonu tarafından mera olarak nitelendirilmiş ve bu nedenle kamusal alan içerisinde yer almıştır. Esasa bakan Mahkeme, talebi kısmen kabul etmiş ve davacının sözkonusu arazi üzerinde ektiği bitkiler ve inşa ettiği ev için bir tazminat ödenmesine karar vermiştir. Yargıtay, davacının üçüncü kişilere başvurabilmesinin, İdare’nin objektif sorumluluğunu ortadan kaldıramadığını kaydetmektedir. Herhangi bir hatanın işlenmemiş olması halinde bile, üç durumun bir araya gelmiş olması sebebiyle Devlet’in sorumluluğu bulunmaktadır: hatalı bir eylemin varlığı, bir zararın varlığı ve hatalı eylem ile oluşan zarar arasında bir nedensellik bağının mevcudiyeti. Ayrıca Yargıtay, sicil kayıtlarına güvenen kişinin iyi niyetini koruyan Medeni Kanun’un ilgili maddelerine atıfta bulunmuştur.

64. Bursa İdare Mahkemesi, 26 Haziran 2006 tarihinde davacının arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle tapu belgesinin iptal edilmesi sonrasında uğradığını iddia ettiği zararın tazmin edilmesi talebini reddetmiştir. Davacı, kendisini ratione materiae yetkisiz ilan eden adli hakime başvurduktan sonra İdare Mahkemesi’ne başvurmuştur. İdare Mahkemesi’ne göre, başvuru gecikmiş bir başvuru niteliği taşımaktaydı, zira talebin tapu belgesinin iptal edilmesine ilişkin kararın kesinleştiği tarihten itibaren altmış gün içinde yapılması gerekmekteydi.

65.Hükümet tarafından dosyaya eklenen belge uyarınca, Sayın M. Öztok (mevcut davada başvuranın avukatı), Devlet’in objektif sorumluluğunun tespit edilebilmesi amacıyla müvekkillerinden birinin adına Bursa İdare Mahkemesi’ne başvurmuştur. Bu davada, müvekkilinin tapu senedi, arazisinin ormanlık alan içerisinde yer alması nedeniyle iptal edilmiştir. Sayın Öztok bu başvurusunda, ratione materiae bakımından kendisini yetkisiz ilan eden Çanakkale Asliye Mahkemesi tarafından başvurusunun reddedildiğini açıklamıştır. Çeşitli Mahkemeler arasında yetki sorunun mevcut olduğunu belirten Öztok, İdare Mahkemesi’nden, yeni bir yetkisizlik kararının benimsenmemesi için davanın Uyuşmazlık Mahkemesi’ne sevk edilmesini talep etmiştir. Öztok aynı zamanda, mülkiyet hakkı ve orman alanında düzenlenen hükümlerin birbirleri ile çelişkili olduğunu iddia ederek davanın Anayasa Mahkemesi’ne sevk edilmesini talep etmiştir.


HUKUK AÇISINDAN

66. Başvuran, kendisine herhangi bir tazminat ödenmeksizin arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale teşkil ettiğini belirtmektedir. Başvuran aynı zamanda AİHS’nin 6. maddesinin 1.fıkrasının da ihlal edildiğini ifade etmektedir.

I. 1 NO’LU EK PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA

A.Kabul edilebilirlik hakkında

67. Hükümet öncelikle sözkonusu davanın, başvurunun yapıldığı tarihte halen ulusal mahkemeler önünde görülmekte olduğunu belirterek AİHM’den şikayeti kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.

68. AİHM, arazinin sınırlandırılmasına ilişkin iç hukukta görülen davanın, 2 Temmuz 2004 tarihinde Yargıtay kararıyla sona erdiğini tespit etmektedir. AİHM, iç hukuktaki başvuru yollarının son aşamasına, başvurunun yapılmasından sonra fakat kabul edilebilirlik kararını benimsemesinden önce başvurulmasını tolere edebileceğini hatırlatmaktadır (mutatis mutandis, Ringeisen-Avusturya, 16 Temmuz 1971 tarihli karar, A serisi no: 13, s. 38, § 91, ve E.K.-Türkiye (karar), no:28496/95, 28 Kasım 2000). Sonuç itibariyle AİHM itirazın bu kısmını reddetmektedir.

69. Hükümet ayrıca başvuranın, 19 Kasım 1990 tarihli Kadastro Komisyonu’nun kararına karşı hiçbir başvuru yapmamış olması sebebiyle AİHM’den başvuruyu kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.

70. Başvuran Hükümet’in iddiasına itiraz etmektedir.

71. AİHM, başvuranın esas itibariyle Kadastro Komisyonu’nun 19 Kasım 1990 tarihli kararına itiraz etme imkanının bulunmadığını, zira başvuranın o tarihte henüz arazinin sahibi olmadığını tespit etmektedir. Ayrıca dosyada yer alan hiçbir unsurun, dava konusu arazinin satın alındığı 1993 tarihinde, tapu kayıtlarında arazinin niteliğinin ormanlık alan olarak belirtildiğini ve başvuranın bundan haberdar olduğunu ortaya koymaya yetmediğini kaydetmektedir. Sonuç itibariyle AİHM, ulusal mahkemelerin süreye uyulmadığı gerekçesiyle başvuranın başvurusunu kabul edilemez ilan etmediklerini hatırlatmaktadır. Ulusal mahkemeler, dava esastan incelemiş ve başvuruyu reddetmişlerdir. Bu noktada, başvurunun bu kısmının da reddedilmesi uygun olacaktır.

72. Hükümet ayrıca başvuranın İdare’ye başvurarak tazminat talep edebileceğini ve açık ya da zımni bir ret cevabının verilmesi halinde ise İdare’nin her türlü eylem ve kararlarına karşı adli başvuru yolunun mevcut olduğunun belirtildiği Anayasa’nın ilgili hükümlerinden ve ya İdari Usul Kanunu’nun ilgili hükümlerinden yola çıkarak, tapu senedinin iptal edilmesi sebebiyle uğradığı zararın tazmin edilebilmesi amacıyla bir dava açabileceğini belirtmektedir. Bununla ilgili olarak Hükümet, yukarıda ifade edilen ulusal içtihada atıfta bulunmaktadır. Hükümet aynı zamanda Sayın M. Öztok’un (mevcut davada başvuranın avukatı) bizzat kendisinin de, Devlet’in mevcut davada objektif sorumluluğunun bulunduğunu belirterek, 11 Aralık 2006 tarihinde Bursa İdare Mahkemesi’ne başvurduğunu ve davanın halen ilgili mahkeme önünde görülmekte olduğunu belirtmektedir (yukarıda yer alan 65. paragraf).

73. Başvuran bu iddialara itiraz etmektedir. Başvuran, bir arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesine ilişkin nihai bir hukuk kararına itiraz etmesini sağlayacak idari seviyede hiçbir iç hukuk yolunun bulunmadığını ifade etmektedir. Hükümet tarafından atıfta bulunulan içtihat ile ilgili olarak, istisnai bir iki durumun mevcut olduğunu, lakin prensip olarak bu türden bir talebin başarılı bir şekilde sonuçlanma ihtimalinin bulunmadığını belirtmektedir. Başvuran bu ifadesini destekleyebilmek amacıyla bu alandaki iç hukuk uygulamalarına ilişkin kararlara atıfta bulunmaktadır.

74. İdare’nin her türlü eylem ve kararlarına karşı adli yola başvurulabileceğine dair ilke uyarınca tazminat talep etme imkanının mevcut olduğu hususunda ise AİHM Doğrusöz ve Aslan-Türkiye (no: 1262/02, §§, 30 Mayıs 2006 tarihli karar) kararında buna benzer bir itirazı reddettiğini hatırlatmaktadır. Zira bu başvuru, adli sicil kaydında tapu kaydının yasal olmayan bir şekilde iptal edilmesi ile ilgilidir. Oysa ki mevcut davada, Çanakkale Kadastro Mahkemesi, orman sınırları içerisinde bulunan arazilerin şahsa ait olamayacağının belirtildiği orman alanına ilişkin mevzuata dayanarak başvuranın talebini reddetmiştir (Bkz., mutatis mutandis, Mehmet Ali Miçooğulları-Türkiye, no: 75606/01, § 17, 10 Mayıs 2007 tarihli karar).

75. Başvurandan, Devlet’in objektif sorumluluğun bulunduğundan yola çıkarak bir tazminat elde etmek amacıyla yeni bir başvuru yapmasını bekleme hususu ile ilgili olarak, arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi ve sınırlandırılmasının iptal edilmesi ile ilgili olarak yapmış olduğu ilk başvurunun reddedilmesinin ardından, yukarıda da zikredilen örneklerde olduğu gibi, AİHM, AİHS’nin 35 § 1. maddesinden doğan zorunluluğun, etkili, yeterli ve ulaşılabilir olan başvuru yollarının normal bir şekilde kullanılması ile sınırlandığını hatırlatmaktadır (Sofri ve diğerleri-İtalya (karar), no: 37235/97, AİHM 2003-VIII). Özellikle de AİHS yalnızca isnat edilen, uygun ve elverişli olan ihlallere ilişkin başvuru yollarının tüketilmesini önermektedir. Bu başvuru yolları, yeterli bir ölçüde, yalnızca teoride değil aynı zamanda uygulamada da mevcut olmalıdır, aksi durumda ise gerekli olan etkililik ve erişilebilirlik özellikleri mevcut olmayacaktır (Akdivar ve diğerleri-Türkiye, 16 Eylül 1996 tarihli karar, Derleme Kararlar ve Hükümler 1996-IV, s. 1210, § 66).

76. Buna karşın AİHM öncelikle, Hükümet tarafından isnat edilen kararlarda, ulusal mahkemelerin mülk sahibinin zarara uğramasına neden olan tapu sicil kayıtlarının her ne kadar devlet memurunun bir hatasının sonucu olmasa da bir “yanlışlık” sonucunda yapıldığını kaydetmektedir. Zira bu durumda hiçbir şey başvuranın ya da 1953’ten beri arsaya sahip olan kişilerin, tapu senetlerinin bir yanlışlık neticesinde verildiğini ortaya koymamaktadır. Sözkonusu arazinin tarım alanı olarak 1953 yılında Hazine tarafından bir şahsa satıldığı ve başvuranın, tapu sicil kaydında arazinin orman alanı olduğuna ilişkin hiçbir ibarenin yer almaması üzerine sözkonusu araziye sahip olan beşinci kişi olduğu hususu taraflar arasında tartışma konusu teşkil etmemektedir. Ulusal Mahkemeler, başvuranın dava süresince elde edilen kanıtlardan yola çıkarak sınırlamaya ilişkin talebini, araziyi tarım alanı olarak nitelendiren devlet memurları tarafından yapılan hatalı bir eylem nedeniyle değil de bu alanda uygulanabilir yasal hükümleri dikkate alarak reddetmiştir.

Daha sonra ise iki tarafça ileri sürülen içtihat ışığında, AİHM, bir şahsa ait bir arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesine ilişkin iç hukuk uygulamaları dikkate alındığında, Hükümet’in bu türden bir başvurunun ne kadar başarılı, yeterli ve ulaşılabilir olduğu hususunu hiçbir şekilde ortaya koyamadığı kanaatindedir.

Nihayetinde, AİHM, yüce mahkemeler önünde konu ile ilgili görülen davaların sonucu ile ilgili spekülasyon yapmaksızın, sözkonusu arazinin niteliğinin belirlenebilmesi amacıyla 1996 yılından 2004 yılına kadar zaten beklemiş olan başvurandan bir tazminat elde edebilmek amacıyla yeni bir başvuru yapmasının beklenmeyeceğine kanaat getirmektedir (Bkz., mutatis mutandis, Guillemin-Fransa, 21 Şubat 1997 tarihli karar, Derleme 1997-I, § 50).

77. Sonuç itibariyle AİHM, bu şikayetin AİHS’nin 35 § 3. maddesi uyarınca açıkça dayanaktan yoksun olmadığını tespit etmektedir. AİHM ayrıca şikayetin başka hiçbir kabul edilemezlik unsuru teşkil etmediği kanaatindedir. Bu nedenle şikayetin kabul edilebilir ilan edilmesi uygundur.

B. Esas Hakkında
78. Başvuran, arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi ve bununla ilgili olarak ulusal mahkemeler önünde yapmış olduğu başvurunun, herhangi bir tazminat ödenmeksizin reddedilmesine ilişkin karar alınmasının, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale teşkil ettiğini ileri sürmektedir. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi aşağıdaki gibidir: Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez”
1. Tarafların argümanları

a) Başvuran

79. Başvurana göre, ulusal mahkemeler, arazisi bir tarım alanı niteliğinde olmasına rağmen, ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle yaptığı iptal başvurusunu reddetmiştir. Arazinin bu niteliği, Hazine tarafından ilk satışının yapıldığı 1953 yılında var olduğu gibi, bizzat kendisinin araziyi satın aldığı 1993 yılında da devam etmiştir. Hukuken ve teknik olarak arazinin bu nedenle ormanlık alan olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Bununla birlikte, madem ki arazi ormanlık alan olarak nitelendirildi, Devlet’in kamulaştırma usulünü izleyerek kendisine tazminat ödemesi gerekmekteydi zira dava konusu sınırlama bir nev’i mülkiyetten yoksun bırakma niteliğindedir. Bu bakımdan başvuran, Hükümet’in dava konusu sınırlamanın, tıpkı 2 Mart 2006 tarihli ve 49908/99 başvuru numaralı Ansay-Türkiye davasında olduğu gibi mülkiyet hakkını kullanması hususunda yapılan basit bir müdahaleden ibaret olduğuna ilişkin iddialarını reddetmektedir. Bu türden bir sınırlama sonrasında kendi arazisini kullanmasının imkansız hale geldiğini ve kullanması halinde ise bunun cezai mahkumiyetle sonuçlanacağını hatırlatmaktadır. Başvurana göre, herhangi bir tazminat ödenmeksizin, davakonusu arazinin sınırlandırılması, de facto bir ihlal teşkil etmektedir ve mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale niteliğindedir.

b) Hükümet

80. AİHM’nin bu konudaki içtihadına atıfta bulunan (Dagalaş ve diğerleri-Türkiye (karar), no: 51326/99, 29 Eylül 2005; Özden-Türkiye (karar), no: 11841/02, 3 Mayıs 2007; Gündüz-Türkiye (karar), no: 50253/07, 18 Ekim 2007 tarihli karar; ve Pekinel-Türkiye, no: 9939/02, 18 Mart 2008 tarihli karar), Hükümet, başvuranın 1 No’lu Ek Protokol’ün 1 maddesi uyarınca gerekli olan ve mevcut bir alacağının doğmasına sebep olabilecek ne “fiili bir mülk” ne de “yasal bir beklenti” sahibi olduğunu belirtmektedir. Zira başvuran 1993 tarihinde araziyi satın aldığında bu arazinin 1990 yılında ormanlık alan olarak ilan edildiğini biliyordu ya da bilmesi gerekmekteydi. Ayrıca Ansay-Türkiye davasına atıfta bulunan Hükümet, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik olarak yapılan müdahalenin meşru bir amaç taşıdığını ve orantılı ölçüde gerçekleştiğini ifade emektedir.

2. AİHM’nin takdiri

81.AİHM, içtihadına göre, mülkiyet hakkını özü itibarıyla güvence altına alan 1 No’lu Ek protokol’ün 1. maddesinin birbirinden ayrı üç kural ihtiva ettiğini anımsatır (bkz., özellikle, James ve diğerleri – Birleşik Krallık, 21 Şubat 1986 tarihli karar, A serisi no:98, prg. 37). Genel nitelik arz eden birinci bendin ilk cümlesinde ifade edilen birinci kuralda mülkiyete saygı hakkından söz edilmekte olup aynı bendin ikinci cümlesinde yer alan ikinci kuralda mülkten yoksun bırakma işlemi bazı koşullara bağlanır; ikinci bentte yer alan üçüncü kuralda ise sözleşmeci devletlere mal ve mülklerin kullanımını kamu yararına uygun şekilde düzenleme yetkisi tanınır. Belli bir takım mülkiyet hakkı ihlali örneklerine ilişkin olan ikinci ve üçüncü kural birinci kuralda ifade edilen ilkenin ışığında yorumlanmalıdır (Bruncrona-Finlandiya, no: 41673/98, §§ 65-69, 16 Kasım 2004, ve Broniowski-Polonya [Büyük Daire], no: 31443/96, § 134, AİHM 2004-V).


82. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi bakımından bir mülkiyetin var olup olmadığı hususunda ise AİHM’nin Hükümet’in iddiasını benimsemesi mümkün değildir. AİHM, mevcut davanın Hükümet tarafından ileri sürülen davalardan farklı olduğunu kaydetmektedir, zira başvuranın dava konusu araziyi satın aldığı sırada, tapu kayıtlarında herhangi bir ibareye yer verilmemiş olması nedeniyle, arazinin ormanlık alan olarak nitelendirildiği hususundan haberdar olduğu hiçbir nesnel unsur ile ortaya konmamıştır. Her halükarda geçerli bir tapu senedine sahip olan kişinin, iç hukuk ve uygulamaları uyarınca, Kadastro Komisyonu’nun çalışmaları sonrasında getirilen sınırlandırmalara karşı kararın tebliğ edildiği tarihi takip eden on yıl içerisinde itiraz etme hakkına sahip olduğu hususuna itiraz edilmesi mümkün değildir. Başka bir ifadeyle, tapu senedine sahip bir kişinin, o alanda benimsenen nihai bir karar uyarınca sınırlandırmanın kesinleştiği ana kadar, sınırlandırmaya tabi olmamış bir mülke sahip olmayı umması pekala mümkündür. Bu nedenle başvuran, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca “mülk” sahibidir (Bkz., diğerleri arasında, Kopecky-Slovakya [Büyük Daire], no: 44912/98, § 35, AİHM 2004-IX).

83.Bir müdahalenin varlığı hususunda ise AİHM, , dava konusu arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle başvuranın mülkiyet hakkının ihlal edildiği hususunda her iki tarafın da hem fikir olduğunu tespit etmektedir. Bununla birlikte taraflar sözkonusu müdahalenin sonuçları hususunda aynı görüşü paylaşmamaktadır.

84. Bu durumda başvuran, sınırlandırmayı de facto olarak nitelendirirken Hükümet, dava konusu durumun, mülklerin kullanımına ilişkin düzenlemelerden kaynaklandığını belirtmektedir.

85. AİHM başvuran tarafından dile getirilen sınırlandırmanın etkilerinin tamamının, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin birinci cümlesi bakımından incelenmeyi gerektiren sözkonusu mülkün kullanılabilirliğinin ciddi bir şekilde azalmasından ileri geldiğini (yukarıda yer alan 90. paragraf) tespit etmektedir.

86. AİHM öncelikle başvuranın sözkonusu araziyi satın aldığı sırada iyi niyetli olmadığının hiçbir şekilde ortaya konmadığını tespit etmekte ve başvuranın geçerli bir tapu senedine sahip olduğunun altını çizmektedir.

87. AİHM, AİHM daha sonra ise yetkili mahkemelerin, adli bir kararla dava konusu araziyi ormanlık alan olarak nitelendirdiğini tespit etmektedir. Başvuran tarafından arazinin niteliğine ilişkin itiraza rağmen ulusal mahkemeler arazinin orman alanında bulunduğu yönündeki bilirkişi raporlarına dayanarak anayasa hükümleri gereğince tapu senedini iptal etmiştir. Ulusal mahkemeler tarafından ileri sürülen gerekçeleri göz önünde bulunduran AİHM, başvurana uygulanan yoksun bırakma işlemine gerekçe olarak gösterilen tabiatın ve ormanların korunması amacının 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin ikinci cümlesi anlamında kamu yararı kapsamına girdiğini düşünmektedir (bkz., mutatis mutandis, Lazaridi – Yunanistan, no: 31282/04, prg. 34, 13 Temmuz 2006). Bu çerçevede AİHM, her ne kadar çevrenin genel olarak korunmasına yönelik AİHS’de özel bir hüküm bulunmasa da (Kyrtatos – Yunanistan, no: 41666/98, prg. 52) günümüz toplumunun çevrenin korunması konusundaki duyarlılığının her geçen gün daha da arttığını anımsatır (Fredin – İsveç (no:1), 18 Şubat 1991 tarihli karar, prg. 48). AİHM, çevrenin korunmasına bağlı sorunlara müteaddit defalar değindiğini ve konunun önemine dikkat çektiğini kaydeder (Bkz. örneğin, Taşkın ve diğerleri-Türkiye, no: 46117/99, AİHM 2004-X; Moreno Gomez-İspanya, no: 4143/02, AİHM 2004-X; Fadeieva-Rusya, no: 55723/00, AİHM 2005-IV; Giacomelli-İtalya, no: 59909/00, AİHM 2006-…). Tabiatın ve ormanların korunması ve daha genel olarak da çevre bir değer teşkil etmektedir, bu değerin korunması ise kamuoyunda, dolayısıyla da kamu makamları nezdinde sürekli ve yoğun bir ilgi uyandırmaktadır. Çevrenin korunmasına ilişkin mülahazalar sözkonusu olduğunda, bilhassa da devlet konuyla ilgili olarak bir yasal düzenlemeye gitmişse, ekonomik zorunluluklar ve hatta mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklar öncelik arz etmemelidirler (Hamer-Belçika, no: 21861/03, § 79, AİHM 2007,-..., (kesitler)).


88. Dava konusu sınırlamanın bu alandaki adil dengeye uygun olarak gerçekleştirip gerçekleştirilmediği hususunda karar vermeden önce, AİHM, Hükümet’in Ansay-Türkiye (no: 49908/99, 2 Mart 2006 tarihli karar) kararının mevcut davanın incelenmesinde örnek teşkil edebileceği görüşüne katılmamaktadır. Ansay davasında, AİHM, başvuranların mülklerinden istifade etme haklarının sınırlandırılmasına sebep olan gerçek nedenlerle ilgili olaylara ve hukuka ilişkin yeterli hususlara sahip değildi. Ve incelemesi gereken temel soru, ilgililerin inşa izninin iptal edilmiş olmasının, bu tedbirin amaçlanan meşru hedefle orantılı olup olmadığını ortaya koyabilecek bir zarara sebep olup olmadığı hususuydu. AİHM, haklı olarak, bu soruyu, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca “mülklerin kullanımın düzenlenmesi” kavramı bakımından incelemiştir oysa ki mevcut davada sözkonusu olan mülkiyetten yoksun bırakmanın temelini teşkil eden bir tedbirdir.

89. Mevcut davada başvuran, iyi niyetle 1993 yılında hiç tartışmasız bir şekilde tarım arazisi olarak nitelendirilen (yukarıda yer alan 8 ve 9. paragraflar) ve Türk Hukukunda muteber sayılan tapu sicil kayıtlarında arazi ile ilgili sınırlayıcı hiçbir ibarenin yer almadığı bir araziyi satın almıştır (yukarıda yer alan 38. paragraf). Bu nedenle arazinin başvuran tarafından satın alınması işlemi, başvurana yöneltilebilecek hiçbir kuralsızlık barındırmamaktadır; hal böyle olmasaydı, Tapu ve Kadastro Müdürlüğü yasalara uygun olarak hazırlanmış olan tapu senedini başvuran adına düzenlemezdi (9. paragraf).

90. Bu bakımdan, AİHM, arazinin satın alındığı dönemde, başvuranın arazinin niteliğinden haberdar olması gerektiğini belirten Hükümet’in iddiası üzerinde daha fazla durmayacaktır zira Hükümet’in bu iddiasını destekleyebilecek doğrulanabilir hiçbir unsur mevcut değildir (yukarıda yer alan 80. paragraf). Buna karşın, AİHM halihazırda, tarım arazisi satın alan başvuranın, kendi adına düzenlenen tapu senedine sahip olmasına rağmen, araziyi işleyemediğini, ekip biçemediğini veya başka hiçbir işlem yapamadığını tespit etmektedir. Kısacası başvuranın arazisinden yararlanma hakkı bulunmamaktadır.

91. Bu nedenle AİHM, kararının mevcut dava olayları ile sınırlı olduğunu ve ormanlık alan sınıflandırmasının, dava olaylarını çevreleyen tüm koşullardan bağımsız olarak, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci cümlesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik bir müdahale niteliğinde olduğunu belirten bir ilke kararı olarak algılanmaması gerektiğini ifade ederek mevcut davada dava konusu arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin, yukarıda ifade dilen koşullarda (9. paragraf) edinilmiş olan başvuranın mülkiyet hakkının içeriğini tamamen yok ettiğinin kabul edilmesi gerektiği kanaatindedir. Başvuranın, tedbirin uygulandığı 28 Eylül 2007 tarihine kadar araziyi satmasının mümkün olduğu hususunda dile getirilen iddia (33-34. paragraflar), bu tespiti hiçbir şekilde etkilememektedir zira bir yandan bu satış işlemi tamamen teoriktir ve öte yandan ise tapu senedinin iptal edilmesini ve arazinin Orman Müdürlüğü lehine devrinin yapılmasına ilişkin dava başlatılmış bulunmaktaydı.

92. Geriye kalan husus, dava konusu tedbirin, gerekli olan adil dengeyi sağlayıp sağlayamadığı ve özellikle de, başvuranı ornatısız bir yük taşımaya mahkum edip etmediğidir. Bu itibarla, yerel mevzuatla öngörülen tazmin edilme usüllerini değerlendirmek gerekmektedir. Bu konuda, AİHM bu hususta etkili bir iç ukuk yolunun mevcut olmadığını tespit etmektedir (74. paragraf). Dava koşulları, özellikle de sınırlamanın nihai oluşu, dava konusu durumu telafi edebilecek nitelikte etkili bir iç hukuk yolunun bulunmayışı, mülkiyet hakkından tam olarak istifade edilmesi karşısındaki engel ve tazminat ödenmemiş olması AİHM’nin, başvuranın özel ve aşırı bir yük taşımaya mecbur kılındığı kanaatine varmasına neden olmaktadır. Bu durum, kamu yararının gereklilikleri ve öte yandan ise mülkiyet hakkına saygı ilkesinin korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengeyi bozmaktadır (Bkz. mutatis mutandis, Terazzi S.r.l., adıgeçen karar, § 91). AİHM, başvurana hiçbir tazminat ödenmemesini haklı gösterecek hiçbir istisnai duruma atıfta bulunamadığını kaydetmektedir.

93. Bu nedenle, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.



II. AİHS’NİN 6 § 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA

94. Başvuran, hatalı delil unsurlarından hareketle karar veren ulusal mahkemelerin, bağımsız ve tarafsız mahkeme niteliğini taşımadığından dolayı şikayetçi olmaktadır. Başvuran bu itibarla, AİHS’nin 6. maddesine atıfta bulunmaktadır. AİHS’nin 6. maddesi aşağıda yer aldığı şekildedir:

“Herkes, (…) kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”

95. Hükümet, AİHM’den dayanaktan yoksun olduğu gerekçesiyle bu şikayeti kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.

96. Başvuran, ulusal mahkemelerin dava konusu arazinin sınırlandırılması ile ilgili talebini reddetmek için hatalı delillere dayandıklarını belirtmektedir. Başvurana göre, ulusal mahkemelerin, kendisinin erişim imkanının mevcut olmadığını belirttiği eski belgeleri incelemesi gerekmekteydi.

97. Şikayetin dile getiriliş şeklini dikkate alan AİHM, başvuranın esasen ulusal mahkemelerin kanıtları değerlendirme şeklinden dolayı şikayetçi olduğunu tespit etmektedir. Bu bakımdan, AİHM, başvurunun esası hakkında karar vermek için keyfi olarak hatalı delillere dayandıklarını gösterecek hiçbir unsur tespit etmemektedir. AİHM, Çanakkale Asliye Hukuk Mahkemesi’nin çeşitli bilirkişi raporları ve objektif bir şekilde elde edilen deliller ışığında kararını verdiğini gözlemlemektedir (yukarıda yer alan 22. paragraf). AİHM ayrıca, Yargıtay’ın başvuranın bu konudaki şikayetini incelendiğini ve esasa bakan mahkemenin, eski belgelere atıfta bulunmaya gerek duymaksızın dava konusu arazi üzerinde mevcut yükselti farkı gibi objektif unsurlar ve ilgili hükümlerden yola çıkarak kararını verdiğini kaydetmektedir (yukarıda yer alan 24. paragraf).

98. Her halükarda, başvuranın ulusal mahkemeler tarafından benimsenen çözüme itiraz etse de AİHM, bir mahkemenin böyle bir kararı ya da başka bir karar almasına neden olan davaya ilişkin unsurları incelemenin kendi görevi olmadığını, aksi durumda ise kendisinin üçüncü ya da dördüncü derece mahkemesi niteliğine bürüneceğini hatırlatmaktadır (Kemmache-Fransa (no:3), 24 Kasım 1994 tarihli karar, A serisi, no: 296-C, § 44).

99. Bu nedenle ulusal mahkemelerin hakkaniyetten yoksun olduklarına dair şikayetin açıkça dayanaktan yoksun bulunmakta ve AİHS’nin 35 §§ 3 ve 4. maddeleri uyarınca reddedilmesi gerekmektedir.

III. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA

100. AİHS’nin 41. maddesi aşağıda yer aldığı şekildedir:

“Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.”


106. Mevcut dava koşullarında Savunmacı Devlet ile başvuranlar arasında olası bir uzlaşma ihtimalini göz önünde bulunduran AİHM, 41. maddenin uygulanmasının bu aşamada saklı tutulmasının uygun olacağına kanaat getirmektedir.

BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK AİHM,

1-Oybirliğiyle, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik bir ihlalin var olduğuna ilişkin şikayetin kabul edilebilir, kalan kısmın ise kabul edilemez olduğuna;
2-İkiye karşı beş oyla 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3-İkiye karşı beşoyla, AİHS’nin 41. maddesinin henüz uygulanabilir olmadığını ve bu nedenle,

a) saklı tutulmasına;
b) Hükümet ve başvuranların, mevcut kararın kesinleşmesinden itibaren altı ay içinde bu mesele hakkındaki görüşlerini yazıyla kendisine bildirmeye ve bilhassa aralarında varacakları her türlü uzlaşmadan kendisini haberdar etmeye davet edilmesine;
c) Sonraki sürecin saklı tutulmasına ve gerektiğinde daire başkanının izlenecek süreci belirlemeye yetkili kılınmasına;

Karar vermiştir.


İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM İç Tüzüğünün 77 §§ 2. ve 3. maddesine uygun olarak 15 Temmuz 2008 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.

Sally Dollé Françoise Tulkens
Katip Başkan


Mevcut karar ekinde, AİHS’nin 45 § 2. maddesine ve İç Tüzüğün 74 § 2. maddesin uygun olarak, Sayın Cabral Barreto ve Türmen’in ayrık oy görüşü bulunmaktadır.


SAYIN CABRAL BARRETO VE TÜRMEN’İN
AYRIK OY GÖRÜŞÜ

Üzülerek, çoğunluğun benimsediği karara katılmamız mümkün değildir; bize göre, aşağıda yer alan sebeplerden ötürü 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmemiştir.

1.Öncelikle başvuran dava konusu araziyi 1993 yılının Temmuz ayında satın almıştır.

Başvuranın araziyi satın aldığı tarihte, tapu sicil kayıtlarında parselin ormanlık alan sınırı içerisine dahil edildiğine dair herhangi bir ibarenin yer almadığı bir gerçektir; bununla birlikte, 20 Ağustos 1990 tarihinde, Kadastro Komisyonu orman alanlarının sınırlandırılması çalışmalarına başlamış ve halka açık bir şekilde alınan kararla sözkonusu arazi de bu alan kapsamına alınmıştır.

Kararın başvuranın “iyi niyetinin” belirtildiği 71, 86 ve 89. paragraflarının, bir takım çekincelerle okunması gerekmektedir: başvuranın, araziyi almadan önce gerekli dikkati göstermiş olması halinde, arazinin niteliğini ve özellikle de ormanlık alan içerisinde bulunup bulunmadığını öğrenme imkanı bulunmaktaydı.

2. Türk Hukukunda, çeşitli orman türlerinin mevcut olduğunun bilinmesinde yarar bulunmaktadır.

8 Şubat 1937 tarihli ve 3116 sayılı Kanun’un 3. maddesi uyarınca dört çeşit orman bulunmaktadır: Devlet ormanları, hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlar, vakıf ormanları ve hususi ormanlar.

Günümüzde ise, 31 Ağustos 1956 tarihli ve 6831 sayılı Kanun’un 4. maddesi uyarınca üç çeşit orman bulunmaktadır: Devlet ormanları, Kamu tüzel kişilere ait ormanlar ve hususi ormanlar.

Hususi ormanlar devletin denetiminde olup ve kontrole tabiidir; maliklerinin sınırlı bir işletme hakkı bulunmaktadır (kararın 53. paragrafı).

Anayasa’nın 169. maddesi uyarınca, yalnızca Devlet ormanları devredilemez niteliktedir.

Çoğunluk, hususi ormanların serbestçe üçüncü kişilere transfer edilebileceği hususunu yeterince değerlendirememektedir (Kararın 91. paragrafı).

Başvuranın tapu senedinin iptaline ve arazinin Hazine adına tapuya tescil edilmesine ilişkin davada, Orman Bakanlığı’nın arazinin üçüncü kişilere transfer edilmesini önlemek amacıyla önleyici tedbirlerin alınmasını talep ettiği hususuna dikkat etmek yeterli olacaktır (kararın 33. paragrafı).

Kısacası, kararın alındığı tarihte, başvuran halen ormanlık bir alanın sahibi konumundadır.

Bu arazi muhakkak ki ve özellikle de üzerine inşa etme ya da tarım arazisi olarak işletme imkanı bakımından bir takım sınırlamalara tabii tutulmuştur.

Bununla birlikte başvuranın araziyi üçüncü kişilere satması ve aynı zamanda legis artis’e uygun olarak makul bir şekilde araziyi ağaçlandırmak ya da ağaçsızlandırmak suretiyle orman alanı olarak da işletmesi yasal olarak mümkün bulunmaktaydı.

3. Mevcut dava koşullarında, çoğunluğun daha önce incelediği davalarda uyguladığı ve kamu yararının sözkonusu olduğu hallerde, mülkiyet hakkının sınırlandırılması eyleminin haklı ve orantılı olarak nitelendirilmesi gerektiğini belirten yerleşik içtihadından uzaklaşmış olmasını anlamakta güçlük çekmekteyiz.

3.1.Çoğunluk başvuranın şikayetini, mülkiyet hakkına saygı ilkesinin ifade edildiği 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci cümlesi kapsamında incelemektedir.

Bize göre mevcut olayda halen tapu senedinin sahibi olan başvuranın mülkiyet hakkı korunmuştur.

Mülkiyet hakkının bir takım sınırlamalara tabii tutulduğu bir gerçektir; fakat çoğunluğun, bize göre yanlış bir değerlendirme olan ve başvuranın “hiçbir şekilde araziden istifade etme imkanına sahip olmadığına” (kararın 90. paragrafı) ilişkin görüşünde de ortaya koyduğu üzere de bu hakın içi tamamen boşaltılmış değildir.

3.2.Dava konusu istifade, Ansay-Türkiye ((karar), no: 49908/99, 2 Mart 2006 tarihli karar) davasında incelenen istifade hiçbir şekilde farklı bir özellik arz etmemektedir.

Ansay davasında da, üzerinde inşa izni de verilen bir arazinin iyi niyetle satın alınması söz konusuydu.

Bununla birlikte verilen inşa izni, arazinin ormanlık alan içerisinde yer alması nedeniyle iptal edilmiştir.

Bu davada, başvuranlar, arazinin “orman sınırı” içerisinde sınıflandırılmasının ve bu sınırlamalar nedeniyle ortaya çıkan kullanıma ilişkin sınırlamaların mülkiyet haklarına yönelik bir ihlal teşkil ettiğini iddia etmişlerdir.

AİHM sözkonusu davada ne resmi ne de fiili bir kamulaştırmanın mevcut olduğunu tespit etmiştir; üstelik, “bir arazinin “orman” olarak nitelendirilmiş olması, mülkiyetten yoksun bırakılmayı doğurmamaktadır, zira bu nitelendirme işleminden sonra bile, tapu senedinin iptal edilmesi davası olmaksızın bir parsel özel olarak nitelendirilebilir”.

Ansay davasında AİHM, arazinin orman vasfı taşıması nedeniyle doğan sınırlamaların, tapu senedine sahip olan başvuranların haklarının kullanılması alanında bir müdahale teşkil ettiğini ve bu nedenle 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ikinci bendinin uygulanması gerektiğini belirtmiştir.

AİHM çevresel endişeler dikkate alındığında bu müdahaleyi yerinde bulmuştur; zira dava konusu tedbirin başvuranı, amaçlanan meşru amaçla orantısız olmasına sebep olacak türden bir zarara uğratan nitelikte olduğuna kanaat getirilmesi mümkün değildir.

3.3. Benzer bir yaklaşım, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi kapsamında incelenen 26 Haziran 2007 tarihli Longobardi ve diğerleri-İtalya (no: 7670/03) kararında da dairemiz tarafından benimsenmiştir.

Bir arazi inşa edilebilir olarak sınıflandırılmıştır; fakat Çevre ve Miras Bakanlığı bu arazinin bulunduğu bölgenin arkeolojik menfaatler, nedeniyle inşa iznini mutlak şekilde yasaklamıştır ve bütün bu işlemleri tazminat ödemeksizin yapmıştır; mevcut davada Santa Elena mozolesinin görünümünü muhafaz edilmesi sözkonusuydu.

Bu bakımdan AİHM, tazminat ödenmemesine rağmen kişinin temel haklarının korunması gerekliliği ile kamu menfaatinin gereklilikleri arasında adil dengenin sağlandığını tespit etmiştir.

Her iki durumda, her iki arazi de ekonomik değerlerini neredeyse sıfıra indiren bir takım sınırlamalara maruz kalmış ve işlenmeleri mümkün olan en düşük seviyede kalmıştır; bununla birlikte AİHM, çatışma halinde olan çıkarlar dengesinde, müdahalenin yerinde olduğuna karar vermiştir.

4. Böylece Luigi Longobardi ve Ansay davalarında verilen kararlardan yola çıkarak kendi davamızı ne şekilde sonuçlandırılması gerektiğini düşünmekteyiz.

Bizlere göre, mevcut dava mülkiyet hakkına saygı ilkesi ile ilgili değildir (çoğunluğun savunduğu şekliyle, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin birinci cümlesi) zira sınırlamalara rağmen, başvuran hala sözkonusu arazinin sahibi konumundadır, fakat aynı maddenin ikinci bendinde ifade edilen mülklerin kullanımının düzenlenmesi ile ilgilidir.

Üstelik, bizlere göre, Ansay davasındaki mülk sahipleri ile mevcut davadaki mülk sahipleri aynı durum içerisindedir; bu kişiler, bir süre sonra orman olarak nitelendirilen arazilerin sahibidirler ve bu nedenle inşa izni veya tarım arazisi olarak işletilmeleri gibi getirilen tüm sınırlamalara bağlı kalarak araziyi işletmeleri gerekmektedir.

Yerleşik bir içtihat uyarınca, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin, maddenin birinci cümlesinde yer verilen ilke ışığında okunması gerekmektedir. Bir müdahalenin, kamu yararının genel menfaatleri ile kişinin temel haklarının korunması menfaatleri arasında “adil bir dengeyi” sağlayabilmesi gerekmektedir.

Uygulanan yöntemlerle amaçlanan meşru ama arasında makul bir orantılılık bağının mevcut olması gerekmektedir.

O halde, burada asıl irdelenmesi gereken soru, kişi haklarının korunması gerekliliği ile kamu yararının genel menfaatleri arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik olarak getirilen sınırlamalar nedeniyle bozulup bozulmadığının tespit edilmesidir.

AİHM, bu gerekliliğin yerine getirilip getirilmediğini kontrol ederek, Devlet’e uygulayacağı müdahalelerin ne şekilde olacağı hususunda ve sonuçlarının, kamu yararı bakımından yerinde olup olmadığı hususunda kanaat getirebilmesi açısından geniş bir takdir payı vermektedir (Chassagnou ve diğerleri-Fransa [Büyük Daire], no: 25088/94, 28331/95 ve 28446/95, § 75, AİHM 1999-III).

Çevre gibi konular sözkonusu olduğunda AİHM, makul bir gerekçeden yoksun olması hali dışında, ulusal yasa koyucu tarafından konu ile ilgili yapılan değerlendirmeye saygı göstermektedir (Bkz., mutatis mutandis, İmmobiliare Safi-İtalya [Büyük Daire], no: 22774/93, § 49, AİHM 1999-V).

Mevcut dava ile ilgili olarak, başvuranın arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin sebebinin, Kadastro planları ve Orman Genel Müdürlüğü’nün 1990 tarihinde bunu onaylaması olduğunu tespit etmekteyiz; ilgili tarafından da itiraz edilen bu niteleme, sorunu her açıdan derinlemesine inceleyen ve inceleme neticesinde arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi kararını onaylayan Çanakkale Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2000 tarihinde aldığı bir kararla onaylanmıştır.

Dosyada yer alan hiçbir unsur bu nitelemenin, keyfi ya da öngörülemez bir durum olduğunu ortaya koymamaktadır.

O halde, dava konusu müdahale yasal olma koşulunu yerine getirmektedir.

Ayrıca, başvurana uygulanan müdahalelerin amacı, ki bu amaçlar doğanın ve ormanların korunmasıdır, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ikinci bendi uyarınca kamu yararı çerçevesinde yer almaktadır.

Başvuranın mülkiyet hakkına yönelik müdahale ile amaçlanan meşru amaç arasında hüküm sürmesi gereken orantılılık ölçüsü ile ilgili olarak, AİHM’nin pek çok kez bir hususu dile getirdiğini vurgulamak gerekmektedir. Günümüzde çok gündemde olan çevresel konular dikkate alındığında, “dava konusu tedbirin, başvuranı bu tedbiri amaçlanan meşru amaçla orantısız kılacak bir zarara uğratmış olarak nitelendirilmesi mümkün değildir” (Kapsalis ve Nima-Kapsali-Yunanistan (karar), no: 20937/03, 23 Eylül 2004 tarihli karar).

Sonuç olarak ve tazminat ödenmemesine rağmen, mevcut davada kamu yararının gereklilikleri ile kişinin temel haklarına saygı gerekliliği arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin muhafaza edildiğine kanaat getirmekteyiz.”

NETİCE : Görüldüğü üzere İnsan Hakları Mahkemesi ülkemizdeki orman hukuku uygulamalarını insan haklarına aykırı bulmuştur. Bir kişinin malını bedelini ödemeden rızası hilafına elinden almak tarih boyunca hukuka aykırı bir davranış olarak kabul edilmiştir. Mahkemenin görüşü bunun yeniden teyiti niteliğindedir. Acı olansa yıllardır ülkemizde bu uygulamalar yapılmasına rağmen iç kurumlarımızın bunu fark edememesidir. Bu durum göstermektedir ki vatandaşlarımız doğal hukuktan ve adaletin koruyucu şemsiyesinden düşünce olarak uzak bulunmaktadırlar.
Kararda ki karşı görüş hükümet beyanlarından etkilenerek mülkiyetin korunduğu fakat kullanım olanaklarının ortadan kaldırıldığı durumlar içindir. Oysa Türkiye de hepimiz bilmekteyiz ki kişilerin mallarına “geçmişte haritalarda gördük” şeklindeki bir izahatla el konulmaktadır ve tapuları iptal ettirilmektedir. Bu kararda da yer aldığı üzere Türkiye’deki tüm orman kadastroları yeni oluşturulmuş belgelerle yapılmaktadır. Türkiye’de idari yapı kendi yorumunu getirerek aslında olmayan bir hukuk düzeni yaratmıştır. Şu soruyu kendinize sorabilirsiniz; kim eğer lehine bir belge ve bilgi elinde mevcutsa bunu mahkemeden gizler.Bugün idare bu bilgi ve belgeyi gizlemektedir, öyle ise gizleyecek bir şeyi vardır. İdare bugün bu giz perdesinin ardında saklanmaktadır. Ben buradan diyorum ki “ Madem ki şeffaf devletiz ve devletin elinde bu kadar imkan var o halde Orman Genel Müdürlüğü’nün geçmişe dönük olarak harita ve planlarını internet sitesine koyması çok doğru bir davranış olacaktır “.
Bu yazının geliştirilmesinde yardımcı olabilecek kişiler avmustafaoztok@gmail adresine yazabilirler.







[1] Çanakkale Barosu Avukatı

[2] www.turkhukuksitesi.com

[3] . Yargıtay 20 Hukuk dairesi Esas 1992/2797 0607.1992 tarihli kararında “Açıklanan olguya göre öncesi için yapılacak araştırmaya esas olacak biçimde, 1945 ve daha öncesine ait memleket haritası, hava fotoğrafları, <<amenajman>> planları getirtilip;”
Benzer bir karar 1. “ YARGITAY KARARI KARAR NUMARASI:1992/4882 ESAS NUMARASI:1992/6384 KAYNAK :YARGITAY 20.HUKUK DAİRESİ”
2. YARGITAY KARARI KARAR NUMARASI:1992/2696 ESAS NUMARASI:1992/1885 KAYNAK :YARGITAY 20.HUKUK DAİRESİ
3. “YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ 97/7936 K 97/ 7421 E 22.9.1997
Orman sınırlaması yapılmayan veya sınırlandırmanın ilk olarak yapıldığı yerlerde, bir yerin orman niteliğinin ve hukuki durumunun 3116, 4785 ve 5658 sayılı Yasa hükümlerine göre çözümlenmesi gerekir. Mahkemece bu amaçla, çekişmeli taşınmaz yerinde sadece memleket haritası ve
<<amenajman>> planı uygulanmış, taşınmazın bu belgelere göre konumu belirlenmiştir.
Ayrıca, hava fotoğraflarında uygulanmak suretiyle, bu fotoğraflardan taşınmazın ne olarak gözlendiği hususu gözardı edilmiştir. Taşınmazın, raporunda (B) kesimine ilişkin değerlendirmesinde, üzerinde 5-10 yaşlarında fıstık çamları, ayrıca meşe, sandal, ladinden söz edildiği halde, 1948 tarihli memleket haritasında açıklık alan içerisinde kaldığı ve tarihsiz <<amenajman>> planında ise; 13 nolu bölme içerisinde sarı renkle boyalı ziraat alanı içerisinde kaldığı, toprağı humuslu ve orman toprağı olduğu ve orman sayılan yerlerden olduğu söylenmiştir. Bu durumda rapor taşınmazın eylemli durumu ile resmi belgeler ve haritaları itibariyle kendi içerisinde ve sonuç kısmıyla çelişkili olup, resmi belgelerle çelişen rapora dayanılarak karar verilemez. Eylemli durumun varlığı halinde ağaçların cinsi, yaşı, dağılım durumu ve kapalılık derecesi ayrıca saptanması gerektiği gibi, en eski tarihli hava fotoğrafları ve memleket haritasında ne şekilde görüldüğü ve işaretlendiği belirlenmeli ve haritalarında işaretlenmelidir.
Mahkemece, eski tarihli memleket haritası, hava fotoğrafları ve varsa <<amenajman>> planı ilgili ……”
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"Aihm Kararı Ve Orman Hukuku" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Mustafa Öztok'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.


[Yazıcıya Gönderin] [Bilgisayarınıza İndirin][Arkadaşa Gönderin] [Yazarla İletişim]
» Makale Bilgileri
Tarih
05-09-2008 - 11:38
(5712 gün önce)
Yeni Makale Gönderin!
Değerlendirme
Şu ana dek 12 okuyucu bu makaleyi değerlendirdi : 12 okuyucu (100%) makaleyi yararlı bulurken, 0 okuyucu (0%) yararlı bulmadı.
Okuyucu
15678
Bu Makaleyi Şu An Okuyanlar (1) :  
* Son okunma 16 saat 49 dakika 57 saniye önce.
* Ortalama Günde 2,74 okuyucu.
* Karakter Sayısı : 80580, Kelime Sayısı : 11207, Boyut : 78,69 Kb.
* 11 kez yazdırıldı.
* 3 kez arkadaşa gönderildi.
* 12 kez indirildi.
* 19 okur yazarla iletişim kurdu.
* Makale No : 878
Yorumlar : 2
11. paragraf yanlış olarak 1845 yazılmış doğrusu 1945 tir.(...)
İnsan hakları mahkemesinin kararı, devletin temyiz isteği mahkemece ret edilerek 29.01.2009 tarihinde kesinleşmiştir.(...)
Makalelerde Arayın
» Çok Tartışılan Makaleler
» En Beğenilen Makaleler
» Çok Okunan Makaleler
» En Yeni Makaleler
THS Sunucusu bu sayfayı 0,16451311 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.