Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Aktif Makale Baroculuk

Yazan : Cengiz İlhan [Yazarla İletişim]
Avukat

B A R O C U L U K *


Cengiz İLHAN


“Başkanımız Faruk Erem’e…”

Şimdi eski günlere dönmenin, ayrıntılarını bir bir hatırlayıp anlatmanın yararı olacak mı bilmiyorum ? Ayrıca olayları tüm ayrıntıları ile hatırlayıp, anlatabileceğimden de emin değilim. Ama meslek yaşamımda kendi ölçüsünde mücadeleleri, iyi günleri kötü günleriyle önemli bir yer tutan Baro ve Barolar Birliği çalışmaları üzerinde kısaca da olsa durmazlık edemezdim. Yirmi yıl süreyle çeşitli Baro görevlerinde bulunmuş, Türkiye Barolar Birliğinin kuruluşunda aktif görev almış, kuruluş yönetim kuruluğu üyeliği yapmış, genel kurulunda 1982 yılına kadar İzmir Barosunu temsil etmiştim. Şüphesiz o günlerin heyecanlarından kurtulamam, değerlendirmelerimde o günlerin bakış açılarını, ölçütlerini bir tarafa bırakmam mümkün değil. Zaten önemli olan, unutulmaması gereken de, kanımca, bu. Türkiye Baroları ve Barolar Birliği sıradan bir kurum alışkanlık ve tutuculuğuna düşecek kadar yaşlanmadı. Temel görevini, ülkemizde savunmamın bir kurum olarak kabulünü henüz gerçekleştirebilmiş değil. Demokratik hukuk, kişilerin, kişi haklarının yalnız diğer kişilere karşı korunması ve savunulmasının da ötesinde idareye, devletin diğer kurumlarına, hatta devlete karşı ayni düzeye getirilmesi, korunması ve savunulmasından başka bir şey değildir. Baroların, Barolar Birliğinin bu yolda da, kişilerin, kişi haklarının yegane koruyucusu ve savunucu olarak yapmaları gereken daha çok çalışma vardır. Bu çalışmalarını bağımsız yapmaları gerekir. Buna o günler inanıyorduk, şimdi de inanıyorum.

Bir yakınımla konuşuyorduk; “politikaya girecek misin ?” diye sordu, “hayır” dedim. “Öyleyse ne diye ?!...”. Saygı duyduğum bir müşterim vardı, o da ayni şeyi söylemişti; “politikaya girmeyecekseniz, öyleyse ne diye ?!...”. Politikaya girmek mi istemiyordum yoksa politikaya girmekten kaçınıyor, bir bakıma ürküyor muydum? İçimdeki politika yapma dürtü ve özlemini bu şekilde gidermeğe çalıştığımı, kendi kendime de olsa, itiraf edemiyor olabilirdim. Bu sorulara o zaman da cevap verememiştim, şimdi de veremiyorum. Zaten bunu artık aramam da gerekmiyor, başta başkanımız Faruk Erem içimizden hiç biri –birkaç istisna- o zaman ve sonra da politikaya girmedi.

12. Mart muhtırası verilmiş, Nihat Erim kabineyi kurmakla görevlendirilmişti. Gazetelerde hocanın Adalet Bakanlığından söz ediliyordu. Daha önce arkadaşlarla konuşmuştuk, yönetim kurulu toplantısında sorduk : Doğruladı, üzerine aldığı bu görevi tamamlamadan bırakmayacağını, Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı görevini, Adalet Bakanlığı da olsa bir başka görevle değiştirmeyeceğini söyledi. Bakanlığı reddetmişti. Arkadaşlarla vardığımız mutabakat üzerine bu defa ben; “şüphesiz” dedim, “Barolar Birliği, barolar ve avukatlık mesleği başkanlığınızda önemli gelişmeler göstermiştir, hizmet ve çalışmalarınızdan yoksun kalmak başta biz bütün camiayı fazlasıyla üzer, ama bu sizin için bir fedakârlıksa, bakanlığı – ki bu belki size hukuk ve adliye bakımından daha somut ve yetkili çalışmalar yapma imkanını verecektir- Barolar Birliği Başkanlığına feda ediyorsanız, içinizde böyle bir duygu varsa, Barolar Birliği bu fedakârlığı, bu minnet yükünü kabul edemez !”. Hoca tereddüt etmedi, hiçbir fedakârlıkta bulunmadığını, üzüntü ve pişmanlık duymadığını söyledi. Barolar Birliği Başkanı kalmak bu görevi sürdürmek istiyordu. Üzülmüştü.

Sıcak bir Temmuz Pazar gününde İstanbul Barosunun isteği ile toplanmıştık. Genel Kurul Anayasa’ya aykırı kanun hükümlerini tartışıyordu. Sigara içmek için koridora çıktım, ona rastladım. O da benim gibi daha başından itibaren bu işte var olanlardandı. İri cüssesiyle kürsüye çıkınca ,- ki bu her toplantıda muhakkak en az birkaç defa olurdu- sözünü esirgemez konuşmaları ile kimlere saldıracağı merakla beklenirdi.
-Yani Cengiz, dedi, belli sıcaktan bunalmıştı, bizde de hiç akıl yok…Herkes plajında, denizinde…
Sözün arkasını getirmedi, doğruydu; meslek bakımından çok önemli zamanlarımızın önemli bir bölümünü ayırıyor, amatörce Pazar günü demiyor, uzak demiyor durmadan çalışıyorduk.

“Öyleyse ne diye ?!...”

Barolar Birliğinin ilk genel kurulu 1969/ Ağustosunda toplandı, Birlik Başkanı ve yönetim kurulu üyeleri seçilecekti. Bu seçimde Cumhurbaşkanlığı Hukuk Müşavirliği görevi hocanın avantajı değil, handikabı idi. Kuliste özellikle bu konu üzerinde duruluyor, Cumhurbaşkanlığı hukuk müşavirliği gibi onurlu ve çok üst düzeyde bir görev de olsa bunun Birlik Başkanının tutum ve davranışlarını etkileyebileceği, Birliğin bağımsızlığı üzerinde şüpheler yaratabileceği endişesi açıkça ve ısrarla belirtiliyordu. İstek açıktı, görevden istifa etmeli, hiç değilse bunun sözünü vermeliydi. Faruk Erem bu sözü ancak seçim sonuçları alındıktan, Başkan seçildikten sonra verdi. Böylece bağımsızlığını seçmenine karşı da korumuş oluyordu.

Bağımsızlık konusunda tüm arkadaşlar hassastık. Konu yalnızca baroları ve Birliği Adalet Bakanlığının vesayet ve denetiminden kurtarmaktan öte, fikir, tutum ve davranışlar dahil kurumun her yönden bağımsız kalabilmesiydi. Bunun kolay olmadığını, zorluklarla karşılaşacağımızı biliyorduk. Zaman içersinde yazılı veya sözlü bu tutumumuzu belirleyen kararlar aldık. Örneğin:

- Hükümettin, dernekler faslından veya bir başka kalemden, tek kuruş yardım almayacaktık. (Bu kararı aldığımız zaman Birlik çok yeniydi, sırasında gereken kırtasiyeyi sağlamakta bile zorluk çekiyordu)

- Yasa Birlik görevlerini ücretli olarak düzenlemiş olsa da, biz aynen boralarda olduğu gibi bu işi amatörce, ücretsiz yürütecek, sendika ağaları gibi baro ağalının önünü açmaktan kaçınacaktık. Öyle de yaptık, yıllık bütçelere, yasa gereği 1 Tl. ücret koyduk, kimse adı ne olursa olsun, uçak biletleri dışında para almadı.

- Kanunların Sosyal Sigortalara tabi işçilere tanıdığı haklar dışında ne barolara ne de avukatlara dönük en küçük bir fazlalık, bir ayrıcalık talep etmeyecek, verirlerse kabul etmeyecektik. ( O tarihlerde 1136 sayılı kanunla Barolara S.S.K ile toplu sigorta sözleşmesi yapma hakkı tanınması ,başta C.H.P ve Türk –iş olmak üzere çeşitli çevrelerce işçinin parasının avukatlara peşkeş çekilmesi şeklinde ortaya konuluyordu)

- Baroları veya Birliği diğer herhangi bir kurumun yan kuruluşu haline getirecek veya böyle bir görüntü verecek, izlenim yaratacak durumlardan özellikle kaçınacaktık. Siyasi partilerin, iktidar veya muhalefet, bu konuda büyük bir tehlike teşkil ettiğini deneyimlerimizle biliyorduk. Siyasi partilerin yönetimi ele geçirmek istemesi, fikir ve çalışmaları kendi doğrultusunda yönlendirmesi, ülkemiz siyasal yaşamında, görülmedik, alışılmadık şeyler değildi. Kimse baro ve barolar birliği görevlerinde bulunduğu sürece siyasi partilerde görev almayacak, bu görevlerde bulunanlar istifa edeceklerdi. Bir korkumuzda bu görevlerin atlama tahtası haline gelmesi, görevlerin bir yerde siyasal bir konuma geçiş kapısı haline dönüştürülmesiydi.

O zamanlar Barolar Birliği ve çoğu barolar yazılı olmayan bu ilkeleri büyük bir titizlikle uyguladılar, korudular. Bu, tahmin ettiğimiz gibi baroların ve Birliğin çalışmalarına hız verdi. Kısa zamanda ülkemiz kamu oyu oluşumunda etkili fikirleri ve yurtseverliği ile saygın bir kurum haline gelmiştik. Çeşitli baro merkezlerinde toplantılar yaparak birlik ve camia fikrini yaygınlaştırıyor, savunmanın ve savunma mesleğinin gerek fikir ve gerekse bir yaşam biçimi olarak belirliyorduk. Geçen zaman, genel veya özel tecrübeler, hepimize, yeni bir kurumun oluşturulması kadar yozlaştırılmasını önleme yolunda çaba sarf edilmesi gerektiği öğretmişti. Hele sağlıklı demokratik geleneklerin gerçekleşip,yerleşmesini amaçlıyor, kurum içersinde ayrıcalıklara ve egemenliklere yer verilmemesi gayreti içersinde görünüyorsanız bu daha çok böyleydi.

Şüphesiz, hiçbir şey yapmazsanız ya da Gazeteciler Cemiyeti örneği,tüm güç ve ağırlığı mesleki ayrıcalıklar ve üstünlükler sağlamağa yönlendirirseniz bu gibi tehlikelerden uzaktınız. Mesleki veya sendikal örgütleri ele geçirmek,bu yolda siyasal güç ve etkinlik sağlamak isteyenler sizden uzak dururlardı. Ama bu bizim için söz konusu olamazdı, yalnızca avukatlık mesleğinin sorunları diye bir durum düşünülemezdi; savunmanın, hukukun sorunları, hatta 1946’lardan bu yana yürütülen demokratikleşme süreci ve sorunları ayni zamanda avukatlık mesleğinin sorunlarıydı. Kişi hakları tanınıp,güvence altına alınmadan, bir yaşam haline dönüştürülmeden, seçimler ne kadar serbestçe ve dürüstçe yapılmış olursa olsun, çoğunluk egemenliği ne kadar çift meclisler, Anayasa Mahkemeleriyle – dava hakkı sınırlı tutulduğu sürece- güvence altına alınmak istenirse istensin, kişi güvencesinden söz etmek mümkün değildi, bu güvence bir yerde siyasi partiler ile bürokrasinin güvencesi haline dönüşüyordu. Adliye koridorlarında geçen uzun yıllarımız bize bunları öğretmiş, veciz fikirlerin, soyut metinlerin yeterli olmadığını, uygulanmamış ya da amacı dışında uygulanmış kanun hükümleri ile kişilerin neler çektiklerini görmüş, birlikte yaşamıştık.

Yetmişli yılların başıydı, henüz sıkıyönetim dönemleri başlamamıştı. Anadolu illerimizin birisinde yönetim kurulu toplantısı yapıyorduk. Hoca (Faruk Erem) bir konferans verecekti. Büyük ilgi gördü, çevre ilçelerden, hatta köylerden büyük bir kalabalık – bütün bir geceyi yolda geçirerek- dinlemeğe gelmişti. Konferansın konusu, yanlış hatırlamıyorsam, oldukça teknik, ”Avukatlık Mesleğinde Sır Saklama” ydı. Asıl sorun bu değildi, dinleyiciler konuşma sonunda bir soru sordular: “Anayasa burada geçerli değil mi “ dediler, sorun buydu. Neden şehirlerde, örneğin İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da uygulandığı gibi burada da uygulanmıyor !?. Şüphe mi vardı !?... Anayasa uygulansa,polis, jandarma gece yarısı eve gelip, arama yapabilir mi, bütün köyü meydanda toplayabilir mi … diye sordular. Yayınladığımız bildiride Anayasa’nın ve yasaların ülkemizin her yerinde ve her zaman ayni şekilde ve ayni yorumla uygulanması zorunluluğundan söz ediyorduk.

Avukatlık hukuki güvence sağlamak, yasaların tanıdığı hukuki güvenceyi kişiler veya kurumlar ile ilgili olarak somutlaştırmak, gerçekleştirmek mesleği değil midir? Metinlerdeki güvence teorik,bir yer de bürokratik bir güvence teşkil ediyordu. İşimiz yasaların tanıdığı hakları somut olarak sağlamak, hukukun tanıdığı hakları bir yaşam biçimi haline dönüştürmekti. Avukat ilâm alırdı, her ilâm somutlaşmış bir haktı. Bu diğer bir kişiye veya idareye yeni deyimi ile devlete karşı – nedense giderek idare kendisini devletle bütünleştirmekte, devlet yerine koymakta böyle bir anlayışı pekiştirecek ifade ve tutumları özellikle benimsemektedir- Anayasa’nın güvencesinde somut bir haktı. İdare mahkeme (Danıştay) kararını yerine getirmezse?!...

Meslek yaşantımda uzun yıllarımı almış bir “kuyu davası” vardı: Civar belediyelerden birisinin kanunlara ve yönetmeliklere aykırı olarak açtığı, bölge ziraat arazilerine zarar veren su kuyu ili ilgili davayı sonunda kazanmış, Danıştay işlemin iptaline karar vermişti. Ama Danıştay kararını bir türlü uygulatamamış, üstelik bu karara rağmen sonraları çok önemli görevlere atanan bir valinin göz yummasıyla, kuyunun belediye tarafından çalıştırılmasına izin verilmişti. Mahkeme kararı, işin doğrusunu söylemek gerekirse, beş para etmiyordu!...

Başbakan Süleyman Demirel, İsmail Cem’i TRT genel müdürlüğünden almış, açılan dava sonucunda Danıştay bu işlemi iptal etmiş, ama karar yerine getirilmemişti. “İsmail Cem” olayı sorunun kamu oyu önüne getirilmesi için önemli fırsattı. Hiç değilse,bundan böyle, idarenin mahkeme kararlarını yerine getirmesi sağlanır, kişilerin hakları korunurdu. Aldığı ilâmın bir değeri yoksa Avukatlık hizmetlerinin bir değeri yoktu. O zamanlar İzmir Barosu’nda görevliydim, bir eylem başlattık, Barolar Birliğine başvurduk, olağanüstü genel kurul talep ettik. Zamanın iktidarı, Danıştay kararını yerine getirmekten kaçınmak için, gerçekte bir hukuk ve yargı sorunu olan konuyu politize ediyor, bir iktidar ve muhalefet çekişmesi olarak ortaya koyuyordu. Sonuçta politika yapmakla suçlanan biz olduk, hatta iktidar partisi üyeleri bazı meslektaşlarımız da bu suçlamaya katıldılar. Diğer bir kısım meslektaşımız ise Danıştay’ın insan haklarından memur haklarını anladığını düşünüyordu. Çeşitli davalarda istenen yürütmenin durdurulması talepleri hakkında aylarca karar verilmezken, memurlarla ilgili kararlar bir hafta sırasında bir gün içersinde alınabiliyordu. Daima idare yararına yorum yapan, açılan davalarda davacı kişiden çok, idareyi, idarede görevli personeli koruyan Danıştay sadece memur hakları konusunda hassas ve dikkatliydi. Ben de ayni fikirdeydim, ama bu mahkeme kararlarının idare tarafından kayıtsız ve şartsız olarak uygulanması ilkesinin hayata geçirilmesi çalışmalarına engel olmamalıydı. Tartışma ve eylemlerimize katılımlar bu bakımdan, doğrusunu söylemek gerekir, pek gönüllüce olmadı.

O dönemlerde “politika yapmak” suçlaması hemen hiç eksik olmadı, hatta kendi arkadaşlarımız, meslektaşlarımız arasında da bu bir hayli yaygındı. Baroların, Barolar Birliğinin ortaya koyduğu bağımsız bir hukuk ve savunma örgütü anlayışı, bu anlayışın ürünü çalışmaların kamu oyunda giderek etkili hale gelmeğe başlaması, hiç değilse kamu oyunda etki alanı kurmuş güçlerin alanlarını sınırlandırmağa başlamasının tedirginlik yarattığı muhakkaktı. Bu tedirginlik “Politika yapmak” suçlamasında ifadesini buluyordu. İstenin, daha doğrusu beklenen kooperatif bir meslek örgütü anlayışı, “kantin subaylığı” ya da daha önceleri olduğu gibi bir siyasi partinin kamu oyu oluşturmağa çalıştığı konularla sınırlı olarak , bir bakıma bir yan kuruluş olarak faaliyet göstermekti. Barolar Birliğinin konu seçiminde bağımsız olması, çapraz sorgu, adli zabıta, savcılardın bağımsızlığı, savunmanın hazırlık tahkikatından itibaren başlaması , T.C.K. 141, 142, 163 maddelerinin kaldırılması, keza idam cezasının kaldırılması, tüketicinin korunması, v.b konularda yapılan çalışmalar, muhalefet veya iktidar, kimseden destek görmüyor ama yine de etkisini gösteriyordu.

Bir kokteylde konuşuyorduk ; gruptaki subaylardan birisi sordu, barolar, baro başkanı ne yapar dedi. Sorunun ayrıntısına girmek istemedim, daha çok alışılmış bir açıklamaya yöneldim, avukatların gereksinimlerini karşılar dedim, bir savunma örgütü olarak üstlendiği görevlerin üzerinde pek durmadım. Yani “kantin subaylığı” diyerek sözümü kesti, özetledi.

Bizler ne kantin subayı ne de bulunduğumuz görevleri kullanarak milletvekili ve bakan olmak istiyorduk . Şüphesiz bu ayıp değildi ama üstlendiğimiz görevde etkin olmamızı önleyecek, düşündüklerimizi gerçekleştirme yollarında büyük güçlükler çıkaracak bir durumdu. Tabii içimizde ayni fikirde olmayanların bulunduğunu zamanla anladık.

Çalışma ilkelerimiz üzerinde o zaman hiçbir fikir ayrılığız yoktu. Barolar ve Barolar Birliği :

- Hukukun üstünlüğü, hukuka bağlı devlet ve kişi kavramının yalnız yasa metinleriyle değil bir yaşam biçimi olarak toplum katlarına ulaştırılması ve yerleştirilmesi.

- Ülkemizde çağdaş ve uygar bir savunma anlayışının bir kurum olarak benimsenmesi ve örgütlenmesi.

- Kişi hak ve özgürlüklerinin hukukun çağdaş anlayış ve gelişmelere uygu olarak geliştirilmesi ve somutlaştırılması ile görevli ve sorumluydular.

Bu çalışmaların etkinliği bağımsızca yürütmesine bağlıydı. Yalnız belli bir siyasal örgüt ve partilerden kayden bağımsız değil, fikren de bağımsız olmak gerekiyordu. İnandırıcı ve etkili olmanın tek ve önemli şartının bu olduğunu anlamıştık.

Nitekim arkadaşlarımızın çoğu o zaman da ve halâ bağımsız kalarak bu gerçeği kanıtladılar.

Bağımsız kalamayanlar veya daha doğru bir deyimle, zaten bağımsız olmayanlar bütün çalışmalara ve etkinliklere verdikleri zararların farkında olarak veya olmayarak “yan kuruluş olma” anlayışından bir türlü kurtulamayarak kişisel etkinliklerini sürdürdüler.



(*) Bu yazı ilk olarak “ İzmir Barosu Dergisi” inde ( Ocak/1991 sayısı), ikinci olarak “Av.Dr. Faruk Erem Armağanı” nda (T. Barolar Birliği Yayınları 2001) yayınlanmıştır. Rahmetli hocamız, ilk yayınlanışın arkasından tarafıma bir kutlama telgrafı göndererek (26.2.1991), içeriğini onayladığını bildirmiştir. C.İ



1
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"Baroculuk" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Cengiz İlhan'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.


[Yazıcıya Gönderin] [Bilgisayarınıza İndirin][Arkadaşa Gönderin] [Yazarla İletişim]
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
» Makale Bilgileri
Tarih
13-04-2009 - 17:27
(5494 gün önce)
Makaleyi Düzeltin
Yeni Makale Gönderin!
Değerlendirme
Şu ana dek 2 okuyucu bu makaleyi değerlendirdi : 2 okuyucu (100%) makaleyi yararlı bulurken, 0 okuyucu (0%) yararlı bulmadı.
Okuyucu
3092
Bu Makaleyi Şu An Okuyanlar (1) :  
* Son okunma 7 saat 56 dakika 59 saniye önce.
* Ortalama Günde 0,56 okuyucu.
* Karakter Sayısı : 16225, Kelime Sayısı : 2167, Boyut : 15,84 Kb.
* 1 kez yazdırıldı.
* 2 kez indirildi.
* Henüz yazarla iletişime geçen okuyucu yok.
* Makale No : 1002
Yorumlar : 0
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
Makalelerde Arayın
» Çok Tartışılan Makaleler
» En Beğenilen Makaleler
» Çok Okunan Makaleler
» En Yeni Makaleler
THS Sunucusu bu sayfayı 0,06622005 saniyede 13 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.