Ceza hukukunun gelişiminde “kast” ve bu bağlamda “bilinç” ve “irade” kavramları büyük bir önem taşımış ve çok tartışma yaratmıştır. Modern ceza hukukunda iradilik niteliği egemendir; bu itibarla, iradi olmayan bir fiilin, hukuka aykırı olsa da suç teşkil etmeyeceğini ifade maksadıyla, “manevi unsur” deyimi kullanılmaktadır. Manevi unsur iki bölümde incelenmektedir. Birincisi isnadiyettir: Bir kimsenin cezalandırılabilmesi için, tipe uygun ve hukuka aykırı bir hareket bulunması yetmemekte, aynı zamanda, bu hareketin ona şahsen isnat edilebilmesi, onun hareketi hakkında bir değer hükmü verilebilmesi de aranmaktadır
[1]. Manevi unsuru oluşturan ikinci bölüm ise kusurluluktur[2]: Fail, fiili kusurlu olarak işlemiş bulunmadıkça cezalandırılamaz.
İsnadiyetle ilgili tartışmalar, iradenin özgür olup olmadığı ile ilgilidir. Daha açığı; irade kavramının gerçek mi yoksa yanılsama niteliği mi taşıdığı hususunda ciddi tartışmalar mevcuttur. Pozitivist görüş, bilimsel yasaların nedensellik ilişkilerinin iradenin işleyişini de etkilediğini, determinizme tabi olan iradenin özgür olmadığını[3] ileri sürmekte ve bu tezden yola çıkarak; cezanın toplumsal savunma aracı olduğunu, bu nedenle de içeriğinin, bu araca uygun olarak, tedavi, rehabilitasyon ya da tasfiye şeklinde düzenlenmesi gerektiğini ileri sürmektedir[4]. Klasik okul ise iradenin serbest olduğunu, ona etki eden unsurlar mevcutsa da insana inanmanın iradenin kudretine de inanmak anlamına geldiğini, isnadiyetin de bundan kaynaklandığını savunmaktadır[5].
Kusurluluğun temeli olan kasttan doğan sübjektif sorumluluğu açıklama çabaları ise tarihsel süreçte çeşitli teorilerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bunlardan birincisi, “tasavvur teorisi”dir. Bu teoriden yana olanlara göre kast, tipe uygun hareketin önceden tasavvur ve idrak edilmesinden ibarettir[6]; yani kast, neticenin öngörülmesi, neticenin gerçekleşeceği bilinci ile hareketin istenerek yapılmasıdır. Bu teori, taksirle kast arasındaki ayrımı ortadan kaldırdığı ve failin sorumluluk alanını genişlettiği için eleştirilmiştir[7]. İrade teorisine göre ise kastı ayırt eden nitelik, failin neticeyi istemiş olmasından ibarettir[8]. Karma teori olarak isimlendirebileceğimiz sonuncusu ise kastı; “öngörülen ve suç teşkil eden bir fiili gerçekleştirmeye yönelen irade” olarak tanımlar[9].
Bu teorilerin sağlıklı bir değerlendirmesinin yapılabilmesi için, bilinç ve irade kavramlarının spekülatif temellerden kurtarılıp, bilimsel bağlamı içinde ele alınması zorunludur. Burada, gelişen nörobilim incelemeleri ve kuantum teorisi bağlamında her iki kavram incelenmeye çalışılacaktır.
Bilinç ve iradenin irdelenmesi için, önce, özgün bir evren modeli ileri sürülecektir:
20. yüzyılın başlangıcı, fizikte iki ayrı teoriye tanıklık etti. Bunlardan birincisi, “genel görelilik teorisi”, diğeri ise “kuantum (tanecik) teorisi”dir.
Genel görelilik, kütle çekim gücünü açıklayan klasik bir teoridir. Einstein’ın 1915 yılında ortaya attığı bu teoriye göre; uzay-zaman düz değil, eğridir. Bu eğriliğe/bükülmeye yol açan, uzay-zamanın içindeki kütle ve enerjidir. Gezegenler gibi nesneler, uzay-zaman içinde düz bir çizgide hareket etmeye çalışırlar. Fakat uzay-zaman düz değil de eğri; bükülmüş olduğu için, yolları bükülmüş görünür. Örneğin dünya, düz bir çizgide hareket etmeye çalışmaktadır. Ancak, uzay-zamanda güneşin kütlesinin yarattığı eğrilik, dünyanın, güneşin çevresinde bir daire içerisinde hareket etmesine yol açar[10]. Kısaca -bu teoriye göre- nesneleri birbirine doğru çeken olgu, kütle sebebiyle uzay-zamanın eğilmiş olmasıdır. Teorinin özgün halinde, uzay-zamanın sabit olduğu, büyüyüp küçülmediği ileri sürülmüşse de sonraki bilimsel gözlemler, evrenin ve dolaysıyla uzay-zamanın genişlediğini ortaya koymuştur.
Einstein, Uzay, Zaman ve İzafiyet Teorisi | Beyinsizler.net
Kuantum teorisinin temel önermesi, “belirsizlik ilkesi”dir. Bu ilke, bir parçacığın konumu ve momenti gibi belirli nicelik çiftlerinin, aynı anda istenilen doğrulukta ölçülemeyeceğini belirtir.[11] Bu teoriye göre ışık, (foton ismi verilen) parçacıklar halinde yayılır (doğrusu hem ışık hem de atom altı parçacıklar hem dalga hem de parçacık gibi hareket eder). Varlığı bilinen tüm güçler de paketler/parçacıklar şeklinde yayılıp taşınırlar.
Kuantum mekaniği, atomlar ya da moleküller gibi sonlu sayıda serbestlik derecesine sahip sistemlerde başarıyla uygulandı. Ancak, sonsuz derecede serbestlik derecesine sahip olan elektromanyetik alana uygulanmasında bazı zorluklar çıktı. Bu zorluklar, “renormalizasyon” denen yöntemle giderilmeye çalışılmıştır. Bu yöntem, bazı sonsuz niceliklerin, geride sonlu artıklar bırakacak şekilde çıkarılmasına ve böylece, deneysel olarak tespit edilen -giydirilmiş- parçacıkların, teoride öngörülen çıplak parçacıklar yerine hesaplamaya konu edilmesine dayanır.
Kütle çekiminin kuantum teorisini oluşturma çabaları ise sonuç vermedi. Çünkü sonsuz sayıda sezilgen (kuvvetleri taşıyan, gerçek parçacıklar üzerindeki etkileri sezilebilen, ancak, gerçek parçacıklar gibi, varlıkları deneysel olarak tespit edilemeyen) parçacığın birbirini etkilediği kabul ediliyordu ve bu sonsuz sayıda sezilgen parçacığın etkilerinin birbirini götürmesi mümkün olmadığından, teori renormalize edilemiyordu. Gerçekten de kütle çekim gücünü taşıdığı varsayılan, “graviton” denen sezilgen parçacıkların, birbirleri üzerinde de etkisi olduğu kabul edildiğinden, hesaplama yapılması mümkün değildi.
Kütle çekim gücü ile kuantum teorisini birleştirme çabaları halen devam etmektedir. Bu hususta en çok güvenilen teoriler, ayrıntısına girilmeksizin, sadece ismiyle belirtmek gerekirse; “sicim teorisi”, “süper kütle çekim teorisi” ve bu iki teoriyi birleştiren, “süper sicim teorisi”dir.[12]
Sicim kuramı, gerçekliğin en temel bileşenlerinin Planck uzunluğundaki (yaklaşık 10-33 cm) sicimler olduğunu ve bu sicimlerin her birinin kendine özgü bir rezonansta titreştiğini söyler. Farklı harmonikler, farklı temel parçacıkları belirler. Bir sicimdeki gerilim, Planck kuvveti (1044 newton) mertebesindedir. Kuram, örneğin kütleçekimsel kuvvetin aracı parçacığı olarak düşünülen gravitonun, dalga genliği sıfır olan bir sicim olduğunu öngörür[13].
Evren modellerinden birisi olan paralel zar evrenler modeli, sicim teorilerinin geliştirilmesi ile ileri sürülmüştür. Bu modele göre evrenimiz, "zar" ya da "brane" adı verilen bir yapı içerisinde var olur -ki bu zar da "yığın" ya da "bulk" adı verilen daha üst boyutlu bir yapının bir parçasıdır. Bu "yığın" içerisinde kendi evrenleri bulunan diğer zarlar da vardır. Zarlar, çok sayıda uzamsal boyut içerisinde uzanan, bünyesinde "sicim" adı verilen iplikleri barındıran hipotetik nesnelerdir. Bu zarlar birbirleriyle temas edebilir, çarpışabilir ve etkileşebilir; bu etkileşimler son derece vahşi ve güçlüdür ve o zarlar içerisindeki evrenlerin oluşmasını sağlayan "büyük patlamalara" neden olabilir[14].
Burada, kütle çekimi ile tanecik kuramını birleştirme imkânı veren ve dört temel gücü (kütle çekimi, güçlü kuvvet, elektromanyetik kuvvet, zayıf kuvvet) birlikte açıklayabilen bir “evren modeli” ileri sürülecek ve sonra bu evrene paralel zar evrenin, evrenimizin olasılık dalgasını çökerterek, potansiyeli gerçeğe dönüştürme gücü ve bunun bilinçle bağlantısı irdelenecektir:
Evren Modeli
Evrendeki (Uzay- zamandaki) toplam pozitif enerji miktarı ile toplam negatif enerji miktarı birbirine eşittir.
Pozitif enerji, birim zamanda/ periyotta, uzay alanı yaratır. Bu alan, örümcek ağında olduğu gibi, dairesel bir başlangıçtan, dikey bileşenlerin uzay alanını; yatay/dairesel bileşenlerin de zaman alanını oluşturdukları, birbirinin içine geçmiş ilmikler biçiminde oluşur. Öyle ki pozitif enerji miktarı büyük ise dikey bileşen büyük olacak; pozitif enerji miktarı küçük ise dikey bileşen küçük olacaktır. Böylece, başlangıçta küçük bir daireden ibret olan uzay-zaman, pozitif enerjinin alan yaratması ile örümcek ağı gibi, içten dışa doğru, yine dairesel olarak büyümeye başlayacaktır. Her birim zaman/periyotta, pozitif enerjinin miktarına göre, daha çok ya da daha az (frekansı büyük, dalga boyu küçük daha çok parçacık ya da frekansı küçük, dalga boyu büyük daha az) sayıda parçacık/foton, bu şekilde uzay-zamanı yaratır. Yani uzay zaman- zamanın dokusu yayılmış pozitif enerjiden ibarettir.
Negatif enerji/kütle çekimi gücü ise pozitif enerjinin yarattığı uzay-zaman alanını (öncelikle dikey olan uzay bileşenini) yok eder. Kütle çekimi gücü, gerçekte, doğrudan doğruya parçacıkların üzerine/ kütlesine etkiyen bir güç değildir; negatif enerji uzay-zaman alanını yok ettiği için parçacıkları birbirine yaklaştıran bir güçtür.
Açıklandığı gibi, uzay- zamanın dokusu, pozitif enerjinin yayılımı ile oluşur ve doku bir boyut uzay, diğeri zaman olmak üzere pozitif enerjinin yayılması ile oluşur. Negatif enerji ise bu dokuyu yok eder, daha doğrusu yayılımı toparlar, ilmikleri çözer. Negatif enerji, uzay- zaman dokusu olan ilmikleri söktükçe, pozitif enerji bir alanda toplanır ve yoğunlaşır. Parçacıklar, negatif enerjinin topladığı uzay-zaman dokusunun, yani pozitif enerjinin yoğunlaşması ile oluşur.
Bir başka deyişle madde, pozitif enerjinin yoğunlaşması ile teşekkül eder. Yoğunlaşmayı sağlayan ise, uzay- zaman dokusunu yok eden negatif enerjidir. Doku küçüldükçe, yayılmış olan pozitif enerji o alanda birikmeye ve yoğunlaşmaya başlar. Parçacıklar, bu suretle oluşur.
Schrödinger denkleminde, elektronların bulunma olasılığı tespit edilirken, dalga fonksiyonun karesi alındığında doğru sonuç vermesinin sebebi de budur. Zira denklem, elektronun bağlanma enerjisinin tespitinde, kinetik ve potansiyel enerjilerinin toplamını esas almaktadır. Kuantum alan teorisine göre parçacıklar, alanların hareketlerinin fonksiyonlarıdır. Bu sebeple potansiyel enerji hesaplanırken hem parçacığa sıkışmış enerjinin hem de alanı oluşturan yayılmış enerjinin ayrı ayrı hesaplanması gerekir: Schrödinger denkleminde, yayılan enerji dikkate alınmadığı için, olasılık fonksiyonun kendisi değil, karesi doğru sonuç vermektedir.
Gerçek parçacıklar olan (şimdilik bilinen en küçük birimler olarak) kuvarklar (ve elektron gibi leptonları oluşturan fakat henüz varlığı saptanamamış -bu modelde ileri sürülen- daha küçük parçacıklar) birkaç tanesi bir uzay-zaman alanını/ ilmiğini işgal edecek şekilde bir arada bulunurlar. Ancak bunlar birleşerek atom altı seviyeden daha büyük parçacıkları oluşturduklarında, her bir parçacık, bir uzay- zaman alanını; yukarıda açıklanan bir ilmiği işgal eder. Böyle olsa da her bir ilmikte, birden fazla atom altı parçacığın birlikte yer alması kaçınılmazdır.
Birim uzay zaman alanını işgal edenler, kuvarklar veya onların daha küçük parçalarıdır. Bu sebeple hem güçlü kuvvet hem de onun ilmikten çıktığında zayıflamış hali olan kütle çekimi, sadece kuvarkları bir arada tutabilir; daha iri parçacıklar olan leptonları tutamaz. Çünkü onlar ilmiğe sığmazlar ve alanla enerji etkileşimi, ilmik içinde tutulmalarına engel olur. Bu sebeple leptonlar güçlü kuvvetten etkilenmiyor gibi algılanır.
Sezilgen parçacık olarak isimlendirilen gluon, graviton, foton, fonon (vs.) gerçekte uzay zaman dokusunun kendisi, daha doğrusu, dalgalanmasının yarattığı etkilerdir. Dalgalanmanın sebebi ise pozitif ve negatif enerjilerin etkileşimidir. Bu dalgalanma sebebiyle pozitif enerjinin alanı foton ve fonon gibi, negatif enerjinin alanı ise gluon, graviton gibi algılanmaktadır. Parçacıklar sezilgen parçacıklarla değil, uzay zaman dokusundaki pozitif ve negatif enerji ile etkileşime girmektedirler. Bu enerjiler ise uzay zaman dokusunu genişletmekte/ yaratmakta veya yok etmekte/ sökmektedirler.
Pozitif ve negatif enerjinin karşılıklı etkileşimi hem spine (dönmeye) hem de elektrik yüküne sebebiyet verir. Spin, manyetik moment oluşturur ve bu da bir pozitif enerji formu olarak, yeni uzay- zaman dokusu olarak yayılım sağlar. Şöyle ki: Negatif enerji (NE) uzay zaman alanını yok ettikçe, bu alana yayılmış pozitif enerji (PE) yoğunlaşır ve parçacığa dönüşür. Ama uzay- zaman dairesel/ küresel olduğu için, pozitif enerji yönü ile negatif enerji yönü her bir konumda çok farklıdır. Dairesel yapı, pozitif enerji ve negatif enerji yön kombinasyonlarını artırır. Bu da her bir birim alanda pozitif ve negatif enerji etkileşimin farklı yönlerde olmasına sebebiyet verir. Örneğin bir alanda sağa doğru negatif enerji, sola doğru pozitif varken, başka bir alanda tam tersi geçerlidir. Bu da yoğunlaşan parçacıkların spinlerinin farklı yönlerde oluşmasına sebebiyet verir.
Ama olan sadece bu değildir: Pozitif enerji uzay- zaman dokusu yaratarak yayılırken, negatif enerjiyi yoğunlaştırır ve yoğunlaşan negatif enerji, uzay- zaman dokusunda bir boşluk yaratır. Negatif enerjinin yoğunlaştığı bu alanda, uzay- zaman dokusu, boş, yani bir çeşit delik olarak kalır. Uzay-zaman dokusundaki bu boşluk, tıpkı ilmikte yer alan parçacık gibi davranır. Sadece tüm özellikleri parçacığın tam tersidir. Bu boşluk da etkileşen pozitif ve negatif enerjinin yön ve büyüklüğüyle bağlantılı şekilde döner ama onu yaratan negatif enerji olduğu için, baskın olan negatif enerji yönünde hareket eder. Oysa pozitif enerjinin yoğunlaşmasıyla oluşan parçacık, hareketleri ile yeni pozitif enerji formu yaymaya başladığı ve uzay- zaman dokusu ile de etkileştiği için, boşluğun tam tersi yönde hareket etmekte ve dönmektedir.
İşte karşı madde dediğimiz bu boşluktur. Yükü de spini de diğer özellikleri de parçacığa terstir; uzay- zaman alanında boşluk yarattığı için, kütlesi varmış gibi davranır ve bu boşluk, yaratılan parçacıkla orantılıdır. Bu sebeple parçacık, kendi özelliklerinin tam tersi olan bu uzay- zaman dokusu boşluğu ile yani karşı madde ile temas ettiğinde çözünür ve uzay- zaman dokusu olarak yayılır.
Negatif enerji, uzay zaman dokusunun ilmiği içinde çok güçlüdür ama bu ilmik sürekli sökülmekte ve dokudaki pozitif enerji, madde olarak yoğunlaşmaktadır. Bu sebeple ilmikten uzaklaştıkça negatif enerjinin güç ve etkinliği, uzaklığın karesi oranında azalır. Bu gücü, ilmiğin içindeyken güçlü kuvvet, dışındayken, kütle çekimi olarak algılarız.
Yukarıda açıklandığı gibi kütle, negatif enerjinin uzay- zaman ilmiğini yok etmesi sonucu yoğunlaşan pozitif enerjiden ibarettir. Pozitif enerji, her gerçek parçacıkla, daha doğrusu onun işgal ettiği alanla sürekli etkileşim halindedir. Bir gerçek parçacığın işgal ettiği alana etkiyen pozitif enerji, bu alanda, gerçek parçacıkla da etkileşime girer: Gerçek parçacık, pozitif enerjinin bir miktarını soğurur geri kalanını yeniden yayınlar. Böylece, bir miktar pozitif enerji, kütleye; yani, negatif enerjiye dönüşmüş olur. Doğal olarak bu süreç, uzay-zaman alanı da yarattığından, gerçek parçacığın hareketinin hızlanması ile sonuçlanır.
İşte bir gerçek parçacığın, uzay/ zaman dokusu ile yani pozitif enerji alanıyla etkileşmesi sırasında; kuvarklar (ve alt leptonlar) bir yandan pozitif enerjiyi soğurup, diğer yandan kalanını yeniden yayarken ve bu arada bir uzay- zaman alanını terk edip, (bitişik) diğer uzay- zaman alanına giderken, yaydıkları pozitif enerji parçacığının yarattığı uzay- zaman alanı sebebiyle, birbirlerinden uzaklaşma eğilimine girerler.
Negatif enerji, öncelikle, parçacığın kendi pozitif enerji alışverişi sonucunda yayınladığı, pozitif enerji taşıyan parçacığın yarattığı uzay-zaman alanını yok eder. Dolayısıyla gerçek parçacığın oluşmasına sebebiyet veren negatif enerji, öncelikle, parçacıkları birbirinden ayırma eğiliminde olan, uzay- zaman alanını yok ederken enerji kaybeder. En büyük negatif enerji kaybı, işte bu sırada gerçekleşir. Çünkü negatif enerji, gerçek parçacığın yayını olan pozitif enerji parçacığının ürünü ile etkileşmektedir. Negatif enerjinin, uzay- zaman ilmiğini sökerken, ilmiğin içindeki en güçlü durumuna “güçlü kuvvet” denir. Açıklamadan anlaşılacağı üzere, güçlü kuvvet, kütle çekim gücünün enerji yitirmeden önceki, en güçlü durumudur; bir negatif enerji biçimidir ve fonksiyonu, uzay- zaman alanını yok etmektir.
Uzay- zaman ilmiğini yok ederek enerjisinin büyük bölümünü yitiren negatif enerji, daha uzaktaki diğer uzay- zaman alanlarını da yok ederek yoluna devam eder. Ancak her bir aşamada, güç biraz daha azalır ve sonuçta tükenir. İşte bu nedenle, kütle çekimi gücü, uzaklıkla ters orantılıdır. Kısaca, güçlü kuvvet ve kütle çekim gücü; aynı nitelikteki enerjinin (negatif enerjinin) farklı şiddetteki görüntüleridir. Güçlü kuvvet, parçacığın kendi pozitif enerjisinin yarattığı uzay- zaman alanını; yani atom altı parçacıkların/ kuvarkların arasına girerek, onları farklı uzay-zaman alanlarına yerleştirme eğiliminde olan alanı yok ederken, çok büyük ölçüde güç kaybettiği için, uzay-zaman alanındaki ilmiğin dışına çıktığında, görünümünü ve şiddetini değiştirerek, kütle çekim gücüne dönüşür. Kısaca, güçlü kuvvet, aynı uzay-zaman ilmiğinin içinde mücadele eden çok daha şiddetli bir negatif enerji biçimidir. Kütle çekimi ise, negatif enerjinin, atom altı parçacıkların işgal ettiği uzay- zaman ilmiğinin dışına, şiddetini kaybetmiş olarak çıktıktan sonraki biçimidir.
Güçlü kuvvet bir negatif enerji biçimi olduğundan ve negatif enerji de uzay-zaman alanlarını yok ettiğinden ama gerçek parçacığın işgal ettiği alanı yok edemeyeceğinden, güçlü kuvvet, yeni bir alan oluşturma girişimi gerçekleşmedikçe, bir ilmiğin içinde etkisini göstermez. Çünkü, o ilmiğin içinde etkimiştir ve parçacıkların bulunduğu ilmiğin yok edilmesi mümkün değildir. Ne zaman ki parçacıkların yayınladığı pozitif enerji parçacığı, onların arasında yeni bir alan oluşturmaya başlar; güçlü kuvvet, işte bu yeni oluşacak alanı yok eder. Atom çekirdeği içinde güçlü kuvvetin, kuvarklar birbirine yakınken etkili olmaması; ancak, kuvarklar ayrılmaya çalışıldıkça, çok büyük bir şiddetle buna engel teşkil etmesine “asimptotik özgürlük” denir. Asimptotik özgürlüğün sebebi, işte yukarıda açıklanan olgudur. Kuvarklar birbirine yakınken etki hissedilmez; fakat uzaklaştırmaya kalkışıldığında, çok güçlü bir kuvvet buna karşı koyar.
Pozitif enerjinin yarattığı uzay-zaman dokusu artı elektrik alanı özelliği taşır. Negatif enerjinin yarattığı boşluk ise eksi elektrik alanı anlamına gelmektedir. Gerek parçacık gerekse karşı parçacık olarak isimlendireceğimiz uzay- zaman dokusu boşluğu, belirtilen elektrik alanlarla etkileşim içerisindedirler. Bu etkileşim, elektrik yükü şeklinde ortaya çıkar.
Negatif enerjinin ilmiği yoğunlaştırarak ortaya çıkardığı parçacık baskın, yani ilmiğe göre büyükse, birikmiş pozitif enerji yükü öne çıkar ve parçacık, pozitif enerjinin yükü ile yüklü kalır. Ama yoğunlaşan pozitif enerji şeklinde ortaya çıkan parçacık ilmiğe oranla küçük/ çekinik ise bu kez negatif enerjinin elektrik yükü baskın olarak kalır ve küçük parçacık negatif enerjinin yükü ile yüklü hale gelir.
Elektro manyetik güç, pozitif enerji ve negatif enerjinin yükleri arasındaki etkileşimle teşekkül eder. Elektrik alan, yönü farklı manyetik alanı hareket geçirir, manyetik alan elektrik alanı tetikler ve böylece elektro manyetik güç alanlar üzerinden parçacıklara etkir.
Zayıf kuvvet de pozitif enerjinin bir başka formudur ve karasız kütlenin pozitif enerjiye dönüşmesine sebebiyet verir. Taneciğin kütlesi, E= mc2 formülünden çıkartılabilir ama negatif enerji miktarının bilinebilmesi için, kaç ilmikteki pozitif enerjiyi yoğunlaştırdığını hesaplamak gerekir. Bu da deneyerek bulunur. NE-PE= m. Ölçülen parçacığın kütlesinden, pozitif enerji ve negatif enerji bulunabilir. Alanın enerjisi ise matris hesabı ile bulunur. Matrisin her bir elemanı, yine matris şeklinde ele alınır ve alt elemanlara bölünerek, her bir noktadaki enerji etkileşimi hesaplanır.
Evrensel Gelişim Süreci
Bu açıklamalar ışığında, evrensel gelişim süreci şu şekilde gerçekleşir: Kütle miktarının daha fazla olduğu (pozitif enerjinin maddeye/kütleye dönüştüğü) aşamada, negatif enerji miktarı, pozitif enerji miktarının üzerine çıkar. Çünkü etkin pozitif enerji, kütleye dönüşmüştür. Böylece, yaratılan uzay-zaman alanından daha fazlası yok edilmeye başlar. Bu gelişmenin sonucu, uzay-zamanın büzülmesi ve parçacıkların birbirine yaklaşmaya başlamasıdır. Yeterince küçülme meydana geldiğinde, parçacıklar ve karşı parçacıklar birbirine çarpmaya başlar. Yukarıda açıklandığı üzere karşı parçacık, kütlesi parçacıkla eşit olan; ancak, “elektrik yükü”, “spin” gibi kuantum özellikleri parçacığın tam tersi olan parçacıklara denir. İşte bu özellikten dolayı, bir parçacık, karşı parçacığıyla; madde, karşı madde ile çarpıştığında, her ikisi de yok olur ve kütleleri pozitif enerjiye dönüşür.
İşte bu sürecin sonucu, kütlenin azalması; buna karşılık, pozitif enerji miktarının artmasıdır; yani kütlenin pozitif enerjiye dönüşmesidir. Bu aşamada, hızla yeni uzay-zaman alanı yaratılır ve kalan parçacıklar birbirinden hızla uzaklaşmaya başlar. Bu evrede evren hızla genişler. Ancak bir yandan uzay- zaman alanı yaratarak oluşan enerji kaybı; diğer yandan, pozitif enerjinin, çarptığı parçacıklar tarafından kısmen soğurulmak suretiyle maddeye/ kütleye dönüşmesi, bir süre sonra, negatif enerjinin miktarını, pozitif enerjinin üzerine çıkarır ve genişleme süreci, yeni bir büzüşme sürecine dönüşür. Bu süreçler, milyarlarca yıllıktır.
Maddeyi pozitif enerjiye dönüştüren sebeplerden birisi, madde, karşı-madde çarpışmasıdır. Diğeri ise zayıf kuvvettir. Zayıf kuvvet de pozitif enerji (nükleer enerji) oluşturan; böylece uzay-zaman alanı yaratan güçlerden birisidir.
Uzay-zaman, yukarıda açıklandığı gibi, (örümcek ağına benzer) dairesel şekilde genişlerken, gerçek parçacıkların bulunduğun alanların yakınlarında, negatif enerji bu alanları yok etmeye başladığı için şekil bozulur. Parçacıklar bir araya gelip kütle büyüdükçe, burada yok olan alan (ilmiğin çözülmesi) artar ve uzay- zaman bükülmeye başlar. Öyle ki çok büyük kütlenin işgal ettiği bölgelerde, uzay-zaman ilmiğinin çözülmesi ile diğer yerlerde yeni alan oluşması süreci birlikte devam ettiğinden, uzay-zaman, kütleli alanlarda (maddenin beşinci boyutu olan ve gerçek zamana dik bileşen; sanal zaman alanına doğru) bükülmeye başlar. Çünkü, dairesel büyüme, diğer alanlarda devam ederken, kütleli alanlarda durmuş ya da çok azalmıştır. Diğer alanlardaki dairesel büyümenin devam edebilmesi için, uzay- zamanın bükülmesi zorunludur. Zamanla kütlenin artması ile bükülme de devam eder ve nihayet, dairesel olarak genişleyen uzay-zaman, bükülmenin de sonucunda, bir küre oluşturacak şekilde kendi üzerine kapanır.[15] İşte bundan sonra, negatif enerji miktarı pozitif enerji miktarını aşsa ve dolaysıyla, ilmiğin zaman bileşeni de sökülmeye başlasa dahi, bu sadece, kendi üzerine kapanma suretiyle oluşan kürenin küçülmesine yol açar. Bundan sonra küre şeklini almış olan uzay- zaman büyüyecek ya da küçülecektir. Ancak süreç hiçbir zaman sona ermeyecektir. Kısaca, uzay-zaman sonlu ama sınırsızdır.
Bu modele göre, kütle çekiminin, tanecik seviyesinde hesaplanması ve hatta, teorinin renormalize edilmesi de mümkündür. Çünkü, sezilgen parçacıklar, aslında uzay zaman dokusu ile bu dokuda oluşan boşluklardan ibarettir. Bu sebeple gerçek parçacıkların, sonsuz miktarda olduğu kabul edilen sezilgen parçacıklarla etkileşimini hesaplamak gerekmemektedir. Alan- parçacık etkileşimi ise matris matematiği ile kolayca bulunabilir.
Zamanın herkes için değişken olması, yaratılan uzay-zaman alanının uzay bileşeninin büyüklüğü ile ilgilidir. Pozitif enerji fazla ise uzay bileşeni büyük olacaktır. Bu durumda, aynı periyotta yaratılan daha küçük alana göre, büyük alanda gerçekleşen değişim daha büyük olacağından, aynı birim zamanda/ periyotta, yüksek enerjili maddeler için daha çok mesafe kat edilecektir. Bu da yüksek hızlı nesneler içinde, zamanın daha yavaş geçtiği şeklinde bir algılamaya yol açar. Bu nedenle herkesin birim zamanı kendi hızına gör değişik olmak zorundadır. Zaman mutlak değildir; ölçülen alandaki pozitif enerji miktarına (yaratılan uzay alanına) göre değişir; görelidir. Örneğin; genişleme sürecinin başlangıcında, bir saniyede dahi, çok büyük miktarda pozitif enerji açığa çıkmış ve çok miktarda uzay-zaman alanı yaratılmış olduğundan, o uzay-zamanda yaşanan bir saniye, şimdi şu anda her birimizin yaşadığı bir saniyeden çok daha farklı (uzun) algılanmaktadır.
Fermiyonların (1/2 spinli gerçek parçacıkların), aynı anda, aynı yerde bulunmaları mümkün değildir. Buna, “Pauli Dışarlama İlkesi” denir. İki elimizi birbirine yaklaştırdığımızda, bir elimizin diğerinin içinden geçememesinin sebebi bu ilkedir. “Dışarlama ilkesi”, kuvark üstü parçacıkların en çok bir uzay-zaman ilmiğini işgal edebilmelerinden kaynaklanır. Kuvark üstü birden çok parçacığın, aynı anda bir tek uzay-zaman ilmiğinde yer alması mümkün değildir. Kısaca önerilen model, dışarlama ilkesini de açıklamaktadır.
Elektromanyetik güç ise alanları -doğrudan- etkilemez; elektrik yükü üzerine evrensel olarak etkiyerek, uzay- zaman alanları üzerinde gerçek parçacıkların hareket etmesini sağlar. Bu güç, gerçek parçacıkların hareket etmesine, dolayısıyla, pozitif enerjiye yol açtığı oranda, uzay- zaman alanının yaratılmasını (dolayısıyla) etkiler. Nitekim, elektromanyetik güç ile zayıf kuvveti birleştiren ve renormalize edilebilen bir teori gerçekleştirilmiştir.
Kısaca, ileri sürülen evren modelinde, miktarı sabit ve eşit olan pozitif enerji ve negatif enerji, birbiriyle sürekli etkileşim halindedir. Bu etkileşimin yönüne göre, evren büzülmekte ya da genişlemektedir. Evrene etki eden güçler, işte bu dönüşümü sağlayan araçlardır. Pozitif enerji, uzay- zaman alanı yaratarak evreni genişletir. Bunu sağlayan güç, zayıf kuvvet ve kısmen elektromanyetik kuvvettir. Negatif enerji ise uzay- zaman alanını yok ederek, evrenin büzülmesine yol açar. Bunu sağlayan güçler ise kütle çekimi ve güçlü kuvvettir. Pozitif ve negatif enerjiyi taşıyan sezilgen parçacıklar, gerçekte uzay- zaman alanı ve bunun boşluklarıdır. Bu nedenle, diğer üç gücün yanında, kütle çekiminin kuantum teorisini oluşturmak, teoriyi renormalize etmek ve hesaplama yapmak mümkündür.
Taneciğin hem kesintili hem de dalga gibi hareket etmesinin sebebi, kuantum seviyesinde uzay zamana yayılmış olmasıdır. Dalgalanan, uzay zamanın kendi dokusudur. Tanecik uzay zaman üzerinde bulunduğu için, onun dalgalanması hareketine yansır.
Hem pozitif hem de negatif enerji, uzay- zamanda yer tutar, negatif enerji alanı yok ederken, pozitif enerji yenisini yaratır. Dalgalanma bu sebeple olur. Negatif enerji, uzay- zaman alanını yok ettiği ve pozitif parçacıklar bu alanda bulunduğu için, kütle çekimi uzay zamanı büküyormuş algısı yaratır. Aslında uzay zamanın dalgalanması, negatif enerjinin, alanı yok etmesinden ve pozitif enerjinin de yenisini yaratmasından kaynaklanır.
Paralel Zar Evrenler ve Etkileşimi
Bilinç ve irade uzay/ zamanın türevi olamaz. Eğer bilinç, uzay- zamanın türevi ise serbest iradeden söz etmek mümkün değildir. Çünkü tüm atom altı parçacıklar ve enerji, evrensel gelişme yasalarıyla bağlıdır ve belirsizlik ilkesi bile insana seçme şansı vermez. Verilecek karar önceden bellidir, boşluk yoktur ve seçtiğimizi sandığımızda, bu sadece bir yanılsamadan ibarettir. Oysa belirsizlik ilkesi bir parçacığın hızı ve konumunun aynı anda bilinemeyeceğini, hız bilindikçe konumun, konum bilindikçe hızın belirsizleşeceğini öngörür. Bu durumda tüm başlangıç koşullarını eksiksiz bilsek dahi, hızın ya da konumun belirsizleşmesi sebebiyle sonuçları (yani vereceğimizi kararı) tahmin etmemiz yine de imkansızdır. Çünkü beyin parçacıklarımızın hızı ya da konumunun hangi miktarda değişeceğini sadece ölçmemiz imkânsız değildir; hız arttıkça konum belirsizliğe yönelmektedir, tam tersi de doğrudur. Bunların değişmesi, parçacığın devam eden hareketini (hız/konum ekseninde) tam olarak tespit etme imkansızlığıyla sonuçlanır hem de tüm başlangıç koşulları aynı kalsa bile. Bu da beyin parçacıklarının oluşturacağı kombinasyonun da tam olarak bilinmesini, yani seçimlerin önceden tahminini imkânsız hale getirir. Belirsizlik ilkesinden kaynaklanan bu durum, uzay zamanın madde/ enerji kombinasyonu içinde kalan bilinç ve irade açısından çok önemli değildir. Çünkü verilecek kararı önceden bilemesek, hesaplayamasak da bu bize seçme imkânı tanıyamaz; çünkü aynı yasalara tabiyiz, seçimin ne olacağı belirlenemez ama aslında seçen de değiliz.
Oysa bilinç ve irade, uzay zamanın değil de (diğer) paralel evrenin türevi olarak değerlendirilirse, belirsizlik ilkesinin yarattığı boşluk değerlendirilebilir ve konum veya hızla oynanarak, gerçek anlamda seçme imkanına sahip olmak mümkündür. Yani irade, uzay- zamanın türevi değilse, zaten ne olduğunu hesaplayamayacağımız, bilemeyeceğimiz seçimi, gerçek bir seçim haline getirebilir; hem de yasaya ters düşmeden. Yasa, hız ya da konumun belirsizliğini emreder, türev olmayan irade ise hız ya da konumu belirsizlik çerçevesinde değiştirerek, seçimi gerçekten yapabilme imkânı tanır. Bu konuya aşağıda tekrar dönülecektir.
Uzay- Zaman, Paralel Evrenle Etkileşime Girmedikçe Olasılık Dalgası Niteliğindedir
Çift yarık deneyleri, kuantum seviyesinde parçacıkların olasılık dalgası şeklinde bulunduğunu ortaya koymuştur. Öyle ki bilinçli bir bakış yokken, yani gözlem yapılmadığında, atom altı parçacıklar, uzay-zamana yayılmış olasılık bulutu biçimindedirler[16]. Herhangi bir anda uzay-zaman dokusunun birden fazla bölümünde yer almaktadırlar ancak hiçbir ilmikte somut olarak bulunmamaktadırlar. Yani somut değil, soyut bir potansiyel, var olma olasılığı şeklindedirler. Uzay zaman dokusunun gerçekliği budur.
Maddenin doğası ile ilgili ikilik fikri ilk olarak 17. yüzyıldaki ışık ve maddenin doğası tartışmalarına dayanır (Huygens&Newton). 1803’de ise fizikçi Thomas Young tarafından gerçekleştirilen “Çift Yarık”, diğer bir adıyla “Çift Delik” deneyi, maddenin doğasında yer alan bu ikiliği ortaya koymak için yapılan başlangıç çalışmalarından biridir. Young, deney düzeneğinde tek ışık kaynağı olarak, iğne deliğinden geçen güneş ışığını kullanmıştır. İğne deliğinden yayılan ışık, üzerinde birbirine yakın iki iğne deliği bulunan ve deliklerin ilk kaynağa uzaklıkları eşit olacak şekilde yerleştirilen saydam olmayan bir engele düşürülür. Birinci iğne deliğinden herhangi bir anda çıkan ışık, diğer iki iğne deliğinden aynı anda geçeceği için, iki iğne deliğinden çıkan ışık o anda aynı fazda olur ve ekranda girişim saçakları (deseni) gözlemlenir. Young’ın çift yarık deneyinde sadece ışık üzerine denemeler yapılmıştır. Ta ki 1961’de Clauss Jönsson bunu o zamana kadar parçacık tanımına uyan elektronlarla deneyene kadar[17].
Cift_Yarik_1
1961 deneyinde bu kez ışık yerine elektron kullanıldı. Deliklerden birisi kapatıldığında, geçen elektronlar tek bir bölgede toplanıyordu. Ama iki delik birden açık olduğunda, tıpkı ışıkta olduğu gibi, girişim deseni ortaya çıkıyordu. Yani tanecik olan elektron, sanki iki delikten aynı anda geçiyor ve dalga gibi davranıyordu. Bu sebeple girişim deseni ortaya çıkıyordu.
Daha ilginç olanıysa, deliklerden birisine bir detektör konduğunda, yani gözlem yapıldığında, girişim deseninin kaybolmasıdır. Bu durumda parçacık, dalga gibi davranmıyordu; tek delik açıkmış gibi, parçacık davranışı sergiliyordu.
Bundan çıkan sonuç şudur: Bilinçli bakış/ gözlem, olasılık dalgasını çökertir ve potansiyel, somutluğa; olasılık, gerçeğe dönüşür. Mikro evrenden makro evrene çıkış bu sebepledir. Bilinçli bakış, olasılık dalgasını çökerterek, soyutu somuta dönüştürür[18].
Bilinçli bakışı sağlayan nedir?
Bilinç, paralel zar evrenlerin birbirine teması ile ortaya çıkar. Uzay-zamanı olasılıktan gerçeğe, soyuttan somuta dönüştüren, paralel zar evrenlerin birbirine temasıdır. Bu enerji alışverişi, mikro evrenin olasılık dalgasını çökerterek, makro evreni ortaya çıkarır.
Bir başka deyişle, iki evren birbirine temas edip, enerji alışverişinde bulunmadıkça, uzay- zaman, potansiyel halindedir ve olasılık dalgası şeklindedir. Uzay- zamanın dokusu da içerdiği parçacıklar da kuantum seviyesinde olasılık dalgası niteliği taşır. Bu konumda belirsizlik hakimdir. Ancak evrenler birbirine temas ettiğinde, olasılık dalgası çöker ve bu temas devam ettiği müddetçe, bildiğimiz makro evrenin koşulları ortaya çıkar. Olasılık gerçeğe dönüşmüştür. Temas ve evrenler arası alışveriş devam ettikçe bu olgu da devam eder.
Uzay- zaman hem uzayı hem de zamanı kapsadığı için, zar evrenlerin teması ile olasılık dalga fonksiyonu çöktüğünde, yani, makro evren somut olarak ortaya çıktığında, biz, zamanı, doğrusal olarak akan bir süreç olarak algılarız. Bu durum, olasılık dalgası çöktüğünde, uzay- zamanın uzay boyutunu ayrı, zaman boyutunu ayrı algılamamızdan kaynaklanır. Yani olasılık dalgası, uzay ve zaman içinde yer alır. Bilinçli bakış (zar evrenlerin teması ve etkileşimi) dalga fonksiyonunu çökerttiğinde, çökme hem mekân hem zaman açısından gerçekleşir ve gerçek olarak ağıladığımız zamanın çizgisel yol izlemesi bundandır.
Ancak olasılık dalgası, uzay- zamanın tümünde değil, sadece paralel zar evrenin temas ettiği yerlerde çöker. Makro evren sadece temas bölgelerinde ortaya çıkar, uzay- zamanın diğer bölümleri halen olasılık dalgası şeklindedir, yani potansiyeldir.
Burada ileri sürülen modelde, bilinç, uzay- zamanın değil, paralel zar evrenin türevidir. Paralel zar evrenlerden birisi uzay- zamandır ve uzay- zamanın tabi olduğu yasalar, bu zar evren için geçerlidir. Paralel (diğer) zar evren (evrenler) ise uzay- zamanın dışındadır. Paralel evrenin tabi olduğu yasalar, uzay- zamanın yasalarından farklıdır; çünkü bu farklı bir evrendir, uzay- zamana göre dışsaldır. Tekrar belirtelim ki ileri sürdüğümüz modelde, bilinç ve irade, uzay- zamanın değil, paralel evrenin türevidir. Bu sebeple uzay- zamanı sınırlandıran yasalara tabi değildir. Bu, bilinç ve iradenin, paralel (diğer) zar evrenin yasalarına tabi olmadığı anlamına gelmemektedir; ileri sürülen, uzay- zamana hâkim olan yasaların, bilinci etkilemediği ve belirlemediğidir.
Diğer yandan iki evrenin etkileşimi karşılıklıdır. Yani temas, sadece uzay- zamanı etkilemez, uzay- zaman da paralel evrende değişime sebebiyet verir. Bilinç, paralel evrenin türevi olduğu için, bu karşılıklı etkileşimle değişime uğrayabilir. O halde sonuçta bilinç, paralel evrenlerin etkileşimi ile ortaya çıkan bir olgudur.
Özetle bilinç, paralel zar evrenin türevidir ve uzay- zamanla etkileşim halinde ortaya çıkar. Paralel (diğer) evrenle uzay/ zamanın etkileşimi, mikro evreni makro everene dönüştürür, potansiyeli gerçek yapar. Uzay- zamanın potansiyel niteliğini gerçeğe dönüştüren, paralel zar evrenin teması ve aktardığı enerjidir. Bu temas, bilinçli bakışın kaynağıdır. Bilinçli bir bakış olmadığında madde parçacıklarının da tıpkı enerji gibi, aynı anda hem parçacık hem de dalga özelliği taşıdığını unutmayalım. Bilinç, uzay- zamanın türevi olsaydı, olasılık dalgasını çökertmesi imkânsız olurdu. Ama uzay- zamana dışsal olan bilinç, olasılığı gerçeğe dönüştürür ve mikro evrenimizi makro evren haline getirir.
Bu etkileşimin insan beyninde tezahürü nasıldır?
İnsan beyni, duyu organlarından gelen verileri işleyen ve tekrar organlara gönderen çeşitli merkezlere sahiptir. Bunlardan birisi duyu organlarından gelen ilk bilgilerin toplandığı ve sonra ilgisine göre diğer merkezlere gönderildiği “amigdala”dır[19]. Amigdala, gelen verileri dikkat ve konsantrasyon merkezi olan “anterior singulat korteks” (ASK)'ya da gönderir.
Beyin hücreleri olan nöronlar bu bağlantıları kurarken, elektrokimyasal bir mekanizma kullanırlar. Dış dünyadan gelen bir enerji taşıyan parçacık (foton veya fonon) tarafından uyarılan nöron, bu parçacığın frekansı ve dalga boyu ile ilintili bir elektrik sinyali yayınlar. Nöronlar arasındaki tüm ilişkiler, üretilen elektrik sinyalinin uyardığı, nörotransmitter denen kimyasallar vasıtasıyla kurulur[20]. Hücre içinde bulunan bu kimyasallar, sinapslar vasıtasıyla diğer nöronlar tarafından alınıp, tekrar elektrik sinyaline dönüşürler ve taşıdıkları bilgi de böylece diğer nöronlara ulaşmış olur. Böylece beynimizde, dış dünyanın bir sureti teşekkül eder. Başka deyişle beynimizde oluşan maddi gerçeklik değil, onun sureti; imajıdır.
Ancak biz, beynimizde teşekkül eden suretin tüm ayrıntılarını bilemeyiz. Oysa suretin tümü, beynin içinde bazı hücre gruplarına işlenmiş durumdadır. Bizim bu imajları bilmemiz ne anlama gelmektedir? Yani dış dünyanın imajı, eksiksiz olarak beynimizin bazı hücre gruplarında teşekkül etmiştir ancak biz bunların bir kısmının farkındayız, bir kısmını ise bilememekteyiz. O halde bilmek ne demektir? Biliş beyinde gerçekleştiğine göre, aynı hücrelerin bir kısmında gerçekleşen suretin farkında olmak ve diğerlerini bilmemek ne anlama gelmektedir? Biliş hücreye işlenen suret ise bilemediklerimiz de bir kısım hücrelere işlenmişse, bunları da bilmemiz gerekmez mi? O halde bunları neden bilemiyoruz? Daha açığı, bilinç ve bilinçaltı ne anlama gelmektedir?
Mekanizmayı biraz daha açmakta yarar var:
Nöronların elektrik sinyali üretme hızları farklıdır. Genellikle saniyede 30 ilâ 70 kez arasında değişen şekilde sinyal üretebilirler. Yani 30 hertz ile 70 hertz arasında polarize olabilirler[21]. Belli bir dalga boyundaki uyaran, benzer hertzlerde polarize olan nöron gruplarının aynı anda ateşlenmesine sebebiyet verir. Buna faz kilitlenmesi ismi verilmiştir[22]. Örneğin kırmızı renk dalga boyunda gelen bir foton, x hertzde salınan nöron gruplarının aynı anda polarize olmasına sebebiyet verir. Mavi renk dalga boyunda gelen foton ise x+y hertzde polarize olan nöron gruplarını harekete geçirir. Böylece farklı dalga boyundaki her uyaran, farklı nöron gruplarının faz kilitlenmesine sebebiyet verir. Farklı fazlarda kilitlenen bu nöron gruplarının taşıdığı bilgiler, öncelikle amigdalaya ulaşarak, vücudun bu uyaranlara vermesi gereken tepkilerin oluşmasını sağlar. Amigdala limbik sistemi oluşturan dört merkezden birisidir[23], hayvan beyinlerinde de mevcuttur ve buraya ulaşan bilgiler, çekirdek bilinci oluşturur.
Yukarıda açıklandığı üzere, amigdala, gelen verileri dikkat ve konsantrasyon merkezi olan “anterior singulat korteks” (ASK)'ya da gönderir. Beynin bilgiyi işleyen asıl merkezi burasıdır. ASK, gelen veriyi, uzun süreli hafıza merkezi olan “hipokampus”la paylaşır ve buradan gelen veri, algılanan duyunun insan için tehlike yarattığı doğrultusunda ise ASK, bu veriyi ön plana alarak, hormonları kontrol eden merkez olan “hipotalamus”a sinyal gönderir[24]. ASK, beynin tüm bölümleri ve merkezleri ile sürekli bir bağlantı içerisindedir.
Farklı hertzlerde faz kilitlenmesi gerçekleştiren nöron gruplarının taşıdığı bilgi, amigdalaya ve ASK’ya nasıl ulaşır? Elbette yine aynı gruplardan geçerek. 60 hertzde sinyal üreten nöron grubu, 30 hertzde sinyal üreten grubu ateşleyebilir. Ancak 60 hertzde salınan grup ikinci kez ateşlendiğinde, 30 hertzdeki grup henüz hazır değildir; yeniden polarize olamaz. Böylece 60 hertz grubunun ikinci salınımında taşınan bilgi, ilgili merkezlere ulaşamaz. 60 hertz üçüncü salınımında, 30 hertzlik grubu yeniden ateşleyebilir. Ancak bu arada bilginin bir kısmı (ikinci ateşlemede taşınan kısmı) ASK’ya (veya amigdalaya) ulaşamamış, sadece lokal hücre grubu içerisinde kalmıştır. Bilemediğimiz, farkında olamadığımız, ASK’ya ulaşamayan sinyallerin taşıdığı bilgidir. O halde bilincin insan beynindeki tezahürü, anterior singulat kortekse ulaşan bilgilerin sağladığı farkındalıktır. Nitekim bilginin işlendiği beyinsel faaliyetler sırasında ASK’nın aktif hale geldiği birçok deneyde gözlemlenmiştir[25]. ASK’ya ulaşamadan, lokal hücre gruplarında kalan bilgi ise bilinçaltını oluşturmaktadır[26]. Lokal hücre gruplarındaki bilgiler, belli merkezlere ulaşarak, vücudun buna tepki vermesini sağlayabilirler ancak ASK’ya ulaşmadıkça biz bu bilginin farkında olamayız; vücudun verdiği tepkiyi dahi anlayamayız.
Ceza sorumluluğunun temeli olan kastın, bilme; yani tasavvur alt unsuru işte bu bilinçtir (bilincin beyindeki tezahürüdür). Hareketin veya neticenin bilgisi beyinde canlanmadıkça, yani ASK’da bu olguların imajı teşekkül etmedikçe, failin bilinçli olarak hareket ettiğinden söz edilmesi mümkün değildir. Çünkü -yukarıda açıklandığı gibi- vücudun tüm tepkileri bilince dayalı değildir. Dolayısıyla insan hareketlerinin tümü, bilinçli davranışlar olarak nitelendirilemez.
Kastın teşekkülü için, bilincin neleri kapsaması gerekir? Öncelikle suçun maddi unsurunu oluşturan hareketin ve neticenin bilincin kapsamında olması şarttır. Yani fail hem yaptığı hareketi hem de bunan doğacak neticeyi bilmeli/tasavvur etmelidir. Nedensellik bağının tasavvurun kapsamında olması gerekip gerekmediği hususunda tartışma vardır[27]; kanımca kastın varlığı için nedensellik bağını kapsamına alması gerekmez. Ağırlaştırıcı sebepler, suçun konusuna ait ise kapsamda yer almalıdır ancak neticeye ilişkinse bilinmesi şart değildir; bilinmesinin gerekmesi, yani bilmemekte kusurlu olunması yeterlidir[28]. Ön şartların bilinmesi kasta dayalı sorumluluk için şarttır ancak cezalandırılabilme şartlarının bilinmesi gerekmemektedir[29]. Keza hafifletici sebepler bilinmese de fail lehine uygulanılırlar.
İrade nedir ve özgür müdür?
İrade, kişinin eylemlerini, arzu, niyet ve amaçlarına göre kontrol altında tutabilme ve belirleme gücüdür. Kişinin belli eylem ya da eylemleri gerçekleştirmede ser*gilediği kararlılık; belli bir durum karşısın*da, gerçekleştirilecek olan eylemi, herhangi bir dış zorlama ya da zorunluluk olmaksı*zın, kararlaştırma ve uygulama gücü; eyle*me neden olan, eylemi başlatabilen yetidir[30].
Yukarıda açıklandığı üzere, pozitivist görüş, bilimsel yasaların nedensellik ilişkilerinin iradenin işleyişini de etkilediğini, determinizme tabi olan iradenin özgür olmadığını ileri sürmektedir.
Kuantum fiziğindeki gelişmeler ve atom altı parçacıkların hareketleri, bilim insanlarını, iradenin gerçek niteliği hususunda değerlendirme yapmaya sevk etmiştir. Fizik bilim insanlarının çoğunluğuna göre, irade bir yanılsamadan ibarettir[31]. Şöyle ki: Beyni oluşturan hücrelerin atom altı parçacıkları fizik yasalarına tabidir. Gerek dış etkenler gerekse atom altı parçacığın kendi devinimi fizik yasalarına tabi olunca, bu koşulları eksiksiz bilen bir kişi, herhangi bir bireyin herhangi bir olaydaki tepkisinin nasıl olacağını kesinlikle tespit edebilir. Daha doğrusu, fizik yasalarına tabi olan beyin hücrelerinin atom altı parçacıkları, bu yasalar nasıl gerektiriyorsa o şekilde hareket etmek zorundadır. Beynin faaliyeti bu parçacıkların hareketleri ile teşekkül ettiğine göre, herhangi bir durumda, bu parçacıklara etkiyen tüm kuvvetleri eksiksiz bildiğimiz takdirde, parçacıkların hareket ve durumlarını da eksiksiz bilebiliriz. Bu da, kendimizi karar almış ya da seçenekler arasında seçim yapmış gibi algılıyor olmamıza rağmen, gerçekte, atom altı parçacıklara etkiyen kuvvetlerin zorunlu kıldığı bir tek seçimi yapmış olduğumuz anlamına gelmektedir. İradenin özgür gibi görünmesinin bir nedeni de, etkiyen dış koşulların sonsuz seçenek sunmasıdır; kişinin her hangi bir durumda nasıl karar alacağını bilemememizin sebebi, etkiyen çok sayıda faktörün hepsini birden tespit edemeyecek olmamızdır. Eğer bu koşulların tümünü tespit edebilseydik, kişinin her durumda alacağı kararı önceden bilebilirdik. Böylece gerçekte bir seçim yapılmadığını da anlamış olurduk.
Kanımca bu görüşte isabet yoktur: Kuantum fiziğinin temelinde yer alan “belirsizlik ilkesi” bir atom altı parçacığın, aynı anda hem yerinin hem de hızının bilinmesinin mümkün olmadığını ortaya koymaktadır: Hız belirlendikçe konum belirsizleşir, konum belirlendikçe hız belirsizleşir[32]. Bu, konum ya da hızı gözlemcinin tespit edememesi (yani bir ölçüm sorunu) değildir; bu, olguların biri belirginleştikçe, diğerinin gerçekten belirsizleşmesidir[33]. Bu ilkenin sonucu şudur: Herhangi bir atom altı parçacığa etkiyen bir dış kuvvet, onun ya hızını değiştirir ve konumu belirsizleşir ya da konumunu değiştirir hızı belirsizleşir. Bunun gibi hızı ve konumu belli ölçeklerde değiştirmesi de mümkündür. Aynı (ölçekte ve nitelikte) dış kuvvet, her seferinde hep hızı veya sadece konumu değiştiremez. Daha açığı; aynı dış kuvvetin, hızı mı yoksa konumu mu değiştireceği bilinemez; bir keresinde hızı, diğerinde konumu değiştirebilir; tersi de olabilir veya her ikisini de bir parça etkileyebilir. Aksi olsaydı, belirsizlik ilkesi, bir fizik yasası olma niteliğini kaybederdi. Çünkü hangi dış kuvvetin hızı ve ne kadar, hangi dış kuvvetin konumu ve ne ölçüde değiştirdiğini tespit edebilirdik. Böylece dış kuvvetlerin arasındaki ilintiyi kullanarak hem hızı hem de konumu tespit etme imkânına sahip olurduk. Oysa bu mümkün değildir. Belirsizlik ilkesi, dış kuvvetin hangi olguyu etkileyeceğinin bilinememesi anlamına gelir. Bunun konumuzla ilgili sonucu şudur: Belirsizlik ilkesi uyarınca, beyin hücrelerinin atom altı parçacıklarına etkiyen dış kuvvetlerin, bu parçacıkların hızını mı yoksa konumunu mu değiştireceğini tespit etmek mümkün değildir; daha doğrusu aynı dış kuvvet, bazen konumu, bazen hızı değiştirebilir. Oysa bir parçacığın hızının değişmesi halinde oluşturabileceği molekül ile konumunun değişmesi halinde oluşturabileceği molekül birbirinden farklıdır. Karar alma olgusu bu moleküllerin faaliyetiyle bağlantılı olduğuna ve aynı dış kuvvet her seferinde farklı bir atom altı faaliyeti tetikleyeceğine göre, (iç ve dış) bütün koşulları bilsek dahi, kişinin nasıl bir karar alacağını tespit edemeyiz. Bunun anlamı yasanın kendisinin, davranış ve tepkileri belirleme hususunda bir esneklik yarattığıdır; bu fizik yasasına göre, aynı dış etkenler, her seferinde farklı bir tepki verilmesine sebep olabilir.
Belirsizlik ilkesi uyarınca, aynı dış uyaran, beyin hücrelerinin bir kısmının atom altı parçacıklarının hızını, bazılarının konumunu ve farklı ölçeklerde değiştirebilir. Böylece bu hücre gruplarında, aynı dış uyarana bağlı olarak farklı etkileşimler ve tepki formları ortaya çıkabilir. Hızı değişen parçacıkların oluşturacağı tepki biçimi ile konumu değişen parçacıkların oluşturacağı tepki biçimi; daha doğrusu verilecek tepkinin enformasyonu birbirinden farklı olacaktır. Aynı anda bir grup beyin hücresinde bir tepki biçimi bilgisi; başka bir grup beyin hücresinde ise başka bir tepki biçimi bilgisi teşekkül edecektir. Bu farklı bilgiler ASK vasıtasıyla dorsolateral prefrontal kortekse (DPK) ulaştığında, DPK, önceki eğilimlerle uyumlu ancak mutlak anlamda bağlı bulunmaksızın, bu bilgilerden birisini hayata geçirecektir[34]. ASK ve DPK atom altı parçacıkları da belirsizlik ilkesine tabi olduğundan, farklı hücre gruplarından gelen bilgi biçimlerinin, ASK hücrelerini, her seferinde aynı ve tek yöndeki seçimi yapmaya zorlaması mümkün değildir.
Ancak irade, paralel zar evrenin türevi olan bilincin tezahürü ise ve bilinç, paralel zar evrenlerin karşılıklı etkileşimi ile ortaya çıkıyorsa, irade uzay- zamanın yasalarından bağımsızdır/ daha doğrusu özerktir.
Burada vurgulanması gereken bir husus da şudur ki: İnsan zihni, ne John Locke’un ileri sürdüğü gibi bir boş levhadır (Tabula Rasa) ne de baştan itibaren tümden programlanmış değişmeyen bir yapı: Tümüyle boş ve sadece işlenerek şekillenen bir yapı değildir; çünkü beyin hücrelerini ve içerdikleri proteinleri şifreleyen genlerin çizdiği sınırların dışına çıkarak, sonsuz seçenek oluşturabilecek biçimde gelişmesi mümkün değildir. Gerçekten de genetik yapı, bazı proteinleri bazı formların dışında şifreleyemez ve zihnin şekillenmesi, sadece genlerin şifreleyebildiği protein ve nörotransmitterin oluşturabileceği formlarla sınırlı kalır. Bu, zihnî kapasitenin çerçevesidir. Bu, insan doğasının da çerçevesidir. Mutasyon gerçekleşmedikçe DNA değişemez ve DNA sabit kaldıkça, zihni ve karakteri farklı şekillendirebilecek olan protein ve nörotransmitter üretimi mümkün olamaz. Bununla birlikte, bu çerçeve içinde kalmak kaydıyla beyin kimyasının, dış uyaranlara verilen tepkilerle değişmesi ve gelişmesi mümkündür:
Doğal seçilim, beyin hücrelerinin ve sinaptik bağlantılarının bir kısmının güçlenmesine, bir kısmının zayıflamasına veya ölümüne sebebiyet verebilir. Tüm hücre çekirdekleri aynı DNA’yı ve genleri taşımasına rağmen, bunların farklı yapılar ortaya koyması, bir hücrede bir genin, diğerinde başka genin faal olmasından kaynaklanmaktadır. Doğal seçilim, sık kullanılan proteinleri sentezleyen genlerin baskın olduğu hücreleri öne çıkartmaktadır. Bu da beyin hücrelerinin yapısını dış etkenlerin etkileyebildiği ve zihnimizin ve karakterimizin kısmen de olsa değiştirilebilir olduğu anlamına gelmektedir. Kısmen; çünkü DNA aynı kalmaktadır, açıklandığı üzere, DNA yapısının (mutasyon dışında) değişmesi mümkün değildir ve protein ve nörotransmitteri şifreleyen de DNA’dır. Böyle olunca dış etkenler bazı hücrelerin ölmesine ve kullanılanın seçilmesine sebebiyet verse de değişimin sınırı DNA ve onun sentezlediği protein yapısıdır. Bu sebeple doğuştan gelen ve bir sınırın ötesinde değiştirilme imkânı bulunmayan bir karakter yapısı mevcuttur. Dış etkenler yapıyı, ancak bu çerçevenin sınırları içerisinde değiştirebilirler. Bu da göstermektedir ki, dış etkenler kısmen dahi olsa beyin hücrelerinin kombinasyonunu değiştirebilir ve bu da davranış değişikliğine sebebiyet verebilir.
Bu durumda, DNA’nın çizdiği sınırları aşmamak kaydıyla, dış etkenlere bağlı olarak gelişen nöron kombinasyonu, belli uyaranlara benzer tepkiler verme hususunda bir eğilim yaratacaktır. Ancak dış etkenler, belirsizlik ilkesi çerçevesinde, atom altı parçacıkların hız veya konumlarında göreli olarak birçok farklı kombinasyonda değişikliğe sebebiyet verebilecektir. Başka deyişle, aynı dış etkene maruz kalan beyin hücrelerinde, belli bir yönde tepki verme hususunda bir eğilim oluşacaksa da belirsizlik ilkesi, verilebilecek tepki seçeneğini artırmaktadır. Belirsizlik ilkesine göre, tüm dış koşullar bilinse dahi, bireyin buna nasıl tepki vereceğini kesinlikle tespit etmek mümkün olmayacaktır; çünkü farklı atom altı kombinasyonlar ortaya çıkabilecektir. İşte yasanın doğasından kaynaklanan bu esneklik, irade kavramının yanılsamadan ibaret olmadığını ortaya koymaktadır. Atom altı parçacıklar yasaya uygun hareket edecek ancak bizatihi yasa, farklı kombinasyonlar ortaya çıkartacaktır. İrade, bu kombinasyonlar içinde yapılan tercihte ortaya çıkmaktadır. Parçacığın hızının veya konumunun değişmesini tercih etmek, diğerini belirsizliğe sürüklese de mümkündür. Seçim yasaya aykırı değildir; çünkü hız belirlendikçe konum belirsizleşecektir, konum belirlendikçe ise hız belirsizleşecektir.
Özetle: bilgi edinme, beyin hücrelerinin atom altı parçacıkları arasındaki enerji alışverişinden doğar. Enerjinin frekansı ve nöronların ateşlenme hızı, bilginin ne kadarına vukûfiyet sağlanacağını da belirler. Atom altı parçacıkların frekansı, yaptıkları enerji alışverişine bağlı olarak değişebilir. Enerji alışverişini kontrol etmek, bu parçacıkların yerlerini veya hızlarını kontrol etmeye de imkân sağlar. Konum veya hızdaki değişiklik, bu parçacığın taşıyacağı enerjiyi ve dolayısıyla oluşturacağı moleküllerin yapısını değiştirir. Böylece bilgi süreci, beyin hücrelerinin atom altı parçacıklarının enerji seviyelerini kontrol etmekle ilgilidir. İrade ise aynı dış uyaranın, bazı nöronların atom altı parçacıklarının hızını, bazılarının ise konumu etkilemesinden kaynaklanan farklı tepki bilgilerinin teşekkül etmesinden ve ASK ve DPK’nın farklı nöronlarda oluşan bu farklı tepki bilgilerini işleyerek tercihte bulunmasından kaynaklanır. Belirsizlik ilkesi uyarınca, parçacıklarının hem hızlarının hem de konumlarının birlikte kontrol edilmesi mümkün olmadığı için, irade tamamen serbest değildir ve bu sebeple özgür değil özerk olduğundan söz etmek mümkündür. Bu özerkliğin temelinde yatan ise bilincin, uzay- zamana ve onun yasalarına göre dışsal olmasıdır.
Yani irade, paralel evrenlerin etkileşimi sebebiyle, uzay- zamanın fizik yasalarından tamamen bağımsız şekilde işleyen bir süreç olmadığı gibi, nedensellik bağını değiştirme gücü de yoktur. Ancak başlangıç koşulları arasında yapılabilecek seçim, iradenin varlığını mümkün kılmaktadır ve seçilen bu koşullar, uzay- zamanın fizik yasalarına uygun şekilde işleyecek nedensellik süreci sonucunda, ortaya çıkacak neticeyi değiştirebilecektir.
Aile ve çevre koşulları gibi faktörler, her ne olursa olsun, herhangi bir dış uyaran alan insanın zihninde, birden fazla tepki seçeneği oluşmasına engel teşkil etmemektedir. Bazen bu seçeneklerin sayısı çok fazla, bazen ise çok daha azdır. Ancak her ne olursa olsun, hiçbir zaman bu seçenekler sonsuz değildir. Çünkü belirtilen tüm etkenler, belli dış uyaranlar karşısında kalan insanın verebileceği tepki seçeneklerinin sınırlanmasına yol açar. Bu sebeple de irade özgürlüğünden söz etmek mümkün değildir. Nasıl ki bilgiyi taşıyan atom altı parçacıklar, bunları kavramlaştırır ve bilince erişirken, uzay- zamanın fizik yasalarına aykırı davranmıyorlarsa ve buna rağmen bilincin varlığını kabul ediyorsak; tıpkı bu süreçteki gibi işleyen, başlangıç koşullarını oluşturan seçenekler arasında seçim yapma kudreti de fizik yasalarına uygun şekilde işlese de, iradenin varlığını kabul etmek zorundayız. Kısaca iradenin bir yanılsamadan ibaret olduğunu kabul edersek, bilincin de yanılsama olduğunu kabul etmek zorundayız. Oysa bilince sahip olduğumuzu yadsımak mümkün değildir.
Yani istisnai bazı durumların dışında bu seçenekler hiçbir zaman tümden ortadan kalkmamaktadır. Bu sebeple iradenin tamamen bağlı olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. O halde insan iradesi özerktir. Bu sebeple de bireysel ceza sorumluluğu mevcuttur ve bu sorumluluk, insanın içinde bulunduğu şartlara göre oluşabilecek seçenek sayısı ne kadar fazla ise o kadar ağır, ne kadar az ise o kadar hafiftir. Seçeneklerin tümüyle ortadan kalktığı durumlarda ise ceza sorumluluğu yoktur.
O halde kasta bağlı sorumluluğun doğabilmesi için, bireyin, yaptığı hareketi ve bundan doğacak neticeyi sadece bilmesi; bunun bilincinde olması yetmez, iradesinin de bu neticeye yönelmesi, yani bu neticenin gerçekleşmesini istemesi şarttır.
Kaynaklar
Arı Vural, Rölativite'den Kuantum'a Evrenin Gerçekliği
Dönmezer Prof. Sulhi – Erman Prof. Sahir, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku
Erem Prof. Faruk, Ümanist Doktrin Açısından Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler
Fritzsch Harald, Yanılıyorsunuz Einstein! (Ogün Duman çevirisi)
Genom Matt Ridley, Mehmet Doğan-Nıvart Taşçı çevirisi
Hawking Stephen W., Kara Delikler ve Bebek Evrenler (Nezihe Bahar çevirisi)
Hawking Stephen W., Zamanın Kısa Tarihi, Büyük Patlamadan Kara Deliklere (S.Say-M.Urul çevirisi)
Hooft Gerard’t, Maddenin Son Yapı Taşları, (Mehmet-Nazife Ö. Koca çevirisi)
Lane Nick, Yaşamın Yükselişi Evrimin On Büyük İcadı, Ebru Kılıç çevirisi
Winston Robert, İnsan Beyni, Gül Tonak çevirisi
Dijital kaynaklar
https://bilimfili.com/supersicim-kuramina-genel-bir-bakis
https://evrimagaci.org/coklu-evren-teorisi-nedir-paralel-evren-teorisi-ile-farklari-nelerdir-paralel-evrenler-teorisi-deneysel-mi-
https://rasyonalist.org/yazi/maddenin-dalga-parcacik-ikiligi-cift-yarik-deneyi-ve-varyasyonlari
http://tr.wikipedia.org
[1] Prof. Sulhi Dönmezer-Prof. Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku Cilt: 2 Sayfa: 176
[2] Prof. Sulhi Dönmezer-Prof. Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku Cilt: 2 Sayfa: 241
[3] Prof. Faruk Erem, Ümanist Doktrin Açısından Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler Cilt: 1, Sayfa: 500
[4] Prof. Sulhi Dönmezer- Prof. Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku Cilt 1, Sayfa 86 vd.
[5] Prof. Faruk Erem, Ümanist Doktrin Açısından Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler Cilt: 1, Sayfa: 500
[6] Prof. Sulhi Dönmezer-Prof. Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku Cilt: 2 Sayfa: 257
[7] Prof. Faruk Erem, Ümanist Doktrin Açısından Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler Cilt: 1, Sayfa: 505
[8] Prof. Sulhi Dönmezer-Prof. Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku Cilt: 2 Sayfa: 260
[9] Prof. Sulhi Dönmezer-Prof. Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku Cilt: 2 Sayfa: 264
[10] Stephen Hawking, Kara Delikler ve Bebek Evrenler (Nezihe Bahar çevirisi), Sayfa: 77
[11] Gerard’t Hooft, Maddenin Son Yapı Taşları, (Mehmet-Nazife Ö. Koca çevirisi), Sayfa: 18
[12] Gerard’t Hooft, Maddenin Son Yapı Taşları, (Mehmet-Nazife Ö. Koca çevirisi), Sayfa: 297
[13] https://bilimfili.com/supersicim-kuramina-genel-bir-bakis
[14] https://evrimagaci.org/coklu-evren-teorisi-nedir-paralel-evren-teorisi-ile-farklari-nelerdir-paralel-evrenler-teorisi-deneysel-mi-9810
[15] Stephen W. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, Büyük Patlamadan Kara Deliklere (S.Say-M.Urul çevirisi) Sayfa:
150
[16] Vural Arı, Rölativite'den Kuantum'a Evrenin Gerçekliği, Sayfa: 397-408
[17] https://rasyonalist.org/yazi/maddenin-dalga-parcacik-ikiligi-cift-yarik-deneyi-ve-varyasyonlari/
[18] Kopenhag yorumuna karşı çıkanlar, sadece bilinçli bakış/ gözlemin değil, parçacıklar arası etkileşimin de dalga fonksiyonunu çökerttiğini iddia etmektedirler. Öte yandan Everett, koherans kavramını geliştirip, sistemin tümü dikkate alındığında dalga fonksiyonunda çökme gerçekleşmediğini, sistem içinde tam izolasyon sağlanamadığı için, dekoheransın gerçekleştiğini, her bir sistem parçasının farklı bir evren oluşturarak paralel evrenlere yol açtığını ileri sürmektedir.
[19] Robert Winston, İnsan Beyni, Gül Tonak çevirisi, sayfa: 68
[20] Robert Winston a.g.e. sayfa: 61 vd.
[21] Nick Lane Yaşamın Yükselişi Evrimin On Büyük İcadı, Ebru Kılıç çevirisi, sayfa: 286
[22] Nick Lane a.g.e. sayfa: 292-293
[23] Robert Winston a.g.e. sayfa: 68
[24] Robert Winston a.g.e. sayfa: 152
[25] Robert Winston a.g.e. sayfa: 191
[26] Beyin hücreleri ve snaptik bağlantılar arasında, kullanılmadıkça ölen, kullandıkça güçlenen gruplar mevcuttur. Dış dünya ile ilişkiler, daha yüksek hertzde salınan hücre gruplarının seçilmesini ve böylece ASK’ya daha fazla bilgi ulaşmasını sağlayabilir. Bu, bilinç düzeyinin evrilmesi anlamı taşımaktadır. Bunun gibi, konsantrasyon yöntemleri ile bu seçilim bilinçli hale getirilebilir ve içe dönük çalışmalar, bilinç düzeyini artırabilir. Ancak bu, inceleme konumuzun dışında kalmaktadır.
[27] Prof. Sulhi Dönmezer-Prof. Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku Cilt: 2 Sayfa: 266-267
[28] TCK’nın sistemi bu düşünceye uygundur: 23. madde uyarınca: “Bir fiilin, kastedilenden daha ağır veya başka bir neticenin oluşumuna sebebiyet vermesi halinde, kişinin bundan dolayı sorumlu tutulabilmesi için bu netice bakımından en azından taksirle hareket etmesi gerekir.”
[29] Prof. Sulhi Dönmezer-Prof. Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku Cilt: 2 Sayfa: 268
[30] http://tr.wikipedia.org
[31] Matt Ridley Genom, Mehmet Doğan-Nıvart Taşçı çevirisi, sayfa: 326 vd.
[32] Harald Fritzsch Yanılıyorsunuz Einstein! Ogün Duman çevirisi, sayfa: 13-14
[33] Bir elektronun momentumunu (ya da hızını) kesin olarak bilebiliriz; ne var ki bu durumda elektron uzayda herhangi bir yerde olabilir. Ya da onun tam olarak nerede olduğunu belirleyebiliriz, ama bu sefer de aynı anda birçok olası momentuma (ya da hıza) sahip olacaktır. Elektronun bulunma olasılığını uzayın belli bir bölgesine sıkıştırarak konumunu “belli bir oranda” belirleyebiliriz; aynı şekilde momentumunu da “belli bir oranda” belirleyebiliriz; böylece belirsizliği iki nicelik arasında dağıtmış oluruz. Elektronun konumunu daha dar bir alana sıkıştırdığımızda momentumu daha belirsiz bir hale gelir. Elektronu gittikçe daha küçük bir hacme sıkıştırmanın gittikçe daha büyük bir kuvvet gerektirdiğini göreceğiz; çünkü belirsizliğin artışı ile birlikte momentumdaki dalgalanmalar da büyüyecek.
[34] Robert Winston a.g.e. sayfa: 162
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :
"Kuantum Fiziği Temelli Bilinç Ve İradenin Ceza Sorumluluğundaki Yeri" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı M. İhsan Darende'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.
Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.
|
|