Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Aktif Makale Nasıl Bir Yargı Reformu

Yazan : Ümit Müderrisoğlu [Yazarla İletişim]
Hakim

Makale Özeti
Yargı Reformunun gerekleri yerine getirilmeden yargı reformu yapılamaz. Hakim ve savcıların örgütsel ayrılıkları gerçekleştirilmeden de yargı bağımsızlığı sağlanamaz.
Yazarın Notu
Bu makale Milliyet Gazetesi Örsan Öymen Yılın İnceleme Ödülü 2008 yılı yarışması için Ümit Müderrisoğlu tarafından 25/02/2009 tarihinde hazırlanmış olup; herhangi bir paye alamamıştır.

NASIL BİR YARGI REFORMU?

GİRİŞ

Ülkemizde en çok konuşulmasına rağmen hiçbir şey yapılmayan ender konulardan biri olan yargı reformunun içeriğini teşkil eden yargı bağımsızlığı denilince ilk ve nerdeyse tek akla gelen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunda yer alan Adalet Bakanı ve Müsteşarın kuruldan çıkarılmasıdır. Oysa 1961 Anayasası zamanında bile daha ileri bir anlayışın ürünü olan ve Yüksek Hakimler Kurulu ile 1971 değişikliği ile oluşturulan Yüksek Savcılar Kurulu yargı bağımsızlığını sağlamaya şimdikinden çok daha elverişlidir. Bugün için Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun birleşik yapısı o kadar çok benimsenmiştir ki istisnalar dışında bu hakimlik ve savcılığın bir arada düzenlendiği üst kurul yapılanması tartışılmamaktadır bile. Sorunun sadece Adalet Bakanı ve Müsteşarın kurulda yer olması olduğu sanılmaktadır. Oysa ilk derece adli yargısındaki hakim ve savcıların birleşik örgütlenmesi sürdüğü sürece Adalet Bakanı ve Müsteşarın kuruldan çıkmasının pek bir etkisi olmayacak, kurul gene bilindiği gibi çalışacaktır.
Reform kuramsal bir arka plana dayanmayıp, mevcut yapıyı veri olarak kabul eden dar bir zeminde algılandığı için de yıllardır hep aynı sözler, yazılar tekrarlanmasına karşın ne yargı reformu sağlanabilmiş ne de yargı bağımsızlığını sağlama yönünde ciddi bir girişim ortaya konulmuştur.Yargının kendi lehine işlediğini düşünen, yargı bağımsızlığına sığınmaktadır. Yargının aleyhine işlediği kanaatinde olan ise, yargının bağımsız olmadığını öne sürmektedir. Bazen aynı kişi yada kurum pozisyonuna göre yargının bağımsız olduğunu, karışılmaması gerektiğini öne sürmekte, aleyhine bir gelişme olduğunda ise yargının zaten bağımsız olmadığını dile getirebilmektedir. Bu durum karşısında sistemin böyle olmasından herkesin memnun olduğu kabul edilebilir. İstisnaları olabilir ama sistem sürekli eleştirilirken hiçbir reform yapılmaması en azından bu tarz yargı işleyişinin bir çok kimseyi memnun ettiğini göstermektedir. Belki de sorumlu birimler bu tarz yapılanma ve işleyişin değişmesinden menfaatlerine olabilecek hususların bozulabileceği endişesi taşımakta olabilirler. Aynı şekilde demokratlığımız da böyledir. Kendimizden olunca demokrat, başkası olunca despot kesiliyoruz. Bu ikircikli durum tüm bilinçaltımıza, davranışlarımıza yansımış durumdadır. Söze gelince yargı bağımsız denilmekte, iş uygulamayı bağımsız kılmaya geldiğinde kimse elini taşın altına koymamaktadır. Pozitif yasal ifadeler esas alınırsa yargı bağımsızdır Fakat bitmeyen tartışmalardan halen yargı bağımsızlığının olmadığı gerçekte de istenmediği sonucu çıkarılabilir.
Yargı kavramı ile birlikte bağlantılı yargılama ve bunu oluşturan unsurların ne anlama geldiği konusunda bize göre bir bulanıklık yaşanmaktadır. Fikri ve düşünsel bulanıklık, tüm hukuk sistemine ve uygulamasına aksetmiştir. Bu anlamda bulanık kavramlaşmayı giderme konusunda yararlı olabileceği düşünülen eldeki çalışmada, yerleşik görüşlere aykırı görünen bir çok görüşün yer alması tuhaf karşılanmamalıdır.
Çalışmanın amacı bilinenlerin tekrarından ziyade mevcut sistemin hayati öneme haiz noktalarındaki yanlışları ortaya koyarak optimal çözüm sunabilmektir. Çalışmanın temas ettiği sorun alanlarının hepsi ayrı ayrı hacimli çalışmalara, analizlere, tez çalışmalarına konu olabilecek mahiyettedir. Zaten bu konularda neredeyse birbirinin benzeri bir çok çalışma bulunmaktadır. Ayrıca yargı bağımsızlığı konusunda mevcut sistemi esas alan ve mevzuat hükümlerinin tekrarından ibaret çalışmalar ve eserlere her yerde rastlamak mümkündür.
Bu çalışmanın tamamına yayılan ve yargının yanlış algılandığı, ilk derece yargı özellikle ilk derece adli yargı örgütlenmesinin yargı bağımsızlığına ve tarafsızlığına aykırı olduğu yönünde özetlenebilecek temel görüş; bir çok alt bölümde ayrı ayrı yeniden tekrarlanmaktadır. En önemli sorun alanlarını sistem anlayışı çerçevesinde açılardan analiz etme çabası çalışmanın esas dinamiğini oluşturmaktadır. Ancak en temel sorun alanları çözüldükten sonra tali konulara geçilebilir. Onun için bu çalışmada ayrıntı sayılabilecek hususlara bilinçli olarak değinilmemiştir.
Bilindiği gibi eğitim sistemimiz öğrencilere verilenlerin tekrar edilmesi yeniden öğrenciler tarafından üretilmesi üzerine kurulmuştur. Bize verilenleri tekrarlar, yazar, söylersek başarılı sayılırız. Verilenlerden veya sıfırdan yeni bir şey ortaya koymak hoş karşılanmaz ve zaten istenmez de bizim eğitim sistemimizde. Bu anlayış genetik ve kültürel yapımıza da geçmiş olacak ki yetişkinler olunca da aynı şeyi tekrarlar dururuz. Asla sorgulayamadığımız kalıpları yeniden üretmektir yegane amacımız. Yenilik hep dışardan gelirse makbuldür bizde. O kadar gelişmiş ülke dururken yenilik yapmak, yeni ve farklı fikir üretmek bizim haddimize midir? Fakat bu kadar değişen ve gelişen dünyada yenilenme ve değişme zorunluluğu da her yönüyle bizi zorlamaktadır. Yani iki farklı zorlayıcı etkenle karşı karşıyayız. Şöyle ki var olanı yeniden üretmek zorundayız. Bir yandan da yenilenmek ve değişmek zorundayız. Değişimin uzun zaman aldığı eski zamanlarda var olanı sürdürme çabası iyi bir strateji olabilir ama değişimin geometrik seri türden katlanarak arttığı çağımızda değişimi, yeniliği benimseyemezsek medeni dünyadan silinip gidebiliriz.
Varolanı sürdürme gibi statik kuvvet ile değişime zorlama şeklindeki dinamik kuvvet şeklindeki iki zıt kuvvet altında bireysel, toplumsal ve devlet yapımız sürekli zorlanmaktadır. Bu iki kuvvetten hangisi baskınsa, birey, toplum ve devlet o yöne devinmektedir. Tabi bu süreçte yaşanan gerilimler, sancılar sistemi topyekün etkilemektedir. Bizim başat kültür dinamiğimiz var olanı üretmek üzerinedir. Kendi iç dinamiklerimizle yenilik üretemediğimiz için yenilik üreten ülkelerin çıktılarını ithal etmek zorunda kaldık bir zaman. Yenilik üreten kültür yapısını, yeniliği doğuran arka planı benimseyip içselleştiremediğimiz sürece bu kısır döngü hep böyle devam edip sürecektir. Yenilik üreten bir kültürden gelmediğimiz için yeniliğin bize ne yazık ki dışardan gelmesi kaçınılmaz bir hal almaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun duraklama döneminden itibaren yeniliğin, dışardan gelmesi gerektiği anlayışı bizim kültürel genetik kodumuz olmuş olacak ki; Cumhuriyetin kurulması gibi birkaç fevkalade sıçrayış dışında kendi iç dinamiklerimizle yenilik oluşturabilecek bir kültür ve kadro oluşturulamamıştır. Bu durumda yapılacak iki şey olabilir. Aynı şekilde sorunlarımızın çözümü için dış faktörlere tabi olmak ya da bu anlayışın değişebileceğini göstermek. Biz ikinci yolu tercih ettik. Gerçi bizim ortaya koymaya çalıştığımız görüş benzerlerinin daha önce de çeşitli fikir insanlarınca dile getirildiği, buna rağmen her nasılsa hukuk ve yargı kültürümüzde marjinal kaldıkları anlaşılmaktadır. Yargı reformu konusunda model alınacak ülkelerin sistemleri bile ne yazık ki bilinmesine rağmen, anlaşılmaz bir biçimde yok sayılmıştır ve sayılmaktadır. Bu durum, toplumumuz ve devlet yapımızın içten gelen yeniliğe uzak olduğunu, dıştan gelen yeniliğe ise en son aşamaya kadar direnç gösterdiğini ortaya koymaktadır.
Bu tespitlerin ortaya koyduğu bir gerçeği tekrar ifade edecek olursak farklı olmanın, sorgulamanın, eleştirmenin hoş karşılanmadığı bir kültürde yeni ve farklı olma cesaretini gösterme iddiasını taşıyan bu çalışma, terminoloji olarak konuya vakıf kimselerin anlayabileceği bir eser olmakla birlikte konuyla ilgili olanların da anlayışlarının düzelmesine yararlı olabilecektir.
İlk olarak aile yapımızla bize aktarılan daha sonraki süreçte de sürdürülen, varolanı yeniden üretmeye yönelik bir kültür yapısına sahip olmamızı sağlayan eğitim sistemimiz bir an önce değiştirilmelidir. Yargı reformuyla ilgili bir konuda eğitim reformundan bahsedilmesi boş yere değildir. Yargı reformunun sağlanabilmesi için her şeyden önce kavramsal düzeyde bir yargı reformu gerekmektedir. Kavramsal yargı reformunun ise öncelikle eğitimle, kültürel değişimle sağlanabileceği ortadadır.
Yargı reformu denildiğinde hep bildik ifadeler, hep bildik şekilde yıllar yılı söylenmiştir. Bu amaçla DPT kalkınma planlarında adalet hizmetlerinde reform adı altında özel ihtisas komisyonları kurulmuş ve komisyonlar tarafından ortaya konulan raporlarda sıra savma kabilinden hep aynı şeyler yazmasına rağmen her ne sebeple olduğu bilinmez yazılanlar, raporların biriktirildiği tozlu raflara, yahut yeni gelişme ile internetin tozsuz sayısal arşivine mahkum edilmiştir. Dokuzuncu kalkınma planı adalet hizmetleri ve güvenlik özel ihtisas komisyonu raporunda da aşağı yukarı daha önceki tespit ve tavsiyeler tekrar edilmiştir.1 Adalet Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığınca ortaya konulan yargı reformuna ilişkin taslağın dahi bilinenlerin dışında yeni bir şey getirmediği ufak bir incelemeyle anlaşılabilir. Böyle bir taslağı ortaya koyan başkanlığın geniş anlamda hukuk uygulayıcılarından ve sivil toplum örgütlerinden yararlanmaması çalışmanın dar bir kalıpta kalmasına yol açmıştır. Sadece Adalet Bakanlığı bünyesinde yer alanlarca hazırlanan taslağın AB müktesebatının 23 üncü faslı olan Yargı ve Temel Haklar alanında Avrupa Komisyonu’nca hazırlanan Taslak Tarama Sonu Raporu’nda bu faslın açılması için öngörülen altı açılış kriterinden birisi olan yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı ve etkinliğinin güçlendirilmesine yönelik tedbirleri içeren Yargı Reformu Stratejisi hazırlanması gereğini yerine getirme amacıyla düzenlenerek kamuoyu ile paylaşıldığı taslağın sunumundan anlaşılmaktadır.2
Strateji taslağı hazırlanırken adalet teşkilatı içinde görüşlerinden yararlanılanlar varsa bile sistemin referans noktasında yer alanlar oldukları için kural olarak bu nitelikteki adalet teşkilatı mensuplarının sistemi yeniden üretmekten başka işlevleri olamayacaklarından bu pozisyonlarda yer alanların görüşlerinden reform değil ancak ve ancak mevcut durumun pekiştirilmesini sağlayacak öneriler çıkabilir. Ana kural şudur: Sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler. Fakat şu da açıkça belirtilmelidir ki taslakta öne sürülen öneriler bile yapılabilse sistem bir hayli rahatlar ve bu taslak AB giriş sürecimizin zorunlu bir gereği olarak (evrak üzerinde de olsa) ortaya konulmuş olmasının ötesinde, mevcut sistemin tıkandığının aslında Adalet Bakanlığınca deklare edilmesinden başka bir şey değildir.
Bundan başka reform yapılması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin aleyhimize karar vermesi de bir diğer zorlayıcı dış etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir örnek olarak Devlet Güvenlik Mahkemelerindeki askeri yargıçların mahkemelerin bağımsızlığı ilkesine aykırı olduğu yönündeki AİHM kararları belli bir yekuna ulaşınca, Avrupa’nın ilgilendiği bir davada aleyhe karar çıkmasın diye yargılama süreci başladıktan sonra yapılan değişiklikle askeri yargıçların DGM’ lerden çıkarıldığı ve daha sonraki süreçte de bu mahkemelerin isim olarak tümden kaldırıldığı hatırlanmalıdır. Gerçi mahkemeler hukuken kaldırılmıştır ama özel yetkili mahkeme adı altında aynı şekilde işleyen mahkemelere dönüşmüşlerdir.
Reformu böyle toplumun dinamikleri ile değil de dışarıdan zorlanarak o da en son safhada yapılan bir isim değişikliği olarak algıladıktan sonra reform olsa da olur olmasa da. Sistemin işleyişinden sorumlu olanlar sistemi zorlayacak ölçüde AİHM kararı çıkana kadar beklemekte, yada Avrupa Birliği giriş sürecimizde uyum süreci olarak adlandırılan çalışmaları en azından yasa yada metin düzeyinde de olsa çıkarmayı bir reform olarak görmektedirler. Oysa AİHM’ye göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin adil yargılanma hakkı başlıklı 6. maddesinin 1. fıkrası, devletleri kendi adli, sistemlerini, mahkemelerini bu fıkra gereklerinden herbirini yerine getirecek şekilde düzenlemeye mecbur tutmaktadır.3 AB müzekere süreci askıya uğrasa ya da imkansızlaşsa biz hiç reform yapmayacak mıyız o zaman? Bu arada belirtmek gerekirse; dış zorlamayla reform yapılması da o kadar kötü bir durum değildir. Yeter ki reform sıra savma kabilinden değil samimi olarak yapılabilsin.
Giriş bölümünde son olarak kısaca söylenecek olursa, yukarıda kısmen açıklandığı üzere reformu evrak boyutunda ve dar bir şekilde kabul eden anlayış baki olursa, bağımsız yargı ülkemizin bir ütopyası olarak kalmaya mahkumdur. Bağımsızlığı dar anlamda yorumlayıp sadece karar vermeye indirgemiş anlayışın üretebileceği reformun her hangi bir sonuç üretemediği, mevcut sorun üreten yapının gittikçe daha bir ketumlaştığından anlaşılabilmektedir. Bağımsızlık, karar verme sürecini oluşturan tüm unsurlar ile araçsal açıdan bağımsızlığı yani tam anlamıyla organik bağımsızlığı gerektirir. Adalet üst sistemini oluşturan tüm unsurlar birbirinden bağımsız yapılanmalı ve aralarındaki bağ işlevsel boyutta yeniden kurulmalıdır. Bağımsız bir yargı ise demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, insan haklarının ve adaletin en büyük güvencesidir. Çalışmanın temel mesajı budur.
Burada Türkçenin bir özelliği de belirtilmelidir. Bir süreç içinde aynı mahiyette fakat farklı aşamalarda olması nedeniyle süreç açısından farklı adlandırma gereken durumları karşılayacak kavramlandırma anlayışı ve bu kavramları farklı birer sözcükle ifade etme imkanı ne yazık ki dilimizde şu an için yoktur. Başka dillerin bir kısmında aynı nitelikte ama farklı aşamalardaki durumları karşılayacak farklı sözcüklerin olduğu anlaşılmaktadır.4 Dilimizin yabancı dil hegemonyası altında kalması özgün kök sözcüklerimizin çoğunu yitirmemize yol açmıştır. Bunun sonucunda ise fevkalade türetme yeteneği olan dilimiz, kök sözcüklerin çoğu kaybolduğundan kelime türetme işlevi eklerle çok işlek olması gerekirken, ne yazık ki sınırlı bir durumda kalmıştır. Bir çok farklı safha ve aşamaları ihtiva etse de biz bunları aynı sözcükle karşılar aralarındaki farklar için ekler ve açıklamalar kullanmak zorunda kalırız. Bu kavramları karşılarken her safhayı ayırt edecek terimler üretilemediği için konumuzla ilgili olarak, her safhada iddia, her safhada savunma terimlerini kullanmak durumundayız. Fakat kısmen de olsa bir anlayış kolaylığı sağlamak için uygulamada kullanılmasa da hazırlık soruşturması safhasında cereyan eden iddia ve savunma işlevlerine hazırlık iddia ve savunması, yargılama sürecinde cereyan eden iddia ve savunma için yargılama iddia ve savunması, denilebileceği gibi, bu iki safhada da yer almayan iddia ve savunmalar ise ön eksiz iddia ve savunma şeklinde kullanılabilir. Fakat bu anlayış dilimizde oturmadığı için bu çalışmada iddia ve savunma kastedildiğinde kural olarak yargı organı önünde, yargılama sürecinde diyalektik içine giren iddia ve savunma kastedilmektedir.
Yargı reformu, yargı kavramının ne anlama geldiğinin belirlenerek yargı ve ilişkili kurum ve kavramların da sınırlarının objektif bir biçimde çizilmesi anlamında kavramsal yargı reformu, yargı ve ilişkili kurum ve örgütlerin kurumsal yapılanışının belirlenmesi anlamında kurumsal yargı reformu, yargı ve ilişkili kurum ve kavramların işlevlerinin belirlenmesi anlamında işlevsel yargı reformu ile tanımlanacaktır. Kavramsal, kurumsal ve işlevsel yargı reformunun tamamlayıcısı olarak bağlantılı kurumların en zorunlu alanlarındaki reforma muhtaç alanları da belirlenerek yargı reformu bütünleyici bir tarzda açıklanmaya çalışılacaktır. Her bölümün kendi içinde mevcut yapılanma değerlendirilerek, eleştirisi yapılacak ve bu konudaki öğreti ve yazına yansımış dayanak görüşler ile aslında olması gereken açıklanacaktır. Ayrıca karşılaştırmalı analizi kolaylaştırması için de önemli ülkelerin kavramları nasıl algılayıp kurumsal örgütlenmelerini nasıl oluşturdukları da belirtilmeye çalışılacaktır.

DEMOKRASİ VE YARGI

Demokrasi temelde bir iktidar kavramıdır. Yani siyasal iktidarın kullanılış biçimini ifade eden bir kavramdır. Devlet yönetiminin belirlenmesi ve işleyişi toplumu esas alıyor ve toplum menfaatini amaçlıyorsa o devlet yapısına demokratik denilebilir. Bununla beraber gerçekte iktidara ilişkin olan bu kavram, zaman içinde tüm yönetim birimlerinde yönetilenlerin ya da sosyal sistemlerde ilgililerin söz sahibi olduğu bir yapıyı belirtmek üzere değişim geçirmiş, evrimleşmiş bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Ailede demokrasi, partide demokrasi, çeşitli sivil toplum örgütlerinde demokrasi gibi ifadeler demokrasi kavramının genişleme süreciyle nerdeyse tüm örgütlerdeki demokrasinin derecesini belirtmek üzere kullanılır hale gelmiştir. Fakat bunun yanında demokrasi kavramının en çok istismar edilen kavramlardan olduğunu de belirtmek gerekir. Demokrasiyi içselleştirmemiş kimseler nezdindeki kullanım demokrasinin olumsuz değerlendirilebilmesinin dayanağını oluşturabilmektedir.5
Yönetim olgusunun olduğu her yerde demokrasi konu olabilir. Birden fazla insanın kısa yada uzun süreli belli bir amaca yönelik birlikteliğinin oluştuğu her yerde “yönetim” de söz konusudur. Kısaca insanların olduğu her yerde yönetim de olduğuna göre yönetimin tarzı demokrasinin varlığını- yokluğunu veya tonunu belirler.
Demokrasinin bugünkü anlamında yaşam biçimiyle ilintili olduğu ve toplumsal niteliklerle etkileşim içinde varlık kazandığı kısaca aslında bir kültür unsuru olduğu söylenebilir. Bu haliyle aslında evrensel bir anlam taşıyan demokrasinin kültürel bir süreçle de ilişkisi olduğu kabul edilince kültürel farklılıkların demokrasiye yansımasının kaçınılmazlığı da kabul edilmek durumundadır.6
Demokratik bir devlet yapısında salt toplumun yönetimi belirlemesinin yetmediğini 2. Dünya Savaşı öncesi sanayi devrimini tamamlamış bir ülke olan Almanya’daki iktidar yapısının demokratik bir yoldan belirlenmesine rağmen sonrasında aldığı biçim yeterince ortaya koymaktadır. Demokrasinin varlığı ve sürdürülebilmesi için özgür ve adil seçimler gerekli olmakla birlikte salt seçim sistemlerinin bu özelliği devlet sisteminin demokratik olduğunu göstermez.
Bir ülkenin demokratik olmasının çeşitli göstergeleri vardır. Özgür seçimler, bağımsız haber alma kanallarının varlığı v.b. gibi.7 Konumuzla doğrudan ilgili olarak, siyasal açıdan demokrasinin yaşayabilmesi ve etkin işleyebilmesi için en azından iktidarı oluşturan unsurların birbirinden ayrılması ve birbirini dengelemesi gerekmektedir. Devletin temel olarak üç ana erkten oluştuğu kabul edilmektedir. Bu erkler, yasama, yürütme ve yargıdır. Yasama ve yürütme büyük oranda siyasetle iç içedir. Kural koyma ve yürütme iktidar olmanın en önemli yetki ve işlevlerindendir. Yargı ise siyaset dışı olmasıyla diğer erklerden farklıdır. Ayrıca yargı diğer güçler gibi aktif bir gücü temsil etmemektedir. Yargının işlevi toplumda birey-birey, birey- toplum, devlet- birey, devlet- toplum arasındaki ihtilafların çözümünü sağlamaktır. Ülkemizdeki yargının erk niteliğinde olmadığını belirleyen Lütfi Duran Anayasa yargısını analiz ettiği bir yazısında, genel olarak yargının erk olarak kabul edilmediğini, yürütme yetkisi içinde bir çeşit görevden ibaret sayıldığını ifade etmiştir.8
Yargı, sistem anlayışında devlet üst sisteminin aslında geri bildirim ve onarım işlevini gören alt bir sistemidir. Kendisi üst toplum ve devlet sisteminin sağlıklı işlemesini sağlamak olan yargının bozulması, tüm sistemin çökmesi anlamına gelir. Sistem yolunda işlediği sürece, sistemin öngörülen ölçülerde çıktı üretmesini sağlayan geri bildirim mekanizmasının varlığı o kadar önemsenmeyebilir hatta fark edilmeyebilir bile. Fakat sistemde sorunlar baş gösterdiğinde geri bildirim mekanizmasıyla onarıcı işlev gören bağışıklık sistemi ne kadar önem kazanırsa yargı da aynı durumdadır. Bu aynen insan vücudunu üst sistem olarak kabul edersek insanın iç yada dış olumsuz bir uyarana maruz kalması durumunda, organizmanın kendini sağlıklı yapıya kavuşabilmek için gösterdiği tepkiler, vücut yada alt sistemlerin geri bildirim mekanizması aracılığıyla tetiklenen tepkileriyle sağlıklı duruma ulaşma çabası gibidir. İnsan organizması için homeostatis olarak adlandırılan bu sistem9 aslında sosyal sistemlerin en önemlisi olan devlet sisteminde alt sistem olarak yargının üstlendiği rolün neredeyse aynısıdır. Sistemi sağlıklı bir yapıya döndürme işlevi olmazsa üst sistem nasıl kısa sürede yok olmaya mahkumsa (termodinamiğin ikinci yasası tüm sistemlerin zamanla entropi olarak adlandırılan düzensizliğin artması sonucu geri dönüşsüz bir süreçte çöküşe mahkum olduğunu öne sürmektedir.)10 toplumun organize halini oluşturan devlet sisteminin sağlıklı işlemesi için de bağımsız, tarafsız bir yargı sisteminin kurulması o derece yaşamsal önemdedir.
Yargı, bir ihtilaf durumunda harekete geçtiği için, tıpkı sistemlerdeki geri bildirim mekanizması gibi işleyerek sistemi yeniden olması gereken yapıya ulaştırmaya çalışan bir yapı arzetmektedir. Sistemin düzenli işlemediği öne sürülen durumlarda yargı devreye girerek sorunu, ihtilafı; siyaset dışı, hukuk ve ussal temeller bağlamında çözümleyerek; adalet ve dolayısıyla toplum ve devlet üst sisteminin işlemesini sağlar. Yasama ve yürütme erklerinin birbirinden ayrılması güçlerin tek elde toplanmayarak dağıtılmasını sağladığı için mutlaka gereklidir. Öte yandan sistemin regülatörü olarak işlev gören yargı ise siyaset dışı ve ussal- hukuksal temellere dayandığı ve dayanması gerektiği için mutlaka, diğer erklerden ve özellikle siyasetten bağımsız yapılandırılması ve işletilmesi gerekir. Güçler ayrılığı olarak adlandırılan bu anlayışta düzenleyicilik, regülatörlük, görevi yargıya aittir. Yani yargı, yasama gibi kural koyamaz, yürütme gibi etkin ve seri icraat yapamaz fakat bu iki gücü yani yasama ve yürütmeyi dengeleyebilir. Bu anlamda yargı diğer iki erkten ayrı olarak, geri planda işleyen bir erktir. Yargının geri planda işlemesi gereksiz olduğu anlamına gelmez. Sistemin sağlıksız bir yapı alması durumunda, yani hukuk kuralları dışına çıkma, insan haklarını ihlal etme, adaleti yok sayma gibi durumlarda yasama ve yürütme erklerini sistem içine çekme görevini ancak yargı sağlayabilir ve sağlamalıdır. Demokratik bir toplumda bundan daha önemli bir işlev de her halde düşünülemez.
Tüm devlet erklerinin- buna yargı da dahil- işlevlerinin aksaması, ilkelerin dışına çıkması durumunda (her alt sistemin geri bildirim mekanizmasının olması gerekmekle birlikte) tüm devlet sistemi çapında -asıl işlevi bu olarak- sistemi asli yapısına döndürme işlevi yargıya aittir. İnsan haklarını esas alma, hukukun üstünlüğüne tabi olma, adalet şeklinde beliren, temel ilkeler tüm kamu yapılandırılmasında ve işletilmesinde uyulması gereken anahtar, kılavuz yol göstericiler olmak durumunda olduğu gibi, yargının yapılandırılması ve işletilmesinde yol haritası oluşturacak anahtar kavramlardır.
Hukuk kurallarını Anayasanın sınırları içinde yasa boyutunda yasama organı belirler. Diğer yazılı kurallar da yasalara dayanmak zorundadır. Hukuk kurallarını koyan yasama organının kendi koyduğu kurallara uygun davranmasını temin edebilmek için yargının devreye girebilmesi gerekir. Gerçi teorik olarak yasamanın yetkisini toplumdan aldığı söylenebilir. Fakat şu da unutulmamalıdır ki tüm devlet erkleri yetkisini ve gücünü teorik olarak toplumdan alır. Kuramsal olarak toplumun yetkilerini, işlevlerini dağıttığı ve birbirini dengeleyen oluşumlarla kullandığı kabul edildiği için yargının, yasamanın çıktılarını yöntemine uygun olarak önüne geldiği takdirde denetlemesinden daha doğal bir şey olamaz. Yani bir alt sistemin çıktıları başka bir alt sistemin girdisini oluşturabilir. Keza yürütme organı da yargı gibi yasaların uygulayıcısı olmakla birlikte hukuk kuralları içinde kalmasını temin edebilmek yargıya düşebilir.
Siyaseti hukuk kuralları içine dahil etmek siyasetin alanını daraltmak gibi görülse de siyaset sınırsız ve ilkesiz olamaz. Sınırları, ilkeleri; insan hakları, hukukun üstünlüğü ve adalet olmalıdır. Bu temel ilkelerden yoksun olan siyasetin iktidar olması durumunda veya iktidar süreci içinde temel ilkelerin zedelendiği durumlarda ise siyaset yapıcı değil, yıkıcı bir işlev kazanabilir. İşte bu durumda hukukun üstünlüğü, adalet, ve insan haklarının yerine getirilmesi yargıya ait bir yükümlülük olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargının dahi bu ilkeleri dışlayan bir yapılanım ve işleyiş içine girmesi halinde dahi devreye girmesi gereken kurum gene yargıdır. Çünkü yargı da hata yapmaz denemez fakat yargının hata yapma lüksü yoktur.
Asıl kontrol ve denetlenmesi gereken erkin yürütme erki olduğunu tarih göstermektedir. Demokratik bir toplum ve devlet yapısında bu kontrol ve denetim işlevini asli olarak yargı yerine getirir. Diğer kontrol ve denetleyici kurumlar olarak kabul edilebilecek olan bağımsız medya, kamuoyu ve sivil toplum örgütleri gibi oluşumların yürütmeyi denetleme ve kontrol işlevi varsa da mutlak zorlayıcı güçleri yoktur. Diğer denetleme ve kontrol mekanizmaları, aynen bireyler üzerinde belli bir şekilde davranma yönünde zorlayıcılığı olan ama devlet tarafından yaptırıma bağlanmamış; görgü kuralları, din kuralları, ahlak kuralları gibi sosyal yaptırım kurallarına benzetilebilir. Bu kurallar da bireyleri belli bir şekilde davranmaya zorlayabilir ama uyulmaması durumunda devlet tarafından zorlayıcılık hakkı veren eski ifadesiyle müeyyidesi, yaptırımı yoktur. Yaptırımı olan tek sosyal yaptırım kuralı hukuk kurallarıdır. Hukuk kurallarına uymama durumunda devletin yaptırımıyla karşılaşılır. Tıpkı bunun gibi, kamuoyu baskısı, bağımsız medyanın etkisi, sivil toplum örgütlerinin varlığı ve etkinlikleri de demokratik bir toplum ve devlet yapısının belirleyici, kontrol edici unsurları ise de zorlayıcılık, ve yaptırımdan uzak oldukları için geriye demokrasi içinde zorlayıcı, yaptırım sağlayabilecek tek erk yargı kalmaktadır. Yaptırımı olmayıp dolaylı yoldan yürütme ve diğer kamu güçleri üzerinde etkili olabilen oluşumların yerine göre çok güçlü belirleyiciliklerinin olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Fakat hukuksal olarak yargı kararlarının diğer erkleri bağladığı kabul edildiği için asıl belirleyicinin yargı olduğu ortadadır. Ülkemize has bir durum olarak yürütme içinde olmasına rağmen sistem üzerinde ağırlığı ve yaptırım gücü olduğu tarihten bilinen Silahlı Kuvvetlerin iki Anayasamızın hazırlayıcı gücünü oluşturduğu düşünüldüğünde bu durumun da demokratik açıdan değerlendirilmesi gerekir. Demokratik bir sistemde sistem içindeki sorunlar gene sistemin içinde çözülmek durumundadır. Yürütmeye bağlı olan ve olması gereken silahlı kuvvetlerin demokratik devletin işleyişine gerek doğrudan, gerekse dolaylı olarak müdahalesinin dahi düşünülmemesi gerekir. Silahlı kuvvetler her halükarda yürütmeye bağlı olmak ve üst sistemin kendine tanıdığı işlevi yerine getirmek zorundadır. Demokraside üst devlet sisteminin sorunları olsa da silahlı kuvvetlerin işlevini aşan bir aktör olarak sisteme girmesi kabul edilebilir bir durum olamaz. Silahlı kuvvetlerin aktör olarak kabul edildiği bir sistem zaten demokratik bir sistem değildir.
Burada demokrasinin kendisini koruma hakkından da bir nebze bahsedilmek gerekirse elbette her sistemin kendini yeniden üretme hakkı vardır. Demokratik bir devletin de kendini koruma ve yeniden üretme hakkı vardır. Fakat demokrasi kendisini asla demokrasi dışı bir yöntemle korumaz. O zaman sistem demokrasi olmaz zaten. Monarşiler de, meşrutiyetler de kendilerini korumak için gerekli kuralları koyar ve kurumları sevk ederler ama demokratik olmayan yönetimlerin kendilerini yeniden üretmeleri asla hukukun üstünlüğüne, insan haklarına ve adalete dayanmaz. Eğer demokrasi, demokraside yer almayan yöntemlerle korunmaya çalışılıyorsa zaten orada demokraside kalmamış demektir. Demokrasinin içi boşaltılarak demokrasi adına demokrasiyi yok etmek hiç kimsenin, hiçbir kurumun hakkı olamaz olmamalıdır. Demokrasinin kendini koruması gene demokrasi içinde olur ve olmalıdır. Demokrasi koruma bahanesiyle demokrasinin kurumları ve kazanımları asla yok edilemez, işlevlerine ara verdirilemez, demokratik bir devletin sacayakları olan hukukun üstünlüğü, insan hakları ve adalet asla çiğnenemez. Bu kurallar, ilkeler yok sayılıyorsa gerekçe demokrasi de olsa, hukukun üstünlüğü de olsa, adalet te olsa orada bunlar gerçekte olmayıp sözde var olan hayalet kavramlara, kurumlara dönüşmüşlerdir.
Temel ilkelerin kamu yapılanmamızda esas alınıp alınmadığından bağımsız olarak, ülkemizde devletin yapılanma şekli ve işleyişi, genel olarak yürütmeye ve yasamaya dahasında tüm kamunun yapılanmasında; topluma karşı bir güvensizlik olduğunu göstermektedir.
Her devlet yapısı kendini yeniden üretmek için gerekli kurumları ve kuralları koyar. Fakat ülkemizde bu durum öyle abartılmıştır ki dünyanın en uzun anayasalarından birini oluşturan metin ne yazık ki bireyi değil devleti esas aldığı için bir çok hüküm ve kurumları nerdeyse devletin korunması için düşünülmüş gibidir. En temel yasa maddelerini oluşturan Anayasa, devlet yapısını, iktidarı oluşturan unsurları, devletin temel işlevlerini, insan hak ve özgürlüklerini, kısaca hukuk devletinin ana örgütleniş ve sınırlarını göstermek durumundadır. Böyle temel bir metin herkesin anlayacağı açık bir dil ve ifadeyle kaleme alınmalıdır. Anayasalarda neyin kastedildiğinin, ne demek istendiğinin anlaşılması sürecinde yakın zamanda ortaya çıkan bir kısım sorunlar, örneğin meclisin toplantı yeter ve karar sayılarının dahi doğru dürüst net açık bir şekilde ifade edilmediği, bunun yorumunun neredeyse rejim sorunu haline geldiği bir anayasa maddesinin ifadesi karşısında; toplumumuzun en temel sorunlarından birinin düşünce ve dil sorunu olduğu kolaylıkla çıkarılabilir. Anayasa metni bu derece sorunlu bir şekilde metne alınıyorsa, yasaların, tüzüklerin, yönetmeliklerin vay haline demekten başka bir diyeceğimiz olamaz. Sağlıklı düşünmek için sağlıklı bir dile sahip olmak gerekir. Dil ve düşünce birbirinden ayrılmaz bir ikilidir. Düşüncenin oluşabilmesi dile, dilin ifadesi de düşünceye bağlıdır. En temel konulardaki yazılı ifadelerini muğlak, karışık, anlaşılmaz, herkesin aynı şeyi çıkaramadığı bir biçimde üreten düşünce yapısının bir hayli karışık olması gerekir. Bu anlamda yargı ile ilgili sorunlarda yargının girdilerinden birini oluşturan yasa ve ilgili mevzuatın açık seçik ve net ifadelerden değil de karmaşık, uzun cümlelerden oluşması, ne kastedildiğinin anlaşılamaması, kısaca metinlere yansıyan bu karmaşıklığın arka planını oluşturan düşünce dağınıklığının ana bir sorun olduğu burada özellikle belirtilmelidir. Hukuk ve yargı büyük oranda söz ve yazılı materyali işleyen ve çıktılarını büyük oranda yazılı olarak ortaya koyan sistemler olduğundan bu konu yargı için daha da bir önem kazanmaktadır.
Yargı bağımsızlığı konusunda bu kadar çok konuşulmasına rağmen neden ilerleme sağlanamadığı, düşünce yapısının karmaşıklığına bağlanabilir. Zira yargı kavramının ne olduğu, yargının işlevleri ve sınırları bile toplumda herkes tarafından kabul edilebilecek ortak bir paydada tanımlanamamıştır ki yargı bağımsızlığı, tarafsızlığı sağlanabilsin.
Demokrasilerde devleti oluşturan erklerin ayrılması bireylerin korunmasını sağlamak, iktidarın despotizme dönmesini engellemek için düşünülmüş dahiyane bir buluştur. Bazı yazarlar erklerin ayrılmasının demokrasi için zorunlu olmadığını, demokrasinin, sivil toplum, siyasal toplum ve devlet arasındaki bağların doğasıyla açıklanabileceğini öne sürmektedir.11 Bu açıklama da bize göre ilişkilerin niteliği açısından sisteme baktığı için sonuçta aynı kapıya çıkmaktadır Avrupa’nın bir kısım ülkesinde sembolik boyutta krallık ve meşruti rejimler olsa da sistemin işleyiş şekli itibariyle demokratik olduğundan kimse şüphe duymamaktadır.
Demokrasilerde devlet değil bireyin korunması esastır. Birey devlete karşı zayıftır korunması gerekir. İnsan haklarının çıkış süreci de devlete karşı insanların varoluş mücadelesinden başka bir şey değildir. Devlet sosyal bir varlık olmasına, sosyolojik olarak analiz edilebilmesine rağmen insandan bağımsız değildir. Bu itibarla insanın kendi ürettiği sosyal ya da sanal varlıklar için bir nevi kurban edilmesi kabul edilecek bir düşünce ve anlayış olamaz. Bireyin devlet karşısında dokunulmaz haklarının tanınması ve özgürlüklerin esas alınması gerekirken belki de yaşanan bir kısım olaylar nedeniyle kurucu iktidarlar nerdeyse devletin bireye karşı korunması için hükümleri Anayasaya koymuşlardır. Anayasayı esas alan yasamanın da aynı doğrultuda çıktı üretmesi kaçınılmazdır. Ülkemiz açısından, Yasamanın Anayasa dışına çıkmaması için Anayasa Mahkemesi, yürütmenin hukuk ve yasa dışına çıkmaması için idare mahkemeleri kurulmuştur. Ülkemizde anayasaların askeri yönetimlerce hazırlattırıldığı düşünüldüğünde devletin yapılandırılmasında asıl saikin açık konuşmak gerekirse, toplumun özgürleşirse devlet yapısını değiştireceği ve devleti böleceği gibi bir ön yargı olduğunu göstermektedir. Yoksa 1961 Anayasasından geriye gidiş anlamına gelen ve yargı bağımsızlığını yok eden hükümlerin başka bir açıklaması olamaz. Bu açıdan devletin yapılanmasında güvensizliğin esas alındığı bir kez daha söylenebilir. Oysa devletler topluma dayandıkları; hukuku, insan haklarını ve adaleti esas aldıkları ölçüde hayatiyetlerini sürdürürler. Toplumun, bireylerin özgürleşmeleri, devletin zararına olmaz bilakis devletin lehine olur. Özgür ve eşit bireylerden oluşan bir toplum ve devlet yapısında bireyler kişisel performanslarını maksimize edebilecekleri gibi, bu durumun oluşturduğu pozitif dışsallığın topluma ve devlete yansımayacağını düşünmek mümkün olmasa gerektir.
Modern devlet yapılanmasında, demokrasinin ve bağımsız yargının şekillenmesinde küreselleşmenin etkilerinin de belirlenmesi gerekir. Küreselleşme ile birlikte uluslararası sermaye ve yatırımın, ülkelerin ekonomik sistemlerinde devletin en az etkin olduğu bir düzeni arzulamasının sonucu ekonominin devletten, siyasetten görece bağımsız yapılanması gerekmekte bunun için de yürütmeden bağımsız denetleyici ve düzenleyici kurumlar öngörülmektedir. Bu bağımsız düzenleyici ve denetleyici kurumlar iktidarın hareket alanını da sınırlamaktadır. Düzenleyici kurulların devletten, özellikle yürütmeden bağımsız olabilmesi için mali bağımsızlıklarının gerekliliğine işaret edilmiş ve bu kurumlar sağlam bağımsız kaynaklarla desteklenmişlerdir.12 Buna rağmen ilk derece yargı örgütüne bağımsız düzenleyici ve denetleyici kurumlara layık görülen mali bağımsızlık hiçbir surette tanınmamış, buna karşı yargının bağımsız olduğu Adalet Bakanlığı ve yürütme organları nezdinde öne sürülebilmiştir.
Küreselleşmenin diğer bir yansıması olarak da uluslar arası uyuşmazlıkların ulusal yargıdan bağımsız çözümlenmesi süreci hız kazanmıştır. Zira küresel sermaye ulusal devletten bağımsız işleyen bir ekonomik sistemi istediği gibi, uluslararası uyuşmazlıkların çözümlenmesi için de ulusal yargılardan bağımsız işleyen küresel ortak standartlarda bir yargı istemektedir. Ulusal yargı kurumlarının yapılanış ve farklılığının doğurabileceği sorunlar seri hareket etmek durumunda olan uluslararası sermayenin ve aslında küresel iş yapma durumunda olan hiç kimsenin istemeyeceği bir durumdur. Bu yüzden uluslararası tahkim ve arabuluculuk yasaları ve kurumları çıkarılmaktadır. Küresel sorunların çözümünde ulusal yargıdan bağımsız işleyen uluslararası tahkim, ulusal yargının faaliyet alanını daraltmakla birlikte sorunların gerek ulusal gerekse uluslararası boyutta çözümünde yargı dışı alternatif çözüm yollarının geliştirilmesi kaçınılmazdır. Zira ulusal yargı gibi belli prosedürlere ve şekli kısıtlara tabi yöntemler, yerine göre uzun bir süreç almaktadır. Bunun için özellikle tarafların iradesine tabi uyuşmazlıkların çözüm sürecinde esnek sorun çözme yöntemleri ve kurumlarının oluşturulması kaçınılmaz bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargı dışı alternatif, esnek çözüm sistemleri ile yargının birlikten uzak parçalı yapısı ayrı bir sorun kaynağı olmakla birlikte bu sorun alanı, bu çalışmanın sınırlarını aştığından ve başlı başına analizi gereken bir durum olduğundan bu sorunun belirtilmesiyle yetinilecektir.
Küresel sermayenin, ulus devlet yapılarını zorlayarak küresel standartta bir ekonomik ve yargısal sistemi empoze etmesi bir arada değerlendirildiğinde feodalitenin yıkılarak ulus devlet sürecinin kurulmasında burjuvazinin oynadığı rolü; bu kez küresel sermaye oynuyor gibidir. Küresel bir dünya devletler topluluğunun oluşum sürecinde ulus devlet yapısı zayıflamakta, ulus devletlerden bağımsız işleyen bir ekonomik ve yargı sistemi oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu bir anlamda olumlu bir gelişme olarak düşünülebilir. Ulusal devletin kısıtlarından ayrık olarak küresel standartlarda işleyen bir ekonomi ve yargı herkesin güvencesi olabilir ama gerekli kontrol ve denetim mekanizmaları öngörülmezse de küresel bir yıkım tehlike olasılığı da gözlerden uzak tutulamaz. Demokrasi ve yargı açısından küreselleşme eğer insanlara bireysel ve kültürel farklılıklarını muhafaza ederek küresel ölçekte ortak standartlarda demokratik ve yargısal haklar sağlayacaksa ve bu konularda ortak bir anlayış gelişmesine yol açacaksa bu yararlı bir gelişmedir. Her insanın dünyaya katabileceği bir değer vardır. Yeter ki bu potansiyelin ortaya çıkabilmesi için gerekli koşullar küresel boyutta fırsat eşitliği sağlayacak tarzda, ortak bir standartta herkese sağlansın.
Yalnız bugün için küresel sistemin kendisinin dahi esas olarak demokratik bir karakter taşımadığını belirtmek gerekir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi beş daimi üyenin çıkarları doğrultusunda faaliyette bulunduğuna göre bugün için en büyük küresel oluşumdaki bu yapılanma karşısında gelecek için karamsar olmamak da mümkün değildir.
Avrupa Birliği bünyesinde olmasa da Avrupa Birliğinin esas aldığı değerleri temsil eden başka bir oluşum olan Avrupa Konseyince uluslararası anlaşmalarla ortaya konulan metinlerden en önemlisi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleri olup, Avrupa Konseyi tarafından kurulmuş olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bu Sözleşmenin Konseye üye devletlerde uygulanmasını sağlamaktadır. Bundan başka Amerikan Devletleri Örgütü ve Afrika Birliği Örgütü de bulunmaktadır.13 Bu gelişmeler karşısında insan hakları ulusal devletin düzenleme alanını aşmış ve uluslar arası bölgesel bir yapılanma çerçevesinde oluşturulan hukuk ve mahkeme sisteminin bir konusu haline gelmiştir. Bu durumun aynı etkinlikte diğer küresel yapılanmalarda da esas alınması halinde belki daha sonra tüm dünya çapında küresel bir oluşum, ulus devletlerin yargı yetkisinin üstünde önce insan hakları, belki daha sonra diğer ihlallere ilişkin yargı yetkisine sahip olabilecektir. Ulusal devletlerden bağımsız işleyen bir ekonomik sistem ve yargının ussal, bilimsel esaslara göre yapılandırılması kaçınılmazdır. (Esasen ulusal yapılarda da bunların ussal bilimsel esaslara göre yapılandırılması esastır.) Fakat ulusal devlet yapılarındaki ekonomi ve yargıyı bağımsız kılma mücadeleleri bunu sağlamanın bu kadar kolay olmadığını göstermektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, insan hakları alanında bölgesel düzeyde de olsa insan hakları açısından bu sözleşmenin tanındığı ölçekte ortak bir standart getirmektedir. Bölgesel ölçekte insan haklarında getirilen bu standart ulusal devletleri de iç sistemlerini AİHS ve Sözleşmenin dinamik boyutunu ortaya koyan AİHM kararları çerçevesinde dolaylı da olsa, yeniden yapılanmaya zorlamaktadır. Bu bağlamda AİHS’ni kabul eden ve AİHM’nin yetkisini tanıyan devletlerin ulusal yargı sistemlerinin AİHS ve AİHS kararlarından etkilenmemesi düşünülemez.
Uluslar üstü bu tarz yapılanma ile ortaya konulan ve yargısal nitelik taşıyan bölgesel ölçekte bir insan hakları mahkemesinin kurulması, insan haklarının ulusal boyuttaki baskı ve ihlallere karşı korunması ve güvence altına alınmasını sağlama yönünde yargısal bir nitelik taşıyan dünya tarihinin ilk ve en büyük hamlesidir.
İnsan haklarında geliştirilen bu anlayışın tüm dünya ölçeğinde yeknesak olarak uygulanması tüm insanlar için bir güvence ve anlayış olur.. İnsan hakları alanında oluşan bu küresel anlayışın daha sonra diğer yargısal konularda da bir üst standarda bağlanmasının önünde kişisel ve lokal kaygılar dışında bir engel olmasa gerektir. Bu gelişme insan haklarının korunması hususunda yargının ulusal ve uluslararası boyutta ne kadar önemli olduğunun en açık bir göstergesidir.
Küresel ölçekte asgari standartları sağlayan bir yargı ve hukuk kültürü tüm insanlığın menfaatinedir. Fakat hukuk kuralları zorlayıcı etkiye haiz oldukları ve böylelikle yürürlükte kaldıkları için küresel ölçekte zorlayıcılık işlevini kimin nasıl yerine getireceği sorununun tartışılması bu çalışmanın boyutlarını aşmaktadır. Uluslararası ilişkilerde zorlayıcılık demokratik bir yapı içinde ancak dolaylı yollardan olabilir. Küresel yada bölgesel nitelikte yargı kararlarının uygulanmaması durumunda karara uymayan ulusal devlete çeşitli yaptırımlar yada bazı yoksunluklar ve dışlamalar uygulanabilir. Yerine göre bunlar dahi oldukça zorlayıcıdır.
Devlet demokratik bir devlet ise, demokrasinin korunması için yargı her şeyden daha fazla önemli bir kurum ve işlev olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargıyı önemsemeyen, ihmal eden, masraf kapısı sayan anlayışlar aslında hukuku, demokrasiyi, insan haklarını ve adaleti yok sayan anlayışlardır. Demokratik bir devlet üst sistemiyle birlikte hukukun üstünlüğü, insan haklarını esas alan bir yapılanma ve adalet kavramlarının var olup işlevlerini yerine getirebilmeleri için başka alt sistemler de gerekmekle birlikte bağımsız tarafsız ve etkin bir yargı; sağlıklı bir demokrasi, insan haklarına, hukuka bağlı ve adaleti esas alan bir devlet yapısı için adeta olmazsa olmaz bir nitelik taşımaktadır.
Yargının yasama ve yürütme erkinin dengeleyicisi olabilmesi için sınırlarının oldukça sıkı ve net bir biçimde belirtilmesi bir başka zorunlu gerek olarak karşımıza çıkmaktadır. Aksi durumda nerede duracağını bilmeyen ve işlevinin sınırları net bir biçimde tanımlanmamış yargının diğer erklerin işlevlerini yerine getirmesini engelleme olasılığı da bulunmaktadır.
Kısaca demokrasinin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesi için devleti meydana getirdiği kabul olunan temel erklerin birbirinden tamamen ayrılması, birbirlerinin sınırlarına müdahale etmeyecek bir yapıda tanımlanması ve işlevlendirilmesi gerekmektedir. Bu sınırlar net bir biçimde belirlenmezse sınır geçişleri ve erklerin işlevlerini yerine getirememeleri; erklerin birbirlerini kontrol işlevini yerine getirememelerine yol açarak, asıl üst sistem olan demokratik devlet yapısının zafiyete uğramasına yol açacaktır. Bu anlamda erklerin tamamen ayrıldığı başkanlık sistemi, Amerika Birleşik Devletlerindeki 200 yılı geçkin uygulanış şekli ile gerçekten orijinal bir model olarak işlevini ve etkinliğini sürdürmektedir.
Öte yandan demokratik bir toplum ve devlet yapısında temel belirleyici vasıf toplumun çoğunluğunun iradesidir. Bu irade yasalara meşruiyet verdiği gibi; hukukun da temelini oluşturur. Bu açıdan demokratik bir ülkede, hukuk ve demokrasi ilişkisinde toplumun hukukun oluşmasında asli belirleyici olarak kabul edilmesi gerekir. Toplum hukukun oluşmasını, temsilcileriyle belirleyebileceği gibi, sivil toplum örgütleriyle de bu sürece katılabilir. Yani hukuku devlet değil toplum oluşturur. Devlet pozitif hukuka sadece biçim verir. Hukuka meşruiyet veren ve belirleyen devlet değil de toplum olarak kabul edilince ve her türlü kurumsal yetkinin kaynağı da topluma bağlanınca yargının toplumla ilişkisinin de belirlenmesi gerekir. Anglo-Sakson hukuk sistemi, yargı ile toplumun bağını kuran jüri sistemiyle bizim oldukça uzak olduğumuz bir model oluşturmaktadır. Toplumun, doğrudan yada dolaylı, yargı kurumlarının işleyiş ve çıktılarına katılması yargı-toplum ilişkisini sağlayabileceği gibi; sürecin ve üretilen çıktıların toplumun katılmasının, yargının demokratikleşmesi sonucunu doğuracağı da gözden uzak tutulamaz. Demokratik bir devlet yapılanması için nasıl bağımsız ve tarafsız bir yargı gerekliyse demokratik bir yargı için de toplumun yargı sisteminin girdi, süreç ve çıktılarına katkısının sağlanması o ölçüde gereklidir.
Demokratik olmayan toplum ve devlet yapılarında da hukuk ve yargı vardır ama o tarz devlet ve toplumların sahip oldukları hukuk ve yargı sistemleri, insan haklarını, adaleti, hukukun üstünlüğünü sağlamayı amaç edinmemişlerdir. O tarz devletlerin hukuk ve yargı sistemlerinin, dahil oldukları devlet aygıtının devamlılığını sağlamanın ötesinde bir işlevleri yoktur. Demokratik devlet yapısında da hukuk ve yargı demokratik devletin yeniden üretilmesini sağlamakla beraber asıl işlevi insan haklarını, adaleti ve hukukun üstünlüğü kavramlarını esas aldığı için otoriter devlet yapılarındakinden farklı bir fonksiyon üstlendiği ortadadır. Hukuk başlı başına demokrasiyi sağlamaz ama hukukun üstünlüğü anlayışı demokratik bir devlet yapılanmasının asıl belirleyicilerindendir.

İNSAN HAKLARI VE YARGI

İnsan hakları nihai olarak yargı organı olan mahkemeler önünde hayat bulur. İnsan hakları esas olarak devletin mutlak iktidar dönemlerinde bireyin insan olarak devletin dahi dokunamadığı, dokunamayacağı temel haklarının olduğu kabulü üzerinden şekillenmiştir. Bu anlamda insan hakları kavramı devlete karşı yürütülen mücadelelerle bugünkü halini almıştır. Devletin dokunamayacağı insan haklarının olduğu kabul edilmekle birlikte, devletin insan haklarını ihlal etmesi olasılığı her zaman olduğundan bu durumda bireyin başvurabileceği yegane kurum yargı olmaktadır. Bu anlamıyla yargının da devletin özellikle yürütmenin güdümünden çıkması gerekir. Bu yüzden yargı bağımsızlığı kavramı demokrasi ve insan haklarının da olmazsa olmazıdır. Bireyi devlete karşı koruyacak olan yargı olduğuna göre yargının da devletten belli ölçüde de olsa bağımsız işlemesi, işlevini adalet duygusunu temin edecek tarzda yerine getirmesi, bağımsız kaynaklarla teçhiz edilmesi ve işletilmesi gerekmektedir. Ülkemizde yargı ise ne yazık ki, bırakın bağımsız yapılandırılmayı, ilk derece adli yargı örgütü açısından Cumhuriyet savcılığına ve oradan da Adalet Bakanlığı’na her yönüyle bağımlı yapılandırılmıştır. Yargı kavramının ne anlama geldiği yargı organları ve ilgili birimler nezdinde bile anlaşılamadığından ve nerdeyse tüm yargı uygulayıcıları mevcut yapılanma içinde gözlerini açtıklarından için bu durum örgütsel körlüğe neden olmakta ve bu örgütlenme biçiminin yargı bağımsızlığına aykırı olduğu nerdeyse fark edilmemektedir bile. Oysa birey devlete karşı korunacaksa, devlet adına yerine getirilen iddia işlevine karşı da korunmalıdır. Onun için yasalar, kişinin hürriyetinin sınırlanması ve koşulları, bireyin üstünün, evinin ve işyerinin aranması, haberleşme ve iletişimin dinlenmesi, v.s konularda yani insan haklarının sözkonusu olduğu durumlarda savcının değil yargıcın karar vermesini uygun görmüştür. Zira burada savcı devlet adına hazırlık soruşturma işlevini yerine getirmektedir. Bu işlevin yerine gelmesi esnasında kritik durumların ve istemlerin hakim tarafından değerlendirilmesi insan haklarının korunması için gayet önem arz etmektedir. Fakat mevcut yapılanmada adliyeler savcılığın idari ve mali vesayeti altında işlediğinden savcılığın talebinin bağımsız yargı tarafından değerlendirilmesinden ziyade, sanki kurum amiri tarafından bir istemin alt birim tarafından yerine getirilmesi gibi bir durum ortaya çıkmış durumdadır. Çünkü kurumlar iç içe geçmiştir. Savcılık ile bağımsız olması gereken yargı iç içedir. Adliyelerin yapılanmasında işletilmesinde savcılığın mutlak belirleyiciliği vardır. Mahkemeler ve hakimleri savcılığın memuru gibi pozisyon ve imkanlarla çalıştıran anlayışın, yargı bağımsız diyerek savcılığın taleplerinin bağımsız yargı tarafından değerlendirildiğini öne sürmesi aslında bir tezattır. Bu nasıl bağımsız yargıdır ki savcılık ne imkan verirse o ölçüde faaliyette bulunabilir? Yargıcın duruşma yapacağı, oturacağı, çalışacağı yer ve imkanlar bile savcılık tarafından belirlenirken bu şekilde faaliyette bulunan bir yargının savcı tarafından kendisine iletilen taleplere karşı bağımsız olduğu ve bağımsız karar verdiği nasıl öne sürülebilir? Mevcut sistemde yargı bağımsız ve tarafsız karar verebiliyorsa bu büyük ölçüde kişisel inisiyatiflerin sonucudur. Yoksa sistem bir bütün olarak yargının bağımsız olmaması için ne gerekiyorsa onu gösterecek tarzda yapılandırılmış ve işletilmektedir.
Rütbesel örgüt yapılanmasının esas alındığı bu sistemde mevcut anlayış, yargıyı iddiaya dolayısıyla yürütmeye bağlı yapılandırdığından, yargının devlete karşı insan haklarını sağlama işlevini tam olarak yerine getirmesi de mümkün değildir.
Yargı reformu ülkemizin vazgeçemeyeceği kadar acil, önemli ve ülkemizin belki Osmanlı İmparatorluğunu da dahil edersek iki yüz yıllık bir hedefinin son halkasını oluşturan Avrupa Birliğine giriş sürecimizin bize göre adeta olmazsa olmazı yegane belirleyicisidir. Demokrasiye inanmış, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının esas alındığı bir temel yapılanmanın bünyesinde yer alabilmek öncelikle bunu sağlayabilecek bir yargı örgütünün kurulmasıyla mümkündür. Bağımsız ve tarafsız bir yargı örgütünü, ilk derecesinden son derecesine kadar kuramayan, öngöremeyen, işletemeyen bir ülkenin sağlıklı bir demokrasiye sahip olması, insan hak ve özgürlüklerini güvenceye bağlaması mümkün değildir. Bu temel değerleri esas alan bu örgütlenmede yer almak isteyen bir ülkenin bu kriterleri esas alacak reformları yerine getirmeden bildiğini okumaya devam etmesi, gelecek nesillerin hareket alanını daralttığı gibi, bu hedefin ciddiye alınmadığının bir göstergesi dahi sayılabilir.
Demokrasilerde her şey olmasa da çoğu şey önceden belirli kurallar çerçevesinde yürütüldüğü için ve bunda da işlevini gene belirli kurallar çerçevesinde yerine getiren “bağımsız yargı” en önemli belirleyicilerden olduğundan bağımsız ve tarafsız bir yargı örgütünü tüm safhalarıyla kurmak ve işletmek en önemli önceliğimiz olmalıdır.

YARGI REFORMU

Yargı ülkemizin reform gerektiren en önemli sorun alanlarından biridir. Bu durum bir çok kimse, kesim tarafından bir çok platformda yıllardır konu edilmesine rağmen ne yazık ki bunda gerek anlayış, gerekse yapılanış bakımından bir ilerleme sağlandığını kabul etmek oldukça zor görünmektedir. Gerçi son yıllarda adliyelerin fiziksel yapılanmasının geliştirilmesi yönünde olağanüstü kabul edilebilecek sıçramalar yapılmıştır. Ayrıca UYAP adı altında tüm ülke çapında yargılama ve ilişkili etkinliklerin bir ağ bağlantısı içinde belli bir standartta bilgisayarlarla yerine getirilmesi de önemli bir yeniliktir. Fakat bu yenilikler mevcut yargı sistemini veri olarak kabul ettiği için bir reform olarak kabul edilmekten uzaktır. Zira gerçekte yapılan aslında yıllarca ihmal edilmiş bir örgütün fiziksel modernizasyonu ve geç de olsa bilgisayar ve internetin bir örgüt bünyesinde uygulanması olan intranete geçmesidir. Zaten olması gereken bu durum bir reform değil, gecikmiş bir olması gerekendir.
Eğer önemli bir sorun alanı varsa soruna bilimsel yöntemle yaklaşmalı ve sorun tüm boyutlarıyla analiz edilerek eğer gerekiyorsa kavramsal boyutta yeni bir anlayışla reform yapılmalıdır. Kavramsal bir arka plana dayanmayan yenilik, reform değil ancak bir yeniliktir. Bu amaçla yargı reformunun öncelikle kavramsal boyutta yapılması gerekmekte olup yargı ve ilişkili olduğu kurumlara ilişkin net bir kavram ve bakış açısı oluşturduktan sonra reformun sağlanabileceği ortadadır.

1.KAVRAMSAL YARGI REFORMU

Yargı reformu konusunda söylenen çok şey olmakla birlikte neredeyse hiçbir şey yapılamamış olmasının; yapılanların temel bir anlayışa sahip olmaması ve yargı kavramının kavramsal düzeyde netlik kazanmamasından kaynaklandığı ortadadır. Bunun için öncelikle kavramsal düzeyde yargı reformu ile yargının net bir biçimde tanımlanması ve herkesin üzerinde uzlaşabileceği objektif bir biçimde benimsenmesi gerekmektedir. Yargı kavramının içinin doldurulması, yargı reformunun kavramsal boyutudur. Bu reform yargı ile karıştırılan diğer kavramların ve işlevlerinin anlaşılmasını da kolaylaştıracaktır.

1.1. YARGILAMA VE UNSURLARI
Yargılama ve unsurlarının belirlenmesi, yargı kavramının tanımlanmasını kolaylaştıracaktır.
Yargılama diyalektik bir süreçtir ve bu yapısı itibariyle tarihin bu nitelik taşıyan ilk sosyal ve kamusal eylemi olarak karşımıza çıkmaktadır. “İnsanlık tarihinde en eski diyalektik uygulaması, itham-savunma-hüküm üçlüsüdür.”14
Yargılama üç unsurdan, öğeden meydana gelir. İddia , savunma ve yargı. İddia ve savunmanın diyalektik sürecini yöneten ve sonucunda ortaya nihai bir karar şeklinde sentezleyen unsur “yargı” dır. Yargılamanın mevcut tarda işleyişini eleştiren Sami Selçuk aynen şöyle demektedir:
“Yargılama bizde hazırlık soruşturmasından itibaren yanlıştır. Duruşma bizde A’dan Z’ye yanlıştır. Dünya’nın hiçbir ülkesinde duruşma yapmamış bir yargıç…dinlemediği ve görmediği bir tanığın tutanaktaki anlatımını okuyarak değerlendirme yapamaz… Ama Türkiye’de bu değerlendirme hergün dosya üzerinden yapılır.”15
Mevcut işleyişi örgütlenmeden bağımsız eleştiren bir başka yazar da şunları söylemektedir:
“Hukukun üstünlüğünü toplumda egemen kılabilmek ancak hukuku uygulayacak olan makamların, yani mahkemelerin hukukun gereğini tam olarak yerine getirebilecek nitelik ve imkanlara sahip bulunması ile mümkün olabilir. Mahkemelerin toplum içinde yeniden prestij kazanmasını sağlamak zorunludur. Bugün mahkemelerin etkin olduğunu söylemek mümkün değildir… Mahkemelerde davalar sadece geç sonuçlanmamakta, aynı zamanda birçok dava yanlış sonuçlanmaktadır. Mahkemeler usuli işlemler içinde boğulmuş durumda olup genellikle işleri yapıyor görünmektedir.”16

İddia


Savunma Geri Bildirim

Şekil 1. Sistem anlayışı çerçevesinde yargılama unsurları ve süreci

Yukarıdaki şekilde yargılamayı oluşturan unsurlar ve süreç şematik olarak açıklanmaktadır. Görüldüğü gibi yargılama üç unsurdan oluşmaktadır. İddia, savunma ve yargı. İddia okunun dikdörtgene girdiği noktadan itibaren yargılama süreci başlamaktadır. Bu safha ceza yargılamasında kovuşturmanın başlaması olup, iddianamenin mahkemece kabul edildiği, hukuk yargısında da dava dilekçesinin mahkemeye verildiği zamandır. İddia ve savunma yargı önünde hesaplaşmaktadırlar. İddia okunun dikdörtgene giriş noktasından önceki kısmı savcılığın hazırlık soruşturması aşamasını göstermektedir. Hazırlık soruşturması safhasında da yargının karar vermesi gereken anlar ve savunmanın da katıldığı anlar varsa da bu aşamada devreye giren savunma ve yargının katılımları bu safhayı yargılama yapmamaktadır. Hazırlık soruşturmasının mahiyeti bu süreçte böyle bir katılımı zorunlu kılmaktadır. Zira hazırlık soruşturması yönetsel bir iştir. Bu safhada kişi hürriyetini ilgilendiren tutuklama ve arama gibi tedbirlerin mutlaka bağımsız yargı tarafından alınması gerekir. Böyle bir tedbir talebinde kural olarak savunmanın da devreye girmesi gerekir. Hukuk yargısı açısından iddia okunun dikdörtgene girişinden önceki safha iddianın bir kalıba dökülüşü anlamına gelen dava dilekçesinin oluşturulması safhasıdır. Aynı şekilde savunma okunun dikdörtgene girişinden önceki safha da savunmanın mahkemeye verilişinden önceki safhayı göstermektedir. Burada dikdörtgen aslında kurumsal olarak mahkemeyi işaret etmektedir. İddia ve savunmanın dikdörtgeni kestikten sonra yargı ile karşılaştıkları nokta ile oluşturdukları üçgen yargılama sürecini göstermektedir. Bu sürecin sonucunda görüldüğü gibi yargı karar ile süreci sonlandırmakta ve sentezini oluşturmaktadır. Yargı iddia ve savunma girdilerini süreç içinde işlemekte ve çıktısını karar olarak ortaya koymaktadır. Karar üst yargı sisteminin bir girdisidir. Eğer karar üst yargı tarafından bozulursa sisteme geri bildirim yoluyla yeniden girmekte ve yeni bir süreç başlamaktadır.
Görüldüğü gibi yargıyı iddia, savunma ve karar (hüküm) üçlüsü olarak kabul eden açıklamalar yanılmaktadır. Karar yada hüküm, yargının yargılama süreci sonucundaki çıktısıdır. Belki yargılama unsurlarını, iddia makamı, savunma makamı ve karar (hüküm) makamı olarak adlandırmak isterken böyle bir hataya düşülmüş olabilir. Daha sonra makam kelimeleri kalkınca iddia, savunma ve karar (hüküm) kalmaktadır. Gerçekten yargı yani mahkemeye karar makamı da denilebilir fakat açıklandığı gibi karar yargının yani mahkemenin yargılama süreci sonucunda ortaya koyduğu bir çıktı olup, mahkemeyi salt bu çıktı açısından değerlendirerek karar makamı olarak ilişkilendirmek çok basit ve dar bir görüş olabilir. Bu anlayış yargı organı olan mahkemenin iddia ve savunmanın diyalektiğini yönetme anlamındaki işlevi olan yargı işlevini ve üç unsurun bir araya gelişiyle oluşan yargılama sürecini yok saymakta yada ihmal etmektedir.


1.1.1.SAVCILIK –İDDİA

Yargılamanın unsurlarından iddiayı ceza yargılamasında savcılık örgütü teşkil etmektedir. Ceza yargısında iddia görevi, suçtan zarar gördüğü kabul olunan toplum adına devlete düşmektedir. Devleti ise, mahkemede yürütmeye bağlı olan ve olması gereken savcılık temsil etmektedir.17 Oysa hukuk veya diğer yargı örgütlerinde iddiayı taraflar yada taraflar adına avukatlar temsil edebilir. Buradaki iddia yargılamanın unsurlarından olan iddia anlamındadır. Çünkü bir iddia yargı örgütü önüne getirilmedikçe yargılama unsuru olan “iddia” niteliği taşıyamaz.
Savcılık bir kamu organı olsa da nihayetinde ceza yargılamasında davacıdır. Yani ceza yargılamasında iddia makamını temsil etmektedir. Buna rağmen bu kurum ilk derece adli yargı örgütünü, yani mahkemeleri yönetmekte, temsil etmekte, mali yetkileri haiz olarak mahkemelerin tüm koşullarını belirlemektedir. Savcılığın kamu organı olması geniş anlamda yargı yönetiminin daha basit bir ifadeyle adliyenin yönetiminin savcılığa ait olmasını gerektirmemektedir. Geniş anlamda yargı yönetiminin savcılığa ait olması, savcılığın adliyelerde sahip olduğu idari, mali imkan ve yetkiler ile savcılığın adliyeleri temsil fonksiyonu, mahkemeleri, yargıçları, ceza davasının davacısı savcılık karşısında bağımsız kılamamaktadır. Bilakis bu durum, yargıçları idari açıdan adeta savcılığın memuru derecesine indirgemektedir. Bugünkü sistemde kendi kendini idare edemeyen ve yetkisi olmayan yargıçları idare etmek için bir savcı mutlaka gereklidir. Savcı olmadan yargıçların, Anayasada yer alan ifadesiyle, “mahrum bırakılamayacakları” maaşlarını bile almaları sözkonusu olamamaktadır. Zira adliyelerde tahakkuk memurluğu ve ita amirliği vazifeleri Adalet Bakanlığının genelgeleriyle savcılığa verilmiştir. Böylelikle tüm bu anlatılanlar karşısında, yargıçların, bağımsızlığı değil, savcılığa ve Adalet Bakanlığı’na bağımlılığı teminat altına alınmış olmaktadır. Bunun sonucunda ilk derece adli yargı örgütümüz, çalıştığı ortam, personeli, ve hakları konusunda hiçbir yetkisi olmayan, sadece ‘bağımsız’ karar veren “bağımlı” yargıçlarla donatılmış bulunmaktadır.
Savcılık hem yargısal bir kurum gibi algılanmasından doğan, hem de Adalet Bakanlığı’na bağlı olmasından kaynaklanan idari avantajları kullanmaktadır. Bu açıdan savcıların, hakimlerden daha fazla imkana, dolayısıyla güvenceye sahip olduğunun kabulü gerekir. Çünkü yargı organı gibi kabul edilen savcılığa gerek kurumsal gerekse kişisel olarak, özellikle de başsavcılığa olağanüstü yetkiler ve imkanlar tahsis edilmektedir. Bunları burada saymaya gerek yoktur. Sadece makam otomobili bile başlı başına adliyelerin yönetiminde kimin söz sahibi olduğunu göstermeye yeter sanırım. Başsavcılığa sağlanan bu avantajların hiçbiri bırakın yargıca, adli yargı adalet komisyonu başkanına bile tanınmamaktadır. adli yargı adalet komisyonu başkanlığı adliyelerde ağır ceza merkezlerinde genellikle başkanı o yerden atanan ağır ceza mahkemesi başkanı, üyeleri ise o yer Cumhuriyet başsavcısı ile genelde bir hukuk hakiminden oluşmaktadır. Bu komisyonun özellikle adliyelerde bulunan personel üzerinde tam bir yetkisi bulunmaktadır. Buna rağmen bu komisyonun yönetsel, mali ve temsili bir yetkisi yoktur. Cumhuriyet başsavcısı törenlerde bile üyesi olduğu komisyon başkanının önüne geçmektedir. Yani komisyon aslında personel alımı, nakli ve ilgili işlemleri yürüten bir nevi insan kaynakları birimi gibi görev yapmaktadır. İnsan kaynakları üst düzey yönetim işlevlerinden olmakla birlikte, komisyonun bunun dışında bir yetkisinin nerdeyse olmaması ve görevini yerine getirirken çağdaş insan kaynakları disiplinini değil de klasik örgüt personel işlemlerini yürüten bir organ gibi hareket etmesi işlevini daraltmaktadır. Komisyon, başsavcının da katılımıyla oluştuğu için adli yargıdaki geçişmişlik burada da karşımıza çıkmaktadır. Adli yargı örgütlenmesinde savcılık örgütü ile mahkemeler örgütü iç içe girmiştir. Savcılık personeli, mahkemelere, mahkeme personeli savcılıklara atanabilmektedir. Böyle kuralsız, karmaşık iç içe geçmiş yapılanmada sağlıklı bir yönetim mümkün değildir.
Bunlardan başka, Adalet Bakanlığı yazışmalarında mahkemeleri muhatap almamakta, mahkemelerle Cumhuriyet Başsavcılığı aracılığı ile iş ve bilgi akışı sağlamaktadır. Herhalde böyle yapılarak yargı bağımsızlığının sağlandığı düşünülmektedir. Oysa salt yazışma şekli bile mahkemelerin savcılığa bağlandığının en açık göstergesidir. Örgüt bazında bilgi ve evrak akışını yönetme üst bir yönetsel işlevdir. Bu işlev mahkemeleri yok sayarak savcılığa verilince kurum yöneticisinin Cumhuriyet başsavcılığı olduğu ortaya çıkar. Bir törensel etkinlikte de muhatap olarak başsavcılık alınmakta, yargıçların varlığı nazara bile alınmamaktadır. Bu tarz imkanlara ve önceliklere sahip başsavcılığın, toplumdaki ve diğer kamu kurumları nezdindeki imajı karşısında; savcılığın görev yaptığı adliyedeki oturacağı yeri ve donanımını belirlediği bir hakimden daha çok bağımsız olduğunu söylemek mübalağa sayılmayacaktır sanırım.
Tüm bunlara rağmen, savcılığın yargı üzerinde sahip olduğu bu yetkiler, ne tuhaftır ki yargı organları nezdinde bile doğal karşılanır hale gelmiştir. Nitekim yüksek yargı organlarımızdan Anayasa Mahkemesi, 18.12.1967 gün ve 966/31 E, 967/45 sayılı kararında; savcıların harcamalarda tahakkuk amiri olma, mahkemelerin araç ve gereç ihtiyaçlarını karşılama gibi yönetime ilişkin bir takım yardımcı çalışmaları yapmakla yükümlü olduğunu belirtmiş ve ceza yargılamasında bu yardımcı çalışmalardan vazgeçilemeyeceğini ifade etmiştir. Aslında bu yardımcı ihtiyaçlar hukuk yargılaması ve diğer yargılamalarda da vazgeçilmez bir zorunluluktur. Yüksek mahkeme, kararında yargının doğrudan yürütmeye bağlı olması gerçeğini göz ardı ederek bunu bir sorun yapmamış görünmektedir. Yüksek Mahkeme, savcılığın Adalet Bakanlığına bağımlı yapılanmasında, Bakanlığın savcılık üzerinde tasarruflarda bulunabilme olasılığından hareketle, savcının adaletin gerçekleştirilmesine yönelik işlevlerini sınırlayabileceği gerekçesiyle karara varmakta, fakat mahkemelerin yani yargının geniş anlamda yönetiminin savcılığa dolayısıyla Adalet Bakanlığına verilmesinin yargının işlevini sınırlayabileceği olasılığını görmemektedir. Bunun dava dışı olduğu, mahkemenin dava konusuyla gerekçesini sınırladığı düşünülebilirse de, mevcut savcılık yetkilerini ifade tarzından bu durumun yüksek mahkemece ve bunu aktaran ülkemiz ceza hukuku tarihinde önemli bir yeri olan yazar tarafından da yadırganmadığı anlaşılmaktadır.18 Aslında bu yorumların yapıldığı zamanlarda Savcılar Yüksek Kurulu yoktu. Belki de bu tartışmaların etkisiyle 1971 yılındaki değişikliklerle Savcılar Yüksek Kurulu kuruldu ve savcıların teminatı belli bir kalıba sokuldu. Ülkemizde tersine evrim son hızıyla devam etti ve 1982 Anayasasıyla her iki kurul birleştirilerek Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na dönüştü. 1961 Anayasasında hakimlere tanınan bağımsızlık geriye giderken, savcıların teminatı ileriye gitmiştir. Hatta savcılar hakimleri ve mahkemeleri yönetecek bir konuma ulaşmışlardır. Savcıların hakimlerle eşitlenmesi, bununla da yetinilmeyerek, hakimlerin üstüne çıkartılarak, hakimlerin yönetiminin savcılığa, savcılık aracılığıyla da Adalet Bakanlığı’na bağlanması sonucu, “yargı bağımsızlığı serabı” son bulmuştur.
Ceza yargılamasının davacısı olan savcılık adliyelerde mahkemeleri yönetmekte, mali sorumluluğa sahip olarak mahkemelerin hareket sahalarını belirlemekte ve adliyeleri temsil etmektedir. Bunun sonucu olarak hem yargısal hem de yönetsel ayrıcalıklara sahip bir kurum ortaya çıkmıştır. Adliyelerde en iyi, en mükellef odalar, makam araçları sadece savcılığa ait olup, yönetsel ve mali avantajın tamamını kullanan bu savcılığın yer aldığı adli yargı ilk derece örgütlenmesinde mahkemeler işlevlerini, savcılık tarafından izin verilen koşullarda yürütmek zorunda kalan alt birimler mesabesine indirilmişlerdir. Bu durumda adli yargı ilk derece mahkemelerinin bağımsızlığı değil idari, mali ve temsili yönden savcılığa ve dolayısıyla Adalet Bakanlığı’na bağımlılığı (üstelik yargı bağımsızlığı kavramına yoğun bir atıf yapılarak) sağlanmış bulunmaktadır. Yani aslında ilk derece adli yargı açısından mahkemeler her yönüyle savcılığın idari vesayeti altına sokulmuşlardır.
Savcılık kurumunun iddia işlevini savunmaya karşı, silahların eşitliği prensibi çerçevesinde yerine getirebilmesi için çalışmanın tamamında söylendiği gibi, yargı ve yargılama unsurları, sınırlarıyla net bir biçimde tanımlanmalı, savcılık ve mahkemeler kurumsal ve örgütsel düzeyde ayrılmalı, ayrım işlevsel ayrılıkla tamamlanmalıdır. Her birim işlevini diğerinin sınırlarına nüfuz etmeden yerine getirmelidir. Silahların eşitliği kavramı yargılamanın unsurlarını oluşturan iddia ve savunmanın eşitliği, eşit koşullarda işlevini yerine getirmesini gerektirmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Nideröst-Huber/ İsviçre,18.2.1997, Kuopila/ Finlandiya, 27.4.2000 kararlarında; ceza davasında sanık ile savcının eşit olmasının gerektiği ifade edilmiştir. 19 Bizim sistemimizde bırakın savcı ile sanığın eşitliği savcı ile yargıç bile eşit değildir. Yargıç savcılığa bağlı bir çalışan mesabesindeyken sanık ile savcının eşitliğinin düşünülmesi bile mevcut sistemde imkansızdır.
Anglo-Sakson hukuk mantığında iddia ve savunma yargı önünde bir nevi hesaplaşmaktadır. Bu hesaplaşma iki tarafın eşit koşul ve donanıma sahip olmasını gerektirir. Yargı bu sistemde düelloyu yöneten bir hakem rolündedir. Bir tarafın baskın olduğu bir yargılama süreci sonucunda ortaya çıkan sentezin, yani kararın adilliğinden, tarafsızlığından kimse söz edemez. Adalet tarafsızlığı gerektirir. Tarafsızlık ise yargılamayı teşkil eden iki unsur olan iddia ve savunmaya yani taraflara eşit mesafede olmayı gerektirir. Taraflara eşit uzaklık ise yargının taraflardan birinin idari, mali ve temsili hegemonyasından uzak yapılanmasını ve işletilmesini gerektirir. Nasıl hukuk yargısında hakim davacı ile aynı konumda, platformda yer almıyor, davacının sağladığı imkanlar altında faaliyette bulunmuyorsa bu durum hakimin reddi sebebiyse, ceza yargısında da hakim savcı ile aynı platformda ve konumda olmamalı, kamusal bir kurum olsa da savcılık aracılığıyla belirlenen adli bir yapılanmada hizmet vermemelidir. Nihayetinde savcılık ceza yargılama sürecinde bir taraftır. Devletin adli yargı ilk derece örgütü açısından mahkemeler ve savcılık örgütlenme görevini yerine getirirken pratik gerekçelerle kurumları aynı çatı altında toplaması ve yürütmesi kabul edilebilirse de tüm yönetsel,mali ve temsili imkanların savcılıkta toplanması ve mahkemelerin savcılığa bağlı kurumlar gibi işletilmesinin hiçbir makul açıklaması olamaz. Mevcut bu sistemde yargı bağımsızlığı sürdürülmeye çalışılıyor, adil kararlar verilebiliyorsa bu yargıçların kişisel çaba ve inisiyatiflerinin bir sonucu olmak durumundadır. Fakat en açık bir söyleyişle bugünkü yapılanmanın işleyişteki ayrıntılardan haberdar olmayan dışarıdan en basit bir gözlemciye dahi bağımsız ve tarafsız görüntü vermediği ortadadır. Bu durumda bağımsız ve tarafsız yapılandırılmaması, bağımsız ve tarafsız işletilmemesine rağmen, mahkemelere ve hakimlere vicdanen bağımsız ve tarafsız karar verme bağımsızlığından başka bir şey kalmamıştır.
Mahkemelerin savcılığa idari, mali ve temsili bağımlılığının yargılama sürecine ve yargı organı olan mahkemelerin çıktısını teşkil eden senteze, son karara yansımadığını düşünmek en iyimser yorumla adli mekanizmayı hiç tanımayan bir kişinin düşüncesi olabilir. Bütün ihtiyaçları savcılık aracılığıyla savcılığın izin verdiği ölçüde giderilen bir mahkemeler örgütünün savcılık karşısında tam olarak bağımsız hareket edebilmesi mümkün müdür? Duruşma yapılan mekanı dahi belirleyen savcılık olduğuna göre savcının bugünkü sistemde hakimin yanında yer almasından daha doğru ne olabilir. Bugünkü yönetsel, mali ve temsili avantaj ve üstünlükleri bulunduğu sürece savcının mahkeme heyeti ile aynı konumda olmasının önlenmesi savunmayla eşit konumda ve derecede işlevini yerine getirmesi ütopik bir hayal olarak kalmaya mahkumdur.
Hukuk yargılamasında iddia işlevini, taraflar ya da onların adına vekalet ilişkisiyle (istisnai olarak dava vekili ve temsilcisi dışında) kural olarak avukatlar yürütebilir. Hukuk yargısında taraf ya da vekili iddiasını oluştururken tamamıyla bağımsızdır. Uyuşmazlığın yargı makamı olan mahkeme önüne getirilmesinden sonra artık hukuksal anlamda yargılamanın unsuru olan iddia vasfı kazanılmış sayılmalıdır. Bundan sonra savunma devreye girer ve iddia ve savunmanın mahkeme önündeki diyalektiği yargılama sürecini oluşturur. Nihayetinde yargı son kararıyla sentezini oluşturur ve yargılama ilk safhası açısından sona erer. İddia ve savunma buna benzer bir süreçle bu kez ilk derece yargısının sentezini üst yargıya taşıyabilirler. Konumuz bu süreçler olmadığı için iddia ile bağlantılı olarak savcılığın yerine getirdiği iddia işlevinin yargısal sonuçları üzerinde durulacaktır. Kural olarak ceza yargılaması savcılığın iddianamesini mahkemeye vermesiyle başlar. Bu Ceza Yargılaması Kanununun ifadesiyle kovuşturma safhasının başlaması anlamındadır. Bundan sonra iddianameyle bir suçla itham edilen gerçek şahısların savunma süreci ve sonunda yargının nihai kararını açıklamasıyla yargılama sona erer. Hukuk yargısındaki mantığımızı buraya taşırsak nasıl hukuk yargısında davacı, teorik olarak (iddia) iddiasını oluştururken serbestçe, bağımsızca oluşturabildiği ölçüde iddiasını haklı çıkardığını düşündüğü olguları araştırıyorsa ve iddiasını, davasını dayandırdığı maddi olguları davasına dayanak yapıyorsa, ceza yargılamasının iddiasını oluşturan savcılık ta bir suç işlendiğini öğrendiği andan itibaren gerçekten böyle bir şey olup olmadığı yönündeki araştırma, yasanın ifadesiyle soruşturma yapmaktadır. Önceden bu safhaya hazırlık soruşturması safhası, mahkemeye intikalinden sonraki safhaya da son soruşturma safhası denilmekteydi. Kanaatimizce daha önceki adlandırma daha doğru bir ifade olup son soruşturma safhasını kovuşturma olarak adlandırmak yapılan süreci tam olarak karşılamamaktadır.
Savcıların mahkemede üstlendikleri rol olan iddia işlevi yargılamanın bir parçası olmakla birlikte yargı değildir, savcılar da yargı organı değildir. İddia işlevi aslında ceza yargılamasında yönetsel bir işlemdir. Yargılamadaki bir sürecin yönetsel bir işlev olması yadırganmamalıdır.
Fransız Yargıtayının, AİHS’ in 6. maddesinde yer alan yargı bağımsızlığının savcılar açısından sözkonusu olamayacağını, zira savcıların yargılama yapmadıklarına karar verdiği anlaşılmaktadır.20
Savcıların yaptıkları iş, adli özellikli yürütme işidir. Savcıların verdikleri takipsizlik kararları yargısal bir karar değildir ve zamanaşımına kadar her zaman kaldırılmaları mümkündür.21
“Cumhuriyet savcılığının görevi, ceza yargılamasında suçtan zarar gören devlet adına iddia görevini yerine getirmektir.”22
“Savcılar yürütmeye bağlı kalmalıdırlar… Her suçun gerçek kovuşturucusu devlettir. Onun organı da savcıdır.”23
“Savcıların faaliyeti (yargısal, kazai değil) idari niteliktedir.”24
“Bir kere savcı, hakimden farklıdır ve yargılama görevi yapmamaktadır. Görevi idaridir. Bu nedenle bağımsız olmaması emir alabilmesi, görevin niteliğinin gereğidir.”25 Örgütsel olarak bu iç içe geçmiş yapılanma tartışmalar bir yana savcılığın bir yargı organı olarak algılanmasına, mahkemelerinde bulunduğu adliyelerde kamu ve toplum tarafından nerdeyse yargının amiri olarak algılanmasına ve kabul edilmesine yol açmıştır.
“Savcı devlet organıdır; Adalet Bakanı da denetçisidir. Savcı da bağımsız olursa, bu kez Adalet Bakanı yargıca baskı yapacaktır… Savcı daima bir yan olarak kalmalıdır. Uygulamada savcıların kararlara katılmaları varsa, bu yanlıştır… Savcının önünde (huzurunda) yargıçlar serbest davranamazlar. Savcı katılmacı değil, bir yan olarak kalmalıdır. Hatta kürsüden aşağı bile inmelidir.” 26
Hukuk biliminde otorite sayılabilecek kişilerin bu görüşlerine rağmen var olan yanlış örgütlenme ve sistemin işleyişinde devam edildiğini anlamak mümkün görülmemektedir.
“Savcı eşyanın tabiatı icabı yürütmeye bağlıdır” 27Zira yaptığı iş yargı değildir.28 Yargıç ve savcıların Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu çatısı altında toplanması da savcıları hakimler kadar bağımsızlaştırmıştır.
Katoğlu, farklı iki süjenin aynı esaslara tabi tutulmasının doğru olmadığını öne sürmekte ve savcıların Hakimler ve Savcılar Kurulundan çıkarılması gerektiğini öne sürmektedir.29
Kunter’e göre: “… Savcılık yargıçlıktan tümüyle ayrı olmalı. Bir tür avukat gibi sayılmalı. Yargıçlarla eşit olmamaları gerekir. Yargıçlar bağımsız olduktan sonra fazla korkulmaz.”30
Burada belirtilenlere karşın baskın görüşün temsilcilerinden Selahaddin Keyman savcılığın yargı organı olduğunu öne sürebilmiştir. Yazara göre savcılık, gerçeğin araştırılması yoluyla adalete hizmet eden bir organ olduğu için yargısal bir organdır. Yargılama sürecinde yargısal mütalaa vermesi de yargı organı olmasındandır.31
Savcılık ceza yargısında (ve bir kısım kamusal nitelikli hukuk davasında) yargılamanın unsurlarından olan iddia anlamında davacı olduğuna göre dava dilekçesi olarak da değerlendirilebilecek iddianame mahkemeye verilmeden önceki safhadaki işlevinin tam olarak tanımlanması gerekmektedir. Ceza yargılamasında bir uyuşmazlığı ceza mahkemesi önüne getirebilme yetkisi gerçekten önemli bir yetkidir. Savcılık yargılama sürecinde iddiayı temsil ettiğine göre ve ceza yargılaması uygulamasındaki ifade şekliyle iddia makamı olarak hareket ettiğine göre. İddianameyi mahkemeye vermeden önceki safhada “iddia” olmayıp, savcılık örgütü olarak suçu soruşturan kamusal nitelikli bir birim olarak kabul edilmelidir. Tıpkı savcılık adına bu işleve yardımcı olan kolluk gibi. Savcılık da, onun adına hareket eden kolluk ta soruşturma yapmaktadır. Fakat bu soruşturmanın sonucunda, suç işlendiği yönünde yeterli delil elde edilirse savcılık dava açmak, değilse kovuşturma yapılmasına yer olmadığına ilişkin bir kararla soruşturmayı sonlandırmak durumundadır. Bu anlamda yapılan işlem yargısal bir işlem değildir. Zira savcılık ya da onun adına hareket eden kolluk yargılama sürecini başlatacak iddianın oluşturulması için yeterli delil var mıdır yok mudur bunu araştırmaktadır. Bu anlayışın yansıması olarak iddianame mahkeme verilene kadarki süreç yargısal bir süreç değildir ve esasen savcılık da bu safhada yargılamanın unsurunu oluşturan iddia eden konumunda değildir. Bu açıdan savcılık yani mahkeme öncesi süreçte işin yargıya intikal ettiğinden söz edilemez. Ama uygulamada ve toplumda ne yazık ki iddia ve yargı makamlarının iç içe geçmişliği ve ilk derece adli yargı örgütlenmesinin savcılık ve mahkemeleri aynı çatı altında toplamasının bir sonucu işlevlerin ayrışmaması ve algılanamaması sonucu savcılık safhasında, iddianame mahkemeye verilmeden önceki süreçte işin “yargıya intikal ettiğinden” söz edilebilmektedir. İşlevsel yargı reformunda iddianın ne olduğu ve mahkemedeki yani yargılama sürecinde yargı önündeki işlevi net bir biçimde tanımlanması ve kurumsal ve örgütsel düzeyde ayrışması gerektiği için iddia işlevinin hangi safhadan sonra başladığı, öncesindeki sürecin işlevi net olarak anlaşılabilecektir.
Çağdaş ülkelerde savcılığın nasıl algılandığına ilişkin aşağıdaki açıklamalar ülkemizdeki çarpık anlayışın nereye ulaştığını anlamamıza oldukça yeterli olacaktır.
İngiltere ve Almanya’da savcılık ve mahkeme teşkilatları tamamen birbirinden ayrı, bağımsız örgütlenmiştir. Avusturya’da savcılık hiyerarşik ve adalet bakanlığına bağlı bir şekilde mahkemelerden ayrı yapılandırılmıştır. İspanya’da savcılık ülke çapında bir bütün olarak örgütlenmiş olup adalet bakanlığına bağlı bir başsavcı tarafından yönetilmektedir. Aynı şekilde İsveç’te de savcılık adalet bakanlığına bağlı mahkemelerden ve polis teşkilatından bağımsız bir şekilde örgütlenmiştir.32
İddia makamının yargılama sürecindeki iddia rolüne bürünmesinden önce iddiasını oluştururken kendisine bağlı olması gereken bir kolluk ile hareket etmesi işlevin yerine getirilebilmesinin önemli bir zorunluluğudur. Burada kolluğun da bağımsızlığı tartışmalarına girmek istemiyoruz. Zira hazırlık soruşturmasını yürüten kolluğun bağımsızlığı yerine göre gerekmekle birlikte kolluğun asli vasfı bağımsızlık değildir. Zira hep vurgulandığı üzere bağımsızlık aslında tarafsızlık içindir. Oysa kolluğun tarafsız olması bir yana iddia makamının adına hareket etmesi onun bir taraf olmasını gerektirmektedir. Görevini yerine getirirken aynen savcılık gibi şüphelinin aleyhine değil de lehine olan delilleri de toplaması bağımsız olmasını gerektirmez. Zira ceza yargılamasının asıl amacı maddi gerçeği ortaya çıkarmak olduğuna göre bu gerçeği bulmaya yarayacak her şeyin toplanması, taraf olunmadığının değil; savcılık ve onun adına hareket ettiği kabul edilen kolluğun maddi gerçeği ortaya çıkarma işlevinin olduğunu gösterir.
Aslında tarafsızlık tüm kamu görevlilerinin sahip olması gereken bir vasıftır. Tüm kamu kurumları, topluma hizmet için varolduğuna göre bu işlevi yerine getiren her kamu görevlisi gibi savcı ve kolluk da genel anlamda topluma bir hizmet olan işlevlerini yerine getirirken taraf tutamazlar. Genel kamu yararı asıl saik olmak durumunda olduğundan, bu durumda da genel kamu yararına ek olarak özelde esas işlevleri maddi gerçeği bulmak olan ceza yargılamasının hazırlayıcısı konumunda olan savcı ve kolluğun maddi gerçeği bulma sürecini sekteye uğratacak bir tarafgirlik içinde olmaları kabul edilemez.
Hazırlık soruşturması sonucunu belirleyen savcının iradesidir. Hazırlık soruşturması sürecinde savcılık taleplerini değerlendiren, tutuklama istemlerinde sorgu yapan mahkemeler ve hakimlerin işlevi tam olarak yargılama işlevi değildir. Şüpheliler için güvence olması için konulmuş düzenlemelerdir. Zira savcılığın işlevi aslında bu aşamada yönetsel bir işlevdir. İnsan haklarını ilgilendiren önemli kararların hazırlık soruşturması da olsa bağımsız yargıçlarca verilmesinin insan haklarını sağlamada en önemli bir husus olduğunu tarih ortaya koymuştur. Fakat yargıçların hazırlık soruşturma safhasında savcılık tarafından gelen talepleri değerlendirmeleri mevcut örgüt yapısında bağımsız bir yargıcın değerlendirmesi anlamına gelmemektedir. Yukarıda da ayrıntılı açıklandığı üzere, bugünkü ilk derece adli yargı örgütlenmesinde yargıçlar savcılıktan tam anlamıyla bağımsız değillerdir. Savcılığın adliyelerde her türlü yönetsel, mali ve temsili hegemonyaları altında faaliyette bulunan mahkeme ve yargıçlar tam olarak bağımsız bir mahkeme ve yargıç sayılamayacakları için savcılık tarafından hazırlık soruşturması safhasında mahkemeler tarafından değerlendirilmek üzere gönderilen talepleri ve tutuklama istemleri idari, mali ve temsili yönlerden iddia makamından bağımsız bir hakim tarafından verilmediği için bireyler için tam bir güvence sağlamadığı ortadadır. Bugünkü sistemde savcılığın mahkemeye ilettiği talepler bağımsız bir organa iletilen talepten ziyade sanki bir alt birimden alınması gereken bir formalite mesabesinde işleve sahip istem görüntüsü vermektedir. Bundan başka hazırlık soruşturması sürecinde oluşturulan ve izin, karar veya tutuklama talebiyle mahkemeye iletilen hazırlık evrakını kısa sürede değerlendirerek tam olarak sağlıklı bir sonuç çıkarmak gerçekte mümkün değildir.
Gözlemlerimize göre bu talepler bir çok yerde gereğince okunmadan karşılanmaktadır. Kendisine ilişkin bir dinleme iznini veren hakimin aynı izni on kez tekrarladığı basına çıkmış bir bilgidir. İnternet sitelerine erişimi yasaklayan mahkeme kararlarının da aynı şekilde yeterince incelenmediği, esasen bunu değerlendirecek hakimin yeterince teknik bilgiye ve vakte sahip olmadığı yönünde de basına çıkan haberler karşısında aslında hazırlık soruşturmasında mahkemelerin talepleri değerlendirme işlevinin bir formalite gibi görüldüğü ve büyük oranda incelemeden verildiği sonucu çıkarılabilir. Zira hazırlık soruşturmasında talepte bulunulan hakimler ya sulh ceza hakimidir ya özel yetkili ya da nöbetçi ceza hakimidir. Zaten iş yükünden asli işlevlerini yerine getiremeyen bir hakimin önüne bir sürü hazırlık evrakı sunularak şöyle şöyle bir karar ver demek aslında evrakı incelemeden karar ver demektir. Kanaatimizce bu aşamada görev yapan yargıçlar suçlamanın niteliğine göre talepleri değerlendirmek durumunda kalmaktadırlar. Yerine göre klasörler şeklinde çoğunlukla da avami bir ifade olsa da karman çorman bir biçimde düzenlenmiş hazırlık evrakından hakimin önüne getirilerek kısa sürede bir karar alınmasının bağımsız yargıdan karar alındığı anlamına gelemeyeceği ortadadır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından Suçun Önlenmesi ve Suçluların Islahı 8. Kongresinde kabul edilmiş bulunan Savcıların Rolüne İlişkin Yönergenin 10. maddesi “Yargı bağımsızlığı aynı zamanda adaletin gerçekleştirilmesi ile görevli kişilerin, iddia makamından tamamıyla özerk olmasını zorunlu kılmaktadır.” şeklindedir.33 Bu yönergenin adalet örgütünün yapılanış ve işleyişinden sorumlu olanlarca dikkate alınmadığı ve bu gidişle de dikkate alınmayacağı yada örgütsel bir körlükle mevcut yapılanış ve işleyişin yargıyı iddia makamının eline teslim etmek olduğunu algılayamadıkları anlaşılmaktadır.

1.1.2. SAVUNMA

Yargılamanın unsurlarından birisi de savunmadır. Yargılamanın zorunlu bir unsuru olan savunma, demokratik bir toplumun vazgeçilmez kavramları arasında yer almıştır. Bağımsız yargıç, savunma hakkının da vazgeçilmez koşuludur.34
Savunma avukatlıkla ilgili görünüyorsa da avukatlık bir meslek, savunma ise yargılamanın bir unsurudur. Avukatlıkla savunma sanki özdeş kavramlarmış gibi düşünülse de aynı şey değildir. Avukat yerine göre iddia , yerine göre savunma işlevini görebilir. Yerine göre de yargı organları dışında vekalet ilişkisi çerçevesinde hukuk kurallarının uygulanmasına yardımcı olurlar.
Savunmanın yargılama sürecinde devreye girebilmesi için önce yargı önünde bir iddianın dava olarak ortaya konulması gerekir. uyuşmazlık, iddia tarafından yargı makamı olan mahkemeler önüne getirilince, uyuşmazlığın diğer tarafının, iddiaya karşı antitezini ortaya koyması savunmadır. Mahkeme önünde yargılama süreci dışında da savunma olabilir. Fakat bu savunma yargılamanın unsuru olan savunma değil, iddianın karşısında yer alan savunma olarak kabul edilebilir. İddia ve savunma yargı önünde karşılaşırlarsa ancak yargılamanın unsuru olan savunmanın varlığından söz edilebilir. Bu anlamda henüz dava açılmadan hukuk yargısı açısından düşünürsek iddiacı tarafın talebini diğer tarafa iletmesi ve buna karşı diğer tarafın savunmada yada karşı iddiada bulunması halinde yaşanan süreçler yargılama sürecinde diyalektik bir etkileşim olan iddia ve savunmanın etkinliği olarak kabul edilemez. İddia ve savunma ancak yargı önünde karşılaşırlar ve etkileşime geçerlerse bu bizim anladığımız anlamda iddia ve savunma olarak kabul edilebilir. Bu anlayışın doğal bir yansıması kabilinden düşünecek olursak, savcılığın yürüttüğü hazırlık soruşturması safhasında hakkında soruşturma yürütülen şahısların savunmaları yada onlar adına hareket eden müdafi olarak adlandırılan avukatların savunmaları da bir savunmadır fakat bu savunma yargı önünde dava açıldıktan sonraki yargılama sürecini oluşturan savunma değildir. Zira mahkeme, yani yargı önünde cereyan etmeyen savunma, sadece iddia ile karşılaşmakta olup bu savunma yargı tarafından değerlendirilmediği sürece yargılamanın işlevi olan savunma kavramını karşılayacak mahiyette sayılamaz. Bu aşamadaki savunma ancak başına bir tamlama getirilerek hazırlık soruşturma savunması olarak adlandırılabilir. Hazırlık soruşturması sürecinde mahkeme yada hakim işlemi olarak kabul edilen tutuklama taleplerinin değerlendirildiği sorgu işlemleri de bir yargılama sayılamaz. Burada iddianın yani savcılığın talebi, yürütülen hazırlık soruşturma evrakı esas alınarak ve sadece şüpheli sorgulanarak değerlendirilmektedir. Burada tam bir diyalektik olmadığı için ve yürütülen hazırlık soruşturmasının sonucunu dava açma ya da açmama şeklinde değerlendirme yetkisine sahip olan organ Cumhuriyet savcılığı olduğu için mahkemenin katıldığı süreç yargılama olarak adlandırılamaz. Zira yargılama olması için yargı organı olan mahkemenin iddia ve savunmanın diyalektiğini sentezle sonuçlandırmak zorunda olması gerekir. Hazırlık soruşturması sürecinde devreye giren savunma yargılamanın unsuru olan bir savunmanın tam olarak karşılığı olmamakla birlikte gene de hazırlık soruşturma savunması olarak kabul edilebilir. Bu aşamada yer alan savunmanın da aynen yargıçların yüzeysel analizleriyle karar vermek zorunda kaldıkları gibi, tam olarak işlevsel bir savunma ortaya koydukları söylenemez. Hazırlık soruşturması sürecinde yer alan savunma büyük oranda klişe söz ve yazıların tekrarlandığı, ve yasal bir zorunluluğun yerine getirildiği bir boyutta işlevini yerine getiren bir savunmadır. Hazırlık soruşturması sürecinde devreye giren yargı ve savunma organlarının tam olarak işlevlerini bugünkü yapıda sağlanması da mümkün değildir. Hazırlık soruşturması Cumhuriyet savcısının tekelindedir. Tam olarak savcıdan bağımsız olmayan bir yargıçla işleyen bir adli sistemde avukatın da bir şey yapamayacağı ortadadır.
Savunmanın işlevleri açısından son olarak söyleyeceğimiz husus avukatlara güvenmeyen bir kamu mekanizmasının var olduğudur. Avukatlık Kanununun 2. maddesi her türlü kurumun avukatlara yardımcı olmasını öngörmektedir. Buna rağmen avukatlara neredeyse hiçbir kamu kurumu yardımcı olmamaktadır. Avukatlar, iddia ve savunmalarını oluşturabilmek için gerekli hiçbir evrakı, kaydı kamu kurumlarından alamamaktadırlar. Sınırlı da olsa alanların bir çok dil döktükten ve uğraşıdan sonra belge temin edebildikleri uygulamadan görülmektedir. Oysa avukatların işlevlerini yerine getirebilmeleri için etkin bir delil toplama yetkisine sahip olmaları gerekmektedir. Bu yetki yasa düzeyinde var olup uygulamada tanınmadığı için bugünkü anlayışa göre avukatın temsil ettiği kabul edilen bağımsız savunmanın yargılama sürecinde etkin ve verimli olması beklenemez.
Savunmanın ve yerine göre iddianın avukatlar tarafından yerine getirilmesinde serbest avukatlar açısından diğer iki unsurla yani yargı ve ceza yargılamasının iddiasını oluşturan savcılık ile karşılaştırılınca özgün bir durum bulunmaktadır. avukatlık diğer iki yargılama unsurundan farklı bir fonksiyondur. Diğer iki unsuru devlet finanse etmekte, buna karşın serbest avukatları uyuşmazlığın tarafları finanse etmektedir. Gerçi ceza yargılamasında iddia ile yargı makamlarının finansmanı devletçe sağlanmakta ve devlet de parayı toplumdan vergi ve benzeri yollarla elde etmekte ise de, bu kolektif toplumsal finansman, uyuşmazlığın bizzat taraflarınca yapılan finansmandan farklı olduğundan, avukatlık otomatik olarak diğer iki yargılama unsurundan farklı bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Uyuşmazlığın taraflarından biriyle parasal ilişkiye girerek sürdürülen bir faaliyetin görece bağımsız biçimde yerine getirilebilmesi olanaklı değildir. Bu anlamda avukatların bağımsızlığı büyük oranda kişisel bir nitelik taşıyan sübjektif bağımsızlık olarak kabul edilmelidir. Bu bağımsızlık büyük oranda ilkelere dayalı yürütülen bir avukatlığın yansıması olabilir.

1.1.3. YARGI

Yargı deyince neyi anlamamız gerekmektedir? Bu konuda bize göre toplumumuzda bir kavram kargaşası ve fikir bulanıklığı göze çarpmaktadır. Sağlıklı fikirler üretilebilmesi, demokrasinin oluşabilmesi, yaşayabilmesi ve sosyal tabanının gerçekleşebilmesi terimlerin, kavramların, net bir biçimde tanımlanmasına bağlıdır. Zira fikirlerin serbest bir biçimde açıklanabilmesi için öncelikle sağlıklı fikirler üretilebilmesi gerekir. Sağlıklı fikirler de bunların dayandığı kavram ve terimlerin net bir biçimde bilinmesiyle olur. Ondan sonra sağlıklı bir tartışma kültürünün oluşabilmesi ve farklı görüşlere tahammül de aynı şekilde tarafların tartıştığı konuların ya da kavramların net bir biçimde objektif olarak tanımlandığı durumlarda söz konusu olabilir. Kavramlar henüz tartışılıyorsa henüz fikirlerin tartışılması safhası gelmemiştir denilebilir. Giriş bölümünde de ifade edildiği gibi düşünce, dil ile çok yakın bağlantılıdır. Terimlerin, kavramların net bir biçimde tanımlanmadığı bir ortamda sağlıklı bir düşünce, fikir ve tartışma olamaz.
Yargı terim ve kavramı bize göre toplumumuzdaki bir çok alanda var olan kavram karışıklığının sonucu olarak ne olduğu, bununla ne anlatılmak istendiği net bir biçimde ortaya konulmamış, ama nerdeyse herkesin sözbirliği etmişçesine diline doladığı “bağımsız yargı” terkibiyle sürekli kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yargı hukuksal bir kavram olarak bir uyuşmazlığın yargılanması sürecini yöneterek uyuşmazlıkta kimin haklı olduğunun belirlenmesi işlemini yapan anlamına gelmektedir. Bu itibarla yargı aslında uyuşmazlığı yargılayan, haklı ile haksızı belirleyen anlamındadır.Yargıç uyuşmazlığı çözerken yasa hükümlerini ve eldeki mevzuatı uygulamak durumundadır. Buna rağmen her şeyin önceden kestirilemeyeceği ve mevzuatın yetersiz kaldığı durumların varlığı halinde yargıcın işlevi daha bir önem kazanmaktadır.35
Eskiden kullanılan muhakeme kavramı da tam olarak yargılama kavramını karşılamaktadır. Muhakeme yada yargılama hüküm, karar vermek için takip edilen yol, süreç yöntemi ifade etmektedir. yargı, toplumda beliren uyuşmazlıkların önceden belirlenmiş kurallar ve yöntemlerle, mahkemelerce çözülmesi sürecidir. Uyuşmazlığı, uyuşmazlıkla doğrudan ilgili olanlar değil, sadece başkaları çözebilir. Bu uyuşmazlığı çözen yargıcın yanlar üstü olması anlamındadır.36 Bu konuda Lütfi Duran, çok önemli bir tespit yapmaktadır:

“Yargının bir ‘erk’ olarak kabul edildiği devlet düzeninde mahkemeler, parlamento ve hükümetten tamamen bağımsız anayasal organ sıfatıyla; Hukuk’un ne olduğunu son ve kesin olarak söylemeye ve saptamaya yetkili mercilerdir. (…) Yargının bir ‘görev’ sayıldığı ülkelerde ise; mahkemeler, meclis veya meclisler ile hükümet ve idareden ayrı makamlar sayılmakla beraber, şu ya da bu yoldan ve ölçüde yürütmenin otoritesi ve yasamanın etkisi altında bulunur.”37

Bu görüş ülkemizin gerçeklerine aynen uymakta olup yargının ülkemizdeki konumunu herhangi bir yere oturtmak mümkün olmayacaktır. Anayasal düzeyde yargı bir erk olarak tanımlanmıştır. Uygulamada yüksek yargı bağımsız kılınırken, ilk derece adli ve idari yargı (adli yargıda savcılık aracılığıyla) yürütmeye, Adalet Bakanlığı’na bağlı yapılandırılmıştır. Bu durumda yüksek yargı bir erk, ilk derece yargı ise bir görev olmaktadır.
Belçika açısından yargı sistemini açıklayan bir yazıda, Raymond Screvens şöyle demektedir: “Yargı görevlileri, en alt yargı mercilerinde yargıç ve üst yargı mercilerinde üye diye isimlendirilen, karar veren yargıçlardır. Bunlar, savcılardan farklı, asıl yargı görevlilerini oluştururlar.” 38
Yargı kavramı yargılama kavramı ile karışmış ve yargılamayı oluşturan üç unsur olan iddia ve savunma öğelerini de kapsar şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Böyle bir kullanma karşısında yargı nedir? Yargılama nedir? Yargı bağımsızlığından ne anlamamız gerekir? Bunların belirlenebilmesi için bu kavramların öncelikli olarak net bir tanımının yapılması ve toplumun bunu benimsemesinin sağlanması gerekir.
Anayasamızın 9. maddesinde yargı yetkisinin Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı ifade edilmiştir. Bu ifade şekli Anayasa koyucunun yargı kavramı ile mahkemeleri kast ettiğinin çok açık bir ifadesidir. Buna rağmen, Anayasanın üçüncü bölümü yargı başlığı taşımakla birlikte yargı kavramı burada ayrıca tanımlanmamış fakat, 138. maddesinde mahkemelerin bağımsızlığı başlığı altında hakimlerin bağımsız olduğu belirtilmiş, hakimlere ve mahkemelere yargı yetkisinin kullanılmasıyla ilgili olarak emir ve talimat verilemeyeceği, genelge gönderilemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunulamayacağı ifade edilmiştir. Daha sonraki maddelerde ise bu kez hakimlik ve savcılık teminatı, hakimlik ve savcılık mesleği ve yargılama sürecinin açık ve yargı organı olan mahkemelerin “çıktı”sı olan kararların gerekçeli olacağı düzenlenmiş ve mahkemelerin kuruluş yöntemi, hakim ve savcıların denetimi ile askeri yargı ve yüksek mahkemelerin düzenlenmesi yoluna gidilmiştir.
Anayasa koyucunun yargı kavramıyla mahkemeleri, yargı bağımsızlığı ile mahkemelerin ve yargıçların bağımsızlığını kastettiği çok açık olmasına rağmen daha sonra teminat ve meslek tanımlamalarında hakimlik ve savcılığı bir arada kullanmasından ve uygulamada da adli yargı açısından hakimlik ve savcılık mesleklerinin adliyelerde bir arada yürütülüyor olmasının kamuoyuna verdiği imajdan dolayı yargı bağımsızlığı kavramının içine savcılığın da girdiği şeklinde bir anlayış hemen hemen tüm hukuk camiasına ve topluma mal olmuştur. Anayasa’da yargı bağımsızlığı genel olarak düzenlenmiş ama yargının tarafsızlığına doğrudan yer verilmemiştir.39 Aykırı görüşler yer alsa da çok cılız kaldıklarından pek itibar eden olmadığı anlaşılmaktadır. Bunlar arasında yer alan Yavuz Abadan’a göre “Yargıyı devlet adına bağımsız yargıçlar yerine getirir.” 40 Münci Kapani’ye göre de, yargıçların bağımsızlığında öncelikle sağlanması gereken bağımsızlık, yargıçların davacı ve davalı karşısındaki bağımsızlığıdır.41Neredeyse 50 yıl önce ortaya konulan bu görüşlere rağmen yargı kavramının nasıl erozyona uğradığını anlamak mümkün değildir. Ceza yargısında savcılık davacı taraftır. Kapani, yargıçların taraflar karşısında bağımsızlığına vurgu yapmış fakat savcılığın ceza yargılamasında davacı olmasına karşın adliyelerdeki hegemonik yapılanışını sorun olarak görmemiştir.
Yargının mahkemenin bir işlevi olduğu yönünde görüşler etkisiz de olsa doktrin tarafından çeşitli eserlerde vurgulanadursun, daha sonra yargı kavramının içine savunma kavramı, hem de pozitif yasal bir düzenleme ile dahil edilmiştir. Avukatlık Kanununda 2001 yılında yapılan değişiklikle, Yasanın 1/2 maddesinde aynen şu ifade kullanılmıştır: “Avukat yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eder.” Bu ifade şekli, bize göre ortaya koymak istediğimiz kavram karışıklığının bir yansımasıdır. Şöyle ki yargıyı üç unsurdan ibaret kabul eden anlayış iddia, savunma ve karar şeklinde bir sınıflandırma yapmakta ve bizim yargı olarak adlandırdığımız ve Anayasanın da böyle ifade ettiği yargı fonksiyonunu sadece “karar”a indirgemektedir. Oysa karar yargılama sürecinin bir çıktısı olup iddia ve savunmanın diyalektiğinin sentezini ifade eden bir kavram olabilirse de fonksiyonu ifade edebilecek bir nitelik taşımamaktadır. Karar bir sonuç, sistem anlayışı çerçevesinde sürecin bir çıktısıdır. Kararı ortaya koyan nedir bunun üzerinde pek düşünülmemiş görünmektedir. Oysa kararı ortaya koyan mahkemeler yani yargıdır. İddia ve savunma yargı değil, yargının bir unsuru değil, yargı ile birlikte yargılamanın unsurlarıdır. Avukatlık kurumunu olması gereken seviyeye yükseltme gayesiyle yapılan bu düzenleme ne yazık ki avukatlığın işlevini de sınırlı algılamış sayılmalıdır. Zira avukat sadece savunmayı temsil etmez. Hukuk yargısında ya da Cumhuriyet savcısının kamu adına davacı olmadığı ve yer almadığı diğer yargı kollarında (hukuk yargısı, idari yargı,v.b) dava açan konumunda iddia makamında da yer alabilir. Bundan başka avukat, ceza yargılaması açısından davaya katılma yolu iddia makamı yanında da yer alabilir. Burada ifa ettiği rol savunma olmadığına göre avukatı sadece savunmayı temsil eder şeklindeki dar bir açıklama, eksik bir açıklama sayılmalıdır. Eğer bu ifadeden avukatın iddia ya da savunma makamı konumunda hakkını savunduğu kimsenin haklarını savunan anlamı kast ediliyorsa o takdirde de kullanılan ifade yanlıştır. Çünkü bir şahsın haklarını savunan, hukuksal konularda yardım edip, yol gösteren anlamındaki işlevin karşılığı belli bir hukuki sözleşme dahilinde bağlılığı ifade eden vekalet ilişkisi kapsamında değerlendirilmesi gereken bir işlevdir. Yasa metninde yargının kurucu unsuru olan savunmayı temsil ettiği çok açık bir şekilde ifade edilmiş olması karşısında bu ifade şeklinin sadece ceza yargılama süreci düşünülerek, avukatın şüpheli yada sanık müdafii olarak hareket edebileceği durumları ifade eden dar bir anlayışın sonucu olduğu kabul edilmelidir.
Açıklanan nedenlerle yargı kavramının sadece mahkemeler anlamına geldiği kabul edilmelidir. Taraflar, iddia ve savunma makamlarına geçerek hükme katılırlar ve yargıçlar da bu etkileşimle hükmü kurarlar.42 Yani yargılamada tarafların etkinliği iddia ve savunma, mahkemelerin ve yargıçların etkinliği ise “yargıdır” ve “yargı” etkinliği, mahkemeler ve yargıçların yerine getirdiği bir faaliyettir. Yargının, iddia ve savunma ile birlikte yargılamayı oluşturduğu ve iddia ve savunmanın diyalektiğini yargılama sürecinde yürütmek ve sonuçta yargılamayı nihai bir karar ile sonuçlandırmakla yükümlü olduğu kabul edilirse sorun ortadan kalkacak ve yargı, yargılama, iddia ve savunma kavramları net bir biçimde tanımlanıp sınırları belirlenmiş olacaktır. Böyle bir anlayış kabul edilirse, Avukatlık Kanununda yukarıda belirttiğimiz ifadenin, “Avukatlık, yargılama sürecinin unsurlarını oluşturan, iddia veya savunmayı, adına yetki aldığı şahıs adına temsil ederek yargıya yardımcı olan ve uyuşmazlıkların adil bir şekilde çözümlenmesinde görev alan bir meslektir” gibi bir şekle dönüşmesi gerekecektir.
Yargı bağımsızlığı aslında yargının tarafsızlığını temin içindir. Tarafsızlık, tüm kamu görevlilerinin sahip olması gereken bir vasıf olmasına rağmen, mahkemeler ve yargıçlar için adete olmazsa olmaz bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarafsız olmayan, tarafsız görünmeyen ve tarafsız davranmayan ve tarafsız bir çıktı üretemeyen bir mahkeme ve yargıç dünyanın en iyi mahkemesi ve yargıcı da olsa hiçbir anlam taşımaz. Bugünkü sistemde mahkemeler ve dolayısıyla yargıçlar ilk derece yargı örgütlenmesinde kurumsal ve ceza yargılaması anlamında tarafsız bir görüntü vermemektedir. Buna rağmen kanaatimizce gene de mahkemeler ve yargıçlar tüm olumsuz bu belirleyicilere rağmen kişisel inisiyatif ve birikimleriyle yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını sağlamaya çalışmaktadırlar. “Yargının diğer organlara karşı bağımsızlığının bedeli, her yargıç için en katı anlamı ile tam bir tarafsızlık olmalıdır.” 43
İlk derece adli yargı örgütlenmesinde mahkemelerin ve yargıçların yargı örgütünün yönetiminden dışlanmalarının kabul edilebilir ve açıklanabilir bir yanı yoktur. Bunun yargı bağımsızlığı ile alakası olmadığı da diğer yargı örgütlerinin yapılanmasından ve işletilmesinden de kolaylıkla ortaya çıkarılabilmektedir. İdari yargıda savcılık örgütü olmadığı için idari mahkemelerin yapılandırılışı, örgütlenmesi ve işletilmesi, ilk derece idari yargı mahkemeleri ve tabii ki bu mahkemelerin yetkili yargıçlarıyla yerine getirilmektedir. Demek ki mahkemelerde, yargıçların yönetsel, mali ve temsili görevleri yerine getirmelerinin yargı bağımsızlığını ortadan kaldırma gibi olumsuz bir işlevinin olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda ilk derece adli yargı örgütlenmesinde yargıçlar ve mahkemelere yönetsel, mali ve temsili hiçbir yetkinin tanınmamasının makul bir açıklaması olamaz.
Yüksek adli yargı örgütümüz olan Yargıtay’da başkanlık ve dairelerin yanında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı örgütü bulunmaktadır. Fakat bu başsavcılık örgütü, Yargıtay Kanunu içinde düzenlenmiş olmakla ve Yargıtay’ın bir parçası olarak kabul edilmekle birlikte Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının, Yargıtay örgütü nezdinde yönetsel, mali ve temsili bir yetkisi bulunmamaktadır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olması gerektiği gibi, sadece Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığını temsil etmekte ve kendine sadece işlevsel yönden bağlı Yargıtay Cumhuriyet savcıları ile işlevini yerine getirmektedir. Yargıtay Cumhuriyet savcıları yönetsel açıdan Adalet Bakanlığı’na bağlıdır. Buradan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kendisine bağlı unsurlarla faaliyette bulunan tam bir örgüt yapılanmasına sahip olmadığı sonucu çıkarılabilir. Yüksek idari yargı örgütü Danıştay da aynı şekilde yapılandırılmıştır. Gerçi Danıştay Başsavcılığı’nın işlevi bilinen savcılık işlevinden farklı olsa da Yargıtay için söylenenler Danıştay için de aynen geçerlidir. En yüksek yargı organımız olan Anayasa Mahkemesi açısından da aynı şeyler geçerlidir. Bu mahkemenin yapısında esasen savcılık ta yoktur. Yüksek mahkemelerin müstakil bir yasası, bütçesi ve örgütlenmesi vardır. Anayasa mahkemesi başkan ve üyeleri de birer yargıç olduğuna göre yargıçlar tarafından yönetilen yüksek yargı organlarımız karşısında ilk derece adli yargı örgütlenmesinde bu yanlış yapılanmanın nedeni bir kez daha söylemek gerekirse anlaşılamaz görünmektedir.
Yüksek yargı örgütünün olması gerektiği gibi bağımsız yapılandırıldığı, yasal, yönetsel ve temsili yetkilerin yüksek mahkeme başkanlarına tanındığı ve bunun zaten olması gereken yargı bağımsızlığı için zorunlu bir gerek olduğu ortadayken, kurulması düşünülen bölge adliye mahkemeleri aracılığıyla ilk derece adli yargı örgütündeki yanlış yapılandırılış ve işleyiş devam ettirilmek isteniyor görünmektedir. İstinaf anlamına gelen ikinci derece adli yargı örgütlenmesinin yasal dayanağını oluşturan yasal düzenlemede istinaf yargı örgütünün de aynı şekilde kurulması öngörülen bölge adliye mahkemesi Cumhuriyet başsavcılığı aracılığıyla yapılandırılmasını ve işletilmesi öngörülmektedir. İlk derece adli yargı örgütündeki yukarıdan beri ortaya koyduğumuz yanlış yapılandırılma ve işletilme bu kez ikinci derece adli yargı örgütlenmesinde de toplumumuzun karşısına çıkacaktır.
Bunlardan başka şu anda sürdürülen adliye inşaatları mevcut yapıyı esas aldığı, savcılık ve mahkemelerin işlevsel ayrılığını göz ardı ettiği için ne yazık ki kurumsal bir yapılanmanın kısa vadede yapılmasını imkansız kılmaktadır. Mevcut adliye binalarında savcılık ve mahkeme işlevsel boyutta tanımlanmadığı, bu yüzden savcılık ve mahkeme birimlerinin boş bulunan yerlere yerleştiriliyor olmasından dolayı adliye binası planlanırken Adalet Bakanlığı merkez örgütünde bir planlama yapılsa da, planlamaya sadece Cumhuriyet başsavcılarının dahil edilmesi, mahkemelere en ufak bir danışma gereğinin bile duyulmaması, adliye yerleşiminden sonraki yerleştirme ve değişikliklerin sadece Cumhuriyet başsavcısı eliyle ve inisiyatifiyle yapılması olguları bir arada değerlendirildiğinde bu konuda kurumsal ve örgütsel bir reform yapılsa da savcılık örgütünün adliyenin belli bir bölümünde toplanmasının dahi zor olduğu ortadadır.
Ülkemizin kıt kaynaklarına karşı israf zenginliği gözetildiğinde planlamanın bir kez yapılması ve sonuna kadar planın etkin bir biçimde uygulanması gerekir. Yapılan ve yapılmakta olan adliye inşaatlarını kurgulayan ve yönetenler bu konuda en azından savcılığın mahkemelerden ayrılması bu olamıyorsa en azından adliyelerin belli bölümlerine toplanmaları yönündeki Avrupa Birliği uzmanlarınca yapılan tavsiyeleri göz ardı etmektedirler. Bunun sonucunda bu kadar kaynağın tahsis edildiği yapılanmalarda ilerde değişikliğe gitmenin maliyetleri hesaplanmamış görünmektedir.

1.2. YARGI BAĞIMSIZLIĞI

Yargı ve yargılama kavramları net bir biçimde tanımlanırsa bununla neyin anlatılmak istendiğinin ortaya konulması anlamında herhangi bir sorun ortaya çıkmayacaktır. Çünkü yargı bağımsızlığı kavramıyla kastedilmek istenen mahkemeler ve hakimlerin bağımsızlığıdır. Bağımsızlık başka bir kişi yahut organdan emir almamak, özellikle yürütme erki ve davadaki tarafların etki alanı dışında olmak demektir.44 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Adil Yargılanma Hakkı başlıklı 6. maddesinde çok açık bir biçimde herkesin bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının görülmesini isteme hakkı olduğu belirtilmiştir. Bu isteme aslında yargılanma hakkı anlamına gelmektedir. İddia ve savunma uyuşmazlığı yargı önüne götürdüklerine ve taraf olduklarına göre tarafsız olmaları söz konusu olamaz. Yargı yani mahkeme tarafsız olmak zorundadır. Bunun için de öncelikle yargının yani mahkemelerin bağımsız olmaları gerekmektedir. AİHM’nin Ringeisen Avusturya’ya karşı, 16/7/1971, 95. paragrafında açıkça mahkemenin hem yürütmeden hem de taraflardan bağımsız olması gerektiği belirtilmiştir.45
Yargılamanın diğer unsurları olan iddia ve savunmanın bağımsızlığı yargı bağımsızlığı değil yargılamanın bağımsızlığı anlamına gelebilir. Asıl yargı bağımsızlığı mahkemeler ve yargıçların bağımsızlığı olarak kabul edilince iddia ve savunma organı olarak hareket eden tarafların yada taraflar adına hareket eden savcı veya avukatın bağımsızlığının yargı bağımsızlığını ilgilendirmediği uyuşmazlığı yargı önüne götürme konusundaki bağımsızlık anlamına geldiği kolaylıkla ortaya çıkmaktadır. Zira iddia ve savunmayı temsil edenlerin bağımsızlığı uyuşmazlığın yargı önüne getirilmesinin yani hak arama ve savunma hürriyetinin oluşmasını temin eden bir husus olup, iddia ve savunmanın bağımsız olması, yargılamayı başlı başına bağımsız yapmaz. Yargı bağımsızlığının konulmasının amacı, uyuşmazlığı tarafsız bir şekilde sonuçlandırabilmek için yargılama sürecini yürütme ve karar verme gibi önemli işlevlere sahip olan mahkemeler ile onları işleten asıl görevliler olan yargıçların tarafsız kalmasının sağlanmasıdır.
Yargının parçalı yapılandırılması, yüksek yargı-ilk derece yargısı ayrımı tabii olmakla birlikte bağımsızlık açısından ilk derece yargı örgütünün yüksek yargıdan farklı olarak yürütmeye açık bir şekilde bağımlı yapılandırılışı gibi bir çok etmen değerlendirildiğinde yargı bağımsızlığını zedeleyen bir çok hükmün bizatihi Anayasa’nın kendisinden kaynaklandığı ortadadır.46
Yargı deyince de bütün yargıyı homojen düşünmemek gerekir. Öncelikle yüksek yargı bağımsızdır. Buna kimse itiraz edemez. Zira yüksek yargıyı oluşturan, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, bağımsız yasa, bağımsız yönetim, mali ve temsili bağımsızlık sahibi oldukları için (bütçenin ve kaynakların yetip yetmemesi ayrı bir konudur) yüksek yargının bağımsız yapılandırıldığı kabul edilmelidir. Yüksek yargı arasında Uyuşmazlık Mahkemesi de yer almakta olup bu mahkeme parçalanmış yargı örgütlenmesinin bir sonucudur. Buna rağmen mevcut yapıyı veri kabul edersek bu mahkemenin de bağımsız olduğu kabul edilmelidir. Askeri yargının da kendine ait bir Askeri Yargıtayı, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi yer almakta olup askeri yargının bizatihi örgütlenişi belli bir komutanlığın bünyesinde yer alıp, rütbesel bir hiyerarşiye de tabi olduğundan tam olarak bağımsız olduğunu söylemek mümkün değildir.
Burada en fazla toplumu ilgilendiren adli ve idari yargı olup, bu yargı kollarının yüksek kısmının tam bağımsız yapılandırıldığı yukarıda açıklanmıştır. Buna rağmen adli ve idari ilk derece yargısı ise adli yargıda savcılık aracılığıyla, idari yargıda doğrudan Adalet Bakanlığı’na bağımlı yapılandırılmıştır. Bu açıklama tarzına göre yüksek yargı bağımsız, ilk derece adli ve idari yargısı ise bağımlı sayılmalıdır. Ama gelenek yargıyı ilk derece- yüksek ayırımı yapmadan yargı olarak adlandırmakta ve yasal ifadeler esas alınarak yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı üzerine yorumlar yapılmaktadır.
Bağımsızlık yargı organının tarafsız karar vermesini temine yönelik olduğu için yargının bağımsızlığı gerçekten zorunlu bir gerekliliktir. Zira iki taraf arasındaki uyuşmazlığı çözme durumundaki yargı mutlaka tarafsız olmak zorundadır. Bağımsızlık aslında tarafsızlık için gereklidir. Bağımsızlık yargının, iddia ve savunma ile aralarında herhangi bir bağ bulunmamasını gerektirir. İddia yargılamada davacı taraftır. İddianın tarafsız olması yargılamanın etkinliği için mutlak bir şart değildir. Aynı şey savunma için de söylenebilir.
Yargı örgütü ile savcılığın birbirinden bağımsız yapılandırıldığı örnek ülkelerden Almanya dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birisi olup, yargı bağımsızlığı sadece mahkemelere ait bir nitelik olarak kabul edilmiş, savcılık ise bir devlet memuru olarak kabul edilmiştir.47 Avrupa Birliğinin de itici gücü olan Almanya’dan daha iyi bir yargı, demokrasi ve insan haklarına sahip olduğumuzu öne süremeyeceğimize göre Almanya’dan alacağımız çok şey olduğu açıktır.
Bugün modern devlet yapısında yürütmeden bağımsız olarak hareket eden bir çok düzenleyici ve denetleyici kurumlar yer almaktadır. Bunların bağımsızlığı ile güdülen amaç, yargı bağımsızlığı kavramı ile güdülen amacın aynı değildir. Bu kurumların var oluş amacı işlevlerini yerine getirirken yürütmeden ve siyasetten bağımsız olarak hareket edebilmelerini temindir. Bundan başka hizmet yerinden yönetim kuruluşları olarak adlandırılan kurumlar, üniversiteler özerk bir yapıya sahip olup kanaatimizce yargıdan kat be kat daha bağımsızdırlar. İdari vesayet olsa da bağımsız bir bütçe ve yönetim sahibi olan bağımsız değil ama özerk kurumlar, bağımsız bir bütçesi ve mali kaynakları ile yönetimi dahi olmayıp her şeyiyle savcılık aracılığıyla Adalet Bakanlığı’na bağlı bir ilk derece adli yargı örgütünden daha fazla bağımsızdır. Bağımsızlığına bu kadar vurgu yapılan bir kurumun bağımsızlık gerekçeleriyle bu kadar bağımlı yapılandırılması da herhalde ancak ülkemizde olabilir. Sadece karar vermedeki bağımsızlığı bağımsızlık sayan anlayış yargı örgütüne tamamen mal olmuş gibidir. Yönetsel bağımsızlığa daha önceden de işaret eden yazarlar olsa da etkin olamadıkları anlaşılmaktadır.
“Yargı faaliyeti sözü, geniş anlamda kullanıldığı takdirde, bir yandan dar anlamda kazai faaliyeti ve diğer yandan da adli idare diye ifade edebileceğimiz idari faaliyetleri kapsayacaktır. Dar anlamda yargı faaliyeti, sadece kazai faaliyeti ifade etmek üzere kullanılır. Bununla ifade edilen anlam ise, kanunun soyut kurallarının somut olaylara (…) uygulanması tarzındaki faaliyettir. Halbuki, adli idare denilen faaliyet, dar anlamda kazai faaliyetin icrası için lüzumlu olan harici temelleri ve örgütü kurmak suretiyle kazai faaliyetin ifasını kolaylaştırmaya yönelik faaliyetlerdir. Bu faaliyetlere ezcümle, mahkemelerin tesis ve teşkili, personelin tayini, teftişi, adli faaliyet ile uğraşanların diğer özlük işleri, işbölümü, maddi ihtiyaçların sağlanması gibi faaliyetler örnek olarak sayılabilir.”48
Yargı faaliyetinin bugünkü ifadesiyle geniş anlamda yönetsel ve mali yetkileri de içerdiğini açıklayan yukarıdaki alıntının yazarı Saim Üstündağ’ın önerilerinin zamanındaki sorumlularca ve halen dikkate alınmadığı anlaşılmaktadır. Yargıçların yargılama görevleri vardır ama, yargıyı geniş anlamda çağdaş ölçülerde yürütecek yetkileri bulunmamaktadır. Mevcut sistemde yargıçların duruşma salonlarının yeri ve donanımı hakkında dahi kişisel inisiyatifler dışında sözleri sorulmamaktadır. Adalet Bakanlığı bu yetkisini mahallinde savcılık aracılığıyla ve hiçbir standart gözetmeden yerine getirmektedir.
İlk derece adli yargı örgütünün mali yönden ayrı bir bütçesi yoktur. İlk derece adli yargı örgütü, Adalet Bakanlığı bütçesi içinde yer almaktadır. Adalet Bakanlığı bütçesi bu anlamda yanlış olarak yargıya ayrılan bütçenin yetersizliğini ifade için kullanılmaktadır. Fakat bu bütçe içinde savcılık yani iddia makamı, infaz örgütü, icra örgütü ve Bakanlığın kendi örgütü de yer aldığından aslında yargıya ayrılan bütçe sanıldığından çok daha azdır. Zira mahkemeler ‘yargı’ olduğuna göre; mahkemeler dışındaki kurumların bütçeleri yargı bütçesi olarak değerlendirilemez. Adalet bakanlığının bütçesi de yargıya ayrılan bütçenin göstergesi değildir. Bu konuda sistematik bir ayırım olmaması ve örgütsel iç içe geçmişlik sonucu mahkemelerin bütçeden ne kadar pay aldığının tam olarak tespiti de mümkün değildir.
Yargıçların ilk derece adli yargısında mali konularda söz sahibi olmamasının, hukuki bir dayanağı ve yargı bağımsızlığı ile alakası yoktur. Nitekim üst derece adli yargı organı Yargıtay’da, ita amiri Yargıtay Başkanıdır (Yargıtay Kanunu, m. 54) ve bu şahıs bir yargıçtır. Aynı şekilde üst derece idari yargı organımız Danıştayın bütçesinin ita amiri de, yüksek bir yargıç olan Danıştay Başkanıdır. Bundan başka, il yada ilçe seçim kurulu başkanı olan yargıç ilgili seçim örgütünün ita amiridir. Görüldüğü gibi yargıçların mali konularda söz sahibi olmalarının yargı bağımsızlığıyla bir ilgisi olmadığı gibi; bu yetkiler yüksek yargıda, gayet yerinde ve doğru olarak yüksek yargı başkanlarına verilmiştir. İlk derece adli yargısında bu yetkilerin yargıçlara tanınmamasının hiçbir açıklaması olamaz. İlk derece idari yargı örgütünde ita amiri bölge idare mahkemesi başkanıdır. Yargıç olan bir şahıs ita amirliği yapabiliyorsa ki yapabilir, ilk derece adli yargısından bunun niye esirgendiğini açıklamak mümkün görülmemektedir. Adli yargı adalet komisyonlarına verilen onca göreve karşın mali konularda hiçbir yetkisinin olamaması da oldukça tuhaf bir durumdur.
Adalet Bakanlığı mahkemeleri savcılık aracılığıyla yönetmekte ve bir taşra teşkilatı olarak kabul etmektedir. Adalet Bakanlığının taşra teşkilatı olarak kabul edilen ve hiyerarşik bir yapıda bulunan Cumhuriyet başsavcılıkları aracılığıyla yönetilen mahkemelerin; bağımsız olmasına imkan var mıdır? Ülkemizin bu gerçeklerine karşın yüzyıldan daha fazla bir süre önce ifade edilen görüş sanki bugünü görüyor gibidir. Eski İtalyan Ceza Yasasının hazırlayıcısı Zanardelli, şöyle söylemiştir:

“Yargı, başka hiçbir organa bağımlı olmadan kendi kendini yönetebilmelidir, çünkü görevi yasaların Devletin diğer güçlerine de uygulanabilmesini sağlamaktır. Yürütme gücünden bağımsız olmayan yargı ise aslında bir kurgu’dan başka bir şey değildir.”49

Adalet Bakanlığı’nın Yargıtay ve Danıştay ile ilgili yegane işlevi Yargıtay ve Danıştay’a yüksek yargıç tayininde ortaya çıkmaktadır. Bu işlevde tartışılabilir bir işlev olmakla birlikte bu çalışmanın sınırlarını aştığı ve müstakil bir çalışmaya konu olabilecek nitelikte bulunduğu için bu durumun haricinde Yargıtay ve Danıştay müstakil bir örgütlenme, yasal dayanak ve mali imkanlara sahip olduğu için yargının geniş anlamda sahip olması gereken araçsal niteliklere sahip olmasından dolayı (Bu imkanların yetip yetmediği ayrı bir konudur) tam bağımsız mahkemeler olduğu ortadadır. Yüksek yargı tam bağımsız kılınırken ilk derece adli yargısının savcılık aracılığıyla Adalet Bakanlığı’na, idari yargının da doğrudan Adalet Bakanlığı’na bağımlı yapılandırılması ve işletilmesinin kabul edilebilir olmadığı ortadadır. Yargıtay ve Danıştay’ın başkanları birer yargıç olup, bunlar yüksek yargı örgütlerini kurumsal düzeyde yönetmekte, mali amiri olarak mali tasarrufu yönlendirmekte ve kurumlarını temsil etmektedir. Bundan, yargıçların yargı örgütlerini yönetebildikleri, parasal tasarruflarda bulunabildikleri ve kurumu temsil edebildikleri sonucu herhalde kolaylıkla çıkarılabilmektedir. Bunu burada tekrar tekrar vurgulamamızın nedeni yargı örgütü içinde savcılığın bu idari, mali ve temsili yetkilere sahip olmalarının bu işin tabiatı olarak gerekli olduğunun, yargıçların bu tür işlerle uğraşmamaları gerektiğinin, yargıçların sadece önündeki davaya bakmaları gerektiğinin öne sürülebilmekte olmasıdır. Yargıçların önlerindeki davaya izin verilen ölçüde bakılıyor olmasını bir sorun olarak hiç algılamamış bu kimseler gözlerini açtıkları adli yargı örgütündeki yapılanmayı evrensel bir veri kabul etmiş ve hiç sorgulamadan bu yapıyla entegre olmuş ve karşılaştırmalı hukuk sistemlerinin haberdar olmadıklarından bu anlayışa sahip yargı görevlilerinin halen yer aldığı bir örgütlenmede ilk reformun kavramsal reform olması gerektiği ve Adalet Bakanlığı dahil tüm yargılama unsurlarını oluşturan unsurların, dünyada bu sürecin nasıl olduğunu, nasıl işlediğini bizzat algılamalarının sağlanmasıyla bu yanlış düşünce ve yaklaşımın düzeltilmesinin mümkün olabileceği kanaatindeyiz.
Yargı yönetimine yargısal iş yüklerini bahane ederek olumsuz bakan ve yönetimden uzak kalmayı yargının bir gereği gibi kabul eden yargıçların bulunduğu bir yargı örgütünün varlığı, yargı erkinin yargı yönetiminden uzak yapılandırılış ve işletilmesinin yargıya nasıl mal olduğunu ve bir anlamda genetik yapısına işlediğinin göstergesidir.
Diğer her türlü reformdan önce kavramsal yargı reformunun her şeyin ötesinde öncelikli ve acil bir reform olduğu, bu reform yapılmadan bunun üzerine inşa edilebilecek olan reformların da bir anlam ifade etmeyeceği anlaşılmaktadır.

2.KURUMSAL YARGI REFORMU

Kavramsal yargı reformu ile yargı, yargılama ve bunları oluşturan diğer unsurların sınırları net bir biçimde belirlenen tanımları üzerinde uzlaşmaya varıldıktan sonra bu reformun kurumsal ayağını gerçekleştirmek gerektirmektedir.
Kurumsal yargı reformu temel olarak ilk derece adli yargı örgütünün Cumhuriyet başsavcılığından ayrılması ve tüm ilk adli ve idari yargı örgütü ile kurulacak olan ikinci derece adli yargı örgütünün Adalet Bakanlığından bağımsız yapılandırılması ve işletilmesidir.
Bugünkü adli yargı örgütlenmesi yargı kavramının bulanık algılanışını net bir biçimde yansıtmaktadır. Bireylerin doğrudan muhatap olduğu İlk derece adli yargı örgütlenmesinde iddia ve yargı makamları iç içe geçmişlerdir. Yani aslında adliyelerde iki örgüt yer almakta fakat yargı örgütü, savcılık örgütüne idari, mali ve temsili yönlerden bağlı olarak yapılandırıldığı ve işletildiği için mahkemeler savcılıktan ayrı algılanamamakta hatta adliyede yer alan yönetsel, mali ve temsili yetkilerin Cumhuriyet başsavcılarına ait olmasından dolayı savcılık ta yargı organı olarak kabul edilmiş bulunmaktadır. Yargı, iddia iç içe geçmişliğinin en somut, toplum tarafından algılanabilen en kolay yansıması duruşmasına savcının çıktığı mahkemelerde savcının mahkeme heyeti yada hakimle yan yana oturmasıdır. Bu yapılanmanın dünyada örneği yoktur. Bu oturma şeklinin uygulamadaki izahında iddia devleti temsil ediyor anlayışı bulunmaktadır. Oysa bu anlayış bile bu farklı durumu tek başına izah edemez. Dünyanın her yerinde mahkemelerde savcılık devleti yada kamuyu temsil eder ama bu durum savcılığın yargılama terimleri kullanılırsa iddianın savunma karşısında daha üstün konumda olmasını gerektirmez.
Bu konuda bugün için erken sayılabilecek zamanlarda doğruyu söyleyen hukukçular olmuşsa da her nedense fikirleri sistemin revizyonuna esas tutulmamıştır. Bunlardan biri olan Nurullah Kunter aynen şöyle söylemiştir: “Adliye ve yargı örgütü eş anlamlı değildir. Adliye örgütünde olan her organ yargıç değildir. Savcı adliyedendir fakat yargısal işlem görmez.”50 Buna rağmen bu aynı çatı altında faaliyette bulunmanın sonucunda, mahkemeler ve savcılıklar sanki aynı işi yapan birimlermiş gibi algılanır olmuştur. Bu durum toplum tarafından öyle benimsenmiştir ki uygulamada artık hakimlere savcım diye hitap edilmesi yadırganmaz olmuştur. Bu hitap şekli bunu yapanların bilgisizliğiyle açıklanacak bir durum olarak geçiştirilemez.
Bizzat gözlediğimiz bir olayda duruşmasına bakan hakimi arayan vatandaşa hangi hakimi aradığı sorulduğunda vatandaşın verdiği cevap çok manidardır: “savcılık hakimini”. Bize göre vatandaş cahilliğinden öyle dememiştir. Çünkü adliyeleri savcılığın yönettiğini görmektedir. Böyle bir yapıda faaliyette bulunan hakimler de ancak savcılık hakimi olabilir.
Adliyelerin yöneticisi ve temsilcisi olarak Cumhuriyet başsavcısı ortaya konulursa, mahkemeler ve hakimler de savcılığa ait birimler ve memurlar konumunda olur. Bu yapıyı yeniden üreten ise Adalet Bakanlığı’dır.


Adalet Bakanlığı

Şekil 2 Mevcut ilk derece yargı örgütümüz

Şekil 2 de mevcut ilk derece yargı örgütümüz şematik olarak açıklanmaktadır. İlk derece idari yargısının içinde bölge idare mahkemeleri, idare mahkemeleri ve vergi mahkemeleri de girmektedir. Dış asıl dikdörtgen Adalet Bakanlığını sembolize etmekte olup tüm ilk derece yargı örgütünü kuşatmıştır. İdari yargı örgütünü doğrudan kuşatan Adalet Bakanlığı, ilk derece adli yargı örgütünü ise Cumhuriyet başsavcılığı aracılığıyla kuşatmaktadır. Görüldüğü gibi, en küçük geometrik şekille ifade edilen ve her yönüyle savcılık ve bakanlık tarafından kuşatılan en bağımlı yapılanma ilk derece adli yargı örgütü olmaktadır. Cumhuriyet başsavcılığı ve bölge idare mahkemelerinin yönetsel yetkileri bu kurumları sembolize eden iç şekillerin bir kenarlarının, bakanlığı temsil eden dış kenarlardan bir kenarla kesişerek dış dünyayla temas etmesi ile sembolize edilmiştir. Şema ilk derece adli yargı örgütünün yönetsel yetkisi olmadığını, dış dünyayla temas etmemesi şeklinde göstermekte olup; iki tarafından savcılık, diğer iki tarafından da bakanlık aracılığıyla çevrilmesi ile sembolize edilmiştir. İlk derece yargı örgütünün savcılık tarafına bakmayıp dışa bakan ama gene de bakanlık alanıyla kuşatılan kısmı, hukuk yargılamasında savcılığın taraflarca algılanmayan yapısına işaret etmektedir.
Bu şemadan, 5235 sayılı yasanın ifadesiyle ilk derece adli yargı örgütü kurulan yerde Cumhuriyet başsavcılığının kurulmuş olmadığı; adeta Cumhuriyet başsavcılığı bünyesinde ilk derece adli yargı örgütünün kurulmuş olduğu ortaya çıkmaktadır. Ne yazık ki kurulması düşünülen ikinci derece adli yargı örgütü, yani istinaf yargısı olarak adlandırılacak olan bölge adliye mahkemeleri de aynı şekilde yapılandırılacak olup; bu yeni örgütün yeri için de aynı şekilde Adalet Bakanlığı dikdörtgeninin içine bölge adliye mahkemesi Cumhuriyet başsavcılığı onun içine de bölge adliye mahkemelerinin çizilmesi şeklin güncellenmesi için yeterli olacaktır.
5235 Sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri İle Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev Ve Yetkileri Hakkında Kanun, bugünkü ilk derece adli yargı örgütlenmesinin ve kurulması düşünülen ikinci derece adli yargı örgütü yani istinaf örgütünün yasal dayanağını oluşturmaktadır. Bu yasanın adında şaşırtıcı bir biçimde Cumhuriyet başsavcılığı yer almamaktadır. Oysa bu yasanın üçüncü bölümünde yer alan 16-22. maddeleri Cumhuriyet başsavcılığının, 30. maddesi de bölge adliye mahkemesi Cumhuriyet başsavcılığının kuruluşunu düzenlemektedir. 5235 sayılı yasa aynı zamanda Cumhuriyet başsavcılığının da yasal dayanağını oluşturmasına rağmen yasa başlığında yazmaması çok tuhaftır. Yasa maddeleri, mahkeme kurulan her il ve ilçe ile bölge adliye mahkemesinde Cumhuriyet başsavcılığının kurulacağını öngörmektedir. Mahkemeler ile savcılığın bu kadar iç içe geçmiş yapılanması aynen yasal düzenlemeye de yansımıştır. Birbiri ile bağlantılı işlevleri de olsa farklı nitelikleri olan iki örgütün yasal dayanaklarının da ayrı ayrı oluşturulması gerekir. Bundan başka yasaya göre mahkemeler önce kuruluyor savcılık sanki ona bağlı kuruluyormuş her iki örgüt ayrı ayrı oluşturuluyormuş gibi anlaşılabilirse de uygulama savcılık nezdinde mahkemelerin kuruluşu şeklinde oluşmuştur. Adliyeler, Cumhuriyet başsavcılığının yönetsel komuta fonksiyonu altında yapılandırılıp işletildiği için mahkemeler savcılığa bağlı alt birimler gibi yapılandırılmıştır. Savcılık olmadan mahkemelerin kurulması söz konusu değildir.
2992 Sayılı Adalet Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun’un 2. maddesinde Adalet Bakanlığı’nın görevleri sayılmıştır. Bu görevler arasında konumuzla ilgili olarak, kanunlarda kurulması öngörülen mahkemeleri açmak ve teşkilatlandırmak, ceza infaz ve ıslah kurumları, icra ve iflas daireleri gibi her derece ve türdeki adalet kurumlarını planlamak, kurmak ve idari görevleri yönünden gözetim ve denetimini yapmak ve geliştirmek, infaz ve ıslah işlerini düzenlemek, icra ve iflas daireleri vasıtasıyla, icra ve iflas işlemlerini yürütmek ve nihai olarak da kanunlarla verilen diğer görevleri yapmanın, Adalet Bakanlığı’nın görevleri arasında olduğu belirtilmiştir. 2992 Sayılı Kanunun 25. maddesinde de Bakanlığın özel kanunlara uygun olarak taşra teşkilatı kurmaya yetkili olduğu ifade edilmiştir. Uygulamada Bakanlık tüm ilk derece adli yargı örgütünü taşra örgütü olarak kabul etmektedir. Adalet Bakanlığı’nın görevleri arasında şaşırtıcı bir biçimde Cumhuriyet başsavcılığından tek kelime yoktur. Adalet Bakanlığı’nın görevleri arasında asıl Cumhuriyet başsavcılığının kurulması, örgütlenmesi ve işletilmesinin yazılması gerekirdi ama gerçekten görevleri arasında savcılıktan en ufak bir ima ile dahi bahsedilmemiştir. Böyle tuhaflıklar herhalde ülkemize mahsustur. İyimser bir yorumla savcılığın taşra teşkilatı olarak kabul edilmiş olabileceği veya genel görevlendirme yetkisinin kapsamında değerlendirilmiş olabileceği kabul edilebilir.
5235 sayılı yasada mahkemelerin nasıl kurulacağı konusunda hiçbir hüküm yoktur. Uygulamada önce evrak boyutunda mahkeme kurulmakta ama fiiliyatta da savcılık kurulmakta ve mahkemeler savcılığın belirlediği koşullarda yerleştirilerek faaliyete geçirilmektedir. Evrak üzerinde kurma dahiyane buluşuyla bu sorun da gayet sorunsuz bir biçimde aşılmış görünmektedir. Mahkemelerin görevi sadece yasa maddelerinin uygulanmasıyla sınırlı tutulmuş, Cumhuriyet başsavcılığının görevleri belirtilirken ise Cumhuriyet başsavcılığını temsil etmek, başsavcılığın verimli, uyumlu ve düzenli bir şekilde çalışmasını sağlamak, iş bölümünü yapmak, gerektiğinde adli göreve ilişkin işlemleri yapmak, duruşmalara katılmak ve kanun yollarına başvurmak, kanunlarla verilen diğer görevleri yapmak şeklinde gayet geniş ve esnek olarak ifade edilmiştir. Adli görev olarak içeriği açıklanmayan husus ile yargının yönetiminin kastedildiği anlaşılmaktadır. Cumhuriyet başsavcı vekili ile Cumhuriyet savcısının görevleri arasında içeriği belli olmasa da idari görevleri olduğu açıkça ifade edilmiştir. Yasada Cumhuriyet başsavcısının, başsavcılık örgütünü temsil ettiği açıklanmasına rağmen ilk derece adli yargı örgütünü kimin temsil ettiği konusunda hiçbir açıklama yer almaması şaşırtıcıdır. İlk derece adli yargı örgütünün temsilinin önemsenmediği yada Cumhuriyet başsavcılığının zaten ilk derece adli yargısını temsil ettiği anlayışının yasa hazırlayıcılarınca benimsendiği kabul edilebilir.
Kurulacak olan bölge adliye mahkemelerinin oluşumu açısından yasanın 26. maddesinde mahkemenin unsurları arasında bölge adliye mahkemesi Cumhuriyet başsavcılığı açıkça belirtilmiştir. Bu açıdan Yargıtaya bir nebze benzetilmek istenilmiştir ama daha sonraki maddelerde bunun yanıltıcı bir durum olduğu ortaya çıkmaktadır. Yargıtay gibi örgütlenen ama Yargıtaydaki gibi bölge adliye mahkeme başkanı tarafından yönetilmeyen, mahkemenin bir unsuru olarak kabul edilen bölge adliye mahkemesi Cumhuriyet başsavcısı tarafından yönetilen, Adalet Bakanlığı’na bağlı böylelikle yüksek yargı güvencesine sahip olmayan garip bir örgütlenme düşünülmüştür. Gerçi yasanın 34. maddesinde bölge adliye mahkemesi başkanının mahkemeyi temsil ettiği belirtilmiş olup en azından bu bile gelişme sayılmalıdır. Yasanın 40. maddesinde ise bölge adliye mahkemesi Cumhuriyet başsavcısının başsavcılığı temsil ettiği belirtilmesine rağmen başsavcının, bölge adliye mahkemesinin genel yönetim işlerini yönetmekle görevli olduğu belirtildiği için bölge adliye mahkemelerinin de başsavcılığın yönetsel vesayeti altında işletileceği anlaşılmaktadır. İlk derece adli yargısının savcılığın vesayeti altında Adalet Bakanlığı’na bağlı yapılandırılmasının yanlışlığı ortadayken, bu kez kurulması düşünülen yeni ve üst örgütlenmede de aynı anlayışın devam ettirilmesi ve yasanın 48. maddesinde de bölge adliye mahkemeleri ve bölge adliye mahkemeleri Cumhuriyet başsavcılıkları ile bölge adliye mahkemeleri adalet komisyonlarının denetimleri, adalet başmüfettişlerince yapılır denilerek denetimin başmüfettişlerce yapılmasının sanki bir güvenceymiş gibi ortaya konulması, aslında reform adı altında ortaya konulan çabaların hiçbir işe yaramadığını ve göstermelik bir fikri faaliyetten öteye gitmediğini göstermektedir.
Avrupa Birliği Komisyonu hukukçularından Kjell Bjornberg ve Paul Richmond tarafından, “Türkiye Cumhuriyeti’nde Yargı Sisteminin İşleyişi” adında üç istişari ziyaret raporu hazırlanmıştır. Ne yazık ki bu raporlardaki tavsiyeler de dikkate alınmamıştır. Sanki Avrupa Birliğine girmek isteyen ve buna muhtaç olan biz değil de onlarmış gibi davranıyoruz. Bu durum Avrupa Birliği idealinde samimi olunmadığı anlamına dahi gelebilir. İstişari ziyaret raporlarında savcılığın mahkemelerden ayrılması gibi, çok önemli tespitler ve uyarılar yer almakta ama ne yazık ki muhatapları bunları internet ortamında yayınlamakla birlikte gereğini yapma konusunda hiçbir çaba içinde olmamışlardır. İstişari ziyaret raporlarının ilki 2003 yılında yayınlanmasına rağmen 5235 sayılı yasa ise 2004 yılında çıkarıldığına göre raporların, uyarıların hiç dikkate alınmadan, gene sorun kaynağı mevcut örgütlenmenin daha üstü boyutta devam ettirilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Konumuz açısından çok önemli olduğu için raporların birincisinde yazarlar aynen şu tespiti yapmaktadırlar:

“Türkiye’de hakimlerin tarafsızlığı ile ilgili haklı bir kuşku oluşturan son bir husus da savcıların, mahkemelerin çalışmasına destek olunması ve günlük idari işlerin gözetimi ile ilgili tüm sorumluluğa sahip olmasıdır. Yargıya gerekli tüm hizmetlerin sağlanması ve mahkemeden yararlananlar için de adalet sisteminin etkili işlemesinin temin edilmesi onların görevidir. Bu görevin kapsamında, mahkemede hazır bulunmaları gereken tanıkların çağrılması da savcıların sorumluluğundadır. Aydınlatma, elektirik, temizlik ve gerekli büro malzemesinin bulunması hususlarından da sorumlu bulunmaktadır. Hakim ve savcıların yaşadıkları binanın idaresi ile de görevlidirler. Bu idari rolün kaçınılmaz olarak yargıyı savcılığa bağlı kıldığı ve bu şekilde tarafsız yargı görüntüsüne zarar verdiğini düşünüyoruz.
Uluslararası standartlar nazara alındığında, hakim ve savcıların yetkileri, sorumlulukları, görevleri açısından idari ve fonksiyonel bir ayırım olmalıdır. Bu açıdan cezai işlemlerde savcının rolü ile ilgili olarak, Savcıların Rolü Hakkındaki 10. İlke, (Savcıların Rolü Hakkındaki BM İlkeleri, Suçluların Önlenmesi Suçluların Tretmanı hakkındaki Sekizinci BM Kongresinde kabul edilmiştir, Havana, Küba, 27 Ağustos- 7 Eylül l990.) savcılık kesin bir şekilde yargısal fonksiyonlardan ayrılmalıdır düzenlemesini içermektedir. Üstelik savcının konumu, hakime bağlı olmalıdır. Hakimlerin Bağımsızlığı Konusundaki Avrupa Konseyi’nin 2 (1) no’lu prensibi, Devlet kurumları veya temsilcileri de dahil olmak üzere bir davayla ilişkisi olan herkes hakimin otoritesi altında bulunmalıdır düzenlemesini getirmektedir…” 51

Yargı bağımsızlığının içi boşaltıldıktan sonra yargı reformunun sağlanması elbette beklenemez. Şu kesinlikle söylenebilir ki savcıların nerdeyse tamamı, yargıçların da büyük çoğunluğu savcılığın yargı organı olduğunu düşünmektedir. Mahkemelerin işlevlerini yerine getirebilmeleri, ihtiyaçlarının giderilmesi tamamen savcılığın tekelinde ve inisiyatifindedir. Mahkemelerin bir kalem için bile savcılığa başvurmaktan başka çaresi yoktur. Buna rağmen Amerika Birleşik Devletleri’nde yargıçların, “common law” hukuk geleneği çerçevesinde tam bir bağımsızlık içinde görev yaptıkları anlaşılmaktadır. Dar anlamda yargı yönetimi yani duruşma düzeni içinde fazla bir etkinliği olmayan ve hakem rolü oynayan yargıçların görev yaptığı mahkemelerde, “writ of mandamus” göndererek yönetimin belli bir işlemi ya da eylemi gerçekleştirmesini buyurabildikleri gibi, injunction (yasaklama kararı) vererek, belli bir kişiye ya da kamu görevlisine belli bir işlemi ya da eylemi yasaklayabildikleri anlaşılmaktadır.52 Bu, Türk yargıçları için bugün için bir hayaldir.
Dünyanın en gelişmiş ülkeleri olan Kuzey Avrupa ve İskandinav ülkeleri ile Anglo Sakson hukuk sisteminden etkilenen ülkelerin tamamında mahkemeler örgütü ile savcılık örgütü birbirinden bağımsız ayrık şekilde yapılandırılmıştır. Bu ülkeler arasında Almanya, İngiltere, İsveç, Avusturya ile Güney Avrupa ülkesi olmasına rağmen Kuzey Avrupa ülkelerine benzeyen yargı sistemi ile İspanya hemen belirtilebilir. Hakimlik ve savcılık örgütlerinin görece bir birine daha yakın örgütlendirildiği ve aynı meslek grubu olarak değerlendirildiği Güney Avrupa ülkeleri olan Fransa ve İtalya gibi ülkelerde ise yargı yönetiminin savcılığa bırakılması gibi dünyada örneği olmayan bir işletimin olmadığı kolaylıkla tahmin edilebilir. Aynı şekilde kuzey Avrupa ülkelerinde kurulan yargı kurullarının sadece hakimlere ilişkin olup, yargı örgütlerinin yönetimi, mali imkanları ve işleyişi konusunda destek hizmetleri verirken; Güney Avrupa gibi kuzeye göre daha az gelişmiş ülkelerde yer alan yargı kurullarında hakimlik ve savcılık mesleklerinin bir bütün olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır.53 Buna rağmen mahkemelerin yönetimi, temsili ve mali yetkilerinin savcılık aracılığı ile karşılandığı tuhaf oluşumu, değil Güney Avrupa ülkeleri, Afrika ülkeleri bile düşünememiştir.
Gerçek anlamda bir yargı bağımsızlığının, iddia vesayeti altında olmayan bir yargı örgütlenmesine bağlı olduğu ve avukatlığın etkinlik ve işlevini daha da arttıracağı ortadadır.
Kurumsal yargı reformunda savcılık ve yargı organlarının tamamıyla ayrı örgütlenmesi ve kurumsallaştırılması gerekmektedir. Bunun sonucunda adliyelerde kural olarak yargı organları olan mahkemeler yer alacaktır. Adliyelerin tüm yönetsel ve mali işleyişinden o yerin ihdas edilecek ve sadece idari, mali ve temsili işlerinden sorumlu olacak başyargıçlık makamı sorumlu olacaktır. Yüksek yargıda nasıl mahkemelerin bir başkanları varsa ve bu başkan yani Yargıtay Başkanı, yada Danıştay Başkanı nasıl yüksek yargı örgütlerini yönetiyor, ve temsil ediyorlarsa aynen ilk derece yargı örgütünde de kurulacak bir başyargıçlık makamı büyük yerlerde sadece yönetsel ve mali işlerle yetkili olarak yargı örgütünün kurumsal işleyişinden sorumlu olabilecektir. Çek Cumhuriyetinde bile yargıçlar hem yargısal hem de bu işlevi görmeyi gerektirecek yönetsel görevlerle donatılmıştır.54
Örgütlenme ve organizasyon adil yargılanma hakkının bir unsurudur. “Adil yargılama kavramı adli mekanizmanın yalnız işleyişini (yargılama usulü) değil, aynı zamanda organizasyonunu yani kurumlarını da içerir.”55
Tüm ilk derece adli yargı örgütünün birlik içinde işleyişinin temini açısından ise kurulacak bir ülke başyargıçlığı kurumsal olarak ilk derece adli yargı örgütünün genel işleyişinden sorumlu olacaktır. Bugünkü yapılanmada dağınık ağır ceza merkezleri başsavcılıklarına idari, mali ve temsili yönlerden bağımlı işletilen mahkemelerin, bu işleyişi bir çok hukuk uygulayıcısını rahatsız etmiyor ve bu durum yargı bağımsızlığına aykırı görülmüyorsa, başyargıçlık kavramı ve kurumu ve tüm ülke çapında yapılanması hiç rahatsız etmemelidir. Bu konuda sadece Mehmet Zeki Genç, soruna gereği gibi değinmiştir. Yazar bu konuda şunları söylemektedir:

“Yargıçlar, örgüt olarak idari ve mali işlevleri itibariyle yürütme organından ve genellikle Adalet Bakanlığından ayrılmalıdır. 1961 ve 1982 Anayasalarımızda kurulmuş bulunan Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay gibi ayrı bir bütçe ile yönetilmelidir. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay bütçesi bu bütçe içinde yer almalıdır. Savcılık kurumu, yargı birliği esası göz önüne alınarak eskiden olduğu gibi ya yürütme organının içinde yer almalı veyahutta İngiltere’de olduğu gibi savunma ile eş değerli olacak şekilde ayrı bir düzenleme içinde yerini almalı ve kamu görevini yerine getirmelidir
Her ne kadar savcılık kurumu kamu görevini yapan bir kurum ise de, hem davacı ve hem da karar veren makamın organik ve eylemsel olarak bulunduğu bir yerde olması kararın sağlığı bakımından doğru değildir.”56

Kurumsal yargı reformunun yansıması yeni adliye yapılanması ve örgütlenmesi olunca, adliyelerde iddia ve savunma makamlarına eşit imkan ve konum vermek zorunlu bir hal alacaktır. Mahkemelerde iddia makamını temsil eden savcılık ile savunma makamını temsil eden birim aynı konum ve pozisyonda işlevlerini yerine getirecektir. Bunun sonucunda savunmaya da adliyelerde layık olduğu şekilde yer ayrılması ve imkan tanınması gerekecektir.
Mevcut yapılanmada, savcılık ve mahkeme örgütleri iç içe olduğu için yargılama sürecinde savcılığın yer aldığı mahkemelerde istisnalar olabilirse de, hakimler ve savcılar duruşma öncesinde birlikte yargılamaya hazırlanmaktadırlar. Hazırlıklı çıkmak gerekçesiyle geliştirilen bu uygulama bu örgütsel geçişmişlik olduğu sürece kaçınılmazdır. İstisnaları olsa da duruşma öncesinde yargıç ve savcıların birlikte hazırlanarak çıktıkları yargılamada savunmanın işlevi elbetteki şekli bir gereğin ve seremoninin yerine getirilmesine indirgenmektedir.
Bu yapılanmada yargılamanın unsurları olan iddia ve savunma yargı önünde olması gerektiği şekilde işlevlerini demokratik ve bağımsız bir şekilde yerine getirebilecektir. Böyle bir kurumsallaşmış yapılanmada ideal yargılanmaya ulaşılamasa bile optimal yargılamaya ulaşılabilmesi kuvvetle muhtemeldir.
Duruşma safhasında davacı tarafı teşkil eden Cumhuriyet savcılığının duruşmadaki konumu ve etkinliği, sanık ve savunma tarafını oluşturan avukatların oldukça üzerindedir. Savunmayı dışlayan ve ona önemsiz bir konum bahşeden hukuk sistemimizin çağdaş uygarlık seviyesinde olmadığını tüm hukuk uygulayıcıları ve toplumumuz fark etmektedir. Nitekim Yücel Sayman’a göre:

“Otoriter, despotik, gerici anlayış ve uygulama savunmayı bağımsız, belirleyici, etkin bir kurum niteliğiyle yargının örgütlenmesinde dışlar, yargıyı iktidarın cezalandırma kudretini temsil eden iki kurucu unsur (iddia- savcı ve hüküm-yargıç) temelinde yapılandırır. Demokratik ilerici anlayış ve uygulama açısından ise savunma, yargının örgütlenmesinde bağımsız, belirleyici ve etkin bir yapılanmayla yer alan kurumdur. İlerici siyasi çizginin özünde iktidarın cezalandırma kudretinin (iddia-savcı) karşı gücü olarak bu kudreti dengeleyecek, uysallaştıracak ve dönüştürecek bir kurumu (savunma-avukat) yargının örgütlenmesinde ve işleyişinde yapısallaştırmak anlayışı yatar.”57

Cumhuriyet savcılığının ülkemizdeki bu olağanüstü yapılandırılması ve işletilmesi adil yargılanma hakkını oluşturan hak ve ilkelerden; bağımsız ve tarafsız bir mahkemenin olması ve yargılamanın işleyişinde, hakkaniyete uygun yargılama ve ceza yargılamasında davanın tarafları arasında olması gereken silahların eşitliği ilkesine açıkça aykırılık göstermektedir. Bu durumun bir an önce giderilmesi ve bu bağlamda iddia ve yargının ayrılarak, savunmanın iddia ile eşit konuma getirilmesi ve eşit silahlarla donatılması, yargının da bu yeni uygun yapılanma ile birlikte iddia ve savunma arasındaki diyalektikten sentezleme yapan işleve kavuşması ve işlevini yerine getirecek uygun yetki ve olanaklara kavuşturulması, insanımızın özlediği adil, düzgün bir yargıya ulaşmamızı sağlayacağı gibi; Avrupa Birliğine giriş sürecimizi mutlaka olumlu etkileyecektir.
Kurumsal yapılanmada ilk derece adli yargı örgütünde iddia (ceza yargılaması açısından savcılık) ve yargı (mahkemeler) ayrılınca ve adliyelerde kurulacak bir başyargıçlık kurumu yargının yönetsel ve mali işleyişinden sorumlu olunca bu kurumun bağımsız kaynaklarla desteklenmesi gerekecektir. Yüksek yargı- ilk derece yargısı ayrımı muhafaza edilecekse, ilk derece yargı örgütünün de bağımsız bir bütçesinin olması zorunlu hale gelecektir.
Savcılık ve mahkemelerin ayrışması Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun da ayrışmasını gerektirmektedir. Bugünkü yapılanma, iddia(savcılık) ve yargı iç içe geçmişliğinin bir sonucudur ve işlevsel farklılıkları göz ardı etmektedir.
Yargının kurumsal yapılanmasında savcılıktan ve dolayısıyla Adalet Bakanlığından ayrı yapılandırılması, yargının temsilini de olması gereken seviyeye taşıyacaktır. Bugünkü sistemde ilk derece adli yargı örgütünü şaşırtıcı bir biçimde Cumhuriyet başsavcısı temsil etmektedir. Bu o kadar kanıksanmış bir durumdur ki hemen hemen hiç kimse bunu sorgulamadan kabul etmiş gibidir. Bu anlayışın üst yargıya dahi nasıl yansıdığının anlaşılabilmesi ve yargının temsili konusunda ülkemizin gerçeklerini anlayabilmek için yüksek bir yargı kararının analizi faydalı olacaktır. Danıştay 10. Dairesinin 27.9.2000 gün ve 1998/6921 E. 200/4825 K. sayılı kararında, kuvvetler ayrılığı ilkesinin sonucu olarak tören sıralamasının; yasama, yürütme, yargı şeklinde olması gerektiği ifade edilmiş ve yargıyı temsil edenler arasındaki C. başsavcısının durumu tartışılmamıştır. Yani yüksek mahkeme dahi savcılığın yargıyı temsil ettiği şeklinde bir anlayışa sahip olmuştur. Oysa kararı veren yüksek idari yargı organımız olan Danıştayı, Danıştay Başsavcısı değil, bir yargıç olan Danıştay Başkanı temsil etmektedir (2575 sayılı Danıştay Kanunu, m. 2). Aynı şekilde Yargıtayı da Yargıtay Başsavcısı değil Yargıtay Başkanı temsil etmektedir. Yüksek yargıda olması gerektiği şekilde yapılandırılan yargının temsili, yönetimi ve mali yetkilerinin, ilk derece adli yargısında niye böyle ters döndürüldüğünü anlamak olası değildir.
Danıştay 10. Dairesi kararında 5. sırayı iptal etmiş ve iddia ve yargı organı temsilcilerinin yasama, yürütme ve yargı üçlemesine göre üçüncü sırada yer alması gerektiğine işaret etmişse de, İçişleri Bakanlığı protokol sırasında 4. sırada yer alan rektörlerin yerini değiştirmiş, iddia, yargı ve savunma temsilcileri sanal olarak 4. sıraya, gerçekte ve uygulamada ise Cumhuriyet başsavcısı 4. sıraya yükselmiştir. 4.sıra aynen şöyledir: Cumhuriyet başsavcısı, adli yargı adalet komisyonu başkanı, bölge idare mahkemesi başkanı, üniversite rektörleri, baro başkanı.
Danıştay Dairesinin kararına vaki itiraz üzerine, Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulu, Esas No: 2001 / 2Karar No: 2001 / 810 sayılı kararında, Danıştay 10 Dairesinin kararındaki gerekçeleri benimseyerek kararı tasdik etmiş, Danıştay 10. Dairesi gibi savcıların yargıyı temsil ettiği anlayışı ifade edilmiştir. Oysa karardan anlaşıldığına göre, bir il Cumhuriyet başsavcısı olduğu anlaşılan davacı, hakim ve savcıların il düzeyinde valilerin, ilçe düzeyinde de kaymakamın yanında yar alması gerektiğini öne sürmektedir. Aslında şu gerçeği de belirtmek lazımdır ki Ulusal ve Resmi Bayramlarda Yapılacak Törenler Yönetmeliği uyarınca başkentteki merkezi kutlamalar hariç tüm temsili törenlerde merkezde mülki amir, sağında garnizon komutanı olarak kabul edilen asker, solunda da yerel yönetim temsilcisi yer almaktadır. Asıl çekirdek protokol budur. Bu protokol üçlüsünün tamamı yürütmenin unsurlarıdır. Yürütme merkez dışındaki törenlerde protokolü tamamen belirlediğine göre Danıştay’ın temsilde yasama yürütme ve yargı protokol sırasının da bir işlevinin bulunmadığı ortadadır. Danıştay’ın kararından sonra yapılan değişiklikle hakim ve savcılar mülki amirin yanında yer almamışlar, sadece rektörlerin sırası kaymış ve Cumhuriyet başsavcısının yeri ilde 4. sıranın ilk yerine yükselmiştir. Yani ilk üç sıra yürütme daha açık ifade edersek mülki idare, askeri idare, yersel idare (belediye), 4. sıra da adli idare olarak ifade edebileceğimiz Cumhuriyet başsavcısı şeklinde olmuştur. Cumhuriyet başsavcılığı da yürütmeye ait olan bir işlev yürüttüğünden yürütmenin tüm temsil kademelerini işgal ettiği sonucu çıkarılabilir. Hatta 5. sıra rektörlere ayrıldığı için üniversiteler de hizmet yerinden yönetim kuruluşları olduğu için 5. sırayı da hizmetsel idare şeklinde ifade edebiliriz. Kısaca aslında tüm protokol yürütmenin çeşitli birimlerine ayrılmıştır. Danıştay’ın kararı evrak üzerinde bir temenni olarak kalmaya mahkumdur. Bugünkü anlayışı esas alsak bile, Adalet komisyonu başkanı Cumhuriyet başsavcısından sonra yer aldığı için, yargı temsilcisinin sırasının 4. sıraya yükseldiğini kabul etmek olanaksızdır. Zira bir sıraya birden fazla kişi yazılırsa, ilk sırada yazılan kişi elbette o sıranın asıl sahibi sayılır. 4. sırada yazılan diğer kişiler fiiliyatta törene katılsalar, görecekleri muamele beşinci, altıncı sıra temsilcisi olacaktır. Nitekim uygulama da böyle olup, adli yargı adalet komisyonu başkanının törene katılması durumunda dahi adliyenin Cumhuriyet başsavcısı tarafından temsil edildiği anlayışı değişmiş olmamaktadır. Ayrıca uygulamada bazı yerlerde mülki amirin inisiyatifiyle protokolün dördüncü sırasına bir koltuk konulsa da, onun yanına bir beşinci koltuk konulmamaktadır. Adalet komisyonu başkanı veya ilçe bazında kıdemli yargıçların törenlere katılmaları durumunda adalet komisyonu başkanı ya da kıdemli yargıca, protokolün arkalarında bir yer aramak kalmaktadır. Bu durumda ise yargı, iddianın memuru mesabesinde bir konuma indirgenmiş olmakta bu görüntü yargı için daha aşağılayıcı bir görüntü oluşturmaktadır. Bu itibarla yaptığımız gözlemlere göre törenlere neredeyse komisyon başkanı ve kıdemli yargıçlar katılmamaktadırlar. Zaten çoğunlukla da törenlerden haberleri bile olmamaktadır. Zira mülki idare törenlerle ilgili sadece Cumhuriyet başsavcılığını muhatap almakta ve bildirimlerini sadece Cumhuriyet başsavcılığına yapmaktadır. Bütün bunlar bazılarına teferruat kabilinden gelebilir ama bir kuruma ve temsilcisine verilen önem, ancak bu tür dış belirtilerden hareketle değerlendirilebilir. Bu belirtilerden biz yargının ve yargıçların yok sayıldığı ve önemsenmediği sonucunu çıkarıyoruz. Başkaları bunun yargı bağımsızlığı olduğunu söylüyorsa buna da bir diyeceğimiz olamaz.
5235 sayılı Yasanın 18/1 maddesinde Cumhuriyet başsavcısının, başsavcılığı temsil ettiği hükmü karşısında, kurulması düşünülen ikinci derece adli yargı örgütü olan ve istinaf yargısını oluşturacak olan bölge adliye mahkemelerinin durumu da ilk derece adli yargı örgütüne benzetilecek olup, yargının ne olduğunun ve ilk derece adli yargı örgütünü kimin temsil ettiğinin yasa yada ilgili mevzuata açık bir şekilde konulmadığı sürece, yukarıda belirtilen Danıştay kararındaki, temsilde yasama, yürütme, yargı sırasının gözetileceği açıklamasının bir anlamı kalmamaktadır. Zira başsavcılık savcılığı temsil ediyorsa, yargıyı kimin temsil edeceği sorusunun bilinçli olarak cevapsız bırakıldığı ve mevcut uygulamanın aynen devam ettirileceği anlaşılmaktadır.
Kısaca anayasal ve uygulama düzeyinde Cumhuriyet savcılığı ve yargı makamları birbirinden ayrılmalıdır. Ayrık örgütlenmeleri yanında adliyelerde yargılamanın unsurları olan iddia ve savunma makamlarını temsil eden avukatların işlevlerini daha etkin yürütebilmelerinin temini açısından eşit kurumsal düzeyde bir yapılanmaya gidilmelidir.


3. İŞLEVSEL YARGI REFORMU VE BUNUN SONUÇLARI

Yargı reformunun üçüncü sacayağını işlevsel yargı reformu oluşturacaktır. Bunun etkin bir düzeyde anlaşılabilmesi ve işletilebilmesi için diğer iki reformun gerçekleşmesi gerekmektedir. Zira kavramsal ve kurumsal düzeyde reformlar yapılmadığı takdirde, işlevsel düzeyde bir reformun hiçbir anlamı kalmayacaktır. İşlevsel yargı reformu yargılamayı oluşturan üç unsur olan iddia, savunma ve yargının işlevlerinin, sınırlarının, görev, yetki ve sorumluluklarının net bir biçimde tanımlanmasıdır. Bu işlevin bünyesinde yargının yargılama işlevini yerine getirirken yararlanabileceği imkanlar ve yetkilerin de belirlenmesi kaçınılmazdır.
Diğer reformların tamamlayıcısı olan bu safhada yargı makamı olan mahkemelerden toplum ve devlet ne bekliyor buna göre yeni bir işlevsel tanımlama yapılması gerekecektir. Yargı makamı Anglosakson hukuk sisteminde olduğu gibi, bir hakem pozisyonunda kalarak iddia ve savunmanın etkinliği çerçevesinde kimin haklı kimin haksız olduğunu mu söyleyecek, (itham sistemi) yoksa bugün kısmen uygulandığı gibi ceza yargısında tamamen hukuk yargısının da bir kısmında olduğu üzere kendiliğinden araştırma yetkisine, (tahkik sistemi)58 maddi yada adli gerçeğin ortaya çıkması sürecinin aktif bir şekilde belirleyicisi mi olacaktır? Bu sorulara verilecek yanıtlar işlevsel yargı reformunun yapılandırılması için son derece önemlidir. Elbette bu sorulara verilecek yanıt, toplum adına yasama organı tarafından pozitif mevzuat şeklinde ortaya konulmaktadır fakat toplumun sivil toplum örgütleri ve yapıları aracılığıyla bu sürece katılması da mümkündür. Zira bilinen bir gerçektir ki aslında mevzuat hazırlama teknik ve profesyonel bir iştir. Yasama organının işlevi uygulamada hazırlanmış metinleri görüşmek, uygun görülmeyenleri değiştirmek ve yasayı oylamaktır. İşlevsel yargı reformunun oluşabilmesi için öncelikle toplum ve onun adına hareket ettiği kabul edilen vekillerinde kavramsal düzeyde bir değişimin olması kaçınılmazdır. Aksi takdirde pozitif olarak çok ideal bir düzenleme olsa da buna yasa hüviyeti verecek olan meclisin iradesi olduğuna göre, meclisi oluşturan milletin temsilcilerinin yasa önerilerinin arka planında yer alan kavramsal düzeyi benimsemiş olmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Bu reform aynı zamanda yargı organının işlevi yanında yargının sorumluluğu, yargıya toplumun katılması süreci, eğer yargı organı kendiliğinden araştırma yetkisine sahip olacaksa bu işlevi nasıl yerine getirecek gibi bir sürü yaşamsal önemi haiz soruyu da beraberinde getirmektedir.
Gözlemlerimize göre bizim kamusal yapılanmamız, tıpkı bireysel ilişkilerimiz gibi güvensizlik üzerine kurulmuştur. Bireyler birbirlerine güvenmedikleri gibi devlet bireylere, bunun sonucu olarak, bireyler de devlete güvenmemektedir. Genetik mirasımızın bir yansıması türünden olsa gerek devlet baba anlayışı halen sürmekle birlikte, devletin aslında toplum ve bireyler için varolduğu anlayışı da yavaş yavaş gelişmektedir. Devletin hem kurumsal hem de mevzuat boyutunda kendini koruyan yapı ve hükümleri her alana yayılmış durumdadır. Devletin demokratikleşmesi süreci henüz tamamlanmadığı için devletin yapılandırması altında gerçekleşecek bir yargı yapılanması ve işletilmesinde toplumun aktif bir katkıda bulunmasına kısa vadede izin verilmesi pek mümkün görülmemektedir. Bireyin devleti ve özelde de yargıyı, yargılama sürecini ve bunun çıktılarını sorgulaması yargılama kurumları nezdinde pek olumlu karşılanmamaktadır. Yargılama unsurlarının bireylerin eleştiri ve önerilerini dikkate alacak bir şekilde yapılanmaları ve işlemesi olumlu bir durumdur. Yargılama ve unsurlarının var oluş amacı nihai olarak adalet olmakla birlikte birey ve kamu yararını optimal düzeyde gerçekleştirmek tüm kamu kurumlarının olduğu gibi yargılama kurumlarının da amacıdır. Tüm kamu kurumlarının olduğu gibi yargılama unsurlarının da muhatabı ve süjesi olan birey ve toplumun, yargılama unsurları açısından değerlendirmeleri bir geri bildirim olarak kabul edilmeli ve bu doğrultuda sistemde gerekli yapılanma ve işleyiş süreçlerinin toplum ve bireyin görüşlerini esas alacak şekilde oluşturulabilmesi gerekir. Fakat bugün için böyle bir anlayış, yapılanma ve işleyişin olmadığını belirtmek gerekir.
Toplumun yargılama sürecine katılmasının bir yansımasını oluşturan kamusal bir kısım davada, toplumun belli ölçüde mahkeme yanında toplum vicdanını temsil ettiği jüri sisteminin toplumumuzda işlemesi oldukça zor görünmektedir. Yargılama sürecinde tüm etkinliğin taraflara bırakılmasının, iddia ve savunmanın kavramsal düzeyde tam olarak topluma mal olmadan işletilmesinin de sorunlar çıkaracağı kesin gibidir. Zira esasen taraflar bir sorun çıktığı için yargı makamına başvurmakta, iddia ve savunmanın yargı önünde sürdürdükleri etkileşim çerçevesinde yargı makamı kararını vermektedir. Sürecin tüm sorumluluğu ve etkinliği taraflara , iddia ve savunmaya bırakılırsa henüz tartışma, fikir boyutunda mücadele, başkalarının görüşlerine saygı anlayışı toplumumuzda tam olarak gelişmediğinden yargı önündeki etkileşim de büyük oranda bu yetileri hazmetmiş insanları gerektirdiğinden zaten uyuşamadıkları için yargı önüne gelmiş kimselerin (Ceza yargılaması da bir anlamda toplum ile suç işlediği öne sürülen kişi yada kişiler arasındaki bir uyuşmazlık olarak kabul edilmelidir.) yargı önündeki yargılama sürecini yargının aktif yönlendirmesi olmadan yürütmeleri pek olası görülmemektedir. Bundan başka, yargı makamının işlevindeki daralma yargının senteze ulaşmasını da zorlayabilecektir. Biz bu anlamda yargı makamının iddia ve savunmanın sınırları açık bir şekilde belirlenmiş etkinlik sürecini tamamlayıcı olarak kendiliğinden hareket etme yetisini muhafaza etmesinin gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Bundan başka olarak yargı, huzuruna getirilen bir davada kendiliğinden hareket etme iktidarına sahip olursa bu işlevini nasıl yerine getirecektir? Yargı makamının öngördüğü araştırmaları yaptırabileceği kendisine bağlı bir örgüt bugünkü yapılanmada öngörülmemiştir. Zira henüz yargı nedir o bile anlaşılmış değildir. Yargıyı savcılığa bağlı kılan anlayış ilk derece adli yargı örgütlenmesinin asli belirleyicisi olmuştur. Yargı, dar anlamda karar vermenin ötesinde işlevini tam olarak yerine getirebilmesi için yürütmenin birçok etkinliğine ihtiyaç duymaktadır. Sanığın duruşmada hazır edilmesi, tanıkların celbi gibi.59 “Yargının uyuşmazlığı sona erdirici rolünü yerine getirebilmesi için …yürütme organının yardımına ihtiyacı vardır.”60
Feridun Yenisey gibi bazı yazarlarca, savcı ve mahkemelerle kolluk örgütü arasında daha sıkı bağ ve işbirliğini kurmak üzere öngörülen “savcı yardımcısı” kadrosu ise, mahkemelerle savcılığın iç içe geçmişliği olgusunun bir yansıması olarak işlevsel ayrılığı göz ardı etmektedir.61Sanki aynı örgütmüş gibi mahkemelerin kollukla ilişkisini savcılık aracılığıyla sağlamak ne kadar yanlış ise, bir de fazladan kurulacak savcı yardımcısı kadrosu mahkemelerin savcılığa, yani iddia organına bağımlılığını artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Anayasa Mahkemesi 13.5.1964 gün ve 1963/99E, 1964/38 K. sayılı kararında, hakim sıfatıyla yapılan bütün tasarrufların, idari nitelikte olanlar da dahil, yargı yetkisinin kullanılması sonucu olduğunu kabul etmiş; gerekçenin devamında ise, hakimler ve mahkemelerin kalem işlerinin yürütülmesi ve personelin yönetimi için işlem yaptığını, fakat bunları yaparken hakim sıfatıyla değil idari bir makam olarak hareket ettiğini ve bu işlemlerin hakimlik sıfatıyla bir ilgisinin bulunmadığını belirtmiştir.62
İlk derece adli yargı örgütünde faaliyette bulunan aile mahkemelerinde uzman kadrosu öngörülmüşse de sadece insan kaynağı sağlayıp bunun işlevsel gerekleri yerine getirilmediği için aile mahkemeleri uzmanları bugünkü sistemde odalarında sınırlı bir işlev yerine getirmektedir. Yasanın öngördüğü reform, kavramsal ve kurumsal bir reforma arka planına dayanmadığından aile mahkemeleri uzmanlığının işlevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli fiziksel yapılanma ve destek sistemleri yani kuruluş gerekleri yerine getirilmemiş, aile mahkemeleri uzmanları, klasik bilirkişiye başvurma gibi işletilen, yargı sürecinde görüş bildiren dar bir işleve indirgenmiş durumda faaliyette bulunur hale gelmiştir.
Bugünkü adli yargı sisteminde ceza yargısı açısından kendisine uyuşmazlık iletilen yargı organı, üstlendiği kendiliğinden araştırma ilkesi sonucunda maddi gerçeği bulma işlevini, (yerine göre hukuk yargısında kendiliğinden araştırma gereken konularda adli gerçeği bulma işlevini) gene savcılık kurumuna başvurarak yerine getirmektedir. Şaşırtıcı bir şekilde adli kolluk kurulması gerektiğini savunanlar, adli kolluğun savcılığa bağlı olması gerektiğini öne sürmekte fakat ceza yargılamasında ,son soruşturma yani kovuşturma safhasında maddi hakikati araştırmakla yükümlü mahkemenin işlevini yerine getirirken gene savcılığa ait olması gerektiğini kabul ettikleri adli kolluğa başvurmak zorunda kalıyor olmasına pek aldırmamaktadırlar. Tüm bunlar kavramsal ve kurumsal bir temele dayanmayan günü birlik reform çabaları ve anlayışının sonucudur.
Yargılamanın tüm aktörlerinin işlevlerini yerine getirirken araçsal bağımsızlığa sahip olmaları bu reformun en önemli yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Aksi takdirde yargı ve daha genel olarak yargılama unsurlarının bağımsızlığı kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Bağımsızlığı sağlayacak koşullar olmadan bağımsızlıktan söz etmek olsa olsa kendini avutmak olabilir.

YARGI REFORMUYLA BAĞLANTILI REFORM GEREKTİREN ALANLAR

1. HUKUK EĞİTİMİ
Hukuk fakültelerinin çıktısı, yargılama sürecinin unsurlarını oluşturan iddia, savunma ve yargı organlarının insan kaynağı açısından girdisini oluşturmaktadır. Bu anlamda yargı konusundaki sorunların kaynağını belki hukuk eğitiminde aramalıyız. Yargılama uygulayıcılarına evrensel, karşılaştırmalı bir anlayış verilememekte olup, uygulamadan nerdeyse tamamen kopuk hukuk eğitimi salt bazı kavramların öğretilmesine indirgenmiştir. Bu açıdan hukuk eğitiminin çıktısını oluşturan öğrenciler, uygulamadan nerdeyse kopuk yetişmektedir. Yargılama süreci ve örgütlenme ve yönetim konusunda karşılaştırmalı bir eğitim ve anlayış verilmemektedir. Açıklanan nedenlerle hukuk eğitimi uluslararası, karşılaştırmalı, ve uygulamayla bütünleşik bir yapıda yeniden yapılandırılmalıdır. Hukuk uygulayıcılarının evrensel anlayış, norm ve yapılanmaları hukuk eğitimi safhasında almaları sonraki süreçte daha sorunsuz, yenilikçi, değişime açık uygulayıcıların var olması anlamına gelecektir.
Hukuk eğitimi de salt hukuk kurallarının öğretilmesinin dışına çıkmalıdır. Zira kamu yönetimi, işletme, iktisat gibi alanlarda eğitim görenlerin aldıkları dersler onları daha donanımlı kılacak kapasiteye sahiptir. Salt hukuk kurallarıyla yetinilen bir eğitim, dar bir alanda sıkışıp kalmış bireyler oluşturmaktadır. Hukukun yanında, yeterli ölçüde, sosyoloji, psikoloji, yönetim,işletme bilgisi hukuk öğrencilerine mutlaka sağlanmalıdır. Bundan başka hukuk öğrencilerine mevzuat hazırlama tekniği de öğretilmelidir. En temel yasa olan Anayasanın dahi karmaşık, anlaşılmaz, yalın olmayan bir şekilde kaleme alındığı bir ülkede en önce hukukçuların yazılı ifade yeteneğinin geliştirilmesi gerekir.63 Güncel gelişmeler ile yabancı dil bilgisi ve donanımın verilmesi gerektiği her halde izahtan uzaktır. Salt hukuk kurallarıyla yetişen öğrenciler yargılama sürecine dahil olduklarında donanım eksiklikleri ortaya çıkmaktadır. Bu donanımsal eksikliğin asıl işlev alanlarına da yansıdığı ortadadır. Analitik düşünme yeteneğinin geliştirilmediği hukuk öğrencileri yargılama sürecine dahil olduklarında hukuk eğitimindeki kadar basit olmayan gerçek hayattaki sorunları analiz etmekte ve bunları belli bir kalıba sokmakta zorlanmaktadır. Yargıtay bozma kararları basit bir şekilde analiz edilse çok temel basit konularda bile ne kadar hata yapılabildiği kolaylıkla anlaşılabilir. Kanun metninde çok açık yazan gereklerin bile çoğu zaman yerine getirilmediği anlaşılmaktadır. En basit konularda bile bozuklar bir hayli fazladır. Bu yargı ve bağlantılı sistemlerin bilimsel bir tarzda öğretilemediğinin sadece kuralları aktarmanın yetersiz olduğunu göstermektedir. Basit konulardaki Yargıtay bozmalarını değerlendirirken, kanun yararına temyiz ve yazılı emir yoluna başvurma sonucu oluşan bozukların büyük oranda teftiş sonucu ortaya çıkan, tüm evreni temsil etmeyip belli bir örneklem üzerinden yürütülen kontrollerden ortaya çıktığını belirtmek gerekmektedir. Bütün bunlar yargılama uygulayıcılarının zaman içinde belli bir nosyon kazanabildiklerini ama bu zaman geçene kadar muhataplarına gerekli adalet hizmetini sunamadıklarını göstermektedir.

2. STAJ
Yargılama unsurlarının staj dönemi ayrı bir sorun alanıdır ve reforma muhtaçtır. Yargılama unsurlarının stajları ayrılmıştır. Mevcut yapıda savunmayı temsil ettiği kabul edilen avukatlık stajı ayrı, hakimlik ve savcılık stajı ise ayrı yapılmaktadır. Hakimlik ve savcılık mesleğinin belirlenmesi daha önceden iki yıllık staj bitiminde çekilen kura ile sağlanırken, bugün için staj sürecinde stajyerlerin tercihleri esas alınarak görece bir ayrışmaya gidilmiştir. Bu olumlu bir gelişmedir. Avukatlık stajında basit yargılama süreçlerinde stajyere, yanında staj yaptığı avukatın bilgi ve gözetimi altında sorumluluk verildiği gibi yargıç ve savcı adaylarına da kademeli bir biçimde sorumluluk verilebilir. Yargıç adayları yanında staj yaptığı mahkeme hakiminin gözetiminde nizasız kaza olarak da adlandırılan çekişmesiz yargı işlerine bakabilir ve belki bu konumdaki yargıç adayları yargıç yardımcısı gibi ara bir işlev üstlenebilirler. Savcı adayları için de aynı şeyler söylenebilir. Savcı yardımcılığı gibi ara bir işlevle belli nitelikteki hazırlık soruşturmalarını yürütme ve sonuçlandırma işlevi adaylara tanınabilir. Böylelikle staj döneminde artan bir sorumluluk ve işlev, yargıç ve savcılığa geçişi en sorunsuz bir biçimde sağlayacaktır. Bugünkü sistem sorumsuz ve işlevsiz bir staj sonrası birden sorumluluğun yüklenmesi olup bu durumda göreve yeni başlayan bir yargıç ve savcı bulunduğu yerdeki uygulamalar ve önceki uygulayıcıları bir anlamda taklit ederek sisteme entegre olmaktadır. Gerçi bugün için internet ve elektronik paylaşım imkanlarının artması mesleğin ilk safhasında sorunla karşılaşan yargıç ve savcıların bunları paylaşma ve çözüm yollarını geliştirmiştir. Ayrıca bu konuda Adalet Bakanlığınca geliştirilen Ulusal Yargı Ağı Projesi kısa adıyla UYAP’ın tüm ülke çapında bir standart getirdiğini ve kullanıcılar için nerdeyse tüm olasılıkların öngörülmüş olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu açıdan ilk görev yerlerinde bazen uygulayıcıların bir model, örnek aradığı eski durumlar geride kalmıştır. Uyap sisteminin etkin kullanılabilmesi durumunda uygulamanın en azından şekli düzeyde de olsa bir örnek yürütülmesi teorik olarak mümkündür.

3.ADLİ KOLLUK

Adli kolluk, üzerinde en çok konuşulan konulardan biridir. Bizim kanaatimize göre toplumumuzda yargı konusundaki fikir karışıklığının bir yansıması kabilinden olsa gerek söz birliği edilmişçesine savcılığa bağlı bir adli kolluğun kurulması gereği sürekli savunula gelmiştir. Ceza yargılamasının öncüsü, hazırlık soruşturması açısından savcılığa bağlı bir kolluk gerekebilir. Buna kimse itiraz etmez. Fakat son soruşturma yani kovuşturma safhasında mahkemelerin kolluk işlemlerinin mevcut yapıyı esas alırsak, savcılığa bağlı bir kolluk aracılığıyla yerine getiriyor olmaları şaşırtıcı bir biçimde hiç kimse tarafından sorun yapılmamıştır. Mahkemelerin kendiliğinden tahkik, gerçeği araştırma yükümlülüğü vardır. Kolluk adli yönden savcılığa bağlıysa mahkemeler kolluk işlemleri için davacı olan savcılığa bağlı hale getirilmiş demektir. Yargı yani ilk derece adli yargısında mahkemeler mevcut yapıda yönetsel, mali ve temsil bakımından savcılığa bağlı yapılandırıldığı ve işletildiği gibi, kolluk açısından da savcılığa bağlı hale getirilmiştir.
Kendiliğinden araştırma yetkisine sahip yargı organı, bugünkü sistemde ceza yargısı anlamında davacı konumunda olan savcılığa bağlı olarak işlediği kabul edilen kolluğa başvurarak işlevini yerine getirmek durumundadır. Savcılığın da bugünkü sistemde hakim kadar bağımsız faaliyette bulunduğu düşünülebilirse de savcılık ceza yargılamasında davacı olduğu sürece, davacıya bağlı olduğu kabul edilen bir kolluk aracılığı ile kovuşturma safhasını yürütmek ve savunmanın bu koşullarda işlevinin sınırlı kılınması bugünkü ceza adalet sisteminin bütünüyle iddia eksenli yapılandığını göstermektedir.
Yargıyı bağımsızlaştırma gerekçesiyle tamamen savcılığa bağlı bir adli kolluğun kurulması gerektiğini savunanlar aslında yargıyı bağımsızlaştırma adı altında yargıyı tamamen iddia organına yani savcılığa bağlı hale getirdiklerini görememektedirler. Yargının yani mahkemelerin işlevlerini bağımsız ve tarafsız bir biçimde yerine getirebilmeleri için taraflardan bağımsız bir kolluğa sahip olması gerekir. Hazırlık soruşturma kolluğu, savcılığa bağlı olarak işlevini yerine getirmeli, yargıya intikal etmiş bir uyuşmazlıkta kolluk işlevi ise savcılığa değil sadece mahkemeye yani yargı yönetimine ait bir kollukla yerine getirilmelidir. Bugüne kadar yargı kolluğu düşünülmemiştir. Savcılığa bağlı adli kolluk kurulması gerektiği savunulmuş, bu kolluğun yargı bağımsızlığını sağlayacağı savunulmuştur. Bugünkü yapılanmada kolluk yönetsel olarak ait olduğu kuruma, adli yönden ise Cumhuriyet savcılığına bağlı olduğu kabul edilmektedir. Cumhuriyet başsavcısının kolluk amirlerine sicil verme yetkisi olmasa da görüş bildirme yetkisi bulunmaktadır. Cumhuriyet başsavcılığı kolluğun hazırlık soruşturma safhasındaki etkinliğini gözeterek sicil vermesi bugünkü yapılanmada gerekli görülebilir fakat son soruşturma yani kovuşturma safhasında kolluğun performansını kim belirleyecektir? Elbetteki bunu mahkemelerin yapması gerekir. Oysa bu konuda da mahkemelerin herhangi bir yetkisi yoktur. Doğrudan mahkemelerin emirlerini yerine getirmekle yükümlü bir kolluk bugünkü sistemde yoktur. Zira mahkemelerin kolluğa yöneltme yetkisi bile yoktur. Emirlerini uygulamayan kolluğa karşı mahkemenin yapabileceği yegane şey Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunmaktır. Yani yargının yani mahkemelerin işini yaptırabilmek için kamu ve özel kurumlar ile kolluk üzerinde hiçbir yetkisi yoktur. Yargıya sağlanan tek yetki zaten tüm bireylere tanınmış olan savcılığa suç duyurusunda bulunma yetkisidir. Bunun gerçekte pratik hiçbir işlevi yoktur. Bugünkü yapıda mahkemeler sadece suç duyurusunda bulunulacağı tehdidi ile iş yaptırabilmektedirler. Böyle işlevsiz bir yapılanma bağımsız oluyorsa söylenebilecek bir şey yoktur. Bugünkü sistemde yargı gerçekten bağımsızdır ama hiçbir şeye sahip olmayarak, hiçbir yetkisi olmayarak bağımsızdır. Eski ifadeyle her şeyden azade olmak şeklinde bağımsızdır. Yargı ironik bir biçimde yargı yönetiminden dışlanmış işlevini yerine getirme açısından her şeyiyle savcılığa bağımlı hale getirilmiştir.
Kavramsal, kurumsal ve işlevsel yargı reformu sağlanabilirse, yargının işlevini yerine getirebilecek kendine bağlı bir kolluk ya da zor kullanma yetkisine sahip uzman bir örgütlenme kurulmalıdır. Yargının araçsal bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlamalıdır. Yargının işlevini yerine getirebilmesi bağlı olmayan kurumlar üzerinde de suç duyurusu bulunma tehdidiyle işini gördürmeye çalışma acizliğine düşmeyecek tarzda tıpkı yukarıda belirtildiği gibi, ABD’deki gibi bazı zorlayıcı tarzda yaptırımlar uygulayabilme imkanı tanınmalıdır. Mahkemelerin iş yaptırabilme yeteneği yani komuta işlevi, taraflardan her yönüyle bağımsız şekilde yerine getirilebilmelidir. Bugünkü sistemde savcılık resen hareket etme iktidarına sahip olduğu için etkindir. Mahkemelerin ise resen kendiliğinden hareket etme iktidarı olmadığı için etkinliği yoktur. Suç duyurusu ve soruşturma dışında mahkemelerin kendiliğinden hareket ederek işlevlerini yerine getirmelerini sağlayacak tarzda sınırlı disiplin hapsi yada para cezası gibi cezaları verme yetkisi tanınabilir. Bu yetki mahkemeleri ve hakimleri daha etkin kılacaktır.
Adli kolluk bir bütün olarak ülke çapında Adalet Bakanlığına bağlı olarak da örgütlendirilebilir. Yargı Adalet Bakanlığından bağımsızlaşınca, bakanlık yargıya kolluk aracılığıyla destek hizmetlerini sağlayabilir. Böylelikle yürütmenin yargı ile ilişkisi de bir derece sağlanmış olabilir. Örgütlenecek kolluk, hazırlık soruşturması safhasında savcılığın yönetiminde, son soruşturma, kovuşturma safhasında ise mahkeme yönetiminde olabilir. Savunma işlevi de soruşturma ve kovuşturma safhalarında kolluktan daha etkin yararlanabilecek şekilde yetkilendirilebilir. Savunma işlevi de en az iddia kadar önemli bir yargılama fonksiyonudur. Savunmanın bugünkü gibi şekli bir zorunluluğu yerine getirmekten ziyade, etkin bir fonksiyon haline getirilmesi kolluğu belli ölçüde yönlendirebilmesini gerektirir. Kısaca tüm yargılama unsurları kolluktan eşit olarak faydalanabilmelidir. Hazırlık soruşturması savcının baskın olduğu bir aşama olup bu aşamada kolluk savcılığa, son soruşturma, kovuşturma safhası ise mahkemenin yani yargının yönettiği bir aşama olup bu safhada da mahkemenin kolluğu savcıdan bağımsız olarak yönetebilmesi, yönlendirebilmesi gerekir. Savunma ise son soruşturma safhasında mahkeme yani yargı aracılığıyla kolluktan istemlerini sağlayabilmelidir.

4.İNFAZ SİSTEMİ

Hukuk mahkemelerinin infaz sistemini icra daireleri, ceza mahkemelerinin infaz sistemini ise, savcılık sağlamaktadır. Hukuk mahkemelerinin icra sistemi neredeyse çökmüş durumdadır. Kurum her yönüyle ihmal edilmişliğini göstermektedir. İcra dairelerinin insan kaynağı gereksinimi o kadar ihmal edilmiştir ki icra dairelerinde adliyelerin etrafında yer alıp keşif ve icra haciz işlemlerine giden şoförler yahut ayakkabı boyacıları gibi şahıslar bile çalışabilmektedir. Bu içler acısı duruma icra dairelerine işi düşen herkes şahittir. İcra dairelerinin bir bütün olarak gözden geçirilerek, yeterli insan kaynağı ve donanımla acilen desteklenmesi gerekmektedir.
Kesinleşmiş ceza mahkemesi kararlarının infazını sistemimizde Cumhuriyet savcılığı yerine getirmektedir. Bize göre kesinleşmiş ceza mahkeme kararlarının yerine getirilmesi yargısal bir iş değildir. Yönetsel bir iş olan ceza infaz sistemi, bugün için küreselleşmenin etkisiyle piyasa koşullarında bile üretilebilmektedir. Cezaların infazının bu alanda faaliyette bulunan özel bir kuruma tevdi edilmesi bile mümkündür. Küreselleşmenin etkisi en çok ceza infaz sisteminde kendini göstermektedir. Böyle bir yapılanmada devletin işlevi de oldukça kuvvetli denetim olmalıdır.
İnfaz sistemi savcılıktan ayrılırsa, savcılığın bugünkü sistemde yerine getirdiği işlevler de bir ölçüde ayrışmış olacaktır. Hazırlık soruşturmasının yürütülmesi ayrı, son soruşturma, kovuşturma safhasında yürütülen iddia işlevi ayrı, kesinleşmiş ceza mahkemesi kararlarının yerine getirilmesi ise farklı birimlerce yahut bu alanda uzmanlaşmış savcılıklarca yerine getirilebilir. Bugünkü sistemde de bir ölçüde savcıların bir kısmının hazırlık soruşturmasını yürütme, bir kısmının duruşmalara girme, bir kısmının ise infazla görevlendirilme gibi bir ayrışma mevcut ise de bu ayrışma, o yer Cumhuriyet başsavcısının inisiyatifiyle olup kurumsal ve profesyonel bir ayrım anlamına gelmemektedir.
Bizim ortaya koymak istediğimiz yargı reformu sağlanabilirse, mahkemelerin hazırlık soruşturması, yahut son soruşturma, kovuşturma safhasında verdiği suçluluğu henüz kesinleşmemiş ama tedbiren hürriyeti kısıtlanmış şahıslar hakkında verilen tutuklama kararlarının infazının mutlaka ceza infaz kurumlarından bağımsız tüm yargılama organlarının yani iddia, savunma ve yargı temsilcilerinin yönetiminde bir kurumsal yapı içinde infaz edilmesi gerekir. Aynı yapılanma, infazın insan haklarına uygun olup olmadığının daha etkin bir biçimde denetlenebilmesi açısından kesinleşmiş mahkeme kararlarının infazında da sağlanabilir.

5.HAKİMLER VE SAVCILAR YÜKSEK KURULU İLE DENETİM

Bugünkü sistemde yargıçlar ve savcılar ile adliyelerin denetimi Adalet Bakanlığı’na bağlı teftiş kurulu aracılığıyla yerine getirilmektedir. Savcılığın Adalet Bakanlığı’na yönetsel açıdan bağlı olduğu kabul edilince, Adalet Bakanlığı müfettişlerinin savcıları denetlemesinden daha doğal bir şey olamaz fakat bağımsız olduğu öne sürülen yargıçların Adalet Bakanlığı müfettişlerince denetlenmesi ve bu denetim sonucu verilen raporların yargıçların terfi, tayin gibi hayati öneme haiz uygulamaların dayanağını oluşturması her yönüyle yargı bağımsızlığına aykırıdır. Hakimlerin tayin ve terfilerinin Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından yapılıyor olması da bir şey ifade etmez. Zira kurulun kendisi bizatihi Adalet Bakanlığı’nın sağladığı ölçüde faaliyette bulunan yönetsel ve mali açıdan Adalet Bakanlığı’na bağımlı bir kurumdur. Hakimler ve savcıların işlevsel farklılıklarını göz ardı ederek mevcut yanlış ilk derece adli yargı yapılanmasını esas almış olan HSYK yapılanmasının yargı bağımsızlığını sağlayabilme imkanı yoktur. Bu sorun, kurulun başkanının Adalet Bakanı olması ve Adalet Bakanlığı müsteşarının kurul üyesi olmasından daha derin bir sorundur. Bize göre adliyelerde yargıçların ve savcıların iç içe geçmiş örgütleniş biçimi nasıl yargı bağımsızlığına aykırı ise, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun da bu şekilde birleşik bir kurum olması yargı bağımsızlığına aykırıdır. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun bugünkü yapılanması, işleyişi ve Adalet Bakanlığı’na bağımlılığı; aynen ilk derece adli yargı örgütlenmesinde mahkemelerin savcılığa bağımlı yapılandırılması ve işletilmesine benzemektedir. Bu kurulun hiç duraksamaksızın hakimler kurulu ve savcılar kurulu şeklinde iki bağımsız ve kendi kendine yeten bir örgütlenmeyle yeniden yapılandırılması gerekir. Öngördüğümüz kavramsal, kurumsal ve işlevsel reform gerçekleştirilebilirse, denetim mutlaka gerekiyorsa, yargı örgütünün hakimler kurulu, savcılık örgütünün de savcılar kuruluna bağlı denetim birimlerince denetlenmesi gerekmektedir. Örgütler ayrıştıktan sonra kurullarda Adalet Bakanının yer alması sorun oluşturamaz.
İsveç’te yargı örgütü ile savcılık örgütü ayrılmış olup yargı örgütü ve yargıçların teftişi parlamentoya bağlı ombudsman aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Yargı ile savcılığın tamamen bağımsız yapılandırıldığı örnek ülkelerden İngiltere’de ise adalet bakanı bile olmayıp, yargıçlar, adalet işleri ile ilgili anayasal işler departmanı adlı birim ile lordlar kamarasının başkanı olan lord unvanlı başyargıçın koordinasyonu ile denetlenebilmektedir.64
Hakimler kurulu ile savcılar kurulu ayrışırsa daha üst bir kurum hakimler ve savcılar üst kurulu itirazları karara bağlayacak tarzda yapılandırılabilir. Böyle bir üst kurul, yargılama unsurlarının birbirlerini denetlemeleri ve kontrol etmelerine uygun olabilir. Ülkemize model olan Fransa’da bile Hakimler ve Savcılar Yüksek Konseyi hakimler ve savcılara ilişkin konuları iki ayrı bölümde değerlendirmektedir.65

6.ÖRGÜTLENME

Yargıç ve savcıların örgütlenmesi uzun bir zaman yasak kabul edilmiştir. Fakat dünyadaki gelişmeler yargıç ve savcıların örgütlenebildiğini hatta İsveç gibi ülkelerde sendikalaşabildiklerini göstermektedir.66 Yargıç ve savcıların örgütlenmesinde şu an için bir ilk oluşturarak bu alandaki mitosları yıkan Yarsav adlı örgüt ilk olması nedeniyle takdire şayan bir oluşumdur. Lakin bu yapılanma mevcut yargıç ve savcıların iç içe geçmiş yapılanmasını esas aldığı ve işlevsel farklılığı göz ardı ettiğindan yanlış bir örgütlenme olmuştur. Yargıçlık ayrı bir meslek, savcılık ayrı bir meslektir. Mesleki örgütlenmelerin mesleği esas alarak yapılması gerekir. Nasıl baroların oluşumunda sadece avukatlar yer alıyorsa hakimlerin örgütlenmesinde sadece yargıçlar, savcıların örgütlenmesinde de sadece savcılar yer almalıdır. Belki hakimler, savcılar ve avukatların mesleki birlikleri bir üst platformda tüm yargılama unsurlarının yer aldığı ayrı bir birlik oluşturabilirler. Fakat her ne olursa olsun bize göre yargıç ve savcıların aynı çatı altında örgütlenmeleri yanlış bir yapılanma olmuştur. Belki ileride birden fazla örgütlenme mümkün olabileceği gibi, barolara benzer şekilde zorunlu üyelik esasına tabi ama Adalet Bakanlığından bağımsız bir örgütlenme şekline de gidilebilir.

SONUÇ VE ÖNERİLER

Sonuç itibariyle bugünkü adli yargı ilk derece örgütlenmesi hakimlik ve savcılığın farklılığını gözardı ederek, adliyelerde mahkemeleri savcılığın idari vesayeti ve dolaylı yoldan Adalet Bakanlığı’nın şemsiyesi altına soktuğu için her yönüyle yargı bağımsızlığına aykırıdır. Bağımsız ve tarafsız yargı demokrasinin, insan haklarının, adaletin güvencesidir. Bu itibarla :
Yargı, yargılama, iddia ve savunma kavramları, işlevleri net bir biçimde tanımlanmalıdır. Yargı makamlarının dağınık örgütlenmeleri giderilerek tek çatı altında birleşik tüm ülke çapında geçerli bir örgütlenme oluşturulmalıdır. Savcılık örgütünün ağır ceza merkezleri esas alınarak dağınık örgütlenmesi yerine tüm ülke çapında birleşik bir üst savcılık örgütünün şubeleri olarak örgütlenilmesi sağlanılmalıdır.
İlk derece ve kurulacak ikinci derece adli yargı örgütlenmelerinde savcılık örgütü ile mahkemeler örgütü birbirinden ayrılmalıdır.
Yargı yönetimi yargıya, savcılık yönetimi savcılığa ait olmalıdır. Elbetteki bu konuda profesyonel yardım alınacak tarzda destek birimleri kurulabilir.
Tüm ülke çapında faaliyette bulunacak birleşik bir Türkiye Cumhuriyeti Savcılığı ile aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti Yargıtayı kurulmalıdır. Birleşik savcılık örgütünün başkanı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olabilir. Birleşik adli yargı örgütünün başı da aynı şekilde Yargıtay Başkanı olabilir. İdari yargı açısından da aynı şekilde tüm idari yargı örgütü birleşik bir şekilde örgütlenebilir. Danıştay Başkanı aynı şekilde tüm idari yargı örgütünün başı olabilir. Bu durumda tüm yargı adli, idari ayrımı kalmakla birlikte iki temel örgüt içinde birleştirilmiş olur. Yüksek yargı, ilk derece yargı ayrımı yargının kendi içindeki alt ayrımlar haline gelir. Yargı birliğinin sağlanması için adli ve idari yargı ve gerekiyorsa diğer yargı kurumları daha üst tek bir çatı altında toplanabilir ve yargıya ait tüm yönetsel ve mali işler bu örgüt tarafından yerine getirilebilir. Bu konuda başarılı bir model olan Japonya’da Japon Yüksek Mahkemesinin tüm yargıda tek temyiz mercii ve yargısal görevlerinin yanında kural koyma ve yargı yönetimi ve mali işler alanında tek yetkili otorite olduğu savcıların ise Adalet Bakanlığı’na bağlı ayrı bir örgütlenme içinde oldukları anlaşılmaktadır.67Anayasa Mahkemesi farklı işlevlere sahip bir üst yargı organı olduğu için ayrık yapılanması yerindedir. Fakat Anayasa Mahkemesinin yüce divan adı altında ceza mahkemesi fonksiyonu görmesi tartışılabilir. Bu yetkinin profesyonel olarak Yargıtay içinde ceza yargılamasını yürütecek ve ceza dairesi başkanlarının oluşturduğu bir mahkemece yerine getirilmesinin mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Askeri yargı ise bizatihi bir komutanlık altında faaliyette bulunduğundan tam olarak bağımsız olması hiçbir zaman mümkün değildir. Askeri yargı ya tamamen kaldırılmalı yada işlevi oldukça daraltılmış askeri – disiplin suçlarına ve sadece askerlere inhisar ettirilmelidir.
Bu şekilde ayrışmış ve kendi içinde bütünleşmiş savcılık ve yargı örgütlerinin bağımsız kaynaklar ile birlikte insan kaynağı ve donanımla desteklenmesi gerekir.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu aynı şekilde Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu şeklinde ayrışmalı, kurulların özellikle hakimler yüksek kurulunun işleyişi Adalet Bakanlığından bağımsız hale getirilmeli, hakimler ve savcıların denetimi üst kurullara bağlı denetim birimlerince yerine getirilmelidir.
Savcılığa bağlı bir kolluk olmalı fakat savcılıktan bağımsız mahkemelerin de bir kolluğa sahip olmaları gerekmektedir. Böyle ayrı örgütlenmeler yerine tüm ülke çapında Adalet Bakanlığı’na bağlı bir adli kollukta kurulabilir. Bu kolluktan soruşturma safhalarına göre iddia, mahkemeler ve savunma birimleri eşitlik içinde faydalanabilmelidir.
Kişi hürriyetini bağlayıcı cezaların infazı ve bu konulardaki insan haklarını ilgilendiren tedbirlerin yerine getirilmesi yargılama unsurları olan iddia, savunma ve yargı temsilcilerinin yönetiminde bir oluşum aracılığıyla yerine getirilmeli yahut etkin bir biçimde denetlenmelidir.
Yargıç ve savcıların birincil örgütlenmeleri ayrı ayrı olmalı, barolarla birlikte daha üst birliklerin oluşmasına da imkan tanınmalıdır. Tüm ülke çapında örgütlenmenin etkin ve katılımcı bir biçimde sağlanabilmesi için internet platformu gibi modern iletişim ve örgütlenme imkanlarından yararlanılmalıdır.
Hukuk eğitimi uygulamayla eşgüdüm içinde ve diğer modern disiplinlerle bütünlük arzedecek bir tarzda yeniden yapılandırılmalıdır. Hukuk eğitimi salt hukuk kural ve kavramlarının aktarılmasının üstüne çıkmalıdır. Hukuk fakültesi mezunlarının analitik düşünce yapısını kazanmış bir biçimde meslek hayatına atılmaları sağlanmalıdır. Yasa metinlerinin ne anlama geldiğini anlamak hukukçular için bile oldukça zor bir hale geldiğinden; yasa yazımı, yorumlama teknikleri, sözlü ve yazılı ifadelerin herkesin anlayabileceği basitlik ve sadelikte yerine getirilebilmesi için özel dersler konulmalıdır.
Yargıç ve savcı yardımcılığı ihdas edilmeli, staj dönemi sorumluluk alarak ve bu şekilde yerine getirilmelidir.









KAYNAKÇA

1. Ahmet Erol, Demokrasi Örgütlenme Özgürlüğü ve İsveç Örneği, Kültür Bakanlığı, Demokrasi Klasikleri, No:7, Ankara 1995
2. Alaın Touraıne, Demokrasi Nedir?, Yapı Kredi Yayınları, Cogito 66, Çeviren Olcay Kunal, İstanbul, 2000.
3. Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 2, 1965
4. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, C.1, Demir Yayınları, Ankara 2001
5. Bernard Pacteau, “Fransa’da Adalet ve Politika”, Derleyen Figen Koç, İzmir Barosu Dergisi, Yıl 63, Ocak 1998.
6. Cem Eroğul, Çağdaş Devlet Düzenleri, İmaj Yayınevi, Ankara 2001.
7. David Ruelle, Rastlantı ve Kaos, Çeviren Deniz Yurtören, Tübitak Popüler Bilim Kitapları No:7, Ankara 1995
8. Davit Spitz, Antidemokratik Düşünce Şekilleri, Çeviren, Şiar Yalçın, MEB Yayınları, 2143, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi 454, Araştırma-İnceleme:12, İstanbul 1994.
9. Durmuş Tezcan, Mustafa Ruhan Erdem, Oğuz Sancakdar, Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, Seçkin Yayınları, Ankara 2002
10. Erdener Yurtcan, Ceza Yargılaması Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul 1987.
11. Faruk Erem, Savcıların Teminatı Meselesi, Ankara 1968.
12. Faruk Erem, “Ceza Usulünün Temeli”, Yargıtay Dergisi, C. 10, 1984, Sayı 4.
13. Feridun Yenisey, “Ceza Adalet Sisteminde Jandarma ve Polisin Rolü ve Etkinliği”, Ceza Adalet Sistemi ve Polis Sempozyumu, Polis Akademisi Seminer Konferans Sempozyum Bildirileri Dizisi 5, Ankara 1998.
14. Feriha Baymur, Genel Psikoloji, 7. Baskı, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1985.
15. Feyyaz Gölcüklü, Şeref Gözübüyük, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan Kitabevi, Ankara 2002.
16. Feyzi Uluğ, Mevzuat Hazırlama Tekniği, İm Yayıncılık, Ankara, 1986,
17. Friedrich A. Hayek, Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, Çeviren Atilla Yayla, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 331/36, 1994
18. Gencay Şaylan, Demokrasi ve Demokrasi Düşüncesinin Gelişmesi, TODAİE, No:282/1. Baskı, Ankara 1998.
19. Giuseppe Zanardelli, 25.3.1903’te yaptığı konuşmadan, Nakleden İlhan Özay, “Yargı Güvencesi Bağımsızlığı ve Anayasa Mahkemesi”, Anayasa Yargısı, A.Y.Mahkemesinin 29. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle düzenlenen sempozyumda sunulan bildiriler, Ankara, 1991
20. Hüseyin Erkenci, “Yargı Reformu Hakkında Düşünceler”, Yeni Türkiye Yargı Reformu Özel Sayısı, Yıl 2, Sayı 10, Temmuz-Ağustos 1996.
21. http://www.abgm.adalet.gov.tr/dokumanlar/abhakatan.pdf
22. http://www.abgm.adalet.gov.tr/dokumanlar/absav.pdf
23. http://www.abgm.adalet.gov.tr/dokumanlar/abtef.pdf
24. http://www.abgm.adalet.gov.tr/dokumanlar/yyks.pdf
25.http://www.basin.adalet.gov.tr/bnot/2008bnot/Yargı%20Reformu%20Stratejisi%20Taslağı.pdf
26.http://www.dpt.gov.tr/PortalDesign/PortalControls/WebIcerikGosterim.aspx?IcerikRef=3803&WorkArea=ctl 41
27. http://www.sgb.adalet.gov.tr/belgeler/pdf/adalet-9p-oik.pdf
28. İbrahim Ö. Kaboğlu, Özgürlükler Hukuku, Afa Yayınları, 269/1, 5. Baskı, İstanbul, 1999
29. Kjell Bjornberg, Paul Richmond, Türkiye Cumhuriyetinde Yargı Sisteminin İşleyişi, İstişari Ziyaret Raporu, 28 Eylül, 10 Ekim 2003, Avrupa Birliği Komisyonu, Brüksel, Türkçe Metni İçin, http://www.abgm.adalet.gov.tr.
30. Lord Diplock, “Devlet Yönetiminde Hakimlerin Rolü”, İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi, (Çeviren Tayfun Akgüner) İstanbul 1980.
31. Lütfi Duran, “Adliye Genel Yargı Yeri”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 17, Sayı 1. 1984.
32. Lütfi Duran, “Türkiye’de Anayasa Yargısının İşlevi ve Konumu”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 17, Sayı 3,1984.
33. Mehmet Semih Gemalmaz,Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine Giriş, Beta Yayınları, No:1117/449, 3. Bası, İstanbul 2001.
34. Mehmet Zeki Genç, “Anayasalar Açısından Yargı Bağımsızlığının Kuvvetler Ayrılığı ile İlişkisi”, İstanbul Barosu Dergisi, C.66, Sayı 4-5-6, İstanbul 1992.
35. Münci Kapani, İcra Organı Karşısında Hakimlerin İstiklali, AÜHF Yayınları, No:93, Ankara 1956.
36. Nuala Mole ve Catharina Harby, Adil Yargılanma Hakkı, İnsan Hakları El Kitapları, No:3, Avrupa Konseyi, İnsan Hakları Genel Müdürlüğü, 2. Baskı, Kasım 2003.
37. Nuri Poyraz, “Hukukun Üstünlüğü Kavramı ve Ülkemizdeki Uygulama Sorunları”, Yeni Türkiye Yargı Reformu Özel Sayısı, Yıl 2, Sayı 10, Temmuz-Ağustos 1996.
38. Nurullah Kunter, Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku.İstanbul 1986.
39. Nurullah Kunter, “Türkiye’de Yargı Kuvveti”, Kanun-u Esasinin 100. Yılı Armağanı, (Derleyen Bahri Savcı), Ankara Üniversitesi SBF. Yayınları, No:423, Ankara 1978.
40. OECD, Ekonomik İyileşme İçin Önemli Destek, Başbakanlık Dış İlişkiler Başkanlığı, (Çeviren Vedat Uras, Ahmet Arslanoğlu), Ankara 2002.
41. Öztekin Tosun, “Ceza Adaletinde Reform İlkeleri”, İÜHFM, Cilt 37, Sayı 1-4, İstanbul 1972.
42. Raymond Screvens, “Ceza Yargılama Usulü”, (Çeviren Cengiz Koçhisarlıoğlu), Yargıtay Dergisi, Cilt 9, Sayı 4, Ekim 1983.
43. Robert A. Dahl, Demokrasi Üstüne, Çeviren Betül Kadıoğlu, Phoenix Yayınevi, 1. Baskı, Ankara 2001.
44. Saim Üstündağ, Yargı Organlarının Sorunları ve Çözüm Yolları, İBD’nin Mayıs-Haziran 1974 Sayısından ayrı bası, İstanbul 1974.
45. Sami Selçuk, “Hukuk ve Yargıda İyileştirme Üzerine”, Yeni Türkiye Yargı Reformu Özel Sayısı, Yıl 2, Sayı 10, Temmuz-Ağustos 1996.
46. Sami Selçuk, “Yargılamada Nesnellik Bağlamında Yazılı Hukuk ve Yargıç İlişkisi”, Yargıtay Dergisi, C.22, Sayı 3, Temmuz 1996.
47. Selahaddin Keyman, Ceza Muhakemesinde Savcılık, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No:266, Ankara 1970.
48. Sulhi Dönmezer, “Türkiye’de Yargı Kuvveti”, Kanun-u Esasinin 100. Yılı Armağanı, (Derleyen Bahri Savcı), Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, No:423, Ankara 1978.
49. Şeref Ünal, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, TBMM Yayınları No:89, Ankara, 2001
50. Tuğrul Katoğlu, “Bağımsız Yargıda Savcıların Yetkileri”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Sayı 187, s. 32, Ankara 1996.
51. Uluslararası Af Örgütü, Adil Yargılanma Hakkı, İletişim Yayınları, 632/10, İstanbul 2000.
52. Walter Porzig, Dil Denen Mucize, Çeviren Vural Ülkü, Kültür Bakanlığı Yayınları, 631/50, Ankara 1990, C.l
53. Yavuz Abadan, “Türkiye’de Yargı Kuvveti”, Kanun-u Esasinin 100. Yılı Armağanı, (Derleyen Bahri Savcı), Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, No:423, Ankara 1978.
54. Yücel Sayman, “Avukat Nereden Avukat Bağımsız Neden”, Antalya Barosu Dergisi, Yıl 24, Sayı 5/48, Nisan 2003.
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"Nasıl Bir Yargı Reformu" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Ümit Müderrisoğlu'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.


[Yazıcıya Gönderin] [Bilgisayarınıza İndirin][Arkadaşa Gönderin] [Yazarla İletişim]
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
» Makale Bilgileri
Tarih
28-09-2009 - 15:43
(5324 gün önce)
Makaleyi Düzeltin
Yeni Makale Gönderin!
Değerlendirme
Şu ana dek 3 okuyucu bu makaleyi değerlendirdi : 3 okuyucu (100%) makaleyi yararlı bulurken, 0 okuyucu (0%) yararlı bulmadı.
Okuyucu
5487
Bu Makaleyi Şu An Okuyanlar (1) :  
* Son okunma 3 gün 18 saat 18 dakika 3 saniye önce.
* Ortalama Günde 1,03 okuyucu.
* Karakter Sayısı : 185306, Kelime Sayısı : 22932, Boyut : 180,96 Kb.
* 1 kez yazdırıldı.
* 1 kez arkadaşa gönderildi.
* 5 kez indirildi.
* 2 okur yazarla iletişim kurdu.
* Makale No : 1100
Yorumlar : 0
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
Makalelerde Arayın
» Çok Tartışılan Makaleler
» En Beğenilen Makaleler
» Çok Okunan Makaleler
» En Yeni Makaleler
THS Sunucusu bu sayfayı 0,09324193 saniyede 13 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.