Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Aktif Makale İfade Ve Basın Özgürlüğü

Yazan : Seda Üstün [Yazarla İletişim]
Avukat

Makale Özeti
İfade ve Basın Özgürlüğü kavramlarının yasal temellendirmeleriyle irdelenmesi

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

GİRİŞ
Sayısız insan hakları ihlallerini içinde barındırarak, o güne kadar yazılmış bütün felaket senaryolarından daha feci sonuçlar doğuran 2.Dünya Savaşı oluncaya kadar özgürlükler sorunu, her devletin kendi iç meselesi sayılmıştır. İnsan haklarının evrenselliğini koruma altına almayı hedefleyen küresel hukuk, bu savaşın ardından sahne almış ve onlarca uluslar arası sözleşmeye temel oluşturmuştur. Bu sözleşmeler arasında günümüz itibariyle etkinliği en çok hissedilenlerden biri, yargısal denetim fonksiyonuna sahip bir devletler arası mahkemeye kaynaklık etmesi yönü ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. Sözleşme ile medeni ve siyasi haklar düzenlenmiş, medeni ve siyasi haklara yer verilmemiştir. Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerce 1950 yılında imzalanan Sözleşme hükümlerinde, 11 No’lu Protokol ile esaslı değişikliklere gidilmiştir. Ülkemiz AİHS’yi 1954 yılında onaylamasına rağmen Mahkeme’nin zorunlu yargı yetkisini 1990 yılında kabul etmiştir. Bununla beraber 1982 Anayasası’nın 90.maddesinde 7.05.2004 tarihinde yapılan değişiklikle AİHS, ülkemiz açısından insan hakları ihtilaflarının çözümünde kanunlardan bile önce uygulanabilecek bir hukuki statüye getirilmiştir.

Strasbourg Mahkemesi kararları, taraf devletlerin hukuku üzerinde dolaylı bir etkiye sahiptir. Zira bu kararlar, bir idari işlemi ortadan kaldıramaz veya bir mahkeme kararını bozamaz. Bu yönüyle kararlar, ilgili işlem veya eylemin, mahkeme kararı veya kanunun Sözleşme’ye aykırı olup olmadığının tespitine dayanmaktadır.

Bireylerin bilgi ve haberlere ulaşabilmesi, düşünme eylemi ile bir fikre varabilmesi ve bu fikirleri çeşitli vasıtalardan yararlanarak aktarabilmelerinin serbestçe yapılabilmesi anlamına gelen ifade özgürlüğü, kanımızca bilgi edinme, düşünme, düşünce ve din özgürlüğü ile düşünceyi ifade özgürlüğünü kapsayıcı bir anlama sahiptir. İfade özgürlüğü, diğer bütün temel hak ve özgürlükler adına bir savunma aracı niteliğinde olduğundan demokrasiye giden kapıları açan anahtar bir özgürlüktür. Özellikle kitle iletişim organları vasıtası ile yönetimler üzerinde yapılan eleştiri ve tenkitler, aydın bir kamuoyu oluşturmakta ve hükümetlerin ihmalleri ve eksikliklerini giderici bir rol üstlenmektedir.

AİHS’nin 10.maddesi ile güvence altına alınan ifade özgürlüğü konusunda verdiği kararları ile AİHM, bütün dünya adına adeta bir ifade özgürlüğü kültürü oluşturmuştur. Mahkeme’nin süregelen kararlarına göre, çoğulcu demokratik toplumlarda hükümetin eylem ve ihmalleri sadece parlamento ve yargının değil, basın ve kamuoyunun da yakın denetimine tabidir. Bu anlamda ifade özgürlüğü, her türlü inanç ve fikrin serbestçe tartışılabildiği demokratik bir toplumun en esaslı temellerinden birisini oluşturmaktadır.

Türkiye de özellikle güneydoğuda şiddetini hala azaltmayan terör olaylarına rağmen, ifade ve basın özgürlüğünde Sözleşme standartlarını yakalayan bir pozitif hukuk oluşturmak için 1982 Anayasası ve çeşitli yasalarda önemli değişiklikler yapmakta ve yapmaya da devam etmektedir. Ne var ki alınan bütün önlemlere rağmen bazı konularda Türkiye aleyhinde insan haklarının ihlal edildiği iddialarının hala var olması akla, ister istemez “Acaba insan hakları siyasal bir araç olarak kullanılmaya mı çalışıyor?” şüphesini getirmektedir.

İNSAN HAKLARI ve ÖZGÜRLÜKLERİ ile İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ
TERMİNOLOJİSİ

I.Tanımı, Tanımsızlıklar İçeren Terim:Özgürlük

Özgürlük teriminin anlam olarak tam olarak neyi karşıladığı, yüzyıllardır sosyal bilimlerin başlıca uğraş alanlarından birisi olmuştur. Özgürlüğün dengi olarak sunulan tanımlar ise tanımsızlıkları da içinde barındırmıştır. Aydınlanma çağının fikir mimarlarından olan Montesquieu özgürlük hakkında, “Bu kelime kadar çeşitli anlam verilmiş, onun kadar insan kafasını çeşitli şekillerde yormuş başka bir kelime yoktur” yorumunu yaparak özgürlüğü tanımlamadaki zorluğa işaret etmiştir. Seneler sonra bu zorluğun sona erdiği varsayılarak 20.08.1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin 4.maddesinde bu kelime şu şekilde tanımlanmaya çalışılmıştır: “Özgürlük, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmekten ibaret olup her şahsın tabii haklarını kullanması diğer cemiyet azalarının aynı haklardan istifadelerini temin eyleyen hudutlarla sınırlanmıştır. Bu hudutlar ancak kanun tarafından tayin olunur.”

İlk bakışta bu tanımlama yeterli imiş gibi gözükse de, tanımlamadaki yaklaşımın eksik olduğu hemen anlaşılabilecektir. Zira özgürlüğü sadece bireye indirgeyerek anlamaya çalışırsak bütün toplumu tatmin edebilecek olan özgürlüklere nasıl ulaşılacağı sorunu tamamen yanıtsız kalacaktır.

Özgürlüğün ne olduğunu belirlemeden önce ne olmadığının tespitini yapmak gerekir. Buna göre özgürlük, herkesin her istediği ve dilediğini, dilediği gibi yaşama hakkından ibaret değildir. Tanımındaki zorluk nedeniyle adeta soyut bir kavram olarak anılan “özgürlük” ün hemen herkes tarafından kabul gören en önemli özelliği, insan olmanın olmazsa olmaz bir gereği olmasıdır. Öyle ki insan, özgürlükleri ile insandır. Bu bakımdan zamanımızdaki önemli dünya görüşleri arasında, bu terimin cazibesine kapılarak, özgürlüğü kendi bünyesi ile özdeşleştirmeyeni yok gibidir. Ancak hangi sistem ya da devlet ne kadar çok bu iddiada bulunursa bulunsun, gerçek tespit, fiili duruma bakılarak yapılabilecektir. Bu konuda başvurulabilecek en önemli ölçüt ise, hürriyetler yelpazesinin o devlette ne kadar geniş tutulduğu hususuyla ilgilidir. Bu bakımdan insan hakları sorunu, temel hak ve özgürlüklerin ilgili devletler tarafından tanınması aşamasından ziyade, bu hakların tanınması ile beraber uygulanması aşamasında ortaya çıkmaktadır. İşte bu noktada insan hakları ve kamu özgürlükleri ilişkisi önem kazanır.

II. İnsan Hakları ve Özgürlükleri İlişkisi

Hak, hukuk düzeni tarafından korunan ve sahibine bu korunmadan yararlanma yetkisi veren unsur olup6, kısaca “yasal yetki” olarak da tanımlanmaktadır. İnsan hakları ise bireylerin sırf insan olması nedeni ile sahip olması gereken haklardır. Bu terim, “olan” alanında kalanın aksine “olması gereken” alanına taşan, dinamik bir programı ifade eder. Bu programın olması gereken hukuk alanında incelediği temel konu ise; özgürlüklerin ve bu özgürlüklerin sınırlarının nasıl dengelenmesi gerektiğidir. Zira ne sorumlulukları abartılmış, ne de hiçbir sınır çizilmemiş bir özgürlük “insan hakkı” olarak nitelendirilemez.

Devlete yönelik ikilem de bu tespiti doğrulamaktadır. Zira güçlü bir devlet, özgürlüklerin kullanılması adına önemli bir gereklilik olmasına rağmen, aynı devlet, yanlış kişilerin yönetiminde, gittikçe özgürlükler aleyhine büyüyen bir tehdit olabilmektedir.

“Kamu özgürlükleri” terimi ise, insan hakları ideal programının devletler tarafından tanınmış ve pozitif hukuka girmiş olan bölümünü ifade eder. Bunlara kamu özgürlükleri denmesi, sadece bir sınıfa veya zümreye değil ve fakat istisnasız herkese(kamuya) tanınmış olması nedeniyledir.

III.İnsan Haklarının Uluslararası Alana Taşınması

Arkasında sayısız insan hakkı ihlalleri ile enkaz halinde bir dünya bırakan 2.Dünya Savaşı, özgülüklerin devletlerarası korunmasını amaçlayan oluşumların kurulması açısından bir dönüm noktası olmuştur. Nazizm ve Komünizm gibi diktatör sistemleri benimseyen ülkeler tarafından hiçe sayılan ve açıktan açığa çiğnenen insan haklarının, gelecekte etkili korunmasını sağlayabilecek sağlam bir zeminin oluşturulması için daha savaş sırasında çalışmalar başlatılmıştır. Uluslar arası ve ulusal üstü bir “İnsan Hakları Hukuku” düzeni oluşturulmasının yeni savaşların önlenebilmesinin temel gereği olduğu düşüncesi, 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında iyiden iyiye yaygınlık kazanmıştır. Bu düşünce “insan haklarının küreselleşmesi”ni sağlayacak olan “küresel hukuk”un oluşum sürecini tetiklemiştir. Bu sürecin anlamı, insan haklarının korunmasında hiçbir bireyin kendisi tarafından belirlenemeyen siyasi, kültürel, ekonomik, etniksel özelliklerin artık bir hak ölçütü olarak nazara alınmayacağının bütün demokratik hukuk sistemleri tarafından kabul edilecek olmasıdır. O halde artık toplumları birey parçalarına bölen anlamı ile “insanın hakları”nın yerini, kollektif anlamı ile “insanlığın hakları” alacaktır.

24 Ekim 1945 tarihinde yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Antlaşması ile insan hak ve özgürlükleri ilk kez milletlerarası hukuk alanına girmiştir. Bu anlaşma, andlaşmayı onaylayan devletlerin, temel hak ve özgürlükler için etkili güvence yöntemleri benimseyen ve bununla beraber diğer devletlerle olan anlaşmazlıklarını meydanlarda savaşarak değil, masa başında tartışarak ve müzakere ederek, barışçıl yöntemlerle çözümlemeyi tercih eden devletlere dönüşümlerini hedeflemiştir. Bu hedefin gerçekleştirilmesi amacı ile 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 48 kabul oyu ile İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni kabul etmiştir. İnsan haklarını tek tek saymak sureti ile listeleyen ilk belge olan bu bildiri, ÖZDEK’e göre “insan hakları meselesini devletlerin iç işleri sayan ve devletin egemenlik alanına diğer devletlerin müdahale yasağı ilkesi üzerine biçimlenen geleneksel sistemden kopuşun başlangıcı” nı oluşturmaktadır. Belge bu tarihi önemi nedeni ile “çağımızın Magna Carta”sı olarak da nitelendirilmektedir.

Bununla beraber bildiri, kabul oyu veren devletler için özgürlüklerin geliştirilmesini sağlayacak ve devamlı kılacak zorlayıcı bir mekanizma öngörmemesi nedeni ile kabul eden devletlerin iç hukuklarında gözetmeleri temenni olunan evrensel bir insan hakları önerisi olmaktan öteye de geçememiştir.

1949 yılında ise, başlıca amacı bazı özgürlüklerin devletler üstü anlamda korunması olan Avrupa Konseyi kurulmuştur. Hemen ardından, konseye üye ülkelerce -Türkiye dâhil- 4 Kasım 1950 tarihinde İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) imzalanmıştır. Belirtilen anlaşmalar dışında günümüze kadar baş döndürücü bir hızla insan haklarına ilişkin onlarca uluslararası sözleşmenin imzalanması sayesinde bazı temel haklar, artık ulusal kimliğinden sıyrılarak bütün insanlığı ilgilendiren uluslararası bir karaktere sahip olmuştur. Bu yönüyle yaşanılan son yüzyıl “İnsan hakları çağı” şeklinde adlandırılmaktadır.

IV.İfade Özgürlüğünün Kapsamı ve İlişkili Olduğu Özgürlüklere Göre
Konumu

İfade özgürlüğünün tanımına geçmeden önce özgürlük kavramının bünyesinde taşıdığı karmaşıklığın, ifade özgürlüğü adına doruğa ulaştığını belirtmek gerekir. Zira özgürlük teriminin manasının ne olduğu-ya da ne olmadığı- tam olarak tespit edilebilse dahi, ifadeye yönelik özgürlük ve bu özgürlükle iç içe olan diğer özgürlükler ile ne kastedildiği ve kapsamlarının nerelere uzandığının tespitini yapmak çok güçtür. Haber ve fikir almak, fikir sahibi olmak ve bunları açıklamak iç içe geçmiş kavramlardır. Gerçekten de özellikle “düşünce özgürlüğü” ve “ifade özgürlüğü” kavramları hakkında hangisinin hangisini kapsamına aldığı konusunda bir belirsizlik söz konusudur. Kanaatimizce “ifade özgürlüğü” terimi, düşüncenin açıklanmasına dair bütün süreçleri kapsayıcı bir anlama sahiptir. Zira düşüncenin bir anlam ifade edebilmesi için dışa vurulabilmesi ve ifade edilebilmesi gerekir. Zira ancak ifadenin dışarıya serbest şekilde aktarılabilmesi sayesinde herhangi bir insan
hakkının ihlal edildiğinin bilinmesi mümkün olabilecektir. Bu bakımdan ifade özgürlüğü, diğer bütün hak ve özgürlüklerin korunmasına olanak sağlayan en önemli “savunma” ve “beslenme” aracı niteliğindedir. Kişinin iç dünyasında oluşturulan düşüncenin dış dünyaya iletimi, yani düşüncenin “ifade edilmesi aşaması”, etkin olarak korunan bir özgürlük niteliğinde olmadıktan sonra hem bu özgürlüğün yansıması olan özgürlüklerin hem de öteki bütün özgürlüklerin manalarının kalmayacağını belirtmek, çok da abartılı olmayacaktır.

İfade özgürlüğü, insanların serbestçe düşünce ve haberlere ulaşabilmesi, fikir edinebilmesi, edindiği fikir ve kanaatlerden ötürü kınanmaması ve değişik vasıtalardan yararlanarak bu fikirleri serbestçe aktarabilmesi ve savunabilmesidir.

Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere ifade özgürlüğü üç boyutlu bir anlama sahiptir.

1. Boyut: Bilgi Edinme ve Düşünme Özgürlüğü

a. Bilgi Edinme ve Bilgiye Ulaşabilme Özgürlüğü

Serbest şekilde bilgi edinebilme, düşüncenin oluşum öncesi sürecinin başlangıcı konumundadır. Kişinin değişik fikirleri tahlil ederek belli kanılara ulaşabilmesi için öncelikle bu fikirlerin aktarıldığı bilgi kaynaklarına serbestçe ulaşabilmesi ve bunlardan yararlanabilmesi gerekmektedir. Bilgi edinmek için kaynak olarak kitle iletişim araçları ve yönetimden yararlanılabilir. Vatandaşların bilgi ve haberlere ulaşabilmelerinin sağlanması için idari makamlar, iki yönteme sahiptir. Bireylerin devlet kaynaklı bilgi ve belgelere ulaşabilmeleri, ilk olarak bilgi edinme hakkı kapsamında bireyin idareye müracaatı üzerine devletin bilgi ve belge vermesi ile mümkün olabilir.Yönetim hukukunda bu ilke “pasif açıklık” olarak adlandırılır. İkinci yöntem ise yönetimin eylem ve işlemleri ile ilgili olarak düzenli olarak basın açıklamaları yapması ve farklı konularda danışma hizmetleri vermesi sayesinde kendiliğinden kamuoyuna açık lamalarda bulunmasıdır. Bu usule de “aktif açıklık” denir.

Parlamento kararları, kural olarak herkese açık bir usulle alınırken; idarenin kararları, halkın herhangi bir katılımı olmadan, belli görevliler tarafından gizli olarak alınmakta ve yönetilenler, ancak karar alma süreci tamamlandıktan sonra sonuçtan haberdar olabilmektedir. Özay’a göre “günışığında yönetim” sistemini benimseyen ülkeler, açıklık ilkesinin iki farklı yansımasını da uygulamakta ve yönetime ilişkin kararları, tek yanlı değil, kamuyu haberdar ederek karşılıklı tartışmalarla oluşturmaktadırlar. Bu hali ile bir taraftan toplum, hem siyasal hem de teknik olarak kendi kendini yönetmekte ve diğer taraftan devletin işlem ve eylemleri ile ilgili hata riski, kamusal denetim yolu ile oldukça azalmaktadır. “İdarenin kapalılık”ı ise, uygulanan eylem ve işlemlerle ilgili karar alma sürecinin dışardan görülememesine rağmen, bu kararların idari makamlar tarafından gerekçelendirilmemesidir. Gizlilik ve dışa kapalılık esasına dayalı devletlerde, yönetim kamuya kapalı olduğundan, idare edenler uyguladıkları eylem ve işlemlerin gerekçelerini açıklama gibi bir kaygıya sahip değillerdir. Bu nedenle halkın idareye olan güveni çok zayıftır. Böylesi bir yapıda devlet, her istediğini istediği zamanda yapabilme iktidarını kendinde gören devasa bir organizasyon gibidir.

Bilgi edinmenin ikinci kaynağı ise, medya organlarıdır. İfade özgürlüğü, kitle iletişim araçları vasıtasıyla herkesin bilgi ve haberlere ulaşılabilmesinin sağlanmasını gerekli kılmaktadır. Bu açıdan ifade özgürlüğü, kitle iletişim araçları açısından “iki kanatlıdır” denilebilir. Bir yönüyle yazılı ve görsel basına, basın girişimlerini kurma, basma ve yayma serbestliği tanırken; bir yönüyle de bilgi edinmek isteyen bireylere, bilgi ve haberleri serbestçe alma serbestliği tanır. Dolayısıyla bilgi ve haberleri verme alma serbestliği, bir bütünlük içinde basın özgürlüğünü oluşturur.


b. Düşünme Özgürlüğü
Düşünme, insanın hem fiziki hem de felsefi anlamda iç aleminde gerçekleştirdiği bir etkinliktir. Düşünme hürriyeti, düşünce ve kanaatlerin üretilmesi ve benimsenmesi sonucunu doğuran bir tür “fikir fabrikası”dır.

2. Boyut: Düşünce, Din ve Vicdan Özgürlüğü
Düşünce, din ve vicdan özgülüğü, fikri ve dini bilgilerin düşünce süzgecinden geçirilmesi ve bu sayede bir kanıya, kanaate ya da görüşe serbestçe ulaşılabilmesidir. Bu evre bireyin iç aleminde gerçekleşen düşünce sürecinin son evresidir.

Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki düşüncenin oluşum öncesi aşamasına ve oluşum sürecine, yani düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne hukuk kesinlikle karışamaz ve karışmamalıdır. Düşünce ve kanaat, bireyin iç dünyasında kaldığı sürece mutlak koruma altındadır. Zira bu aşama kişinin tamamen kendine ait içsel dünyasında ve zihninde gerçekleşir. Bu bakımdan düşünce, ancak dışa vurulması aşamasından sonra sınırlamaya konu olabilir.

3.Boyut : Düşünceyi İfade Özgürlüğü
Bir düşünce, inanç, kanaat veya duygunun söz, yazı ve başka yollarla başkalarına aktarabilmenin serbest olmasıdır. Konferans vermek, konuşma yapmak, açıklama yapmak, şiir okumak, gazete, dergi çıkarmak vb. birçok faaliyet, bu özgürlüğün kapsamına girmektedir. Hatta yüz mimiklerinin kullanılması gibi bazen konuşmak ve yazmaktan bağımsız eylemler bile ifade anlamına gelebilir. Diğer bütün temel hak ve özgürlükleri besleme fonksiyonuna sahip olan düşünceyi ifade serbestliğinin sağlanması ile düşünce, kişinin özel alanından çıkarak, başkalarının algılama alanına girmekte ve nesnel bir eylem niteliği kazanmaktadır. Ancak böylece öteki bir çok eylem gibi artık ceza normlarının uygulama konusu olabilmektedir.

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNE YÖNELİK MÜDAHALELER ve SINIRLARI

İfade ve basın özgürlüğüne yapılan bir müdahalenin 2. fıkrada belirtilen meşru nedenlerden olup olmadığı incelenmesine ancak böyle bir müdahalenin olması halinde geçilebilecektir.Şayet başvurusu konusu olayda herhangi bir müdahale yoksa başvuru sözleşmenin 35. maddesine göre “açıkça dayanaktan yoksun” sayılarak reddolunacaktır. Mahkeme’ye göre müdahale sayılabilecek uygulamalar ise şunlardır:

I.Müdahale Sayılabilecek Haller :
Hangi yaptırımların müdahale olarak sayılabileceği, müdahalenin kim tarafından yapılabileceği ve hangi yöntemlerle yapılabileceğine ilişkin, önceden belirlenmiş bir sınırlama yoktur. Bu nedenle müdahale biçimi idari, mali, hukuki ya da cezai nitelikte olabilir.Uygulanan metodun çeşidi Akit devletin takdirine bırakılmış olmakla beraber, bu metodun Sözleşme’ye göre müdahale oluşturup oluşturmadığına AİHM karar verecektir.Devlet bünyesi içinde kamusal bir göreve sahip olan her kişinin yaptığı müdahaleye yönelik işlem, bu açıdan yargılama konusu olabilir. Bağımsız mahkemeler tarafından verilen kararlar da bu kurala dahildir.Bununla birlikte devlet bünyesi içinde yer almamasına rağmen devletin verdiği yetki ile kamusal bir görev üstlenen “özel kişiler”in Sözleşme kapsamında olan bir temel hak ve özgürlüğe yönelik her uygulaması dahi bu kapsamda değerlendirilir.Eğer ihlal, kamusal bir görev üstlenmeyen özel bir kişi tarafından doğrudan yapılmışsa, AİHM bu kez de Sözleşme kapsamındaki hak ve hürriyetlerin korunması için hukuki düzenlemeler çerçevesinde Akit devletin üzerine düşen yükümlülükleri tam olarak yerine getirip getirmediği incelemesini yapmaktadır. Zira Sözleşme’nin 8.maddesi bireyin özel hayatını yalnız devlete karşı korumayı amaçlamamaktadır, bunun yanında Taraf devletin kişilerin özel hayatını korumak için yeterli tedbirleri de almasını gerektirmektedir.Ancak bu gereklilik, elbette ki devletin ülkesinde yaşayan herkesin tüm eylemlerinden sorumlu olmasını kapsamaz.

Hapis cezasına mahkumiyet
Tazminata mahkumiyet
Yayının ilgili sayılarının toplatılması
Yayının Dağıtımının Engellenmesi
Para Cezasına Mahkûmiyet
Yayın Öncesi İhtiyati Tedbir ya da Yasaklama
Sansür Uygulaması
Gazeteciye Haber Kaynağını Açıklama Emri
Mahkeme Kararının Yayınlanması
Meslekten Çıkarma


III.Sınırlamaların Sınırları

AİHS’nin kurduğu denetim sisteminin en nitelikli özelliğini, Sözleşme ile korunan hak ve hürriyetlere ulusal devletlerce yapılabilecek müdahalelerin sınırlarının çok açık çizilmiş olmasında aramak gerekir.

10.Madde ile koruma altına alınmış olan ifade ve basın özgürlüğüne yapılan devlet müdahalesinin haklı sayılıp sayılamayacağı, bu müdahalenin 2.fıkrada öngörülen kısıtlama nedenlerine girip girmediğinin araştırılmasıyla yapılacaktır. Ancak 2.fıkrada öngörülen kavramların çoğu soyut nitelikte olduğundan ancak AİHM’ nin içtihatlarıyla somutlaşabilmektedir. Mahkeme, ifade ve basın özgürlüğüne yapılan hangi müdahalenin 10.maddenin 2. fıkrasındaki kısıtlama nedenlerine girip girmediğini, bu kararlarıyla tespit ederek “sınırlama sınırları” nı da tespit etmektedir. Zaten AİHM’ nin ifade ve basın özgürlüğü adına asıl etkinliği de burada ortaya çıkmaktadır.

Burada şunu vurgulamak gerekir ki AİHS’nin 10.maddesinin 2.fıkrasında belirtilen şartların gerçekleşmesi durumunda, madde ifade özgürlüğünün kullanımı üzerinde bir yasak veya ceza konması için taraf devlete bir “zorunluluk” yüklemez, sadece fıkrada sayılan bazı unsurların oluşması durumunda bu kısıtlamalara başvurabilmesi için bir “olanak” verir. Zira madde, “sınırlamalar ve yaptırımlara bağlanabilir” ifadesini kullanmaktadır.

2.fıkradaki liste çok genişmiş gibi gözükse de belirtilen amaçlara uygun olarak ifade hürriyetinin kısıtlanabilmesi AİHM tarafından öncelikle aşağıdaki 3 şarta bağlanmıştır.Bu şartların her birinin de gerçekleştiğini ispat yükü Sözleşmeci devlete aittir. Bu şartlardan bir tanesinin gerçekleşmediğinin Mahkeme tarafından tespit edilmesi, ihlal kararı verebilmesi için yeterlidir.

1. Sınırlama, Kanunla Belirlenmiş Olmalıdır :

“Kanunla belirlenmiş olma” nın Mahkeme içtihatlarında aranan birinci niteliği hak ya da özgürlüğüne müdahale teşkil eden eylem ya da işlemin ulusal hukukta kanuni dayanağının bulunmasıdır.Böyle bir nitelik aranmasının temel amacı ise ifade özgürlüğünün sınırlandırırken akit devletlerin olası keyfiliklere başvurmasını önlemektir.138 Sözleşme dilindeki “kanun” ile kastedilen, şekli anlamda değil, maddi anlamda kanundur.139 Yani bu terim, münhasıran yasama organı tasarruflarını kastetmez. Hak ve özgürlüklerin hangi tür düzenleyici tasarruflarla düzenleneceği birer iç hukuk sorunudur. Yani bu terim yazılı kaynakları, mevzuatın karışık olması durumunda içtihatlarıserbest rekabet alanında parlamento tarafından verilen yetki ile bir kuruluş tarafından çıkarılarak uygulanan mesleki davranış kurallarınıkapsamaktadır. Hatta Sözleşme’nin Denetim Makamı’na göre, sadece bazı Avrupa ülkelerinde uygulanan ve yazılı olmayan common law kuralları142 dahi bu kapsamında değerlendirilebilir.

İkinci nitelik, sınırlandırmayı öngören kanunun niteliğine ilişkindir. AİHM’ nin 26.04.1979 tarihli Sunday Times kararı, nitelikten ne anlaşılması gerektiğine ilişkin ilkelerin belirlendiği kararların başında gelir. Karara göre öncelikle bu kanun ulaşılabilir olmalıdır. Bunun anlamı vatandaşların bir olaya uygulanabilecek hukuk kurallarının varlığı hakkında yeterli bilgiye sahip olabilmeleridir. Bununla beraber bu kanun, vatandaşların davranışlarını ona göre ayarlamalarına imkan verebilecek açıklıkta kaleme alınmış olmalıdır. Ancak belirginliği elbette ki mutlak anlamı ile anlamamak gerekir. Zira hukukun değişen koşullara sürekli ayak uydurması gerektiğinden her yasa az ya da çok muğlak terimlere sahiptir. O halde ilgili kanunun gerekirse uygun bir danışma ile anlaşılabilecek belirginlikte olması yeterlidir.

2. Müdahalenin Meşru Bir Amacı Olmalıdır :

Meşru amaç, 10.maddenin 2.fıkrasında sayılan ve orada belirtilenlerin korunması uğruna ifade özgürlüğüne müdahalede bulunulmasına imkan tanıyan değer veya çıkarlardır. Sözleşmenin 10. maddesinin 2. fıkrası şu şekildedir:

“Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, asayişsizliğin veya suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı formalitelere, şartlara, yaptırımlara ve sınırlamalara bağlanabilir.”

· Ulusal Güvenlik, Toprak Bütünlüğü ve Kamu Düzeni
· Toplum Sağlık ve Ahlakının
· Yargının Etkinlik ve Tarafsızlığının Korunması
· Başkalarının Hak ve Hürriyeti
· Gizli Haberlerin Açıklanmasının Engellenmesi
· Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılması

3.Müdahale Demokratik Bir Toplum İçin “Gerekli” Olmalıdır :

Demokratik toplum kriteri sözleşmenin önsözünde yer almakta olup, sözleşmenin en orijinal kriteri olarak kabul edilmektedir.Demokratik toplumun gereklerinden ne anlaşılması gerektiğinin tanımını tam olarak yapmak güçtür. Sözleşme’nin Denetim Kurumu bu konuda tanımlamaya gitmek yerine, ifade özgürlüğü, çoğulculuk, hoşgörü ve serbest fikirlilik gibi bazı genel ilkelere başvurarak her somut olayın subjektif özelliklerine göre müdahalenin demokratik toplum için gerekli olup karar vermeyi tercih etmektedir.

10.maddenin 2.fıkrasındaki “gerekli” sıfatı, zorunlu, olağan, yararlı, makul, istenilen, uygun kelimeleri ile veya mutlaka gerekli, durumun zorunlulukları ölçüsünde gerekli, ifadeleri ile anlamdaş değildir. “Gerekli” tabiri, acil veya zorlayıcı bir toplumsal ihtiyacın varlığına işaret eder.Mahkeme, ifade ve basın özgürlüğünü sınırlarken bu nitelikli bir ihtiyacın olup olmadığını tespit adına öncelikli yetkiyi ulusal makamlara vermektedir. Bununla beraber AİHM, ulusal makamlarca kullanılan takdir yetkisinin 10.maddede korunan ifade hürriyeti ile uyuşup uyuşmadığı konusunda son sözü söyleyecektir. Öte yandan “gereklilik” koşulunun ya da acil ve sıkıştıran bir toplumsal ihtiyacın varlığı da tek başına yeterli sayılmamakta, burası için de bir çerçeve çizilmektedir. Sözleşme’nin Denetim Organı, müdahalenin “gerekli” olup olmadığına ilişkin tespitlerinin yapabilmek adına, olayın tamamını inceleyebilmek anlamında çeşitli ölçütler geliştirmiştir.

1. Ölçüt: Yayının veya İfadenin Muhtevasının İncelenmesi
2. Ölçüt: Yayının Veya İfadenin Konusunun Bilgi mi Yoksa
Kanaat mi Olduğu İncelenecektir
3. Ölçüt: İfadelerin veya Yayının Yöneldiği Hedef ve Konu
4. Ölçüt: Yazarın Niyeti veya Yayının Amacı
5. Ölçüt: İfadenin Yazarı ve Toplumdaki Konumu
6. Ölçüt: Kullanılan Araç ve Açıklamanın Yöneldiği Ortam

SONUÇ

İnsanlığın yüz yıllardır en fazla uğraş alanlarından biri olan özgürlüğün tanımlanmasındaki belirsizliğin hala devam ediyor olmasına rağmen, günümüz ülkelerinden hemen hepsi kendini özgür bir ülke olarak nitelendirmektedir. Buna rağmen elbette ki bir ülkenin ne kadar özgür olduğu, ilgili devletlerin söylemlerine bakılarak değil, bunların pozitif hukuku irdelenerek belirlenebilecektir. Bu tespitte öncelikli araç olarak ifade özgürlüğü incelemesini kullanmak gerekir. Zira bir devlette düşünce ve fikirlerin serbestçe açıklanması, gerektiği gibi korunmadıktan sonra ne diğer özgürlüklerin ne de insan hakları ihlallerinin boyutlarını tespitini yapmak imkansız gibidir. Bu yüzden ifade özgürlüğü, çoğunlukçu demokrasilerin en vazgeçilmez yapı taşlarındandır. İfade özgürlüğünün devletler tarafından yaşanılamayacak ölçüde sınırlanması, fikirleri tartışarak en doğruya ulaşma metotlarının esintilerinin bile yer almadığı diktatörlük rejimlerini bünyesinde taşır.

Günümüzde bir devletin herhangi bir temel hak ve özgürlüğe yaptığı müdahalenin meşruluğu, sadece müdahaleyi yapan ulusal devletin mevzuatı açısından değerlendirilmemekte, uluslar arası hukuk bu konuda temel kıstas olmaktadır. İfade özgürlüğünün korunumu adına bu değişim son derece önemlidir. İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşme de dahil devletler arası andlaşmalardan bir çoğunun metnine dahil edilen ifade özgürlüğü de artık ulusal üstü bir anlama ve korunuma sahiptir.

AİHM’nin kararlarını değerlendirmeye almadan önce uluslararası bazı
kuruluşların arasında organik veya biçimsel bağın ya da ayrımın tespitinin yapılması
çok önemlidir. Öncelikle belirtmek gerekir ki kamuoyunda sanıldığının aksine
AİHM, Avrupa Birliğinin bir organı değildir ve iki kurum arasında ne şekli ne de
organik bir bağ yoktur. Mahkeme, Avrupa Konseyi Statüsüne üye ülkelerce
imzalanmış Sözleşme hükümlerine dayanılarak kurulmuştur.Öte yandan Mahkeme
kararları düzeltici, değiştirici ya a ortadan kaldırıcı değil tespit edici nitelikte olup
taraf devlete bir sonuç yükümlülüğü yükler.
Ülkemiz de anayasal ve yasal değişiklikleri ile devletler arası hukuk sürecine
intibak etmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda 1982 Anayasası’nın 90.maddesinin son
fıkrasında, 7.05.2004 tarihinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve
özgürlüklere ilişkin milletler arası antlaşmalarla kanunların farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletler arası antlaşma hükümleri uygulanır”
şeklinde değiştirilen hüküm, ifade özgürlüğünün ve öteki bir çok özgürlüğün Türk
hukukundaki yerinin sağlamlaştırılması anlamında dikkate değerdir. Ancak şunu da
ne yazık ki belirtmemiz gerekmektedir ki değişiklik hükmü, ülkemizde temel hak ve
özgürlüklerin çok daha etkin korunmasını sağlayabilecek şekilde formüle
edilebilecekken, alelacele çıkartılan bir hüküm görünümüne sahiptir. Kanımızca söz
konusu hükümde, yasama, yürütme ve yargı oranlarına teşmil ederek hükmün
muhatabının kim olduğunun vurgusunun yapılması gerekirdi. Aksi takdirde sadece
yargı organları, hükmün gereğini yerine getirmeye çalışırken, parlamento uluslar
arası andlaşmaları gözetmeyerek yasalar yapmaya ve yönetim de ilgili sözleşmelere
aykırı uygulamalarda bulunmaya devam edecektir. Öte yandan aynı kanunun farklı yargı yollarına ait mahkemelerce uluslar arası andlaşmalara aykırılıkla ilgili farklı
kararlar vermesi durumunda son sözü kimin söyleyeceği madde hükmünde
belirtilmemiştir.

İfade ve basın özgürlüğüyle beraber öteki bir çok temel hak ve özgürlüğün
artık uluslar arası bir perspektifte değerlendirilmesinin “müdahaleler” açısından
önemi büyüktür. Strasbourg Mahkemesi de, temel hak ve özgürlüklerin ulusal üstü
korunumu açısından asıl fonksiyonunu, ulusal devletler tarafından yapılan bu
“müdahaleler”i denetleyerek sınırlandırması yoluyla yerine getirmektedir. Mahkeme,
ifade ve basın özgürlüğüne yönelik müdahalelerin 10.maddeye uygunluğu açısından
aradığı üç hususu bir arada araştırmaktadır. AİHM’e göre, öncelikle yapılan
müdahale kanunla öngörülmüş olmalıdır. İkinci olarak müdahalenin meşru bir amacı
olmalıdır. Bunun anlamı, müdahalenin ancak AİHS’nin 10.maddesinin 2.fıkrasında
öngörülen nedenlere dayanılarak yapılmış olmasıdır. Üçüncü ve son olarak,
müdahale demokratik bir toplumda “gerekli” olmalıdır. Mahkeme’nin sınırlamanın
gerekliliğini tespitte dikkate aldığı ilk nitelik, ifadenin halkın arasında kin ve nefreti
artırmak suretiyle halkı şiddet kullanımına, silahlı karşı koymaya veya isyana teşvik
etmesidir. İkinci nitelik ise ifadenin potansiyel olarak açık ve mevcut bir tehlikeye
vücut verebilecek olmasıdır. Bununla beraber Mahkeme’nin kullandığı bir kriter
daha vardır ki o da açıklamanın somut bir olaya yol açmasıdır. Kanımızca halkı
şiddete ve isyana teşvik potansiyel olarak teşvik edebilecek ifadelerin somut bir
olaya sebep olmadığı gerekçesi ile AİHM’ce korunmaya değer görülmesi, Mahkeme’nin kendi kararları ile çelişmesi anlamına gelmektedir. Zira açık ve
mevcut tehlike kriteri ile somut olay kriteri aynı özgürlüğün sınırlarını tespit adına
kullanılamayacak ölçüde birbirleri ile çelişmektedir. Öte yandan bir ifadeden
etkilenerek bazı insanların suç işleyip işlemediğinin tespitini yapmak imkansız
gibidir.

Sonuç olarak AİHM, ifade ve basın özgürlüğünü içeren 10.maddenin statik
yapısına bağlı kalmayarak gayet dinamik içtihatlar ortaya koymuştur. Mahkeme’nin,
içtihatlarındaki bu dinamizmi, ifade ve basın özgürlüğünün daha geniş yorumlanması
ve daha az sınırlanması adına kullandığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Günümüzde ifade ve basın özgürlüğünden ne anlaşılması gerektiği açısından öncül
bir rol oynayan AİHM kararlarının çok iyi irdelenerek her sahada uygulanması,
Anayasanın 90.maddesi çerçevesinde bütün kurumlarımız için hem ulusal hem de
ulusal üstü bir yükümlüktür.

ÖZET
Diktatör devletlerin insan haklarını yerelleştirerek kendi menfaatleri
doğrultusunda yok etme ideallerinin çöküşü ile neticelenen 2.Dünya Savaşı’nın
ardından, insanın içinde yaşadığı milletten bağımsız olarak korunmasını hedefleyen
ve ulusal sınırları aşan mekanizmalar oluşturulmaya başlanmıştır. Bu kapsamda
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gayet etkin bir koruma mekanizması
oluşturmuştur. AİHM’nin ifade ve basın özgürlüğüne ilişkin verdiği kararlar ise
demokratik devletlerin çerçevelerinin tespiti adına en yol gösterici kararlardır.
AİHM’e göre, taraf devletlerin ifade özgürlüğüne ilişkin uyguladıkları
sınırlandırmaların AİHS’nin 10.maddesine uygun olabilmeleri için 3 niteliğe sahip
olmaları gerekmektedir. Öncelikle sınırlandırma kanunla öngörülmüş olmalıdır.
İkinci olarak sınırlandırma 10.maddenin 2.fıkrasında belirtilen meşru nedenlerden
birine dayanmış olmalıdır. Son olarak da bu sınırlama demokratik toplum gereklerine
uygun olmalıdır. Mahkeme, dinamik içtihatlar oluşturarak her olay için
uygulanabilecek bazı ölçütler geliştirmiştir. Bu ölçütler her yeni kararda, ifadenin
korunması adına daha da sertleşebilmektedir.

AİHS, Anayasamızın 90.maddesinde yapılan değişiklikten sonra hiyerarşi
olarak anayasanın da üstünde olan bir konuma yerleştirilmiştir. Bunun sonucunda
yerel mahkemelerimizin AİHM içtihatları doğrultusunda karar verebilmesi için
pozitif hukuk adına son yıllarda önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerden
özellikle ifade ve basın özgürlüğü adına yapılan değişiklikler dikkate değerdir.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

BASIN ve BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

A. Basın Kavramı ve Diğer Kavramlarla İlişkisi
Günlük hayatta basın ile beraber kitle iletişimi, medya gibi kavramlarda kullanılmaktadır. Konunu daha iyi anlaşılabilmesi ve çalışmanın sınırlarının belirlenmesi için bu kavramların da ne anlama geldiğinin açıklığa kavuşturmak gerekir.
Kitle iletişimi; çeşitli araçlardan yararlanılarak, paylaşım amacı ile bilgi, düşünce ve duyguların büyük ve dağınık insan topluluklarına iletilmesidir. Medya ise Latincede araç anlamına gelen medius kelimesinin çoğuludur. Kitle iletişim araçları anlamında kullanılmaktadır. Kitle iletişimi; gazete, dergi, kitap, radyo, televizyon, sinema filmi, plak, video, ses ve görüntü diskleri, bilgisayar ve internet gibi çok çeşitli kitle iletişim araçları ile yapılabilir .
Basın ise çeşitli araçlarla; bilgi, düşünce ve duyguların yazı veya resim şeklinde, kâğıt gibi maddelerin üzerine basılması ve kamuoyuna sunulmasıdır. Yani basın; kitle iletişim araçlarından biridir.
Basın, günümüzde teknolojik gelişmelerle birlikte bilginin veya düşüncenin veriliş şekline göre yazılı basın, işitsel (sözlü) basın ve görsel basın olarak ayrımlara tabi tutulmuştur . Bu ayrıma göre gazete, dergi kitap gibi araçlarla yapılan yayımlar yazılı basın, televizyon, radyo gibi araçlarla yapılan yayımın ise işitsel veya görsel basın olduğu söylenmektedir.
Basının bu şekilde geniş anlamda kullanılması; radyo ve televizyonun görsel veya işitsel basın olarak nitelendirilmesi kimi yazarlarca haklı olarak eleştirilmiştir. Çünkü kitle iletişim araçları gibi üst bir kavram varken; basın kavramının içeriğinin genişletilmesi bazı karışıklıklara yol açabilir. Çünkü yazılı basın olarak adlandırılan gazete, kitap, dergi gibi yayınların tarihi çok eskidir ve hukuki rejimleri farklı oluşmuştur.Örneğin Anayasamızda televizyon, radyo, sinema ve benzeri yollarla yapılan yayımların izin şartına bağlanabileceği belirtilirken (26. md); basımevi kurmanın izne ve mali teminat yatırma şartına bağlanamayacağı belirtilmiştir (28. md). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin düzenlemesi de ( 10. md) bu yöndedir.
Bu çalışma içerisinde de basın kavramı basım araçları ile yapılan kitap, dergi, gazete gibi yayınları içeren anlamıyla kullanılmıştır. Ancak kimi zaman basın; basın kurumlarını, basında çalışanları, tüm basın faaliyetlerini kapsayacak şekilde geniş anlamda kullanılır.
B. Basının önemi
Gelişen teknoloji ile birlikte; basının toplum içindeki önemi oldukça artmıştır. Haber kaynaklarına ulaşmada yaşanan kolaylıklar, basım tekniklerinin gelişmesi ve yayınların dağıtımının kolaylaşması basının; toplumu daha çabuk ve kolay etkilemesini sağlamış ve basının toplumsal hayatın önemli bir unsuru haline gelmesine neden olmuştur.
Basın demokratik toplumun vazgeçilmez unsurlarından biridir. Birincisi; basın iktidarı ve idareyi yakından takip ederek toplumun yapılanlar hakkında bilgi edinmesini sağlar, ikinci olarak da değişik fikirlerin ortaya çıkmasına, toplum içinde yayılmasına ve tartışılmasına yardımcı olur. Basın, haber verme ve eleştirme yoluyla kamuoyunun oluşmasını sağlar. Basın demokratik toplumda kamuoyu denetiminin yapılabilmesini sağladığı için önemli bir görev üstlenmiştir. Yargıtay’ın basının görevlerini belirten birçok kararı bulunmaktadır. Yargıtay kararlarından bir tanesinde basının görevini şöyle özetlemiştir:
“ Basının başlıca görevlerinden birisi ve en önemlisi, zamanında gereken ayrıntıları ile ve doğru olarak ulaştırılmasında kamu yararı bulunan haberleri toplayarak halka, topluma ulaştırmak, böylece toplumun düşünce ve kanaatlere ulaşmasını ve kamuoyunun serbestçe oluşumunu sağlamak (Anayasa md. 26), kamu gücünü elinde tutanlar üzerinde toplumun denetim aracı olmaktır.” (Yargıtay 4.HD. 12.04.1979T. E. 9042, K. 4935 )
Basın, toplumdaki önemi ve üstlendiği görevi dolayısıyla kimi yazarlarca dördüncü erk olarak adlandırılmış, basının yasama, yürütme ve yargı erklerinin yanında, onları izleyerek kamuoyu oluşturan, kamuoyu denetimini sağlayan dördüncü bir erk olduğu ileri sürülmüştür .Bu görüş çeşitli açılardan eleştirilmiştir. Öncelikle basının faaliyetleri devlet erkleri içinde değil, özgürlükler alanında yer alır . Diğer taraftan özellikle 19. yüzyıldan sonra gazetelerin siyasi parti organı olmaktan çıkarak kâr amacı güden dev şirketlerin işletmelerine dönmeleri, basının demokratik düzende nerede durduğu konusunda şüphe uyandırmaktadır. Son zamanlarda ülkemizde de yaşanan medya patronlarıyla siyasetçiler arasındaki olumlu ya da olumsuz ilişkilerin, kamuoyunun hangi yönde oluşacağını etkilediği görülmüştür.

C. Basın Özgürlüğü

İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği; etrafında olup bitenler hakkında muhakeme gücünün olması, neden ve sonuç ilişkilerini gözlemleyerek bazı yargılara varabilmesidir. Bu özellik insanların yaşadığı çevreyi, toplumu, siyasi yapıyı incelemesine ve yaşananlar hakkında sonuçlara varmasına sebep olmuştur. Bu sonuçlar çoğu zaman mevcut durumu tehdit eder niteliktedir. Tarih boyunca mevcut durumdan çıkar sağlayanlar, devletler ve baskın güç grupları insanın bu özelliğini kullanabilmesini sağlayan ifade özgürlüğünü baskı altına almaya çalışmışlardır.
İfade özgürlüğü demokratik toplumun en önemli şartlarından biri olarak kabul edilir. Çünkü ifade özgürlüğü; bilgiye ulaşmanın, sanatın ve bilimin gelişmesinin, siyasetin, çoğulculuğun, ekonomik hayatın, basın ve yayın organlarının gerektiği gibi çalışabilmesinin temel koşuludur. İfade özgürlüğünün diğer bir önemli yanı ise birçok temel hak ve özgürlüğe kaynaklık etmesidir. ( örn. toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkı, basın özgürlüğü, dernek kurma hakkı, susma hakkı vs.)
Tarihsel süreçte, teknik bazı gelişmeler; ifade özgürlüğünün önemini arttırmış ve bu özgürlüğünün tam olarak kullanılabilmesini sağlamıştır. Bölgeler arasında ulaşımın kolaylaşması, matbaaların, posta servislerinin ve ilerleyen zamanlarda gazetelerin kurulması, kitap dergi gibi yayınların artması ifade özgürlüğünün toplumdaki görünürlüğünü arttırmıştır. İfade özgürlüğü, basın aracılığıyla toplumda daha somut hale gelmiştir. Bu durum aynı zamanda ifade özgürlüğünün kısıtlanmasından dolayı en çok gazetecilerin mağdur olmasına da yol açmıştır.
Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğünün bir görüntüsünü olarak ortaya çıkmıştır. Hatta birçok anayasa, sözleşme ve bildiride basın özgürlüğü, ifade özgürlüğünün içinde düzenlenmiştir. 1982 Anayasası’nda basın özgürlüğü ifade özgürlüğünden ( 26. md. ) ayrı olarak 28. maddede düzenlemiştir.
Her ne kadar ifade özgürlüğünün bir uzantısı olarak görünse de, basın özgürlüğünün kendine özgü bazı özellikleri vardır. Basın özgürlüğü sadece bir düşüncenin, olayın açıklanmasını değil aynı zamanda kendine özgü bazı durumları içerir. Basımevi kurmanın izin alma ve teminat yatırma şartına bağlanamayacağı, büyük bir ticari sektör haline gelen basın organlarında tekelleşmenin önlenmesi, basın çalışanlarının iş güvencelerinin sağlanarak çalışanın patronun etkisinden kurtarılması, haber kaynağını açıklanmama hakkı bunlardan en önemlileridir.
Basın özgürlüğü içerisinde çok çeşitli haklar barındırmaktadır. 1982 Anayasası’nın basın özgürlüğünü düzenleyen 28. maddesi genel bir basın özgürlüğünden bahsetmiş içeriğini belirtmemiştir. Ancak ifade özgürlüğünü düzenleyen 26. maddesinde, ifade özgürlüğünün haber veya fikir almayı ve vermeyi de kapsadığını belirtmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin; AİHM, sözleşmede ayrıca ve açıkça basın özgürlüğünden bahsetmemesine rağmen 10. maddesinde yer alan ifade özgürlüğünü kullanılması bakımından basına, özel bir statü tanıyan birçok içtihat oluşturmuştur. 10. maddesinde ise ifade özgürlünün (dolayısıyla basın özgürlüğünün); kanaat sahibi olma, bilgi-fikir alma ve bilgi-kanaat açıklama haklarını içerdiği görülmektedir.
5187 sayılı Basın Kanunu’nun üçüncü maddesinde basın özgürdür dedikten sonra, bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerdiğini belirterek açıkça basın özgürlüğünün içerdiği hakları belirtmiştir.
Böylece basın özgürlüğünün; haber, düşünce ve bilgilere ulaşma, haber, düşünce ve bilgileri yorumlama ve eleştirme, bu düşünce bilgileri basıp dağıtabilme ve nihayet ortaya yeni bir düşünce ortaya koyabilmeyi içerdiği söylenebilir.

KİŞİLİK HAKKI KARŞISINDA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

A.Genel Olarak
Hukuk düzeni içinde kimi zaman korunan değerler birbiriyle çatışırlar. İşte basın ile kişilik de çoğu kez karşı karşıya gelir. Basın görevini yerine getirirken kimi zaman kişilerin özel hayatlarına veya sırlarına, şeref haysiyetlerine müdahalede bulunabilir.
Hukuk düzeninin çatışan iki değeri – kişilik hakkı ile basın özgürlüğünü- aynı anda koruması mümkün değildir. Çatışan değerlerden birini diğerinden üstün tutarak mevcut çatışma çözümlenmelidir. Gerek kişilik hakkı gerekse basın özgürlüğü, tek başlarına (mücerret olarak) hukuk düzenince koruma altına alınmıştır. Birinin diğerine üstün tutulması belirli bir olayda belirli şartlar altında gerçekleşir. Yani hangisinin diğerine karşı daha çok korunacağı somut olayın şartlarına göre belirlenecektir. Kimi zaman çatışan değerlerden hangisinin korunacağı kanunda belirtilmiş olabilir, bu durumda ne yapılacağı bellidir ancak kesin bir düzenleme yoksa Hâkim yine somut olayın özelliklerine göre çatışan değerleri tartacak ve birini diğerine karşı hukuka uygun kabul edecektir. Bu durum ilgili Yargıtay’ın bir kararı şöyledir:
“… Çatışan hak ve ihlal edilen çıkarlar arasındaki sınırın Medeni Kanunu’nun 1. maddesindeki ana kural uyarınca hâkim tarafından büyük bir özenle çizilmesi gerekir. Çünkü kişilik haklarına saldırıda bulunan kimse, eğer üstün çıkarları korumak için davranmışsa, hâlele uğratılan kişilik hakkı korunmadan yararlanamaz. Ne var ki tecavüzün izlediği hedeflerin korunmaya değer bulunması yetmez, başvurulan araçlar yönünden de aşırı davranılmaması gerekir… kişilik haklarının ihlali görünümü taşıyan eylem ve davranışlar, diğer kişilerin ya da kamunun üstün çıkarlarını korumak amacı ile yapılmışsa, doğru amaca yönelik olduğundan hukuka aykırı sayılmaz…” (Yargıtay 4.HD. 08.12.1978T. E. 2086, K. 13877 )
Basın yoluyla kişilik varlığına müdahale kural olarak hukuka aykırıdır. Eğer basının yaptığı bu müdahale ancak daha üstün bir hakka dayanıyorsa hukuka uygun kabul edilir. Kişilik hakkını koruyan TMK. 24. maddesinde de bu durum “Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.” şeklinde belirtilmiştir.
Basın özgürlüğünün kişilik karşısında sınırını belirlerken öncelikle basın tarafından hukuken korunan bir kişilik değerine müdahale edilip edilmediği saptanmalıdır. Hukuken korunan bir kişilik değerinin tespitinde Hâkim; yazılı hukuk kurallarını ve örf adet hukukunu dikkate almalıdır. Gerekirse kendisi hukuk yaratarak korunması gereken bir kişilik değeri olup olmadığını tespit etmelidir .Yine bu tespit sırasında hukuk bir bütün olarak düşünülüp kamu hukukundan da yararlanılmalıdır.
Basının; basın özgürlüğüne dayanarak kişiliğe müdahalesi genel bir kural olarak kabul edilemez, somut olayın şartlarına göre değerlendirilmelidir. Zira basın özgürlüğü Anayasa’da (28. maddeden 26. maddeye yapılan atıf nedeniyle) başkalarının şöhret ve haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü mesleki sırlarının korunması amacıyla sınırlanabileceği belirtilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin düzenlemesi de aynı yöndedir.( 10. md).
Basının, kişiliğe yaptığı müdahale uygun amaç için uygun araç ile yapılıyorsa hukuka uygun kabul edilecek ve kişilik hakkına göre daha fazla korunacaktır.

B. Uygun Amaç Olarak Kamu Yararı

İki çatışan değerin varlığı tespit edildikten sonra basının yaptığı müdahalenin hukuka uygun kabul edilebilmesi için öncelikle basının uygun bir amaç için hareket etmiş olması gerekir. Basın için nihai amaç kamu yararıdır. Basın gerek yaptığı haberler gerekse yaptığı eleştirirlerle kamu yararını hedeflemelidir. Yargıtay bir kararında basının kamu yararını gözetmesi gerektiğini ve kamu görevi gördüğünü açıklamıştır. Bu karara göre;
“Basının görevi, toplumu daha doğru bir deyimle genel yararı ilgilendiren ya da ilgilendirmesi gereken tüm olaylar hakkında, halkı objektif ve gerçekleri aydınlatacak bir biçimde aydınlatmak, çeşitli sorunlarda kamuoyunu düşünmeye sevk edecek tarzda tartışmalar açmak; onu toplumsal ve siyasal oluşumlar üzerinde doğru ve gerçeğe uygun bilgilerle donatmak, yöneticileri eleştirmek ve uyarmak ve bireyleri, içinde yaşadığı toplumun ve tüm insanlığın sorunları bakımından bilinçlendirmektir. O halde, basın, halka ulaştırılmasında kamu yararı bulunan haberleri zamanında ve gereken ayrıntıları ile ve doğru olarak toplayıp topluma ulaştırdığı, böylece kamuoyunun serbestçe oluşumunu sağladığı ( Anayasa md. 26) ve önemli olarak da kamu gücünü elinde tutanlar üzerinde toplumun denetim aracı olduğu sürece bir kamu görevi niteliğindeki fonksiyonunu eksiksiz yerine getirmiş olacaktır.” (4.HD, 26.12 1977, E. 1976/9260, K. 12506).
Basının kamu yararını hedeflemesi doğrudan basının toplumdaki işlevi ile ilgilidir. İlgili Yargıtay kararından yola çıkarak basının kamu yararını gerçekleştirmek için basının toplumu ilgilendiren konularda haber vermek, kamu gücünü elinde bulunduranları takip ederek kamuoyu oluşturmak, siyasal ve toplumsal olayları denetlemek ve eleştirmek görevi olduğunu görüyoruz. Basın tüm işlevlerini yerine getirirken kamu yararını amaçlar ve gözetir.
Basının kamu yararını gözetip gözetmediğini tespit ederken haberin veya eleştirinin haber veya eleştiri konusu kişinin toplumdaki yeri ve görevi dikkate alınmalıdır. Kişinin kimliği, toplum içindeki yeri ve görevi, elinde bulundurduğu imkânları, kişiliğine yönelik müdahalelerin sınırının belirlenmesinde kamu yararı ölçütü açısından özellik gösterir. Bu durum özellikle eleştirilere katlanma (şeref ve haysiyete yönelik) ile özel hayata müdahaleler açısından önemlidir.
Kamuoyunda ünlü kişilerin eleştiriye daha açık olmaları, özellikle kamu gücünü elinde bulunduran idareci ve siyasetçiler için, kamu yararı gereğidir. Kimse eleştiriden kaçınamaz, objektif ölçülere dayandıktan sonra herkes, özellikle ünlü kişiler, eleştirilere daha fazla katlanmak zorundadır. Yargıtay’ da çeşitli kararlarında bu durumu belirtmiştir. İlgili bir kararda:
“…Bugüne kadar mal varlığı ile ilgili eleştiriler zaman zaman bütün siyasi kişiler için yapılmıştır. Siyaset adamlarının, kamuya açık nitelikleri gereği denetime ve eleştiriye bütün yönleri ile açık olmaları görevleri icabıdır. Bu kişiliklerin işlem ve davranışlarının eleştirilmesi ve ötesinde bu eleştirinin sert olması, kamusal ilgi ve kamusal yarar gereğidir. Hatta bu siyasi eleştirinin de doğası gereği sert ve kırıcı olabileceği kabul edilmelidir. Kullanılan ifadeler sert olsa da başbakan olan davacının malvarlığı ile alakalı davalının şüphelerini ifade etmek amacıyla kullandığı sert ve mecazi ifadeler olarak kabul etmek gereklidir…. eleştiri niteliğindeki bu ifadelerin yer aldığı haberde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.” Yargıtay 4. HD: 01.11.2007, E. 2006/10218, K. 13321 )
Özellikle siyasi kişilerin eleştirilere daha fazla katlanması gerektiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında da içtihat edilmiştir. Lingens / Avusturya kararında Mahkeme; siyasi liderler hakkındaki görüşlerin aktarılmasının, kamuoyunun şekillenmesi bakımından çok önemli olduğunu, sözleşmede kabul edilen eleştiri sınırının siyasi kişiler için özel kişilere göre daha geniş olması gerektiğini, elbette siyasilerinde şeref ve haysiyetlerinin korunacağını ancak bu koruma ile siyasi olayın tartışılmasının yararı arasında dengenin kurulması gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca bu tip eleştirilerin engellenmesinin ileride yapılacak olası eleştirileri de engelleyebileceğini vurgulamıştır .
Kamu yararı ölçütü açısından kişinin kimliğinin önemli olduğu diğer bir nokta ise özel hayata yapılan müdahalelerde görülmektedir. Özellikle siyasetçiler ve idarecilerin özel yaşam alanlarında yaptıkları, görevleri etkileyebilecek davranışların haber konusu yapılmasında kamu yararı vardır. Bu sebeple kamuoyunun önünde olan kişilerin özel hayatlarının sınırı aleyhlerine olarak biraz daha dardır. Yargıtay’ın bu yönde birçok kararı bulunmaktadır. Yargıtay bir kararında görüşünü şöyle açıklamıştır:
“ Kamuoyunda belli durumları yönünden tanınmış olanlar; örneğin sanatkâr, politikacı, devlet adamı niteliğindeki kişilerin uğraşları yönünden özel yaşamlarının dokunulmaz ve gizli alanları öteki kişilere göre sınırlıdır. Başkalarının yasanın korunması altında bulunması itibariyle gizliliğine dokunulmayacak olan özel yaşamlarına oranla bu bölüm kimselerin özel yaşamlarının önemli bir bölümü, toplumun tecessüs ve öğrenme isteklerinden uzak tutulamaz. Bu isteğin başlıca gerçekleşme araçlarından biri de basındır. Bununla beraber basının bu hakkı salt ve sınırsız değildir. Duyurmadaki bu hakkı açıkladığı özel yaşamın gerçekdışı hikâyelerle süslenmesine veya konu edilen kişiliğin gülünç duruma düşürülmesine olanak sağlanmayacağı gibi ayrıca bu yolla yayıma konu edilen kişinin küçük düşürülmesine ve haysiyetine, iffetine taarruza olanak sağlamaz.” Yargıtay 4.HD. 28.11.1974 tarih, E. 10763, K. 16320)
C. Uygun Araç Olarak İçerik ve İfade şekli (Üslup)

Basının kişiliğe müdahalesinin hukuka uygun olması için diğer bir şart ise basının elverişli araç kullanmasıdır. Uygun araç kullanımından kasıt basının haber verirken ve eleştiri yaparken kullandığı dil, resim, haberin veriliş tarzı, haberin gerçek olması, eleştirinin doğru olması, güncellik gibi haberin veya eleştirinin içeriği ile ifade şeklidir.



Gerçeklik ile Doğruluk


Basın görevini iki araçla yerine getirir. Bunlardan ilki haber verme yani olayları aktarma ikincisi ise eleştirme yani değer yargıları aktarmadır. Bu ayrımın en önemli sebebi; haberin gerçeğe uygunluğunun kontrol edilebilmesidir. Eleştirinin gerçekliği araştırılamaz, çünkü eleştiri bir değer yargısıdır. Değer yargılarının ancak doğruluğu ( burada yerindelik anlamındadır) araştırılabilir. Eğer eleştiri bir olguya dayanıyorsa bu olgunun gerçeğe uygun olup olmadığı araştırılabilir.
Gerçeklik, bir haberin hukuka uygun olabilmesi için aranacak ilk ve en önemli koşuldur. Eğer haber gerçeğe aykırı ise kesinlikle hukuka aykırıdır.
Gerçeğe uygunluk bir haberin kesinlikle somut ve maddi gerçekliğe uygunluğu değil, haberin veriliş anındaki oluş ve belirişine uygunluğu belirtir. Aksini kabul etmek basın özgürlüğünü büyük ölçüde sınırlar. Çünkü herhangi bir olayın somut gerçekliğinin ortaya çıkması çok uzun sürebilir ve ayrıca basın mensubuna böyle bir zor görev de yüklenemez. Ancak bir haberin gerçeğe ne kadar uygun olduğunu araştırılması elbette gazetecinin görevidir. Gazeteci kendinden beklenen özeni gösterip araştırma yapacak ve ondan sonra haberi yayımlayacaktır. Hatta bu haber kişilere ağır bir zarar verme tehlikesi taşıyorsa, özen yükü daha da artacaktır.
Gazeteci gerekli tüm özeni göstermesine rağmen haber yine de gerçeğe uygun değilse bu durum hukuka aykırılığı gidermez ancak kusuru etkilediği için açılabilecek davalar bakımından özellik gösterir Hukuka aykırılığa yönelmiş davaların ( Türk Medeni Kanunu madde 25 uyarınca; önleme, durdurma, tespit davası) açılabilmesi için kusur şart değilken, tazminat davaları için kusur şartı vardır.
Bir haberin gerçekliğe uygunluğunun tespiti kişinin kendi sübjektif görüşüne göre değil, orta seviyedeki bir kişinin anlayışına göre belirlenir. Bir olaya dayanan eleştirilerde de haberin gerçekliği için gerekli olan şartlar aranacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bir kararında:
“ Haber verme hakkı; gerçeklik, güncellik, kamu yararı ve toplumsal ilgi, konu ile ifade arasındaki fikri uygunluk temel kuralarıyla sınırlıdır. Haber gerçek dışı ise diğer unsurların değerlendirilmesine gerek yoktur. Buradaki gerçekliğin somut gerçekliğe değil, olayın haber verildiği andaki beliriş biçimine uygunluk şeklinde anlaşılması gerekir. Bundan başka açıklamanın gerçeğe uygun olup olmadığı, açılamada bulunanın sübjektif görüşüne göre değil, orta seviyeli okuyucu kitlesinin bundan edindiği objektif intibaya göre tayin edilir. “Gerçeklik” haberin, olayın vukubuluş biçimine uygunluk şeklinde anlaşılmak gerekir. Haberin ancak, olayın maddi gerçekliği saptandıktan sonra verilebileceği kabul edilecek olursa, haber verme hakkı sınırlandırılmış olur.” (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 18.04.1986 E. 1984/4–792 K.438) diyerek gerçeklik unsuru hakkında etraflıca açıklamada bulunmuştur.


Güncellik


Basın yoluyla kişiliğe yapılan müdahalenin hukuka uygun olması için aranan bir diğer şart güncelliktir. Haber ve eleştirilerin belli bir zaman içinde (ki bu zaman toplumsal ilgiye göre belirlenir) yayımlanması gerekir. Ancak güncellik özellikle haberler açısından önemlidir. Güncellik, kamu yararının içerik açısından haberdeki bir görünümüdür. Güncelliğini yitirmiş haber artık kamuoyunun oluşmasına bir katkı sağlamaz dolayısıyla kamu yararını gerçekleştirmez. Eski bir olay ancak toplumda yeniden önem kazanmasıyla veya kamu yararını gerektirmesi halinde haber konusu olabilir. Örneğin bir çocuğun cinsel istismarı haberinden yola çıkarak önceki benzer olaylar hatırlatılabilir ve bu olaylardaki artışlara dikkat çekilebilir. Yargıtay ilgili bir kararında:
“…Gerçekten güncel olmayan bir olayın aktarılmasında kamu yararı bulunamaz. Çünkü unutulmuş, hatırlanmasında yarar görülmeyen geçmişteki bir takım davranışların gündeme getirilmesinde böyle bir yarar düşünülemez. Ancak davaya konu olan işte, güncel olan bir durum nedeniyle aynı nitelikteki eski olaylar sergilendiğine göre kamu yararının kabulü gerekir.” (Yargıtay 4. HD: 26.01.1989, E. 6431, K. 424) diye belirtmiştir.
.Yargıtay diğer bir kararında dikkat çektiği önemli nokta güncellik unsurunun, olayın oluş koşullarının bilinmesini ve günün koşulları içinde değerlendirilmesini sağladığıdır. Yargıtay’ın kararı şöyledir:
“… Ancak ileri sürüldüğü gibi bazı dairelerin resmi işlerini yanlış yapmaları eleştirinin gerçek amacı olsa idi haberin günü gününe yeni ve taze bir biçimde verilmesi gerekli iken iki ay beklememesi gerekirdi. Çünkü çoğunlukla bütün haberler günün koşullarına göre ve taze iken değerlendirilir. Alındıklarından başlayarak iki ay bekleyen haberin amacını zayıflatır, hatta tamamen değersiz hale düşürür.” (Yargıtay 4.HD. 13.10.1975 gün, E. 9723, K. )

c.İfade Şekli ( Üslup )

Basında yer alan bir haberin ya da bir eleştirinin gerçek ve güncel olması, hukuka uygunluk açısından yeterli değildir. Bir haber ne kadar gerçek olursa olsun, ne kadar kamuyu ilgilendirirse ilgilendirsin, haberin veriliş şekli, haberde kullanılan üslup kişilik hakkının ihlaline yol açabilir. Basın hedeflediği uygun amaç için uygun araçlar kullanmalıdır .
Basın görevini yerine getirirken kişilik hakkına en az zarar veren yolu seçmelidir. Kamusal nitelikteki görevini yerine getirirken; doğrudan bu amaca hizmet etmeyen ayrıntılarla kişiliğe müdahale etmemelidir. Kişinin adı, yaşadığı yer, tabiiyeti, cinsiyeti doğrudan haber ya da eleştiriyle ilgili değil ise bu tip bilgilere yer vermemelidir. Nitekim Basın Kanunu 21. madde de yayınlarda bazı kişilerin kimliklerini açıklamak ya da tanınacak şekilde yayın yapmak açıkça yasaklanmıştır. Basın, haber verirken kişiliğe en az zarar veren yolu tercih etmelidir.
Yine basının kullandığı ifadeler, kişilik hakkını zedelememelidir. Habere verme ya da eleştirme hakkını aşacak şekilde haber ya da eleştiri kaleme alınmamalıdır. Ancak herhangi bir yazının kişilik hakkına müdahale edip etmediği tespit edilirken, yazıdaki birkaç sözcük tek başına değil, yazı bir bütün olarak değerlendirilmelidir.18
Haberin ya da eleştirinin sunuluş biçimi de hukuka uygunluğu araştırırken incelenmelidir. Haberin ağırlığından veya toplumu ilgilendirmesinden öte bir şekilde sayfalarca verilmesi de hukuka uygunluğu ortadan kaldırabilir. Nitekim 13 Şubat 2006 tarihinde Vakit Gazetesi “İşte O Üyeler” manşetiyle verdiği haberde Danıştay 3. Dairesi hâkimlerinin resimlerini ilk sayfadan, hedef gösterir bir biçimde vermiştir. Bu haberin veriliş tarzı haber verme ve eleştiri sınırı aşan bir ifade ve sunuş biçimi taşıdığı ortadadır.
Yargıtay haberin veya eleştirinin veriliş ve ifade biçimini konu ile ifade arasındaki düşünsel bağlılık ya da öz ile biçim arasındaki denge olarak ifade etmiştir. Birçok kararında toplumu ilgilendiren, gerçek ve güncel bir haberin öz ile biçim arasındaki denge kurularak verilmesi durumunda hukuka aykırılığın ortadan kalkacağını belirtmiştir. Yargıtay bir kararını şu şekilde açıklamıştır:
“Basın haber verme fonksiyonunu yerine getirirken kullanacağı hakkın özel hukuk alanında sınır, gerçeklik, kamu yararı ve toplumsal ilgi, güncellik, konu ile ifade arasındaki düşünsel bağlılık kuralları ile belirlenmiştir. Haber verme hakkı bu sınırlar içinde kalındığı sürece hukuka uyundur. Yukarıda sözü edilen sınırlayıcı temel kurallardan sonuncusu, haber gerçeği yansıtsa bile kullanılacak dil ve ifadenin, yapılacak yorumun, haberin verilişinin gerektirdiği ve zorunlu kıldığı biçim ve ölçüde bulunmasını öngörür. Şayet haberin verilişinde gerekli, yararlı ve ilgili olmayan beyan, tavsif ve değerlendirmelere gidilecek olursa kişilik hakları ile çatışan basın özgürlüğüne üstünlük imkânsız hale gelir.” (Yargıtay 4.HD. 02.04.2001, E. 2000/11991, K. 2001/3169 )

IV. ÖRNEK BİR OLAY “BAŞBAKAN VE KARİKATÜRİSTLER”
Recep Tayyip Erdoğan son yıllarda karikatüristlere açtığı tazminat davaları ile gündeme gelmiştir. 5 Nisan 2004’te Sefer Selvi’nin Evrensel gazetesinde yayımladığı karikatür20 ile başlayan davalar silsilesi; 9 Mayıs 2004’te Musa Kart’ın Cumhuriyet Gazetesi’nde çizdiği karikatür ile devam etmiştir. Musa Kart için açılan davanın yerel mahkeme tarafından kabul edilmesine tepki olarak da Penguen Karikatür Dergisi 24 Şubat 2005’te dergi kapağını “Tayyipler Âlemi” olarak yayımlamıştır. Bu kapakta Başbakan sekiz ayrı hayvan ( kurbağa, deve, maymun, ördek, yılan, fil, zürafa ve inek) olarak resmedilmiştir.
Karikatür basının kullandığı açıklama biçimlerinden biridir. İnsan ve toplumla ilgili her türlü olayı konu alarak abartılı bir biçimde veren, güldürücü ve düşündürücü resim olarak tanımlanan (Türk Dil Kurumu Sözlüğü, www.tdk.org.tr) karikatür, bir eleştiri aracı olarak çok kuvvetlidir. Herhangi bir konu ile ilgili sayfalarca anlatılacak bir şey, tek bir karikatür ile kolayca ve etkili olarak anlatılabilir. Karikatür sanatı doğası gereği abartı içerir ve toplumun aksak yönleri ile ilgili alay vardır. Ancak aynı zamanda özellikle siyasi karikatürler belli bir siyasal düşünce temeli taşır.
Yukarıdaki karikatürler, ortaya koyduğumuz ilkeler çerçevesinde incelendiğinde kamu yararı ile ifade şekli ilkesinde tartışma söz konusudur. Siyasetçilerin eleştiriye daha açık olmaları gerektiği hem de karikatürün doğası gereği abartı ve alay içerdiği kabul edilirse, karikatürlerin hukuka uygun olduğu kabul edilmelidir. Ayrıca yukarıdaki karikatürlerin hepsi Başbakan’ın içinde bulunduğu bir duruma ya da yaptığı bir şeye tepki olarak ortaya çıkmıştır. Keza Yargıtay bir kararında:
“Devlet yönetiminde meydana gelecek usulsüz ve devlet politikasına uygun düşmeyen işleri kamuoyuna duyurmak ve bu yolla tartışmaları başlatmak basının görevleri arasındadır. Davacı tamamen kendi iradesiyle yarattığı bu ortamın basın yoluyla eleştirilmesine katlanmak zorundadır. Dava konusu olan yazı gerçek olaylara dayandırıldığından böyle bir olayın basın yoluyla kamuoyu önünde tartışılmasında kamu yararı vardır…” ( Yargıtay 4. HD 23.12.1993 tarih, E. 1993/3762, K. 1993/15152) diyerek kişinin kendi iradesiyle başlattığı tartışma dolayısıyla eleştirilmesine katlanması gerektiğini belirtmiştir.
Yukarıdaki karikatür davaları ilk derece mahkemeleri tarafından reddedilmiş ya da kabul edilenler Yargıtay tarafından bozulmuştur.

SONUÇ

Hukuk düzeni içinde korunan değerler kimi zaman birbirleriyle çatışabilirler. Bunun en somut örneklerinden biri kişilik değerleri ile basının karşı karşıya gelmesidir. Hukuk düzenince; kişiliğin daha çok korunması basını iş yapamaz hale getirebilecekken, basın özgürlüğünün daha çok korunması -özellikle gelişen teknolojinin de yardımıyla- kişiyi bir anda tüm kamuoyu önünde savunmasız bırakabilecektir. Bu iki değer arasındaki dengenin iyi kurulması gerekmektedir. Özellikle iç hukukumuz açısından, hâkimlere çok iş düşmektedir. Hâkim önüne gelen olayda karar verirken, bu dengeyi iyi kurmalıdır. Unutulmamalıdır ki basın özgürlüğü demokratik toplumun vazgeçilmez unsurlarından biridir. Özgür bir basın ancak kendisine yüklenen haber verme, denetleme, kamuoyu oluşturma gibi görevleri yerine getirebilir. Ancak basın kişilerin hayatlarına çok kolay ve derinden müdahale edebildiği için basın beraberinde toplumdaki önemi derecesinde sorumluluk da taşımalıdır.

Basın ile kişiliğin çatışmasına çözüm için hukuki olarak birçok düzenleme ve birçok mahkeme kararı olmasına rağmen fiili durum açısından bazı farklı sorunlar da söz konusudur. Özellikle kitle iletişim aracı olarak basının ticari işletmelere dönüşmesi, medya gruplarının tekelleşmesi; çok sesliliği, farklı görüşlerin duyurulmasını engellerken, belli kişi ya da gruplar hakkında eleştiri sınırını aşan, özel hayat gizliliğini ihlal eden, propaganda amaçlı yalan yanlış haberlerin yapılmasına sebep olmuştur.


Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"İfade Ve Basın Özgürlüğü" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Seda Üstün'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.


[Yazıcıya Gönderin] [Bilgisayarınıza İndirin][Arkadaşa Gönderin] [Yazarla İletişim]
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
» Makale Bilgileri
Tarih
13-08-2013 - 20:40
(4076 gün önce)
Yeni Makale Gönderin!
Değerlendirme
Şu ana dek 2 okuyucu bu makaleyi değerlendirdi : 2 okuyucu (100%) makaleyi yararlı bulurken, 0 okuyucu (0%) yararlı bulmadı.
Okuyucu
12604
Bu Makaleyi Şu An Okuyanlar (1) :  
* Son okunma 18 saat 33 dakika 39 saniye önce.
* Ortalama Günde 3,09 okuyucu.
* Karakter Sayısı : 62019, Kelime Sayısı : 7560, Boyut : 60,57 Kb.
* 1 kez yazdırıldı.
* 2 kez indirildi.
* 2 okur yazarla iletişim kurdu.
* Makale No : 1680
Yorumlar : 0
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
Makalelerde Arayın
» Çok Tartışılan Makaleler
» En Beğenilen Makaleler
» Çok Okunan Makaleler
» En Yeni Makaleler
THS Sunucusu bu sayfayı 0,07766008 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.