|
Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun] |
21-06-2016, 16:36 | #121 |
|
Özet:
Davacı vekili 20.05.2014 tarihinde yapılan duruşmada görev yapan müstemir yetkili hakiminin izinli olması nedeniyle duruşmanın öğleden sonraya ertelenmesi nedeniyle icra dairesindeki işi olduğundan duruşmaya katılamayacağını bildirir mazeret dilekçesi sunmuştur. Mahkemece, davacı vekilinin nazeretinin kabulüne ve duruşma gününün Uyap ortamından öğrenilmesine karar verilmiştir. Davacı bir sonraki celse 30.09.2014 tarihinde yapılan duruşmaya katılmamış ve dosyanın işlemden kaldırılmasına ve 31.12.2014 tarihinde ise dosyanın üç aylık yasal süresi içerisinde yenilenmediğinden davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. Somut uyuşmazlıkta İlk Derece Mahkemesi'nce 20.05.2014 tarihinde davacının mazeret dilekçesi kabul edildikten sonra duruşma gününün gider avansından karşılanarak davacı vekiline usulüne uygun tebliğ edilmesi gerekirken duruşma gününün bildirilmemesi hukuki dinlenilme hakkının ihlali olup, duruşma gününün UYAP üzerinden öğrenme külfetinin, bu yönde bir istemi olmayan, davacıya yüklenmesi hatalıdır. Bu nedenle mahkemece usulüne uygun olarak dosya işlemden kaldırılmadığından bu karara dayanarak davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi isabetsiz olup, bozmayı gerektirmiştir. Fıkra:Tümü T.C. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Esas No:2015/30929 Karar No:2015/36225 Esas No:2015/30929 Karar No:2015/36225 Davacı, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı ile fazla mesai ücreti, yıllık izin ücreti, hafta tatili ücreti ve genel tatil ücreti alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Yerel mahkemece, davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: A) Davacı İsteminin Özeti: Davacı, iş sözleşmesinin işverence neden bildirilmeksizin haksız feshedildiğini ileri sürerek kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık ücretli izin, hafta tatili, genel tatil, fazla çalışma alacaklarının davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir. B) Davalı Cevabının Özeti: Davalı, davacının kıdem ve ihbar tazminatlarının ödendiğini ve kendisini ibra ettiğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir. C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, davacının dosyanın işlemden kaldırıldığı tarihten itibaren üç ay süre içerisinde davacı tarafından dosya yenilenmediği gerekçesiyle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. D) Temyiz: Kararı davacı vekili temyiz etmiştir. E) Gerekçe: Duruşmalı olarak incelenen işlerde taraflara çıkartılan davetiyelerde, duruşmada hazır bulunmadıkları takdirde tahkikatın yokluklarında yapılarak karar verileceği hususu ile başvuran tarafa çıkartılacak davetiyede, ayrıca, yapılacak tahkikatla ilgili olarak bölge adliye mahkemesince belirlenen gideri duruşma gününe kadar avans olarak yatırması gerektiği açıkça belirtilir. Başvuran, kabul edilebilir bir mazerete dayanarak duruşmaya gelemediğini bildirdiği takdirde, yeni bir duruşma günü tayin edilerek taraflara bildirilir. Başvuran mazeretsiz olarak duruşmalara katılmadığı veya tahkikatla ilgili giderler süresi içinde yatırılmadığı takdirde, dosyanın mevcut durumuna göre karar verilir. Şu kadar ki, öngörülen tahkikat yapılmaksızın karar verilmesine olanak bulunmayan hâllerde başvuru reddedilir. Davacı vekili 20.05.2014 tarihinde yapılan duruşmada görev yapan müstemir yetkili hakiminin izinli olması nedeniyle duruşmanın öğleden sonraya ertelenmesi nedeniyle icra dairesindeki işi olduğundan duruşmaya katılamayacağını bildirir mazeret dilekçesi sunmuştur. Mahkemece, davacı vekilinin nazeretinin kabulüne ve duruşma gününün Uyap ortamından öğrenilmesine karar verilmiştir. Davacı bir sonraki celse 30.09.2014 tarihinde yapılan duruşmaya katılmamış ve dosyanın işlemden kaldırılmasına ve 31.12.2014 tarihinde ise dosyanın üç aylık yasal süresi içerisinde yenilenmediğinden davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. Somut uyuşmazlıkta İlk Derece Mahkemesi'nce 20.05.2014 tarihinde davacının mazeret dilekçesi kabul edildikten sonra duruşma gününün gider avansından karşılanarak davacı vekiline usulüne uygun tebliğ edilmesi gerekirken duruşma gününün bildirilmemesi hukuki dinlenilme hakkının ihlali olup, duruşma gününün UYAP üzerinden öğrenme külfetinin, bu yönde bir istemi olmayan, davacıya yüklenmesi hatalıdır. Bu nedenle mahkemece usulüne uygun olarak dosya işlemden kaldırılmadığından bu karara dayanarak davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi isabetsiz olup, bozmayı gerektirmiştir. F) Sonuç: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine 22.12.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi |
01-07-2016, 13:26 | #122 |
|
��Çok önemli HGK Kararı��
Dilekçelerin teatisi AŞAMASINDA herhangi bir delil bildirmeyen DAVACI ya da DAVALIYA delillerini bildirmesi için ÖN İNCELEME duruşmasında YENİ SÜRE verilemez !!!!! (HGK, 20.4.2016, E. 2014/13-856, K. 2016/523) GEREKÇESİ: Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde; 6100 sayılı HMK’nın sistematiği içinde; tahkikat aşamasına geçilmezden evvel tarafların uyuşmazlıkların çözümü için ileri sürdükleri delillerin daha işin başında belirlenerek tahkikatın etkin bir şekilde yapılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Yargılamanın etkin ve makul bir süre içinde bitirilmesi için delil gösterilmesi dilekçelerin teatisi (dava, cevap, cevaba cevap ve ikinci cevap) aşamasına hasredilmiştir. Buna göre, dilekçelerin teatisi aşamasında herhangi bir delil bildirmeyen davacı veya davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için yeni bir süre verilmesine imkân bulunmamaktadır. Kaynak: Yargıtay 2 HD Başkanı Ömer Uğur Gençcan |
16-11-2016, 19:18 | #123 |
|
Ömer Uğur Gençcan
2 saat · BUGÜN (16.11.2016) ÇIKAN ÇOK ÖNEMLİ HGK KARARI !!! "DAVA DİLEKÇESİNDE" dayandığı vakıalara ilişkin "DELİL BİLDİRMEYEN" DAVACI bu vakıalara ilişkin delil bildirme hakkını da "KAYBETMİŞ SAYILIR". Kendisine bu vakıalara ilişkin delil ibrazı için ayrıca mehil verilemez. Not: 1- Gerekçeli karar yazıldığında tarafımdan paylaşılacaktır. 2- HGK kararında yer almadım. Ancak bu düşünceye Daire olarak aynen katılıyoruz. ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Ömer Uğur Gençcan HGK bu kararıyla cevap dilekçesiyle delil bildirmeyen DAVALIYA uyguladığı yaptırımın benzerini dava dilekçesiyle delil bildirmeyen DAVACIYA da uygulayarak "silahların eşitliği ilkesine" uygun davranmış oldu ���� Ömer Uğur Gençcan Ömer Uğur Gençcan Gerek dava gerekse cevap dilekçesinde DELİL GÖSTERMEYE örnek verebilirim; 1- Fiziksel şiddet vakıası şu sayılı CEZA DOSYASI 2- Hakaret vakıası TANIK ile ispat edilecektir Denilmesi yeterlidir . TANIK LİSTESi mahkeme tarafından ÖN İNCELEMEDE istenecektir (HMK m. 137 f. 1 emredici hükmü) |
03-01-2017, 15:37 | #124 |
|
Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi 2017 Yayınlandı, İşte tam metni
2 Ocak 2017 PAZARTESİ Resmî Gazete Sayı : 29936 TEBLİĞ Türkiye Barolar Birliği Başkanlığından: AVUKATLIK ASGARİ ÜCRET TARİFESİ GENEL HÜKÜMLER Amaç ve kapsam MADDE 1 – (1) Mahkemelerde, tüm hukuki yardımlarda, taraflar arasındaki uyuşmazlığı sonlandıran her türlü merci kararlarında ve ayrıca kanun gereği mahkemelerce karşı tarafa yükletilmesi gereken avukatlık ücretinin tayin ve takdirinde, 19/3/1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık Kanunu ve işbu Tarife hükümleri uygulanır. (2) Taraflar arasında akdi avukatlık ücreti kararlaştırılmamış veya kararlaştırılan akdi avukatlık ücretinin geçersiz sayılması halinde; mahkemelerce, dava konusu edilen tutar üzerinden bu Tarife gereğince hesaplanacak avukatlık ücretinin altında bir ücrete hükmedilemez. Bu Tarife 1136 sayılı Kanunun 164 üncü maddesinin dördüncü fıkrası doğrultusunda gerçekleştirilecek olan akdi avukatlık ücreti belirlenmesinde sadece asgari değerin hesaplanmasında dikkate alınır. Diğer hususlar 1136 sayılı Kanundaki hükümlere tabidir. (3) Bu Tarife hükümleri altında kararlaştırılan akdi avukatlık ücretleri, Tarife hükümleri üzerinden yapılmış olarak kabul edilir. Avukatlık ücretinin kapsadığı işler MADDE 2 – (1) Bu Tarifede yazılı avukatlık ücreti kesin hüküm elde edilinceye kadar olan dava, iş ve işlemler ücreti karşılığıdır. Avukat tarafından takip edilen dava veya işle ilgili olarak düzenlenen dilekçe ve yapılan diğer işlemler ayrı ücreti gerektirmez. Hükümlerin tavzihine ilişkin istemlerin ret veya kabulü halinde de avukatlık ücretine hükmedilemez. (2) Buna karşılık, icra takipleriyle, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay ve Sayıştayda temyizen ve bölge idare ve bölge adliye mahkemelerinde istinaf başvurusu üzerine görülen işlerin duruşmaları ayrı ücreti gerektirir. Avukatlık ücretinin aidiyeti, sınırları ve ortak veya değişik sebeple davanın reddinde davalıların avukatlık ücreti MADDE 3 – (1) Yargı yerlerince avukata ait olmak üzere karşı tarafa yükletilecek avukatlık ücreti, ekli Tarifede yazılı miktardan az ve üç katından çok olamaz. Bu ücretin belirlenmesinde, avukatın emeği, çabası, işin önemi, niteliği ve davanın süresi göz önünde tutulur. (2) Müteselsil sorumluluk da dahil olmak üzere, birden fazla davalı aleyhine açılan davanın reddinde, ret sebebi ortak olan davalılar vekili lehine tek, ret sebebi ayrı olan davalılar vekili lehine ise her ret sebebi için ayrı ayrı avukatlık ücretine hükmolunur. Birden çok avukat ile temsil MADDE 4 – (1) Aynı hukuki yardımın birden çok avukat tarafından yapılması durumunda, karşı tarafa bir avukatlık ücretinden fazlası yükletilemez. Ücretin tümünü hak etme MADDE 5 – (1) Hangi aşamada olursa olsun, dava ve icra takibini kabul eden avukat, Tarife hükümleri ile belirlenen ücretin tamamına hak kazanır. (2) Gerek kısmi dava gerekse belirsiz alacak ve tespit davasında mahkemece dava değerinin belirlenmesinden sonra davacı davasını belirlenmiş değere göre takip etmese dahi, yasal avukatlık ücreti, belirlenmiş dava değerine göre hesaplanır. Davanın konusuz kalması, feragat, kabul ve sulhte ücret MADDE 6 – (1) Anlaşmazlık, davanın konusuz kalması, feragat, kabul, sulh veya herhangi bir nedenle; ön inceleme tutanağı imzalanıncaya kadar giderilirse, Tarife hükümleriyle belirlenen ücretlerin yarısına, ön inceleme tutanağı imzalandıktan sonra giderilirse tamamına hükmolunur. Bu madde yargı mercileri tarafından hesaplanan akdi avukatlık ücreti sözleşmelerinde uygulanmaz. Görevsizlik, yetkisizlik, dava ön şartlarının yokluğu veya husumet nedeniyle davanın reddinde, davanın nakli ve açılmamış sayılmasında ücret MADDE 7 – (1) Görevsizlik veya yetkisizlik nedeniyle dava dilekçesinin reddine, davanın nakline veya davanın açılmamış sayılmasına ön inceleme tutanağı imzalanıncaya kadar karar verilmesi durumunda Tarifede yazılı ücretin yarısına, ön inceleme tutanağı imzalandıktan sonra karar verilmesi durumunda tamamına hükmolunur. Şu kadar ki, davanın görüldüğü mahkemeye göre hükmolunacak avukatlık ücreti, Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde yazılı miktarları geçemez. (2) Davanın dinlenebilmesi için kanunlarda öngörülen ön şartın yerine getirilmemiş olması ve husumet nedeniyle davanın reddine karar verilmesinde, davanın görüldüğü mahkemeye göre Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde yazılı miktarları geçmemek üzere üçüncü kısımda yazılı avukatlık ücretine hükmolunur. (3) Kanunlar gereği gönderme, yeni mahkemeler kurulması, iş bölümü itirazı nedeniyle verilen tüm gönderme kararları nedeniyle görevsizlik, gönderme veya yetkisizlik kararı verilmesi durumunda avukatlık ücretine hükmedilmez. Karşılık davada, davaların birleştirilmesinde ve ayrılmasında ücret MADDE 8 – (1) Bir davanın takibi sırasında karşılık dava açılması, başka bir davanın bu davayla birleştirilmesi veya davaların ayrılması durumunda, her dava için ayrı ücrete hükmolunur. Nafaka, kira tespiti ve tahliye davalarında ücret MADDE 9 – (1) Tahliye davalarında bir yıllık kira bedeli tutarı, kira tespiti ve nafaka davalarında tespit olunan kira bedeli farkının veya hükmolunan nafakanın bir yıllık tutarı üzerinden Tarifenin üçüncü kısmı gereğince hesaplanacak miktarın tamamı, avukatlık ücreti olarak hükmolunur. Bu miktarlar, Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde davanın görüldüğü mahkemeye göre belirlenmiş bulunan ücretten az olamaz. (2) Nafaka davalarında reddedilen kısım için avukatlık ücretine hükmedilemez. Manevi tazminat davalarında ücret MADDE 10 – (1) Manevi tazminat davalarında avukatlık ücreti, hüküm altına alınan miktar üzerinden Tarifenin üçüncü kısmına göre belirlenir. (2) Davanın kısmen reddi durumunda, karşı taraf vekili yararına Tarifenin üçüncü kısmına göre hükmedilecek ücret, davacı vekili lehine belirlenen ücreti geçemez. (3) Bu davaların tamamının reddi durumunda avukatlık ücreti, Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümüne göre hükmolunur. (4) Manevi tazminat davasının, maddi tazminat veya parayla değerlendirilmesi mümkün diğer taleplerle birlikte açılması durumunda; manevi tazminat açısından avukatlık ücreti ayrı bir kalem olarak hükmedilir. İcra ve iflas müdürlükleri ile icra mahkemelerinde ücret MADDE 11 – (1) İcra ve İflas Müdürlüklerindeki hukuki yardımlara ilişkin avukatlık ücreti, takip sonuçlanıncaya kadar yapılan bütün işlemlerin karşılığıdır. Konusu para veya para ile değerlendirilebiliyor ise avukatlık ücreti, bu Tarifenin üçüncü kısmına göre belirlenir. Şu kadar ki takip miktarı 2.750,00 TL’ye kadar olan icra takiplerinde avukatlık ücreti, Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde, icra dairelerindeki takipler için öngörülen maktu ücrettir. Ancak, bu ücret asıl alacağı geçemez. (2) Aciz belgesi alınması, takibi sonuçlandıran işlemlerden sayılır. Bu durumda avukata tam ücret ödenir. (3) İcra mahkemelerinde duruşma yapılırsa Tarife gereğince ayrıca avukatlık ücretine hükmedilir. Şu kadar ki bu ücret, Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünün iki ve üç sıra numaralarında gösterilen iş ve davalarla ilgili hukuki yardımlara ilişkin olup, Tarifenin üçüncü kısmına göre belirlenecek avukatlık ücreti bu sıra numaralarında yazılı miktarları geçemez. Ancak icra mahkemelerinde açılan istihkak davalarında, üçüncü kısım gereğince hesaplanacak avukatlık ücretine hükmolunur. (4) Borçlu ödeme süresi içerisinde borcunu öderse Tarifeye göre belirlenecek ücretin dörtte üçü takdir edilir. Maktu ücreti gerektiren işlerde de bu hüküm uygulanır. (5) Tahliyeye ilişkin icra takiplerinde Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde belirtilen maktu ücrete hükmedilir. Borçlu ödeme süresi içerisinde borcunu öderse Tarifeye göre belirlenecek ücretin dörtte üçü takdir edilir. (6) Çocukla şahsi münasebetlerin düzenlenmesine dair ilamın icra müdürlüğü aracılığıyla yerine getirilmesi halinde alacaklı lehine Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünün birinci sırasındaki maktu avukatlık ücretine hükmolunur. Borçlunun şahsi münasebetin icra müdürlüğü aracılığıyla tesisine bir yıl içinde birden fazla sebebiyet vermesi halinde, ikinci ve takip eden diğer şahsi münasebet tesisinde Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünün birinci sırasındaki maktu ücretin yarısına hükmolunur. (7) İcra dairelerinde borçlu vekili olarak takip edilen işlerde taraflar arasında akdi avukatlık ücreti kararlaştırılmamış veya kararlaştırılan akdi avukatlık ücretinin geçersiz sayıldığı hallerde; çıkabilecek uyuşmazlıkların 1136 sayılı Kanunun 164 üncü maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca çözülmesinde avukatlık ücreti, Tarifenin ikinci kısım ikinci bölümünde icra dairelerinde yapılan takipler için belirlenen maktu ücrettir. Ancak belirlenen ücret asıl alacağı geçemez. Tüketici hakem heyetlerinde ücret MADDE 12 – (1) Tüketici hakem heyetlerinde avukat aracılığı ile takip edilen işlerde, avukat ile müvekkili arasında çıkabilecek uyuşmazlıklarda işbu Tarifenin birinci kısım ikinci bölümünün tüketici hakem heyetlerine ilişkin kuralı uygulanır. Tarifelerin üçüncü kısmına göre ücret MADDE 13 – (1) Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde gösterilen hukuki yardımların konusu para veya para ile değerlendirilebiliyor ise avukatlık ücreti, davanın görüldüğü mahkeme için Tarifenin ikinci kısmında belirtilen maktu ücretlerin altında kalmamak kaydıyla (7 nci maddenin ikinci fıkrası, 9 uncu maddenin birinci fıkrasının son cümlesi ile 10 uncu maddenin son fıkrası hükümleri saklı kalmak kaydıyla) Tarifenin üçüncü kısmına göre belirlenir. (2) Ancak, hükmedilen ücret kabul veya reddedilen miktarı geçemez. Ceza davalarında ücret MADDE 14 – (1) Kamu davasına katılma üzerine, mahkumiyete ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmiş ise vekili bulunan katılan lehine Tarifenin ikinci kısmın ikinci bölümünde belirlenen avukatlık ücreti sanığa yükletilir. (2) Ceza hükmü taşıyan özel kanun, tüzük ve kararnamelere göre yalnız para cezasına hükmolunan davalarda Tarifeye göre belirlenecek avukatlık ücreti hükmolunan para cezası tutarını geçemez. (3) 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 141 ve devamı maddelerine göre tazminat için Ağır Ceza Mahkemelerine yapılan başvurularda, Tarifenin üçüncü kısmı gereğince avukatlık ücretine hükmedilir. Şu kadar ki, hükmedilecek bu ücret ikinci kısmın ikinci bölümünün onikinci sıra numarasındaki ücretten az olamaz. (4) Beraat eden ve kendisini vekil ile temsil ettiren sanık yararına Hazine aleyhine maktu avukatlık ücretine hükmedilir. (5) Ceza mahkemelerinde görülen tekzip, internet yayın içeriğinden çıkarma, idari para cezalarına itiraz gibi başvuruların kabulü veya ilk derece mahkemesinin kararına yapılan itiraz üzerine, ilk derece mahkemesi kararının kaldırılması halinde işin duruşmasız veya duruşmalı oluşuna göre ikinci kısım birinci bölüm 1. sıradaki iş için öngörüldüğü şekilde avukatlık ücretine hükmedilir. Ancak başvuruya konu idari para cezasının miktarı Tarifenin ikinci kısım birinci bölüm 1. sıradaki iş için öngörülen maktu ücretin altında ise idari para cezası kadar avukatlık ücretine hükmedilir. Danıştayda, Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde, bölge idare, idare ve vergi mahkemelerinde görülen dava ve işlerde ücret MADDE 15 – (1) Danıştayda ilk derecede veya duruşmalı olarak temyiz yoluyla görülen dava ve işlerde, idari ve vergi dava daireleri genel kurulları ile dava dairelerinde, bölge idare, idare ve vergi mahkemelerinde birinci savunma dilekçesi süresinin bitimine kadar anlaşmazlığın feragat ya da kabul nedenleriyle ortadan kalkması veya bu nedenlerle davanın reddine karar verilmesi durumunda Tarifede yazılı ücretin yarısına, diğer durumlarda tamamına hükmedilir. (2) Şu kadar ki, dilekçelerin görevli mercie gönderilmesine veya dilekçenin reddine karar verilmesi durumunda avukatlık ücretine hükmolunmaz. (3) Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde görülen dava ve işlerde de yukarıdaki fıkralarda belirtilen hükümler uygulanır. Arabuluculuk, uzlaşma ve her türlü sulh anlaşmasında ücret MADDE 16 – (1) 1136 sayılı Kanunun 35/A maddesinde sözü edilen uzlaşma tutanağının hazırlanmasında, bu Tarifenin ilgili kısımlarında belirlenen ücret uygulanır. (2) Arabuluculuk, uzlaşma ve her türlü sulh anlaşmalarından doğacak avukatlık ücreti uyuşmazlıklarında işbu Tarifede yer alan hükümler uyarınca saptanacak miktarlar, akdi avukatlık ücretinin asgari değerlerini oluşturur. Tahkimde ve Sigorta Tahkim Komisyonunda ücret MADDE 17 – (1) Hakem önünde yapılan her türlü hukuki yardımlarda bu Tarife hükümleri uygulanır. (2) Sigorta Tahkim Komisyonları, Komisyona başvuranların taleplerinin kısmen veya tamamen kabulü halinde Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde asliye mahkemeleri için öngörülen ücretin altında kalmamak üzere, Tarifenin üçüncü kısmına göre avukatlık ücretine hükmeder. Ancak hükmedilen ücret kabul veya reddedilen miktarı geçemez. Sigorta Tahkim Komisyonları, Komisyona başvuranların taleplerinin kısmen veya tamamen reddi halinde, reddedilen kısım yönünden karşı taraf lehine Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde asliye mahkemeleri için öngörülen ücretin altında kalmamak üzere ve 3/6/2007 tarihli ve 5684 sayılı Sigortacılık Kanunundaki beşte birlik orana uyulmak kaydıyla, Tarifenin üçüncü kısmına göre avukatlık ücretine hükmeder. Asliye mahkemeleri için öngörülen maktu ücretin esas alınması gereken durumlarda da beşte birlik indirim yapılır. Ancak hükmedilen ücret kabul veya reddedilen miktarı geçemez. (3) 28/1/2012 tarihli ve 28187 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Spor Genel Müdürlüğü Tahkim Kurulu Yönetmeliğinin 14 üncü maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca, Tahkim Kurulu, Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde Danıştay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde ilk derecede görülen davalar için öngörülen avukatlık ücretine hükmeder. İş takibinde ücret MADDE 18 – (1) Bu Tarifeye göre iş takibi; yargı yetkisinin kullanılması ile ilgisi bulunmayan iş ve işlemlerin yapılabilmesi için, iş sahibi veya temsilci tarafından yerine getirilmesi kanunlara göre zorunlu olan iş ve işlemlerdir. (2) Tarifede yazılı iş takibi ücreti bir veya birden çok resmi daire, kurum veya kuruluşça yapılan çeşitli işlemleri içine alsa bile, o işin sonuçlanmasına kadar yapılan bütün hukuki yardımların karşılığıdır. Dava vekili ve dava takipçileri eliyle takip olunan işlerde ücret MADDE 19 – (1) Dava vekilleri tarafından takip olunan dava ve işlerde de bu Tarife uygulanır. (2) Dava takipçileri tarafından takip olunan dava ve işlerde bu Tarifede belirtilen ücretin 1/4’ü uygulanır. Tarifede yazılı olmayan işlerde ücret MADDE 20 – (1) Tarifede yazılı olmayan hukuki yardımlar için, işin niteliği göz önünde tutularak, Tarifedeki benzeri işlere göre ücret belirlenir. Uygulanacak tarife MADDE 21 – (1) Avukatlık ücretinin takdirinde, hukuki yardımın tamamlandığı veya dava sonunda hüküm verildiği tarihte yürürlükte olan Tarife esas alınır. Seri davalarda ücret MADDE 22 – (1) İhtiyari dava arkadaşlığının bir türü olan seri davalar ister ayrı dava konusu yapılsın ister bir davada birleştirilsin toplamda yirmi dosyaya kadar açılan seri davalarda her bir dosya için ayrı ayrı tam avukatlık ücretine, toplamda altmışbeş dosyaya kadar açılan seri davalarda her bir dosya için ayrı ayrı tam ücretin %70’i oranında avukatlık ücretine, toplamda yüzdoksan dosyaya kadar açılan seri davalarda her bir dosya için ayrı ayrı tam ücretin %60’ı oranında avukatlık ücretine, toplamda yüzdoksandan fazla açılan seri davalarda her bir dosya için ayrı ayrı tam ücretin %40’ı oranında avukatlık ücretine hükmedilir. Duruşmalı işlerde bu şekilde avukatlık ücretine hükmedilmesi için dosyaya ilişkin tüm duruşmaların aynı gün aynı mahkemede yapılması gerekir. Kötü niyetli veya haksız dava açılmasında ücret MADDE 23 – (1) Kötü niyetli davalı veya hiçbir hakkı olmadığı hâlde dava açan taraf, yargılama giderlerinden başka, diğer tarafın vekiliyle aralarında kararlaştırılan vekâlet ücretinin tamamı veya bir kısmını ödemeye mahkûm edilebilir. Vekâlet ücretinin miktarı hakkında uyuşmazlık çıkması veya mahkemece miktarının fahiş bulunması hâlinde, bu miktar doğrudan mahkemece 1136 sayılı Kanun ve bu Tarife esas alınarak takdir olunur. Yürürlük MADDE 24 – (1) Bu Tarife yayımı tarihinde yürürlüğe girer. AVUKATLIK ÜCRET TARİFESİ BİRİNCİ KISIM BİRİNCİ BÖLÜM Dava ve Takiplerin Dışındaki Hukuki Yardımlarda Ödenecek Ücret 1. Büroda sözlü danışma (ilk bir saate kadar) 275,00 TL Takip eden her saat için 160,00 TL 2. Çağrı üzerine gidilen yerde sözlü danışma (ilk bir saate kadar) 550,00 TL Takip eden her saat için 270,00 TL 3. Yazılı danışma için (ilk bir saate kadar) 550,00 TL Takip eden her saat için 260,00 TL 4. Her türlü dilekçe yazılması, ihbarname, ihtarname, protesto düzenlenmesinde 400,00 TL 5. Sözleşmeler ve benzeri belgelerin hazırlanması a) Kira sözleşmesi ve benzeri 530,00 TL b) Tüzük, yönetmelik, miras sözleşmesi, vasiyetname, vakıf senedi ve benzeri belgelerin hazırlanması 1.590,00 TL c) Şirket ana sözleşmesi, şirketlerin devir ve birleşmesi vb. ticari işlerle ilgili sözleşmeler 800,00 TL İKİNCİ BÖLÜM İş Takibi Konusundaki Hukuki Yardımlarda Ödenecek Ücret 1. Bir durumun belgelendirilmesi, ödeme aşamasındaki paranın tahsili veya bir belgenin örneğinin çıkarılması gibi işlerin takibi için 400,00 TL 2. a)Bir hakkın doğumu, tespiti, tescili, nakli, değiştirilmesi, sona erdirilmesi veya korunması gibi amaçlarla yapılan işler için 660,00 TL b) İpotek tesisi ve fekki gibi işlemler de dahil olmak üzere bir hakkın doğumu ve sona erdirilmesi olarak nitelenen işlemler nedeni ile sürekli sözleşme ile çalışılan bankalar, fınans kuruluşları ve benzerlerine verilen her bir hukuki yardım için 160,00 TL 3. Tüzel kişi tacirlerin ana sözleşmelerinin onanması, bu tacirlerin çalışma konuları ile ilgili ruhsat ve imtiyazların alınması, devri ve Türk vatandaşlığına kabul edilme gibi işlerin takibi için 2.950,00 TL 4. Vergi uzlaşma komisyonlarında takip edilen işler için 1.320,00 TL 5. Uluslararası yargı yerlerinde takip edilen işlerde a) Duruşmasız ise 5.750,00 TL b) Duruşmalı ise 9.900,00 TL c) Konusu para olan işlerde ise ücret Tarifenin üçüncü kısmına göre belirlenir 6. İl ve ilçe tüketici hakem heyetleri, sebze ve meyve hal hakem heyetleri ve benzeri heyetler ya da kurullar nezdinde sunulacak hizmetlerde, hizmete konu işin değerinin % 12’sinden aşağı olmamak üzere. Ancak hizmete konu işin değeri maktu ücretin altında ise hizmete konu işin değeri kadar 360,00 TL ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Avukatlık Kanununun 35 inci Maddesi Gereğince Bulundurulması Zorunlu Sözleşmeli Avukatlara Aylık Ödenecek Ücret 1. Yapı kooperatiflerinde 1.100,00 TL 2. Anonim şirketlerde 1.650,00 TL Takip edilen dava, takip ve işlerde tarifeye göre hesaplanacak avukatlık ücreti yıllık avukatlık ücretinin üzerinde olduğu takdirde aradaki eksik miktar avukata ayrıca ödenir. DÖRDÜNCÜBÖLÜM 1. Kamu Kurum ve Kuruluşlarıyla Özel Kişi ve Tüzel Kişilerin Sözleşmeli Avukatlarına Ödeyecekleri Aylık Avukatlık Ücreti 1.650,00 TL Takip edilen dava, takip ve işlerde tarifeye göre hesaplanacak avukatlık ücreti yıllık avukatlık ücretinin üzerinde olduğu takdirde aradaki eksik miktar avukata ayrıca ödenir. İKİNCİ KISIM BİRİNCİ BÖLÜM Yargı Yerlerinde, İcra ve İflas Dairelerinde Yapılan ve Konusu Para Olsa veya Para ile Değerlendirilebilse Bile Maktu Ücrete Bağlı Hukuki Yardımlara Ödenecek Ücret 1. Görülmekte olan bir dava içinde olmamak koşulu ile ihtiyati haciz, ihtiyati tedbir, delillerin tespiti, icranın geri bırakılması, ödeme ve tevdi yeri belirlenmesi işleri için: a) Duruşmasız ise 440,00 TL b) Duruşmalı ise 550,00 TL 2. Ortaklığın giderilmesi için satış memurluğunda yapılacak işlerin takibi için 730,00 TL 3. Ortaklığın giderilmesi ve taksim davaları için 1.650,00 TL 4. Vergi Mahkemelerinde takip edilen dava ve işler için a) Duruşmasız ise 1.100,00 TL b) Duruşmalı ise 1.430,00 TL 5. Tüketici Mahkemelerinde görülen kredi taksitlerinin veya faizinin uyarlanması davaları için 990,00 TL İKİNCİ BÖLÜM Yargı Yerleri ile İcra ve İflas Dairelerinde Yapılan ve Konusu Para Olmayan veya Para ile Değerlendirilemeyen Hukuki Yardımlara Ödenecek Ücret 1. İcra Dairelerinde yapılan takipler için 330,00 TL 2. İcra Mahkemelerinde takip edilen işler için 400,00 TL 3. İcra Mahkemelerinde takip edilen dava ve duruşmalı işler için 660,00 TL 4. Tahliyeye ilişkin icra takipleri için 660,00 TL 5, İcra Mahkemelerinde takip edilen ceza işleri için 600,00 TL 6, Ceza soruşturma evresinde takip edilen işler için 600,00 TL 7. Sulh Hukuk Mahkemelerinde takip edilen davalar için 990,00 TL 8. Sulh Ceza Hakimlikleri ve İnfaz Hakimliklerinde takip edilen davalar için 770,00 TL 9. Asliye Mahkemelerinde takip edilen davalar için 1.980,00 TL 10. Tüketici Mahkemelerinde takip edilen davalar için 990,00 TL 11. Fikri ve Sınai Haklar Mahkemelerinde takip edilen davalar için 2.860,00 TL 12. Ağır Ceza Mahkemelerinde takip edilen davalar için 3.960,00 TL 13. Çocuk Mahkemelerinde takip edilen davalar için 1.980,00 TL 14. Çocuk Ağır Ceza Mahkemelerinde takip edilen davalar için 3.960,00 TL 15. Askeri Mahkemelerde takip edilen davalar için 1.980,00 TL 16. Disiplin Mahkemelerinde takip edilen davalar için, 1.100,00 TL 17. İdare ve Vergi Mahkemelerinde takip edilen davalar için a) Duruşmasız ise 990,00 TL b) Duruşmalı ise 1.510,00 TL 18. Bölge Adliye Mahkemeleri ile Bölge İdare Mahkemelerinde takip edilen istinaf yolu ile görülen işlerin takipleri için a) Bir duruşması olan işler için 990,00 TL b) Birden fazla duruşması veya keşif gibi avukatın da bulunması gereken sair işlemleri olan işler için 1.980,00 TL 19. Sayıştay’da görülen hesap yargılamaları için a) Duruşmasız ise 1.800,00 TL b) Duruşmalı ise 3.000,00 TL 20. Yargıtay’da ilk derecede görülen davalar için 3.000,00 TL 21. Danıştay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde ilk derecede görülen davalar için a) Duruşmasız ise 1.800,00 TL b) Duruşmalı ise 3.000,00 TL 22. Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay ve Sayıştay’da temyiz yolu ile görülen işlerin duruşması için 1.480,00 TL 23. Uyuşmazlık Mahkemesindeki davalar için 1.800,00 TL 24. Anayasa Mahkemesinde görülen dava ve işler için a) Yüce Divan sıfatı ile bakılan davalar 6.600,00 TL b) Bireysel başvuru Duruşmalı işlerde 3.000,00 TL Duruşmasız işlerde 1.800,00 TL c) Diğer dava ve işler 3.600,00 TL ÜÇÜNCÜ KISIM Yargı Yerleri ile İcra ve İflas Dairelerinde Yapılan ve Konusu Para Olan veya Para ile Değerlendirilebilen Hukuki Yardımlara Ödenecek Ücret 1. İlk 35.000,00 TL için % 12,00 2. Sonra gelen 45.000,00 TL için % 11,00 3. Sonra gelen 80.000,00 TL için % 8,00 4. Sonra gelen 240.000,00 TL için % 6,00 5. Sonra gelen 600.000,00 TL için % 4,00 6. Sonra gelen 750.000,00 TL için % 3,00 7. Sonra gelen 1.250.000,00 TL için % 1,50 8. 3.000.000,00 TL’dan yukarısı için % 1,00 Vekalet ücretine ilişkin bilinmesi gereken içtihatlar Koleksiyonu İçin Lütfen Tıklayınız 2017 avukatlık asgari ücret tarifesindeki en büyük değişiklikler artış miktarları 2017 yılında elinizden düşürmemeniz gereken kararlar Koleksiyonu 2017 yılı Yargı Harçları İstinafa ve temyize başvuruda parasal sınır? HMK,nın İİK'nun parasal sınırları 2017 İstinaf için dikkat etmeniz gerekenler. Başvuru süresi? Cevap yoluyla istinafa başvuru? İcraya etkisi?... |
03-01-2017, 16:00 | #125 |
|
Ömer Uğur Gençcan
Dün, 13:38 · Bir Avukatın "ÖLÜMÜ HALİNDE" BARO BAŞKANININ Görevi KURAL: 1- Baro başkanı, işleri geçici olarak takip etmek ve yürütmek için ilgililerin yazılı istemi veya iş sahiplerinin yazılı muvafakati VARSA bir avukatı GÖREVLENDİRİR ve dosyaları kendisine DEVİR VE TESLİM eder. 2- Baro başkanı, bu durumu MAHKEMELERE ve GEREKLİ GÖRECEĞİ YERLERE bildirir. 3- Baro başkanı, AVUKATLIK ORTAKLIĞI hakkında da aynı uygulamayı yapar. EMSAL KARARIMIZ: "Dosyanın incelenmesinde; temyiz eden davalı kadın VEKİLİNİN karar tarihinden sonra 10.03.2016 tarihinde VEFAT ETTİĞİ, bu nedenle S........ Baro Başkanlığının 28.03.2016 tarihli yazısı ile Avukat P.A'nın Avukatlık Kanunu'nun 42. maddesi gereği davalı vekili olarak GÖREVLENDİRİLDİĞİ belirtilmiş ve temyize konu karar baro tarafından görevlendirilen Avukat P.A tarafından temyiz edilmiş ise de; Avukatlık Kanunu'nun 42. maddesi gereğince ölen vekil yerine geçici vekil atanması hususunda İLGİLİLERİN YAZILI İSTEMİ veya İŞ SAHİBİNİN YAZILI MUVAKAATİNİN olup olmadığı dosya içerisinden anlaşılamamaktadır. Bu nedenle görevlendirmeye dair davalı Z.S tarafından verilen muvafakatname veya talep yazısı var ise dosyaya eklenmesi, ilgililerin istemi veya muvafakat ALINMAKSIZIN GEÇİCİ VEKİL GÖREVLENDİRMESİNİN YAPILDIĞI ANLAŞILDIĞI takdirde gerekçeli kararın, DAVALI ASİLE TEBLİĞİ sağlanıp, yasal temyiz süresi beklenildikten sonra gönderilmek üzere dosyanın mahalli mahkemesine İADESİNE oybirliğiyle karar verildi." (Dairemizin 15. Aralık. 2016 günlü emsal kararı) (Yargı yetkisi, Türk Milleti adına BAĞIMSIZ MAHKEMELERCE kullanılır. Kuşkusuz ki TÜRK MAHKEMELERİ farklı uygulama yapmakta BAĞIMSIZDIRLAR.) |
09-02-2017, 10:30 | #126 |
|
Ömer Uğur Gençcan
16 saat · TANIK Deliline DAYANMA: Ancak dilekçelerin karşılıklı verilmesi AŞAMASINDA mümkündür. TANIK listesini SUNMA : Dilekçelerin karşılıklı verilmesi sırasında TANIK deliline dayanılmışsa TANIK LİSTESİ ön incelemede sunulur TANIK delilini toplama (=DİNLEME) ; Tahkikat AŞAMASINDA gerçekleştirilir. |
27-02-2017, 13:49 | #127 |
|
ıslahla delil bildirilebilir...
T.C. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi Esas No:2015/11858 Karar No:2016/9302 K. Tarihi: MAHKEMESİ :TİCARET MAHKEMESİ Taraflar arasında görülen davada .... 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce verilen 21/07/2015 tarih ve 2014/288-2015/630 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili; müvekkilinin banyo aksesuarları üzerine tasarımları olduğunu, müvekkiline ait tescilsiz tasarımların davalı şirket tarafından ... Fuar ve Kongre Merkezinde düzenlenen fuarda sergilendiğinin ve satışının yapıldığının .... Asliye Ticaret Mahkemesi'nin 2013/323 D.İş. sayılı dosyası ile tespit edildiğini, davalı şirketin üretip satışını yaptığı ürünlerin müvekkiline ait ürünler ile iltibas yaratacak derecede aynı ve benzer olduğunu, bu durumun haksız rekabet teşkil ettiğini ileri sürerek haksız rekabetin tespitini, men'i ve sonuçların ortadan kaldırılmasını, ürünlerin toplanmasını, el konulmasını, imhasını, haksız tecavüzün önlenmesini ve giderilmesini ve şimdilik 10.000,00 TL maddi tazminat ile 5.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili; davacının da müvekkili gibi dava konusu ürünleri...'den ithalat ettiğini, bu ürünlere ait tasarımların yurtdışında yapıldığını ve Türkiye'ye özgü tasarımlar olmadığını, ithal olunan ürünlerin hiç birisinin tasarımının davacıya ait olmadığını, bu ürünlerin harcı alem ürünler olduğunu, ayrıca yenilik ve ayırt edicilik vasfının bulunmadığını savunarak davanın reddini istemiştir. Mahkemece, iddia, savunma bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre; dava konusu ürünlerin tasarımı açısından davacının haklı olduğunu gösterilebilecek teknik resim, onaylı üretim resmi, kalıp resmi, kalıp ve benzeri aşamalara ait deliller sunulmadığı, ayrıca davacının dava konusu tescilsiz tasarımları uzun yıllar önce piyasaya sunarak tanınmış hale getirdiğini ve bu tasarımlara sağladığını iddia ettiği emek ve piyasanın varlığının da ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir 1- Dava, haksız rekabetin tespiti, men’i ile maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacı vekili, 20.07.2015 tarihli dilekçesi ile yeni delil sunmak için ıslah talebinde bulunmuştur. Mahkemece, yeni delil sunmanın ıslaha konu olamayacağından bahisle ıslah talebi reddedilerek, ispatlanamayan davanın reddine karar verilmiştir. Oysa, 6100 sayılı HMK’nın 176. ve 177/1. maddelerinde, davanın her iki tarafının da, yargılama usulüyle ilgili bir işlemini bir defaya mahsus olmak üzere kısmen veya tamamen ıslah edebileceği ve ıslahın tahkikata tabi olan davalarda tahkikatın bitimine kadar yapılabileceği belirtilmiştir. Taraflarca delil listesinin sunulması işlemi de yargılama usulüyle ilgili bir işlem olup, ıslah ile değiştirilmesi mümkündür. Diğer bir söyleyişle ıslah, iyiniyetli tarafın, davayı açtıktan veya kendisine karşı bir dava açıldıktan sonra öğrendiği olgularla ilgili yanlışlıkları düzeltmesine, eksiklikleri tamamlamasına, bu çerçevede yeni deliller sunabilmesine olanak sağlayan bir kurumdur. (YİBK, 04.02.1948 gün ve E:1944/10, K:1948/3) Bu durumda, mahkemece, ıslah talebi kabul edilerek sunulan deliller değerlendirildikten sonra sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeye dayalı karar verilmesi doğru olmamış, kararın bozulması gerekmiştir. 2- Bozma sebep ve şekline göre, davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine gerek görülmemiştir. SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kararın davacı yararına BOZULMASINA, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine gerek bulunmadığına, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 05/12/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. www.hukukmedeniyeti.org |
22-03-2017, 11:27 | #128 |
|
YEMİN DELİLİNİN AÇIKÇA DİLEKÇEDE YER ALMASI GEREKTİĞİYLE İLGİLİ 3 MART 2017 TARİHLİ YİBK ...
Yargıtay noktayı koydu : Sair deliller ibaresi yemin delilini kapsamaz! Yargıtayın değişik dDelil listesinde yer alan "sair deliller" ibaresinin taraf bakımından davada yemin deliline dayanılmış sayılıp sayılmayacağı konusu Yargıtayın değişik daireleri arasında farklı uygulamalara neden olmaktaydı. Yargıtay hukuk daireleri ve Hukuk Genel kurulunun bu konuda farklı yönde kararları bulunmakta iken içtihat farklılıklarının ortadan kaldırılması için toplanan Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulu 3 Mart 2017 tarihinde henüz gerekçesi açıklanmayan kararı ile yemin konusundaki içtihat farklıklarını giderecek ve bağlayıcı nitelikteki kararı aldı. Karara göre "6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden sonra açılmış olan davalarda; - Sair deliller, - Her türlü delil, - Vs. Deliller ibarelerinin kullanılması halinde tarafların YEMİN DELİLİNE de dayandığı KABUL EDİLEMEZ !!!" Sonuç: Bir davada yemin deliline dayanmak isteyen tarafın "AÇIKÇA" yemin deliline dayanmış olması zorunludur. Yargıtay 2.Hukuk dairesi başkanı Ömer Uğur Gençcan'ın konuyla ilgili duyurusu : Bugün aldığımız karar; Bugün 3 Mart 2017) çıkardığımız Çok Önemli YİBK "6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden sonra açılmış olan davalarda; - Sair deliller, - Her türlü delil, - Vs. Deliller ibarelerinin kullanılması halinde tarafların YEMİN DELİLİNE de dayandığı KABUL EDİLEMEZ !!!" Sonuç: Bir davada yemin deliline dayanmak isteyen tarafın "AÇIKÇA" yemin deliline dayanmış olması zorunludur. Bugün aldığımız karar; İlk derece mahkemelerini, Bölge adliye mahkemelerini Ve Yargıtay'ı BAĞLAR. |
23-07-2017, 17:02 | #129 |
|
http://www.turkhukuksitesi.com/hukuk...mk_parasal.htm
Bir hayli gecikme ile parasal sınırlar sayfası güncellendi. Çok fazla değişiklik olduğundan uyarı, eleştiri ve önerilerinize (her zaman olduğu gibi) açıktır. |
02-05-2018, 15:30 | #130 |
|
AYM’den özel hayata saygı hakkına ilişkin bir karar: Kişinin cinsel tercihinin öğretmen olup olmamasına ve ayrımcılığa etkisine dair
0 BY HUKUK VİZYON ON MART 6, 2018ANAYASA MAHKEMESİ, GÜNCEL, KARARLAR aym hukukvizyon Bir ilköğretim okulunda din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği yapmakta iken okul hademesine eş cinsel ilişki teklif ettiği, bazı kişilerle bu şekilde ilişkide bulunduğu yönündeki iddiaya istinaden başvurucu hakkında tarihinde soruşturma başlatılmıştır. İddia konuları ile ilgili inceleme ve soruşturma yapmak üzere muhakkik olarak görevlendirilen ilköğretim müfettişi tarafından başvurucunun savunması alınmış ve tanık ifadelerine başvurulmuştur. Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu başvurucunun görevine son vermiştir. Başvurucu, devlet memurluğundan çıkarılmanın ardından yürürlüğe giren bir af kanunu kapsamında yapılan yeniden atanma talebinin özel yaşama ilişkin hususlara dayanılarak reddi nedeniyle özel hayata saygı hakkı ile ayrımcılık yasağının ihlal edildiği iddiaları ile anayasa mahkemesine başvurmuştur. ANAYASA MAHKEMESİ BAŞVURU NUMARASI: 2013/2928 KARAR TARİHİ: 18/10/2017 I. BAŞVURUNUN KONUSU 1. Başvuru, devlet memurluğundan çıkarılmanın ardından yürürlüğe giren bir af kanunu kapsamında yapılan yeniden atanma talebinin özel yaşama ilişkin hususlara dayanılarak reddi nedeniyle özel hayata saygı hakkı ile ayrımcılık yasağının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. II. BAŞVURU SÜRECİ 2. Başvuru 7/5/2013 tarihinde yapılmıştır. 3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. 4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. 5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. 6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü sunmuştur. 7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur. 8. Birinci Bölüm tarafından 20/4/2016 tarihinde yapılan toplantıda, niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula şevkine karar verilmiştir. III. OLAY VE OLGULAR Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: 9. Niğde’nin Bor ilçesi Çukurkuyu kasabasında bir ilköğretim okulunda din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği yapmakta iken okul hademesine eş cinsel ilişki teklif ettiği, bazı kişilerle bu şekilde ilişkide bulunduğu yönündeki iddiaya istinaden başvurucu hakkında 28/4/1998 tarihinde soruşturma başlatılmıştır. 10. İddia konuları ile ilgili inceleme ve soruşturma yapmak üzere muhakkik olarak görevlendirilen ilköğretim müfettişi tarafından başvurucunun savunması alınmış ve tanık ifadelerine başvurulmuştur. 11. Muhakkik tarafından hazırlanan 3/6/1998 tarihli rapor ekinde yer alan tanık beyanlarına göre okul hademesi, başvurucunun kendisine okulda eş cinsel ilişki teklifi yaptığını, kendisinin bunu kabul etmeyerek durumu okul müdürüne bildirdiğini söylemiştir. Kasaba halkından iki kişi, başvurucunun kendilerine eş cinsel ilişki teklifinde bulunduğunu belirtmiştir. Bunlardan biri başvurucuyla ilişkiye girdiğini ifade etmiştir. Başvurucuyla aynı okulda görev yapan bir öğretmen, başvurucunun kasaba halkından kişilerle eş cinsel ilişkisinin olduğunu öğrencilerden ve öğrenci velilerinden duyduğunu beyan etmiştir. Başvurucu, ifadesinde kasaba halkından kişilerle eş cinsel ilişkilerde bulunduğunun doğru olduğunu beyan etmiştir. 12. Raporda; başvurucunun kendi ifadesinden ve tanık beyanlarından anlaşılacağı üzere başvurucunun görev yaptığı okul ve çevresinde huzursuzluk yarattığı, 10/6/1930 tarihli ve 1702 sayılı İlk ve Orta Tedrisat Muallimlerinin Terfi ve Tecziyeleri Hakkında Kanun’un 27. maddesinin birinci fıkrası uyarınca öğretmenlik mesleğiyle bağdaşmayan iffetsizliğinin sabit bulunduğu belirtilmiş ve meslekten çıkarılması teklif edilmiştir. 13. Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulunun 3/12/1998 tarihli işlemi ile başvurucunun görevine son verilmiştir. 14. Başvurucu, meslekten çıkarılmasına ilişkin söz konusu işleme karşı Zonguldak İdare Mahkemesinin 1999/12 esasına kayıtlı dosyasında iptal davası açmıştır. 15. Zonguldak İdare Mahkemesi tarafından Anayasa Mahkemesine hitaben gönderilen 29/2/2016 tarihli ve 2016/107 Muh. sayılı yazıda, Mahkemenin E. 1999/12, K. 1994/504 sayılı dosyasının Kurum arşivinde bulunmaması nedeniyle gönderilemediği bildirilmiş; dava sonucunda verilen karar, yazı ekinde sunulmuştur. 16. Başvurucunun meslekten çıkarılmasına ilişkin işleme karşı açtığı dava, Zonguldak İdare Mahkemesinin 29/6/1999 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Mahkemenin kararında, öğrencilerle birebir iletişim hâlinde bulunan öğretmenlerin çocukların gelecekteki toplumsal rollerini tammlayabilmeleri bakımından etkin ve belirleyici bir yere sahip olduğu vurgulanmıştır. Kararda, başvurucunun öğretmenlik mesleği ile bağdaşmayacak nitelikteki tutum ve davranışlarından bahisle meslekten çıkarılmasına ilişkin işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığı belirtilmiştir. Söz konusu karar, kanun yollarından geçerek kesinleşmiştir. Başvurucu, anılan karara karşı karar düzeltme yoluna başvurduğu sırada 28/8/1999 tarihli ve 4455 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun hükümlerinden yararlandırılması talebinde bulunmuş; Danıştay 12. Dairesinin 30/10/2000 tarihli kararında, başvurucunun disiplin cezasının anılan Kanun kapsamında olmadığı gerekçesiyle bu talebi reddedilmiştir. 17. Daha sonra başvurucu 22/6/2006 tarihli ve 5525 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkındaki Kanun’un yürürlüğe girmesini takiben Millî Eğitim Bakanlığına başvurmuş ve mesleğine iade edilmesini talep etmiştir. 18. Başvurucunun talebi, idarenin 26/9/2006 tarihli yazısı ile reddedilmiş olup yazı içeriği şöyledir: “… İlköğretim Okulu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni iken görevinize son verilmesinden dolayı ilgi Kanun gereğince yeniden göreve dönme talebinize ait 21/8/2006 tarihli dilekçeniz ve ekleri incelenmiştir. Öğretmenlik göreviniz esnasında yaptığınız fiilden dolayı yeniden öğretmenliğe atanmanız uygun bulunmamıştır.” 19. Başvurucu tarafından 16/11/2006 tarihinde idarenin 26/9/2006 tarihli işleminin iptali ile açıktan atama talebinin kabul edilmesine karar verilmesi istemiyle Ankara 16. İdare Mahkemesinde iptal davası açılmıştır. 20. Başvurucu dava dilekçesinde; mesnetsiz iddialara istinaden meslekten çıkarma cezası aldığını, ceza yasaları kapsamına giren bir suç işlemiş olanların dahi topluma kazandırılmasına karşın kendisinin tesis edilen işlem nedeniyle herhangi bir resmî veya özel kurumda görev almasının ve görmüş olduğu eğitim sonucunda kazanmış olduğu becerilerle yaşamını sürdürmesinin imkânsız hâle geldiğini ileri sürmüştür. 21. Davalı idare savunmasında 5525 sayılı Kanun uyarınca kamu görevlilerinin 23/4/1999 tarihinden 14/2/2005 tarihine kadar işlenmiş fiillerden dolayı verilmiş bazı disiplin cezalarının bütün sonuçlarıyla affedilmesinin öngörüldüğü, başvurucunun disiplin fiilinin 23/4/1999 tarihinden önce işlenmiş olması nedeniyle 5525 sayılı Kanun kapsamında olmadığı belirtilmiştir. Ayrıca söz konusu Kanun kapsamında olan personelin dahi müracaatları hâlinde yeniden göreve alınmalarının -durumlarına uygun boş kadro ve pozisyon olması, hizmetlerine ihtiyaç duyulması ve bu kadro pozisyonlara ait nitelikleri taşımaları kaydıyla- ilgili mevzuat ve açıktan atama prosedürü çerçevesinde kamu kurum ve kuruluşlarının takdirinde bulunduğu ifade edilmiştir. Başvurucunun müracaatının açıktan atama çerçevesinde değerlendirildiği ve daha önce kendisine meslekten çıkarma cezası verildiği anlaşıldığından açıktan atamanın uygun görülmediği belirtilmiştir. Ayrıca savunmada, öğretmenlik mesleğinin niteliklerine vurgu yapılarak öğretmenlerin görevlerini yaparken veya görevleri dışında gerek öğrencilerine karşı gerekse dışarıdaki tutum ve davranışları bakımından örnek olmak zorunda oldukları belirtilmiştir. 22. Ankara 16. İdare Mahkemesi 19/2/2008 tarihli kararıyla davayı reddetmiştir. Kararda; bir kamu görevine açıktan veya yeniden atama yapmak konusunda idarelere takdir yetkisi tanındığı, idarenin bu konuda yargı kararı ile zorlanamayacağı belirtilmiştir. Aynca başvurucunun meslekten çıkarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin fiilinin niteliği dikkate alınarak göreve iade isteminin reddi yönünde tesis edilen işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı ifade edilmiştir. 23. Karar, Danıştay Onikinci Dairesinin 21/9/2010 tarihli kararı ile onanmıştır. Karar düzeltme talebi de aynı Dairenin 26/2/2013 tarihli kararı ile reddedilmiştir. Ret karan, başvurucuya 11/4/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. 24. Başvurucu 7/5/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. 25. Anayasa Mahkemesince Millî Eğitim Bakanlığına hitaben yazılan 22/2/2016 tarihli yazı ile 5525 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesini takiben yapılan atama talepleri kapsamında talep sahiplerinin daha önceki görev ve unvanları gözetilerek mi atama yapıldığı yoksa farklı bir hizmet sınıfı itibanyla atama yapılması imkânı ve bu kapsamda başvurucunun öğretmenlik dışında bir hizmet kadrosuna atanma olanağı bulunup bulunmadığı sorulmuştur. 26. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Anayasa Mahkemesine gönderilen cevap yazısında; Millî Eğitim Bakanlığının öncelikli görevinin eğitim ve öğretim faaliyetlerinin yürütülmesi olduğu, Bütçe Kanunu ile kullanım izni verilen kadroların kullanımının eğitim kuramlarının öğretmen ihtiyacının karşılanması için planlandığı ve eğitim-öğretim hizmetleri sınıfı dışındaki hizmet sınıfına atanmak isteyenlerin taleplerine olumsuz yanıt verildiği ifade edilmiştir. IV. İLGİLİ HUKUK A. Ulusal Hukuk 27. 1702 sayılı Kanun’un 27. maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “Meslekten çıkarılmak aşağıdaki hallerde tatbik olunur. 1) Gerek talebeye karşı ve gerek hariçte muallimlik sıfatile telif edilmeyen iffetsizliği sabit olan,” 28. 5525 sayılı Kanun’un “Disiplin affının kapsamı” kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir: “Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla basit veya nitelikli zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyet kırıcı suçlar veya istimal ve istihlâk kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık resmî ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlan sebebiyle görevleriyle sürekli olarak ilişik kesilmesi sonucunu doğuran disiplin cezaları ile 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun 68. maddesinin 2. Fıkrasının (e) ve (f) bentlerine göre verilmiş yer değiştirme cezaları ve 69. maddesine göre verilmiş meslekten çıkarma cezaları ile emniyet hizmetleri sınıfına dahil personel ile çarşı ve mahalle bekçileri hakkında verilen meslekten çıkarma cezaları hariç olmak üzere; kanun, tüzük ve yönetmelikler gereğince memurlar ve diğer kamu görevlileri ile bu görevlerde bulunmuş olanlar hakkında 23/4/1999 tarihinden 14/2/2005 tarihine kadar işlenmiş fiillerden dolayı verilmiş disiplin cezalarının bütün sonuçları ile affedilmiştir. 23/4/1999 tarihinden 14/2/2005 tarihine kadar af kapsamına giren disiplin cezalarının verilmesini gerektiren fiillerden dolayı, ilgililer hakkında disiplin, soruşturma ve kovuşturması yapılamaz; devam etmekte olan disiplin soruşturma ve kovuşturmaları işlemden kaldırılır; kesinleşmiş olan disiplin cezaları uygulanmaz. Disiplin cezalan affedilenlerin sicil dosyalarındaki bu disiplin cezalarına dair kayıtlar, ilgililerin müracaatı aranmaksızın hükümsüz kalır ve dosyalarından çıkarılır.” 29. 5525 sayılı Kanun’un ek 1. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: “28/2/1997 tarihinden sonra verilen disiplin cezaları nedeniyle memuriyetten çıkarılanlardan 28/8/1999 tarihli ve 4455 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Disiplin Cezalarının Ajfı Hakkında Kanun veya bu Kanun hükümlerinden yararlanmış olanların; a) Memuriyete giriş şartlarını kaybetmemiş olmaları, b) Durumlarına uygun boş kadro veya pozisyon bulunması, c) Bu kadro ve pozisyonlara ait nitelikleri taşımaları, ç) Üç ay içinde müracaat etmeleri, kaydıyla yeniden göreve alınmalarında 20/12/2012 tarihli ve 6363 sayılı 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu’nun eki (1) Cetvelinde yer alan atama sayısı sınırlaması uygulanmaz.” B. Uluslararası Hukuk 30. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) kamu görevlerine girme hakkım garanti etmediğini pek çok kararında belirtmiştir (Sidabras ve Dziautas/Litvanya, B. No: 55480/00 ve 59330/00, 27/07/2004, § 46; Glasenapp/Almanya, B. No: 9228/80, 28/08/1986, § 49; KosiekJAlmanya, B. No: 359704/82, 28/08/1986, § 35; Thlimmenos/Yunanistan [BD], B. No: 34369/97 6/4/2000, §41). ‘ 31. Bununla birlikte AİHM, kişilerin hem kamu sektöründe hem de özel sektörde oldukça geniş alanda iş bulmalarının engellenmesinin özel hayata saygı hakkını ihlal ettiğine karar vermiştir (Sidabras ve Dziautas/Litvanya, §§ 48-50). Ayrıca AİHM yakın tarihli kararlarında, belirli bir mesleğe erişimin kamu makamlarınca engellenmesinin özel hayata saygı hakkına müdahale oluşturacağını kabul etmektedir (Bigaeva/Yunanistan, B. No: 26713/05, 28/05/2009, § 25; Şahin Kuş/Türkiye, B. No: 33160/04, 7/6/2016, § 34; Mateescu/Romanya, B. No: 1944/10, 14/01/2014, § 20). 32. AİHM, kişinin özel yaşamına ilişkin unsurlar nedeniyle görevine son verilmesi durumunda mesleki alanda dış dünyayla ilişki kurma hakkına müdahale edilmesi nedeniyle Sözleşme’nin 8. maddesinin devreye gireceğine istikrarlı şekilde karar vermektedir (Niemietz/Almanya, B. No: 13710/88, 16/12/1992, § 29; Burghartz/İsviçre, B. No: 16213/90, 22/2/1994, § 24; Özpınar/Türkiye, B. No: 20999/04, 19/10/2010, § 29; Oleksandr Volkov/Ukrayna, B. No: 21722/11, 9/1/2013, §§ 165, 166). 33. AİHM, bu tür uyuşmazlıklarda görevine son verilen kişinin çıkarlarıyla toplumun veya diğer bireylerin menfaatleri arasında adil bir denge kurulması gereğine dikkat çekmektedir. Mahkeme; öğretmenlik mesleğinin söz konusu olduğu durumlarda henüz yeterli olgunlukta olmayan, yaşı küçük öğrencilerin öğretmenlerin tutum ve davranışlarından etkilenebileceği hususuna özellikle önem atfetmektedir (Fernandez Martinez/İspanya [BD], B. No: 56030/07 12/06/2014, § 142; Dahlab/îsviçre (k.k.), B. No: 42393/98, 15/02/2001). 34. AİHM; Fernandez Martinez/İspanya kararında, devlete ait bir ortaokulda Katolik din ve ahlak dersi öğretmeni olarak sözleşmeli şekilde çalışan başvurucunun evli olması ve kilisenin zorunlu bekârlık kuralını eleştiren hareket içinde yer alması nedeniyle öğretmenlik görevine son verilmesi konusunu Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında incelemiştir. AİHM, Katolik inancını öğretmenin sadece teknik anlamda öğretmenlikten ibaret olmadığını, Kilise kurallarına bağlı olmayı da gerektirdiğini vurgulamıştır (Fernandez Martinez/İspanya, §§ 111, 138). Ayrıca başvurucunun Katolik Kilisesi doktrininin bir parçası olan bilgi ile kişisel görüşüne karşılık gelen bilgiyi birbirinden ayırmak için henüz yeterli olgunlukta olmayan öğrencileri eğittiğine dikkat çekmiştir {Fernandez Martinez/İspanya, § 142). 35. Öte yandan AİHM’e göre, bir başvurunun Sözleşme’nin 8. maddesi bakımından incelenmesi sırasında devletin takdir yetkisinin sınırları tespit edilirken bazı ihtimaller dikkate alınmalıdır. Olayda bireyin varlığının veya kimliğinin esaslı bir yönü söz konusu ise normal olarak devletin takdir alanı dardır. Fakat olay özellikle hassas, ahlaki veya etik meselelerin ortaya çıktığı bir olay ise ve Avrupa Konseyine üye devletler arasında çatışan menfaatlerin önemi ya da menfaatleri en iyi koruyan aracın seçimi konusunda bir konsensüs bulunmuyorsa devletin takdir alanı daha geniştir. Ayrıca AİHM’e göre devletin bireyin menfaatleri ile kamunun menfaatleri arasında dengeleme yapmak zorunda olduğu durumda takdir yetkisinin geniş olduğu kabul edilmelidir (Evans/Birleşik Krallık [BD], B. No: 6339/05, 10/04/2007, § 77). 36. Ayrımcılık iddialarına ilişkin olarak AİHM kararlarında, farklı muamelenin cinsiyet veya cinsel yönelim gibi kişinin özel yaşamının mahrem ve savunmasız alanını ilgilendirmesi durumunda devletin takdir alanının oldukça dar olduğu ve farklı muamelenin Sözleşme’ye uygun olduğunun kabul edilebilmesi için çok geçerli nedenlerin sunulmasının gerektiği kabul edilmektedir. Bu tarz durumlarda orantılılık ilkesi gereğince, seçilen tedbirin güdülen amaca genel olarak uygun olmasının yanı sıra bu tedbirin koşullar bakımından gerekli olduğunun da ispatlanması gerekmektedir. Şayet farklı muameleye gerekçe olarak ileri sürülen argümanlar sadece başvuranın cinsel yönelimi üzerine bina edilmişse Sözleşme açısından ayrımcılık söz konusudur (Alekseyev/Rusya, B. No: 4916/07, 25924/08…, 21/10/2010, § 108; X/Türkiye, B. No: 24626/09,9/10/2012, § 57). 37. Mahremiyet hakkı bakımından AİHM, özel yaşamın bireyin kendisi tarafından kamunun bilgisine açılması hâlinde mahremiyet beklentisinin otomatik olarak azalacağını belirtmektedir (Bruggemann ve Scheuten/Almanya, B. No: 6959/75, 12/7/1977, §§ 55, 56; Peck/Birleşik Krallık, B. No: 44647/98, 28/01/2003, § 58; P.G. ve J.HJBirleşik Krallık, B. No: 44787/98,25/09/2001, § 57). V. İNCELEME VE GEREKÇE 38. Mahkemenin 18/10/2017 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü: A. Adli Yardım Talebi Yönünden 39. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Şerif Ay (B. No: 2012/1181, 17/9/2013) kararında belirtilen ilkeler dikkate alınarak geçimini önemli ölçüde zor duruma düşürmeksizin yargılama giderlerini ödeme gücünden yoksun olduğu anlaşılan başvurucunun açıkça dayanaktan yoksun olmayan adli yardım talebinin kabulüne karar verilmesi gerekir. B. Özel Hayata Saygı Hakkı ile Bağlantılı Olarak Değerlendirilen Eşitlik İlkesinin İhlal Edildiğine İlişkin İddia 1. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü 40. Başvurucu; öğretmenliğe açıktan atanma talebinin eş cinsel olması nedeniyle reddedildiğini, daha önce aldığı disiplin cezasının sicil dosyasında muhafaza edilmeye devam edildiğini, ağır suçlar nedeniyle mahkûmiyeti bulunan şahısların dahi belirli süreler geçtikten sonra memuriyete alınabilmeleri mümkünken kendisinin söz konusu disiplin cezası nedeniyle ömür boyu bu haktan mahrum bırakıldığını belirtmiştir. Başvurucu, bu nedenlerle eşitlik ilkesi ve özel hayata saygı hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvurucu; öğretmenliğe alınırken adaylara eş cinsel olup olmadıklarının sorulmadığını, eş cinselliğin öğretmen olmaya engel bir durum da olmadığını, cinsel yönelimi nedeniyle meslekten çıkarılmasında idarenin haklı olduğu farz edilse bile genel idare hizmetleri sınıfında bir görevde çalıştırılmasının ve bu suretle tamamen işsiz kalmasının önlenmesinin mümkün olduğunu ifade etmiştir. Başvurucu; ihlalin tespiti ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasını, ayrıca meslekten çıkarıldığı tarihten bu yana oluşan maddi zararının belirlenerek tazminat ödenmesini talep etmiştir. Başvurucu ayrıca kamuya açık belgelerde kimliğinin gizli tutulması talebinde bulunmuştur. 41. Bakanlık görüşünde idarenin başvurucu hakkında 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun atamaya ilişkin hükümleri uyarınca işlem tesis ettiği, bu kapsamda idareye takdir yetkisi tanınmış olduğu belirtilmiştir. 42. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında cinsel yönelimi nedeniyle mesleğe iade edilmemesinin ayrımcılık teşkil ettiğini ileri sürmüştür. 2. Değerlendirme 43. Anayasa’nın “Özel hayatın gizliliği” kenar başlıklı 20. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.” 44. Anayasa’nın “Kanun önünde eşitlik” kenar başlıklı 10. maddesinin birinci ve beşinci fıkraları şöyledir: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” 45. Anayasa’nın “Hizmete girme ” kenar başlıklı 70. maddesi şöyledir: “Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.” 46. Başvurucu, öğretmenlik mesleğine yeniden atanması yönündeki talebinin cinsel yönelimi temelinde ayrımcılık yapılarak reddedildiğini iddia etmektedir. Başvurucu; bu iddiasına dayanak olarak idarenin atama talebinin reddine yönelik işleminde meslekte iken işlediği disiplin suçunu sebep gösterdiğini, bunun da eş cinsel ilişkilerde bulunması olduğunu ileri sürmektedir. 47. Anayasa Mahkemesi eldeki başvurunun birçok hassas konuyla temas ettiğinin farkındadır. Başvurucunun yeniden öğretmenlik mesleğine kabul edilmemesinde söz konusu disiplin suçunun etkili olduğu konusunda bir tartışma bulunmamaktadır. Başvurucunun eş cinsel olması ve disiplin soruşturmasının da cinsel hayatına ilişkin bir konu içermesi nedeniyle başvurucu yönünden ayrımcılık iddiasının makul nedenlere dayandığı kabul edilebilir. 48. Başvurucunun, Anayasa’nın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesi ve Sözleşme’nin 14. maddesinde düzenlenen ayrımcılık yasağının ihlal edildiğine yönelik iddialarının -bahsi geçen maddelerdeki ifadeler dikkate alındığında- soyut olarak değerlendirilmesi mümkün olmayıp mutlaka Anayasa ve Sözleşme kapsamında yer alan diğer temel hak ve özgürlüklerle bağlantılı olarak ele alınması gerekir. Bir başka ifadeyle ayrımcılık yasağının ihlal edilip edilmediğinin tartışılabilmesi için ihlal iddiasının, kişinin hangi temel hak ve özgürlüğü konusunda ayrımcılığa maruz kaldığı sorularına cevap verebilmesi gerekmektedir (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 33). Bu nedenle başvurucunun cinsel yönelimi temelinde ayrımcılığa uğradığı yönündeki ihlal iddiasının Anayasa’da güvence altına alman özel hayata saygı hakkı ile bağlantılı olarak Anayasa’nın 10. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. 49. Ayrıca başvurucunun atanma talebinin reddi işleminde memuriyetine son verilmesine neden olan disiplin cezasının esas alındığı görüldüğünden (bkz. § 19) yalnızca başvurunun somut koşulları çerçevesinde olmak üzere sınırlı şekilde belirtilen disiplin sürecinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Zira başvurucunun memuriyetine son verilmesi işlemi ve buna dair yargısal süreç Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kalmaktadır. 50. Konunun diğer bir boyutu ise başvurucunun din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliğine atanmak istemesidir. Ancak bu unsur başvurunun merkezinde yer almamaktadır. Zira idare, başvurucunun disiplin eyleminin genel olarak öğretmenlik mesleğiyle bağdaşmadığını kabul etmiş; din kültürü ve ahlak bilgisi branşına yönelik hiçbir değerlendirmede bulunmamıştır. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından bu konu hakkında ayrıca değerlendirme yapılmasına gerek bulunmamaktadır. 51. Öte yandan başvurucu, meslekten çıkarılmasında idarenin haklı olduğu farz edilse bile genel idare hizmetleri sınıfında bir görevde çalıştırılmasının ve bu suretle tamamen işsiz kalmasının önlenmesinin mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Ancak başvurucunun idareye bu yönde bir talepte bulunmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla idari aşamada ve derece mahkemelerindeki yargılama sırasında dile getirilmediği ve ilk kez bireysel başvuru formunda yer verildiği anlaşılan bu talebin ikincillik ilkesi gereği değerlendirilmesine imkân bulunmamaktadır. 52. Açıklanan nedenlerle başvuru, öğretmenlik mesleğine açıktan atama sırasında başvurucuya farklı bir muamelede bulunulup bulunulmadığının araştırılması çerçevesinde Anayasa’nın 20. maddesi ile bağlantılı olarak 10. maddesi kapsamında incelenecektir. Özel hayata saygı hakkı bakımından da ayrıca inceleme yapılacaktır. a. Kabul Edilebilirlik Yönünden 53. Anayasa Mahkemesi önceki kararlarında kişilerin mesleki hayatları ile özel hayatlarının sıkı bir irtibat içinde olduğunu vurgulamış ve özel hayata dair hususlar, kişinin mesleği ile ilgili tasarruflara esas alınmışsa özel hayata saygı hakkının devreye gireceğine istikrarlı şekilde karar vermiştir (Serap Tortuk, B. No: 2013/9660, 21/1/2015,§ 37; Bülent Polat [GK], B. No: 2013/7666, 10/12/2015, § 62 ; G.G. [GK], B. No: 2014/16701, 13/10/2016, § 41). 54. Ancak söz konusu kararlar, hâlihazırda kamu görevlisi olan başvurucuların özel hayata ilişkin unsurlar gerekçe gösterilerek görevlerine son verilmesi nedeniyle özel hayata saygı hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. 55. Kamu hizmetine girme hakkı, Anayasa’nın 70. maddesinde güvence altına alınmış olmakla birlikte Sözleşme ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamında korunan bir hak değildir (bkz. § 32). Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan hak ihlali iddiasını içeren başvurular, bireysel başvurunun konusu dışında kalmaktadır (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18). Bu nedenle Anayasa Mahkemesi de pek çok kararında kamu hizmetine girme ya da dilediği kamu görevinde çalışma hakkının Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan haklardan olduğunu belirtmiş ve böyle bir hak ihlali iddiasını içeren başvurulan konu bakımından yetkisizlik nedeniyle kabul edilemez bulmuştur (Serkan Acar, B. No: 2013/1613, 2/10/2013, § 24; Özgür Sevgi Göral Birinci, B. No: 2014/12112, 4/10/2017, § 26; Selma Altundağ, B. No: 2014/14474, 5/7/2017, § 20; Bilal Güler ve diğerleri, B. No: 2014/12926, 26/10/2017, § 48). 56. Bununla birlikte kamu hizmetine girme talebi bağlamında olsa dahi kamu makamlarının bireylerin Anayasa’da korunan ve bireysel başvurunun konusunu oluşturan temel hak ve özgürlüklerini esaslı şekilde ilgilendiren müdahale veya diğer tasarruflarının Anayasa Mahkemesince incelenmesi gerekeceği açıktır. Bu şekildeki inceleme, başlı başına “kamu hizmetine girme hakkı” kapsamında değil bireysel başvurunun konusunu oluşturan bir temel hakkın ihlal edilip edilmediği yönünden yapılacaktır. Zaten Anayasa Mahkemesinin bu doğrultuda verdiği kararları da bulunmaktadır (İfade özgürlüğü bağlamı için bkz. Özgür Sevgi Göral Birinci, §29). 57. Bu kapsamda özellikle ciddi temellere dayalı ayrımcılık şikâyetinin ileri sürüldüğü bir başvurunun sırf kamu hizmetine girme meselesiyle ilgili olduğundan bahisle kabul edilemez bulunması bireysel başvurunun amacıyla bağdaşmaz. 58. Başvurucu, öğretmenlik mesleğine yeniden atanması yönündeki talebinin cinsel yönelimi temelinde ayrımcılık yapılarak reddedildiğini iddia etmektedir. Başvurucu; bu iddiasına dayanak olarak idarenin atama talebinin reddine yönelik işleminde meslekte iken işlediği disiplin suçunu sebep gösterdiğini, bunun da eş cinsel ilişkilerde bulunması olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre başvurucu yönünden ayrımcılık iddiasının ciddi temellere dayandığı kabul edilmelidir. 59. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan özel hayata saygı hakkıyla bağlantılı olarak ayrımcılık yasağının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir. b. Esas Yönünden i. Genel İlkeler 60. Ayrımcılık, nesnel ve makul bir gerekçe olmaksızın konuyla ilgili olarak benzer durumda olan kişilere farklı muamelede bulunulmasıdır. Aynı durumdaki kişilere farklı muamele, meşru bir amaca dayalı olmadığında ve izlenilen yol ile varılmaya çalışılan hedef arasında makul bir orantıhlık ilişkisi kurulmadığında ayrımcılık teşkil etmektedir (Tuğba Arslan [GK], B. No: 2014/256, 25/6/2014, §§ 120, 121; T.A.A., B. No: 2014/19081, 1/2/2017, § 72). 61. Anayasa’nın 10. maddesinde yer verilen “dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep” şeklindeki ayrımcılık temelleri örnek olarak belirtilmiştir ve bu temeller madde metninde sayılanlarla sınırlı değildir (Hüseyin Kesici, B. No: 2013/3440, 20/4/2016, § 56; AYM, E. 1986/11, K. 1986/26,4/11/1986). 62. Bu kapsamda kamu makamlarının bireylere sırf cinsel tercihleri nedeniyle farklı muamelede bulunmaları ayrımcılık yasağının ihlali olarak kabul edilmektedir (Cemal Duğan, B. No: 2014/19308, 15/2/2017, § 42). 63. Ancak ayrımcılık iddiasının ciddiye alınabilmesi için başvurucuların kendileriyle aynı durumdaki başka kişilere yapılan muamele ile kendilerine yapılan muamele arasında bir farklılığın bulunduğunu ifade etmeleri yeterli olmayıp ayrıca bu farklılığın meşru bir temeli olmaksızın ırk, renk, cinsiyet, din, dil vb. bir ayrımcılık temeline dayandığını makul delillerle ortaya koymaları gerekir. Bir başka deyişle başvurucuların kendilerine diğerlerinden esaslı şekilde farklı davranıldığmı, bu farklı davranışın kendilerinin şahsi bir özelliğinden kaynaklandığını kuvvetli emare ve karine oluşturacak olgularla ortaya koymaları gerekmektedir. Bunun ispatlanması durumunda farklı muamelenin var olmadığını veya haklı sebeplere dayandığını ispat yükü farklı muameleyi gerçekleştiren kamu makamlarına geçecektir (Mesude Yaşar, B. No: 2013/2738, 16/7/2014, § 48; Ayla (Şenses) Kara, B. No: 2013/7063, 5/11/2015, § 46; Cemal Duğan, § 44). 64. Özel hayata saygı hakkı, Anayasa’nın 20. maddesinin birinci fıkrasında güvence altına alınmıştır. Özel hayat kavramı eksiksiz bir tanımı bulunmayan geniş bir kavramdır. Bu kapsamda korunan hukuki değer esasen kişisel bağımsızlıktır. Özel hayata saygı hakkının kapsamının belirlenmesinde “bireyin kişiliğini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi” kavramı temel alınmaktadır. Özellikle mahremiyet alanında cereyan eden cinsel içerikli eylem ve davranışların bu alana dâhil olduğuna kuşku yoktur (Serap Tortuk, B.No: 2013/9660, 21/1/2015, § 35). 65. Bireyin mahremiyet hakkı mekânla ilgili bir alanı da işaret etmekte olup bu alan da bireyin konutudur. Bu açıdan Anayasa’nın 20. maddesinin güvence kapsamında bulunan mahremiyet hakkı kural olarak kamusal alana kadar uzanmamaktadır. Birey bir kez kamusal alana çıkınca yani görünür olunca özel hayata saygı hakkı alt kategorisinde korunan mahremiyet hakkı kural olarak ileri sürülemez. Mahremiyet hakkının uygulanabilirlik alanı kural olarak bireyin özel yaşam alanı olmakla birlikte bireylerin diğer insanlarla etkileşim içinde olduğu bazı kamusal alanlar ya da bağlamlar da özel hayata saygı hakkının kapsamında yer alabilir. Bunun yanı sıra özel hayata saygı hakkı bireye, içinde özgürce hareket edebileceği ve kişiliğini geliştirip gerçekleştirebileceği bir kişisel alan sağlamaktadır. Dolayısıyla bireyin özel yaşamını kendi eliyle kamuya açması, özel yaşama saygı hakkı talebini otomatik olarak belli ölçüde azaltmaktadır (Serap Tortuk, § 56). 66. Personel rejimi gibi sıkı kural ve şartlara tabi bir alanda, kamu makamlarının faaliyetin niteliği ve sınırlamanın amacına göre değişen geniş bir takdir yetkisinin bulunması doğaldır. Bu kapsamda kamu görevlilerinin mesleki yaşamlarıyla da bütünleşen bazı özel hayat unsurları açısından sınırlamalara tabi tutulabilecekleri açıktır {Serap Tortuk, § 52). ii. İlkelerin Olaya Uygulanması 67. Başvurucunun öğretmenlik mesleğine yeniden atanması talebinin Millî Eğitim Bakanlığı işlemi ve İdare Mahkemesi kararında açıktan atama olarak nitelendirildiği anlaşılmaktadır. Buna göre somut başvuru açısından öncelikle bir kamu görevine açıktan atama sırasında başvurucuya farklı bir muamelede bulunulup bulunulmadığının tespiti gerekmektedir. 68. Kamu hizmetlerinin özellikleri olduğu ve bu hizmetleri gören personelin özel statülere bağlı bulunduğu bilinen bir gerçektir. Kamu hizmetine alınacak kişilerde kanunlar tarafından aranan nitelikler ve onlar hakkında yasalarda öngörülen kısıtlamalar, kamu hizmetinin etkin ve esenlikli bir biçimde yürütülmesi amacına yöneliktir. 69. Ayrıca başvurucunun atanmak istediği mesleğin ilköğretim çağındaki çocukların eğitilmesini içeren öğretmenlik mesleği olduğu da dikkate alınmalıdır. Öğretmenlik mesleği, niteliği gereği çocukların sağlıklı yetiştirilmeleri ve haklarının korunması ile yakından bağlantılıdır. Bu bağlamda öğretmenlik mesleğinin muhatap kitlesinin çocuklar olması nedeniyle gözetilmesi gereken menfaatlerden birinin çocuklann sağlıklı yetiştirilmeleri ve haklarının korunması olduğu dikkate alındığında öğretmenlik mesleğinin daha özellikli bir konumu olduğu açıktır. Bu nedenle küçük çocukların eğitilmesinde öğretmen olarak çalışmak isteyenlerin diğer kişilerin tabi olmadığı bazı sınırlamalara tabi olmaları doğaldır. 70. Bu bakımdan olayda yarışan menfaatlerden birinin de çocuklann sağlıklı şekilde yetiştirilmeleri ve eğitilmeleri konusunda kamu yaran olduğu gözetilmelidir. Kamusal makamların bireyin menfaati ile kamu yararı arasında dengeleme yaparken gözönünde bulundurulması gereken menfaatlerden birinin çocuklann üstün yararı olması durumunda takdir yetkisinin daha geniş olacağı açıktır. 71. Somut başvuruda; başvurucunun öğretmenlik mesleğine atanma talebinin idarece reddedildiği ve ret gerekçesi olarak “Öğretmenlik göreviniz esnasında yaptığınız fiilden dolayı yeniden öğretmenliğe atanmanız uygun bulunmamıştır.” ifadesine yer verildiği, bu suretle başvurucunun meslekte iken işlediği disiplin fiiline atıf yapıldığı görülmüştür. Yukanda belirtildiği üzere başvurucunun atanma talebinin reddi işleminde memuriyetine son verilmesine neden olan disiplin cezasının esas alındığı görüldüğünden yalnızca başvurunun somut koşullan çerçevesinde olmak üzere sınırlı şekilde belirtilen disiplin sürecinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir (bkz. § 50). 72. Söz konusu disiplin süreci incelendiğinde başvurucunun görev yaptığı Niğde’nin Bor ilçesi Çukurkuyu kasabasındaki ilköğretim okulunda okul hademesine eş cinsel ilişki teklifinde bulunduğu, bu kişinin başvurucuyu şikâyet ettiği, ayrıca başvurucunun kasaba halkından kişilerle eş cinsel ilişkide bulunduğunun öğrencileri ve öğrenci velileri arasında konuşulduğu olgularının başvurucunun kendi ifadesi ve tanık beyanlanyla ortaya konulduğu görülmektedir. İdare tarafından başvurucunun söz konusu davranışlarının 1702 sayılı Kanun’un 27. maddesinin birinci fıkrasının birinci bendinde yer verilen “gerek talebeye karşı ve gerek hariçte muallimlik sıfatile telif edilmeyen iffetsizliği sabit görülme” fiili kapsamında değerlendirilerek meslekten çıkarma cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiştir. Bu işleme karşı açılan davanın reddedildiği ve kararın Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı olan 23/9/2012 tarihinden önce kanun yollarından geçerek kesinleşmiş olduğu anlaşılmaktadır. 73. Başvurucunun atanma talebinin reddine ilişkin işlem ile söz konusu disiplin süreci birlikte ele alındığında yeniden öğretmenlik mesleğine atanma talebini değerlendiren idare tarafından başvurucunun cinsel yönelimine değil görev yaptığı okula yansıttığı davranışlarına odaklanılmış olduğu görülmektedir. Mahrem kalması gereken cinsel hayatına dair unsurların başvurucunun özenli sayılamayacak davranışları sonucu kendisi tarafından kamunun bilgisine açılmış olmasına, dolayısıyla küçük bir kasabada okul çalışanları, öğrenciler ve veliler tarafından bilinir olmasına önem atfedildiği, idare tarafından bu durumun öğretmenlik sıfatıyla bağdaşmayan iffetsizlik oluşturduğunun kabul edildiği anlaşılmaktadır. 74. Bu itibarla somut olayda cinsel yönelimi dikkate alınarak başvurucu hakkında işlem tesis edildiğini söylemek mümkün görünmemektedir. Diğer bir ifadeyle bireysel başvuruya konu idari işlemde başvurucunun yeniden öğretmenliğe atanma talebinin cinsel yönelimi nedeniyle değil soruşturmaya konu fiilleri nedeniyle reddedildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle başvurucuya farklı bir muamelede bulunulmadığı sonucuna varılmıştır. 75. Bu durumda atamaya yetkili makamın öğretmenlik mesleğine atanma talebini reddederken başvurucunun daha önceki disiplin cezasına konu eylemini, sadece söz konusu kadronun gerektirdiği kişisel niteliklerden birine sahip olup olmadığına kanaat getirmek için dikkate aldığı sonucuna ulaşılmıştır. Çocukların sağlıklı şekilde yetiştirilmeleri ve eğitilmeleri hususundaki toplumsal menfaat nazara alındığında kamusal makamların almış olduğu tedbirin makul olduğu ve bu husustaki takdir yetkisinin sınırlarının aşıldığı söylenemez. 76. Açıklanan gerekçelerle başvuru konusu olayda özel hayata saygı hakkı ile bağlantılı olarak incelenen eşitlik ilkesinin ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir. Engin YILDIRIM ve Muammer TOPAL bu görüşe katılmamışlardır. C. Özel Hayata Saygı Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia 77. Somut olayda başvurucunun öğretmenlik mesleğine yeniden atanma talebinin öğretmenlik mesleğinin gerektirdiği niteliklerden birine sahip olmadığı sebebiyle reddedildiği anlaşılmaktadır. İdarenin bu karara ulaşmasında dikkate aldığı unsurun başvurucunun daha önce öğretmenlik görevini yürüttüğü sırada işlediği disiplin suçu olduğu görülmektedir. Bu disiplin suçu ise görev yaptığı ilköğretim okulu çevresinde cinsel hayatına ait davranışlarını kendi eliyle alenileştirmiş olmasını konu edinmektedir. Tüm bu hususlar ışığında başvurucunun cinsel hayatına ait daha önce işlediği eylemlerinin öğretmenlik mesleğine yeniden atanmasına engel görüldüğü, bu bakımdan cinsel davranışları nedeniyle belirli bir mesleğe erişiminin kamu makamlarınca engellenmesinin başvurucunun özel hayata saygı hakkına bir müdahale oluşturduğu söylenebilir. 78. Başvurucunun atanmak istediği mesleğin ilköğretim çağındaki çocukların eğitilmesini içeren öğretmenlik mesleği olduğu, muhatap kitlesinin çocuklar olması nedeniyle gözetilmesi gereken menfaatlerden birinin çocukların sağlıklı yetiştirilmeleri ve haklarının korunması olduğu dikkate alındığında küçük çocukların eğitilmesinde öğretmen olarak çalışmak isteyenlerin diğer kişilerin tabi olmadığı bazı sınırlamalara tabi olmalarının gerekeceği açıktır. 79. Bu kapsamda başvurucunun öğretmenlik mesleğine atanma talebinin reddedilmesinin çocukların sağlıklı yetiştirilmeleri ve haklarının korunması ile bununla bağlantılı olarak söz konusu kamu hizmetinin düzenli ve verimli olarak yürütülmesi şeklindeki meşru amaca dayandığı anlaşılmaktadır. 80. Yukarıda ayrımcılık yasağının incelenmesi sırasında ulaşılan tespitler ışığında atamaya yetkili makamın öğretmenlik mesleğine atanma talebini reddederken başvurucunun daha önceki disiplin cezasına konu eylemini, sadece söz konusu kadronun gerektirdiği kişisel niteliklerden birine sahip olup olmadığına kanaat getirmek için dikkate aldığı sonucuna ulaşılmıştır (bkz. § 76). Çocukların sağlıklı şekilde yetiştirilmeleri ve eğitilmeleri hususundaki toplumsal menfaat nazara alındığında kamusal makamların almış olduğu tedbirin makul olduğu görülmektedir. 81. Bunun yanı sıra başvurucunun kamu makamlarından öğretmenlik mesleği dışında bir başka görevde çalıştırılması yönünde bir talebinin olmadığı anlaşılmaktadır. Başvurucu ilk defa bireysel başvuru formunda genel idare hizmetleri sınıfında bir görevde çalıştırılması gerektiğini ifade etmiştir. Ancak başvurucunun idareye bu yönde bir talepte bulunmadığı anlaşılmıştır. Başvurucunun öğretmenlik mesleğine kabul edilmemiş olması, kamuda veya özel sektörde başka bir görevde çalıştırılmayacağı anlamına gelmemektedir. 82. Bu durumda ilköğretim okulu öğretmenliğine atanma talebinin öğretmenlik mesleğinin gerektirdiği niteliklerden birine sahip olmadığı sebebiyle reddedildiği ve başvurucunun kamuda ya da özel sektörde başka görevlerde çalışmasının engellenmediği dikkate alındığında söz konusu müdahalenin ölçülü olmadığı söylenemez. 83. Açıklanan gerekçelerle başvuru konusu olayda özel hayata saygı hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir. Engin YILDIRIM ve Muammer TOPAL bu görüşe katılmamışlardır. VI. HÜKÜM Açıklanan gerekçelerle; A. Adli yardım talebinin KABULÜNE, B. Kamuya açık belgelerde başvurucunun kimliğinin gizli tutulması talebinin KABULÜNE, C. 1. Özel hayata saygı hakkı ile bağlantılı olarak incelenen eşitlik ilkesinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE, 2. Özel hayata saygı hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE, D. 1. Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alman özel hayata saygı hakkı ile bağlantılı olarak incelenen Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesinin İHLAL EDİLMEDİĞİNE Engin YILDIRIM ve Muammer TOPAL’m karşıoyu ve OY ÇOKLUĞUYLA, 2. Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alman özel hayata saygı hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE Engin YILDIRIM ve Muammer TOPAL’ın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA, E. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE, F. 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 339. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca tahsil edilmesi mağduriyetine neden olacağından başvurucunun yargılama giderlerini ödemekten TAMAMEN MUAF TUTULMASINA 18/10/2017 tarihinde karar verildi. |
12-08-2018, 14:49 | #131 |
|
Hesaplama aracı linki hk
|
11-09-2018, 10:19 | #132 |
|
Yabancı devlette yaşayan Türk vatandaşına yabancı uyruklu şahsa tebligat usulüne göre tebligat
Yurtdışında yaşayan Türk vatandaşına konsolosluğuk vasıtasıyla tebligat iade dönerse, ‘Yabancı Devlette Yabancı Uyruklu Şahsa Tebligat Usûlü’ne göre Türk vatandaşına tebliğ yapılabilir. Öncelikle örnek no 184 formu üç adet olarak düzenlenir(184 formu örneği:http://www.uhdigm.adalet.gov.tr/adli...tebligat.html). Tebliği gönderecek makamdan alınacak üst yazı (örnek aşağıdadır) ile ilgili malmüdürlüğüne yurtdışı tebliğ ücreti yatırılır. Tebliği Türk konsolosluğu değil yabancı makamlar kendi ülke kanunlarına göre yapacağından tebliğ edilecek evrak ile örnek no 184 formu tebliğ yapılacak ülke diline 3 adet olarak tercüme ettirilir. Tebliğ edilecek evrakta resim varsa renkli fotokopi çektirmek iyi olur. Tercümeden sonra 184 formu ve tebliğ edilecek evrakın ikişer Türkçe ve ikişer tercümeli nüshası Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dışişleri Genel Müdürlüğüne üst yazı (örnek aşağıdadır) ile yurtdışı tebliğ ücreti makbuzu eklenerek gönderilir. Türkçe ve tercümeli evrakın bir nüshası dosyaya konulur. Bazı ülkelerin özel kuralları (belirttiği hesaba belirlediği paranın yatrılması gibi) olduğundan varsa bu özel kuralı Uluslararası Hukuk ve Dışişleri Genel Müdürlüğü internet sitesinden tespit etmek gerekir. Eksik tamamlanmazsa tebligat yapılmadan iade döner. Tebliğ yapıldıktan sonra Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dışişleri Genel Müdürlüğü, adliyenin bağlı bulunduğu Cumhuriyet Başsavcılığı muhabere bürosuna tebliğin yapılıp yapılmadığına ilişkin üst yazı ile cevap verir. Uygulamada tebliğ süresi 2-7 ay arasında değişmektedir. Batı avrupa ülkelerine tebliğ 2-3 ay sürmekte iken, mesafe uzadıkça tebligat süresi de uzamaktadır. Konsolosluk vasıtayla gönderilip de iade dönen tebligatların çoğunluğu bu yolla tebliğ edilmektedir. Tüm bunlara rağmen tebligat yapılamazsa Tebligat Kanunu 28-31. maddelerine göre ilanen tebligat yapılır.
Özet bilgi: http://www.uhdigm.adalet.gov.tr/adli...rkvat_teb.html Türk vatandaşlarına yabancı adli makamlar aracı kılınarak tebligat yapılması da mümkündür : Türk vatandaşına tebligatın Tebligat Kanununun 25/a maddesi uyarınca dış temsilciliğimiz eliyle yapılması en kolay ve seri yoldur. Ancak çeşitli nedenlerle bu yoldan sonuç alınamaması durumunda ‘Yabancı Devlette Yabancı Uyruklu Şahsa Tebligat*Usûlü’ bölümünde*(bkz. II nolu bölüm)*açıklanan yöntemle yabancı adli makamlar aracı kılınarak da Türk vatandaşlarına tebligat yapılabilir. Bu durumda tebligat evrakının tercümesiyle birlikte Bakanlığımıza gönderilmesi gerekmektedir. Bakanlığa üst yazı örneği: T.C. BAKIRKÖY 18. İCRA DAİRESİ ... ESAS T.C. ADALET BAKANLIĞI ULUSLARARASI HUKUK VE DIŞ İLİŞKİLER GENEL MÜDÜRLÜĞÜ'ne Gönderilmek Üzere BAKIRKÖY BAKANLIK MUHABERE BÜROSU'na BAKIRKÖY / İSTANBUL ALACAKLI: ... BORÇLU : ... Borçlu ...'e yurtiçinde tebliğ yapılamamış, yine borçlunun yurtdışı mernis adresi olan ... adresine gönderilen tebliğ “zarf ilgili tarafından postadan çekilmediğinden” iade dönmüştür. Bu sebeple “Yabancı Devlette Yabancı Uyruklu Şahsa Tebligat” hükümleri uyarınca yabancı adli makamlar aracı kılınarak borçluya tebligat yapılmasına karar verilmiştir. Borçluya tebliğin yapılması hususunda; Bilgi ve gereği arz olunur. EK'ler: İkişer takım halinde Türkçe ve Fransızcaya tercüme edilmiş Bilirkişi kıymet takdir raporu İkişer takım halinde Türkçe ve Fransızcaya tercüme edilmiş 184 Tebliğ Formu Bakırköy Malmüdürlüğüne yatırılan 40,00 TL'lik yurtdışı tebliğ ücreti makbuzu Malmüdürlüğüne üst yazı örneği: Yukarıda tarafları yazılı dosyamızda borçlu .................. hakkında müdürlüğümüzde yapılan icra takibinde borçluların hissedarı bulunduğu gayrimenkulün satış işlemine geçilmiş, gayrimenkulün Satış ilanı gayrimenkül hissedarlarından ..................... T.C. ....................... adına tebliği gerekmiştir. ......................’un yurt dışında oturması sebebiyle .................................................. .................. adresine yapılacak tebligat giderinin ücretinin makbuz karşılığı alınarak, tanzim edilecek makbuzun müdürlüğümüze gönderilmesi rica olunur. |
05-10-2018, 11:56 | #133 |
|
Görüş Değişikliği
anılan yetki sözleşmesinin tacir olan
lehtar ve keşidecinin yanı sıra, tacir olmayan gerçek kişi avalisti de bağlayacağını kabul etmiştir. T.C YARGITAY 12.Hukuk Dairesi Esas: 2016/ 32448 Karar: 2018 / 4447 Karar Tarihi: 08.05.2018 YARGITAY KARARI MAHKEMESİ :İcra Hukuk Mahkemesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü : Alacaklı tarafından iki adet bonoya dayalı olarak kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile başlatılan takipte, avalist borçlunun yetkiye ve imzaya itiraz ettiği, mahkemece, bonolarda ...'a ilişkin olarak kararlaştırılan yetki anlaşmasının geçerli olmadığı, ...'da takip yapılamayacağı gerekçesi ile yetki itirazının kabulü ile senedin tanzim yeri ve borçluların ikametgah adresi olan ...'in yetkili olduğuna karar verildiği görülmektedir. TTK'nun 702/1. maddesi gereğince, aval veren kimse, kimin için taahhüt altına girmiş ise tıpkı onun gibi sorumlu olur. Diğer taraftan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun yetki sözleşmesini düzenleyen 17. maddesinde; "Tacirler veya kamu tüzel kişileri, aralarında doğmuş veya doğabilecek bir uyuşmazlık hakkında, bir veya birden fazla mahkemeyi sözleşmeyle yetkili kılabilirler. Taraflarca aksi kararlaştırılmadıkça dava sadece sözleşmeyle belirlenen bu mahkemelerde açılır" hükmüne yer verilmiştir. Görüldüğü üzere, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile getirilen yeniliklerden bir tanesi de, yetki sözleşmelerine ilişkin olup, yetki sözleşmesi düzenleyebilecek şahıslar, sadece tacirler veya kamu tüzel kişileri olarak belirlenmiştir. Madde metninde tacirden anlatılmak istenen, işin ticari nitelikte olması değil, tarafların kanunlarda tacir olarak tanımlanan kişiler olmasıdır. Sözleşmenin konusunun ticari iş olması, gerçek kişilere yetki sözleşmesi yapma imkanı vermemektedir. Aksi kararlaştırılmadıkça, dava yalnız yetki sözleşmesinde belirlenen mahkemede açılır. Taraflar, yetkili kıldıkları mahkemenin yanında, kanunen yetkili kılınan genel veya özel yetkili mahkemelerin de yetkisinin devam etmesini isterlerse, bu durumun yetki sözleşmesinde ayrıca belirtilmesi gerekir. Somut olayda, takip dayanağı bonoda, ihtilâf halinde ... Mahkemelerinin yetkili olduğunun kararlaştırıldığı, lehtar ve keşidecinin tacir sıfatını haiz oldukları anlaşılmaktadır. Bu durumda, HMK'nun 17. maddesi gereğince tacirler arasında düzenlenen yetki sözleşmesi geçerlidir. Dairemiz; HMK'nun 17. maddesi gereğince tacirler arasında düzenlenen yetki sözleşmesinin, itiraz eden ve tacir sıfatını haiz olmayan avalistleri bağlamayacağı görüşündeyken, sonradan değişen içtihatlarına göre, kambiyo senetlerinin özelliği de gözetildiğinde, anılan yetki sözleşmesinin tacir olan lehtar ve keşidecinin yanı sıra, tacir olmayan gerçek kişi avalisti de bağlayacağını kabul etmiştir. Bu durumda, yerel mahkemece avalist borçlu ... ’in yetki itirazının reddi ile dilekçesinde ileri sürdüğü diğer itirazlarının incelenerek oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile yetki itirazının kabulü yönünde hüküm tesisi bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK'nun 366. ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 08/05/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi. Kaynak : sinerji mevzuat |
05-10-2018, 18:19 | #134 |
|
Derdestlik
Dava önşartları ilgili haller arasına DERDESTLİK hali de eklenmelidir.
|
25-10-2018, 15:37 | #135 |
|
Tebliğe Yarar Adres Temini Görevi
Tercüman Rifat Karmiş
19 saat TEBLİĞE YARAR ADRES TEMİNİ GÖREVİ Alman Merkezi Makamları, son günlerde ülkemizden gönderilen adres araştırmasına ilişkin istinabe taleplerini "Davalı tarafın tebliğe yarar adresini bulmak görevinin Alman Adli Makamlarının görevi olmadığı ve böyle bir görevin ilgili La Haye sözleşmesinde de öngörülmediği, tebliğe yarar adresi bulup mahkemeye sunma görevinin davacı tarafın görevi olduğu" gerekçesi ile iade etmektedir. |
02-11-2018, 15:26 | #136 |
|
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNE TEBLİGAT
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) yurtdışından gelen tebligatların dağıtımını Process Forwarding İnternational (PFİ) isimli özel bir şirkete ihale etmiştir.Bu şirket, her bir tebligat için 95 ABD doları talep etmektedir.Söz konusu masraf T.C. Merkez Bankası vasıtasıyla bildirilen hesaba yatırılmaktadır.Söz konusu şirket aldığı bu hizmet bedeli karşılığında işini oldukça iyi yapmaktadır.Tebligatı hangi tarihte, saat kaçta götürdüğünü, zili çaldığını, kapıyı açan kişinin boyuna, saç rengine, tahmini yaşına kadar yazmakta, sonra da belgeyi teslim etmektedir.Şayet evde kimseye rastlamazsa, daha sonra yeniden gelmektedir.Bunun karşılığı da bu 95 dolardır. |
26-11-2018, 13:53 | #137 |
|
Çek Kanunu 5. Madde'nin Güncellenmesi
http://www.turkhukuksitesi.com/mevzuat.php?mid=9451
Verdiğim adreste Çek Kanunu 5. madde güncel değil. Eski kanuna göre şikayet süresi 6 ay iken 2016 yılında yapılan düzenlemede 3 aya inmiştir. Ayrıca yaptırım olarak hapis cezası kaldırılmış olup sadece adli para cezası öngörülmüştür. Az kalsın süresi geçmiş bir şikayette bulunacaktım bu eksiklik nedeniyle, başkası benzer hatayı yapmadan güncellenmesi gerekli. Maddenin yeni hali: CEZA SORUMLULUĞU, ÇEK DÜZENLEME VE ÇEK HESABI AÇMA YASAĞI Madde 5 - “(1) (Değişik fıkra : 09/08/2016-6728 S.K./63. md)Üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanuni ibraz süresi içinde ibrazında, çekle ilgili olarak “karşılıksızdır” işlemi yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında, hamilin şikâyeti üzerine, her bir çekle ilgili olarak, binbeşyüz güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Ancak, hükmedilecek adli para cezası; çek bedelinin karşılıksız kalan miktarı, (...) (İptal ibare: Anayasa Mah. 26/7/2017tarih ve 2016/191E. ve 2017/131 K. ile) *2* az olamaz. Mahkeme ayrıca, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına; bu yasağın bulunması hâlinde, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağının devamına hükmeder. Yargılama sırasında da resen mahkeme tarafından koruma tedbiri olarak çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına karar verilir. Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı, çek hesabı sahibi gerçek veya tüzel kişi, bu tüzel kişi adına çek keşide edenler ve karşılıksız çekin bir sermaye şirketi adına düzenlenmesi durumunda ayrıca yönetim organı ile ticaret siciline tescil edilen şirket yetkilileri hakkında uygulanır. Koruma tedbiri olarak verilen çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararlarına karşı yapılan itirazlar bakımından 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 353 üncü maddesinin birinci fıkrası hükmü uygulanır. Bu suçtan dolayı açılan davalar icra mahkemesinde görülür ve İcra ve İflas Kanununun 347, 349, 350, 351, 352 ve 353 üncü maddelerinde düzenlenen yargılama usulüne ilişkin hükümler uygulanır. Bu davalar çekin tahsil için bankaya ibraz edildiği veya çek hesabının açıldığı banka şubesinin bulunduğu yer ya da hesap sahibinin yahut şikâyetçinin yerleşim yeri mahkemesinde görülür. (2) (Yeniden düzenlenen fıkra : 09/08/2016-6728 S.K./63. md) Birinci fıkra hükmüne göre çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlü olan kişi, çek hesabı sahibidir. Çek hesabı sahibinin tüzel kişi olması hâlinde, bu tüzel kişinin mali işlerini yürütmekle görevlendirilen yönetim organının üyesi, böyle bir belirleme yapılmamışsa yönetim organını oluşturan gerçek kişi veya kişiler, çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlüdür. Birinci fıkra uyarınca hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilenler, yasaklılıkları süresince sermaye şirketlerinin yönetim organlarında görev alamazlar. Ancak, hakkında yasaklama kararı verilenlerin mevcut organ üyelikleri görev sürelerinin sonuna kadar devam eder. (3) Çek hesabı sahibi gerçek kişi, kendisi adına çek düzenlemek üzere bir başkasını temsilci veya vekil olarak tayin edemez. Gerçek kişinin temsilcisi veya vekili olarak çek düzenlenmesi hâlinde, bu çekten dolayı hukukî ve cezai sorumluluk *1* çek hesabı sahibine aittir. (4) (Mülga fıkra: 31/01/2012 - 6273 S.K/3. md.) (5) Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı ile ilgili olarak, herhangi bir adres değişikliği bildiriminde bulunulmadığı sürece ilgilinin çek hesabı açtırırken bildirdiği adrese 11/2/1959 tarihli ve 7201 sayılı Tebligat Kanununun 35 inci Maddesine göre derhal tebligat çıkarılır. Adresin bankaya yanlış bildirilmesi veya fiilen terkedilmiş olması hâlinde de, tebligat yapılmış sayılır. (6) Hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilmiş olan kişi, elindeki bütün çek yapraklarını ait olduğu bankalara iade etmekle yükümlüdür. Bu kişi adına yeni bir çek hesabı açılamaz. (7) Hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilmiş olan kişi, kararın kendisine tebliğ edildiği tarihten itibaren on gün içinde, düzenlemiş bulunduğu ve henüz karşılığı tahsil edilmemiş olan çekleri, düzenleme tarihlerini, miktarlarını ve varsa lehtarlarını da göstermek suretiyle, muhatap bankaya liste hâlinde vermekle yükümlüdür. (8) (Değişik fıkra : 09/08/2016-6728 S.K./63. md) Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararına ilişkin bilgiler, güvenli elektronik imza ile imzalandıktan sonra, Adalet Bakanlığı Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla MERSİS ile Risk Merkezine elektronik ortamda bildirilir. Hakkında çek hesabı açma yasağı kararı verilen kişiler, Risk Merkezi tarafından bankalara bildirilir. Bu bildirimler ile bankalara yapılacak duyurulara ilişkin esas ve usuller, Adalet Bakanlığının uygun görüşü alınarak Risk Merkezi tarafından belirlenir.. (9) (Yeniden düzenlenen fıkra : 09/08/2016-6728 S.K./63. md) Karşılıksız kalan bir çekle ilgili olarak yapılan yargılama neticesinde mahkeme tarafından beraat, ceza verilmesine yer olmadığı, davanın düşmesi veya davanın reddine karar verilmesi hâlinde, aynı kararda, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağının kaldırılmasına karar verilir. Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağının kaldırılmasına ilişkin kararların kesinleşmesi üzerine, bu kararlar, MERSİS ile Risk Merkezine sekizinci fıkradaki usullere göre bildirilir ve ilan olunur. (10) (Değişik fıkra : 09/08/2016-6728 S.K./63. md) Birinci fıkrada tanımlanan suç nedeniyle, ön ödeme, uzlaşma ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin hükümler uygulanmaz. (11) (Ek fıkra : 09/08/2016-6728 S.K./63. md) Birinci fıkra uyarınca verilen adli para cezalarının ödenmemesi durumunda, bu ceza, 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 106 ncı maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan kamuya yararlı bir işte çalıştırma kararı verilmeksizin doğrudan hapis cezasına çevrilir. |
03-12-2018, 15:10 | #138 |
|
Ömer Uğur Gençcan
1 saat AVUKATIN DAİMİ SEKRETERİNE YAPILAN TEBLİGATIN GEÇERSİZ SAYILDIĞI DURUM........ "Somut olayda bozma sonrası duruşma günü tebliğine ilişkin tebligat belgesinde “DAİMİ SEKRETERİ N. SUNGUR İMZASINA TEBLİĞ EDİLDİ” şeklinde posta dağıtıcı tarafından yazılan bir açıklama mevcut olmasına rağmen tebligatın yapılması gereken AVUKATIN BELİRTİLEN ADRESTE OLUP OLMADIĞI ve TEBLİGATIN NİÇİN KENDİSİNE YAPILMADIĞI açıklanmamıştır. Dosya içerisinde bulunan davalı vekiline yapılan diğer tüm tebligatlar da yukarıda açıklandığı üzere TK’nun 20. maddesinin öngördüğü şekilde tanzim olunmamış, kendisine tebliğ yapılacak kimsenin MUVAKKATEN BAŞKA YERE GİDİP GİTMEDİĞİ BELİRLENMEKSİZİN SEKRETERİ N. SUNGUR İMZASINA TEBLİGAT EVRAKLARI teslim edilmiştir. Dosyadaki davalı vekiline çıkartılan tebligatlar bu nedenle GEÇERLİ DEĞİLDİR."HGK 30 1 2018 Tarihli Kararı |
07-02-2019, 20:25 | #139 |
|
Ömer Uğur Gençcan
17 dk. · 1.OCAK.2019 tarihinden itibaren 58.800 TL altındaki BAM (Bölge Adliye Mahkemesi) Kararlarına karşı TEMYİZ/YARGITAY YOLU kapalıdır !.... |
12-09-2019, 09:32 | #140 |
|
Haciz düşmüşse haczin kaldırılması talebi halinde tahsil harcı alınmaz. Yargıtay 12 HD 2016/20216 esas 2017/3502 k.
|
27-11-2019, 19:06 | #141 |
|
Apartman yönetiminin apartmanın ortak yerlerindeki ayıp nedeniyle müteahhide dava açma hakkı yoktur.davaci sıfatı maliklere aittir. Hgk 2017/689 esas 2017/1686 karar
|
19-01-2021, 13:24 | #142 |
|
Sanık magdurenin 15 yaşından büyük olduğunu düşünerek magdureyle rizasiyla ilişkiye girdiyse suçun manevî unsuru oluşmaz.beraat kararı verilmesi gerekir. Cgk 2013/743 esas 2014/8 karar.
|
09-06-2021, 16:20 | #143 |
|
YARGITAY İÇTİHADI BİRLEŞTİRME
BÜYÜK GENEL KURULU KARARI ESAS NO : 2019/2 KARAR NO : 2020/3 KARAR TARİHİ : 20.11.2020 ÖZET: Muhatabın bilinen en son adresine çıkartılan tebligatın iade edilmesi ve adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresinin bilinen adresten farklı olması hâlinde: adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine "Mernis adresi" şerhi verilerek Tebligat Kanunumun 21/2. maddesi uyarınca doğrudan tebligat çıkartılması yeterli olup, öncelikle bu adrese normal bir tebligat çıkartılması gerekmemektedir. I-GİRİŞ A-İçtihatları Birleştirme Başvurusu Av. Tamer Yeşil 12.09.2018 havale tarihli dilekçesi ile; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi ve Yargıtay 12. Hukuk Dairesi kararlarında bilinen adrese çıkartılan tebligatın iade gelmesi hâlinde Tebligat Kanunu'nun 21/2. maddesine göre mernis adresine tebliği yeterli görülerek iki aşamalı tebliğ yeterli kabul edildiği hâlde Yargıtay 4. Hukuk Dairesi kararlarında bilinen adrese çıkartılan tebligatın iade gelmesi hâlinde mernis adresine önce normal tebligat çıkartılması, bunun iade gelmesi hâlinde de Tebligat Kanunu'nun 21/2. maddesine göre yeni bir tebligat çıkartılması gerektiği şeklinde üç aşamalı tebliğ yapılmasını öngören aksi yönde karar verildiğini, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu. Yargıtay 2 ve 4. Hukuk Daireleri ile Yargıtay 12. Hukuk Dairesi kararları arasında görüş aykırılığı bulunduğunu belirterek içtihatların birleştirilmesine karar verilmesini talep etmiştir. B- İçtihatları Birleştirmenin Konusu Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 29.05.2019 tarih ve 182 sayılı kararı ile: Hukuk Genel Kurulu, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi kararları ile Yargıtay 12. Hukuk Dairesi kararları da belirtilmek suretiyle sonuç olarak: "konu ile ilgili olarak görüş aykırılığı bulunduğu ve farklı uygulamaların sürdürüldüğü sonucuna varıldığından; aykırılığın İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunca giderilmesi gerektiğine" karar verilerek raportör üye görevlendirilmesine karar verilmiştir. Daha sonra Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 26.09.2019 tarih ve 288 sayılı kararı ile; iş ve kadro durumu nedeniyle görevlendirme değişikliği yapılarak bu kez raportör üye olarak Hukuk Genel Kurulu Üyesi Sayın Zeki Gözütok'a vazife tevdi edilmiştir. İçtihadı Birleştirme konusu ise Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu tarafından 29.05.2019 tarih ve 182 sayılı kararı ile; "Muhatabın bilinen adresine tebligat çıkartılıp iade edilmesi hâlinde, mernis adresine çıkartılan tebligatlarda bilinen adres ile mernis adresi farklı ise; mernis adresine normal bir tebligat çıkartılıp iade edilmesi durumunda mernis şerhi düşülerek Tebligat Kanunu'nun 21/2. maddesine göre mi tebligat yapılacağı yoksa bilinen adrese çıkartılan ilk tebligatın bila tebliğ iadesi hâlinde memis adresine "mernis adresi" şerhi verilerek mi tebligat yapılacağı" olarak belirlenmiştir. Ne var ki, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında belirlenen içtihadı birleştirme konusunun gerçek ihtilafı saptamaya yeterli olmadığı belirtilerek, içtihadı birleştirmenin konusunun "muhatabın bilinen en son adresine çıkartılan tebligatın iade edilmesi ve adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresinin bu adresten farklı olması hâlinde; adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine "Mernis adresi" şerhi verilerek Tebligat Kanununun 21/2. maddesi uyarınca doğrudan tebligat çıkartılmasının yeterli olup olmadığı, öncelikle bu adrese normal bir tebligat çıkartılmasının gerekip gerekmediği" şeklinde belirlenmesine oy birliği ile karar verilmiştir. C- Göriiş Aykırılığının Giderilmesi İstemine Konu Kararlar - Hukuk Genel Kurulu Kararı; 14.06.2017 tarihli ve 2016/7-1006 E, 2017/1200 K. - 2. Hukuk Dairesi Kararı; 03.05.2018 tarihli ve 2016/16677 E.. 2018/6058 K. - 4. Hukuk Dairesi Kararı; 14.12.2017 tarihli ve 2017/3783 E.. 2017/8310 K. - 12. Hukuk Dairesi Kararı; 19.09.2013 tarihli ve 2013/21372 E.. 2013/29142 K. D- Dairelerin Görüş Özetleri İçtihatların birleştirilmesi talebinin ön değerlendirmesi safhasında kararları arasında içtihat aykırılığı bulunan Hukuk Genel Kurulu ile Özel Dairelerin görüşlerine başvurulmuştur. |
12-07-2021, 11:24 | #144 |
|
Kira Artış Oranları
Merhaba,
Kira artış oranlarının geçmiş yılları da içerir şekilde burada yer alması yararlı olacaktır kanısındayım. Özellikle internette her enflasyon rakamı açıklanması ertesinde gazete, haber ve emlak sitelerinin kira artış oranları şeklinde onlarca haber girişi bulunmakta. Borçlar Kanunu'nda yer alan 344. madde, bu maddede yapılan 2019 değişikliği, ayrıca maddenin Temmuz 2012-2020 uygulanmasının ertelenmesi hükmü ciddi bir kafa karışıklığı yaratmaktadır. Sitede farklı başlık altında görmedim ancak olsa dahi özellikle bu başlık altında, faiz oranları gibi geçmiş yılları da gösterir biçimde bir tablonun yer alması uygun olacaktır. Saygılarımla. |
06-09-2022, 16:31 | #145 |
|
Avukatin muvekkiliyle ilgili hesap bilgilerini bankadan almasi icin vekaletnamede ozel yetki bulunmasina gerek yoktur. Yargitay 11. HD 2016/3192 esas 2017/5178 karar
Ayrica bankanin vekaletnamesinde ozel yetki bulunmayan avukata bilgi vermemesi TCK m 257 deki sucu olusturur. YCGK 2009/35 esas 2009/103 karar 19 CD 2018/3834 esas 2019/8944 karar |
07-10-2022, 01:26 | #146 |
|
Turk medeni kanunu madde 289/2 de ongorulen 1 yillik hak dusurucu sureye dayali olarak cocugun actigi soybaginin reddi davasini sure yonunden reddeden mahkeme kararinin anayasanin ozel hayata saygi kuralini ihlal ettigine dair AYM karari 2016/72747 nolu basvuru sonucunda verilmistir.(Feride Gokvardar basvurusu)
|
20-01-2023, 15:07 | #147 |
|
Hukuk mahkemelerinin muzekkerelerine cevap vermemek gorevi kotuye kullanma sucu degil kabahattir ve para cezasini gerektirir. Yargitay 5. CEZA DAIRESI 2014/10806 ESAS
|
28-02-2023, 23:20 | #148 |
|
Anayasa Mahkemesi 2014/2267 sayili karari dogrultusunda munzam zararin somut olarak ispati uygulamasindan Yargitay dairelerince vazgecilmistir. Ornegin Yargitay 15. HD 2017/2736 esas 2018/1742 karar sayili ilami,11.HD 2018/1512 esas 2019/3201 karar sayili karar.
|
07-03-2023, 18:02 | #149 | |||||||||||||||||||||||
|
İlgili AYİM Kararı
RGT: 25.01.2018 RG NO: 30312 GENEL KURUL KARAR A___ İNŞAAT VE TİCARET LTD. ŞTİ. BAŞVURUSU Başvuru Numarası: 2014/2267 Karar Tarihi: 21/12/2017 I. BAŞVURUNUN KONUSU 1. Başvuru, mahkemece hükmedilen alacağın değer kaybına uğratılarak ödenmesi nedeniyle mülkiyet hakkının; yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. II. BAŞVURU SÜRECİ 2. Başvuru 20/2/2014 tarihinde yapılmıştır. 3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. 4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. 5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. 6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. 7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur. 8. Birinci Bölüm tarafından 5/12/2017 tarihinde yapılan toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir. III. OLAY VE OLGULAR 9. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar Özetle şöyledir: A. Uyuşmazlığın Arka Planı 10. Başvurucu, inşaat işleri ile iştigal etmek üzere 1970 yılında Ankara'da kurulmuş bir ticaret şirketidir. 11. Başvurucu Şirket ile Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü arasında 9/5/1977 tarihinde "Karacaören Barajı ve Hidroelektrik Santral (HES) Tesisleri" inşaatı için sözleşme imzalanmıştır. Bu sözleşme doğrultusunda başvurucu tarafından 1977 yılında Karacaören Barajı'nın inşaatına başlanmıştır. 12. İnşaatın devamı sırasında 14/3/1980 tarihinde ek bir sözleşme daha akdedilmiş ancak başvurucunun talebi ve idarenin de uygun görmesi üzerine 9/6/1988 tarihinde inşaat işi tasfiye edilerek sonlandırılmıştır. İşin sonlandırılması üzerine idare tarafından yapılan işlerin masrafları için kesin hesap çıkarılmış, başvurucu Şirket ise 24/10/1989 tarihinde bu kesin hesaba itiraz etmiştir. B. Alacak Davası Süreci 13. Başvurucu, tasfiye ile sonuçlanan inşaat yapım işi çerçevesinde yapılan işlerinin hak edişi olarak 500 TL (Eski TL ile 500.000.000 TL olup bundan böyle tutarlar yalnızca yeni TL ile gösterilecektir.) tutarındaki alacağın tahsili istemiyle 10/10/1990 tarihinde Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açmıştır. 14. Mahkeme 27/12/1993 tarihinde davanın kabulüne karar vermiş, Yargıtay ise 18/11/1994 tarihinde hükmün bozulmasına karar vermiştir. Bozma ilamı sonrası başvurucu 16/3/1995 tarihinde 86.680,47 TL daha alacağın tahsili istemine ilişkin olarak ek bir dava açmış, bu ek dava aynı dava ile birleştirilerek yargılamaya devam olunmuştur. Başvurucu, ek dava dilekçesiyle ayrıca sözleşme kapsamında yararına hükmedilen alacağın DSİ'den geç tahsil edilmesi nedeniyle uğradığı munzam zararın tazminini de talep etmiştir. Ancak Mahkeme 15/12/1998 tarihli duruşmada munzam zararın tazminine ilişkin istem yönünden davanın tefrikine karar vermiştir. 15. Mahkeme 15/12/1998 tarihinde davanın kısmen kabulüne karar vermiş ancak bu hüküm de Yargıtay tarafından 20/5/1999 tarihinde tazminatın hatalı hesaplandığı gerekçesiyle bozulmuştur. Mahkemenin 12/9/2000 tarihli hükmü de Yargıtay’ca yine hatalı hesaplama nedeniyle 6/2/2001 tarihinde bozulmuştur. Mahkemenin 5/7/2001 tarihli davanın kısmen kabulüne ilişkin hükmü ise Yargıtay 15. Hukuk Dairesince 27/12/2001 tarihinde usul yönünden bozulmuştur. 16. Nihayet Mahkeme 19/4/2002 tarihinde davanın kısmen kabulü ile daha önce kesinleşmiş bulunan 58.926,87 TL'nin DSİ'den alınarak başvurucuya verilmesine karar vermiştir. Karar ile bu tutarın 2.780,82 TL'lik kısmına 9/6/1988 tarihinden itibaren, kalan 56.056,05 TL'lik kısmına ise dava tarihinden itibaren reeskont faizi işletilmesine hükmedilmiştir. Mahkeme ayrıca, başvurucu yararına 16/3/1995 tarihinden itibaren işletilecek reeskont faizi ile birlikte 13.936,09 alacağın daha DSİ'den tahsiline ancak miktardan 9.894,27 TL KDV (katma değer vergisi) düşülmesine karar vermiştir. 17. Bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiş, Dairenin 6/6/2002 tarihli ilamıyla hükmün düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir. Daire, bozma dışında kalan miktara ilişkin karar verilirken asıl dava ile birleşen davadaki miktarların ayrılmadan karar verilmesinin doğru olmadığını belirtmiştir. Daire, bu gerekçeyle hüküm fıkrasındaki rakamları çıkararak hükmü düzeltmiştir. Buna göre asıl davada 486.69 TL'nin dava tarihi olan 10/10/1990 tarihinden itibaren değişen oranlı reeskont faizi, birleşen davada ise 58.440,18 TL'nin 2.870,82 TL'lik bölümüne 9/6/1988 tarihinden, 55.569,36 TL'lik bölümüne ise birleşen dava tarihi olan 16/3/1995 tarihinden itibaren değişen oranlı reeskont faizi uygulanmak suretiyle davalı idareden alınarak başvurucuya verilmesine karar verilmiştir. 18. Başvurucuya Mahkeme ilamı doğrultusunda 23/9/2002 tarihinde 62.968.69 TL asıl alacak ve 348.027,70 TL faiz olmak üzere toplam 410.996,39 TL tutarında ödeme yapılmıştır. C. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Başvuru Süreci 19. Başvurucu 4/12/2002 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurucu, açmış olduğu alacak davasında yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca, uzayan hukuki süreç sonunda sözleşmedeki tutarın ödenmesinin geciktiğini ve bu tutarın düşük bir faiz oranıyla ödenmesi nedeniyle mali yönden kayba uğradığını belirterek mülkiyet hakkının da ihlal edildiğini ileri sürmüştür. 20. AİHM, 7/10/2008 tarihinde mülkiyet hakkının ihlali iddiası yönünden iç hukuk yollarının tüketilmemesi nedeniyle başvurunun kısmi olarak kabul edilemez olduğuna karar vermiştir (Naci Balkar (Baltutan) ve Ano İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti./Türkiye (k.k.), B. No: 9522/03, 7/10/2008). AİHM kararında, ilke olarak alacağın geç ödenmesinden kaynaklanan zararın enflasyon oranı ile müsavi faiz ödenerek telafi edilebileceği belirtilmiştir. Buna karşın AİHM, başvurucunun gecikme dolayısıyla ödenen faizi aşan zararlarının 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde öngörülen iç hukuk yolunu kullanabileceğine dikkat çekmiştir. Aynı kararda AİHM, başvurucunun makul sürede yargılanma hakkına ilişkin şikâyetinin incelenmesini ise sonraya bırakmıştır. 21. AİHM, 6/10/2009 tarihinde ise başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Baltutan ve Ano İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti./Türkiye, B. No: 9522/03,6/10/2009). D. Başvuruya Konu Munzam Zararın Tazmini Davası Süreci 22. Başvurucunun sözleşme kapsamında yararına hükmedilen alacağının DSİ'den geç tahsil edilmesi nedeniyle uğradığı munzam zararın tazmini istemiyle 16/3/1995 tarihinde açtığı dava 15/12/1998 tarihinde tefrik edilerek aynı Mahkemede yargılamaya devam olunmuştur. 23. Başvurucu, tefrik edilen bu davada munzam zarar tazminatı olarak 500 TL'nin reeskont faiziyle birlikte davalı idareden tahsilini talep etmiştir. Başvurucu, bu yargılama devam ederken 17/2/2005 tarihinde Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesinde yine munzam zarara dayalı tazminat istemine ilişkin DSİ aleyhine bir dava daha açmıştır. Bu dava, aralarındaki bağlantı nedeniyle Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen dava ile birleştirilmiştir. Başvurucu, birleştirilen bu davada ise toplam 1.010.000 TL tutarında tazminat talebinde bulunmuştur. 24. Mahkeme; hukukçu, mali müşavir ve inşaat alanlarında uzman üç kişiden oluşturulan Bilirkişi Kurulundan 1/12/2004 tarihinde rapor almıştır. Bilirkişi Kurulu raporunda, tüketici fiyatlarına göre alacağın geç ödenmesi nedeniyle başvurucunun uğradığı zarar ve kur, mevduat faizleri ile tüketici fiyatları ortalamasına göre uğradığı zarar ayrı ayrı gösterilmiştir. Rapora göre enflasyon oranlarına göre başvurucunun zararı 7.848.069 TL olup başvurucunun ortalama munzam zararı ise 16.917.638 TL'dir. Raporda ayrıca değişik ölçütlere göre munzam zarar hesabı da yapılmıştır. Bu doğrultuda taraflar arasındaki ek sözleşmelere göre, alacağın zamanında tahsil edilememesi nedeniyle faal olunmamasına ve başvurucunun bu süreçte taşınır ve taşınmaz mallarını satmış olmasına göre ayrı ayrı hesaplamalar yapılmıştır. 25. Mahkeme 20/4/2005 tarihinde asıl davanın kabulü ile 500 TL'nin işin tasfiye tarihi olan 9/6/1988 tarihine kadar yasal faiziyle birlikte davalı idareden alınarak başvurucuya verilmesine karar vermiştir. Mahkeme, birleşen davanın ise zamanaşımı nedeniyle reddine karar vermiştir. 26. Dairenin 21/6/2007 tarihli ilamıyla hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Bozma ilamında, munzam zararın ancak asıl alacağın faiziyle birlikte ödendiğinin 22/9/2002 tarihinde tespit edilebileceği belirtilerek eser sözleşmelerindeki beş yıllık zamanaşımı süresine göre davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesinin doğru olmadığı belirtilmiştir. Daire ayrıca 818 sayılı mülga Kanun'un 105. maddesine göre, alacaklının uğradığı zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu takdirde borçlunun -kendisine bir kusur yüklenmedikçe- zararı karşılamakla yükümlü olduğunu belirtmiştir. Daireye göre somut olayda çözümlenmesi gereken sorun, başvurucunun tahsil ettiği temerrüt faizini aşan bir zararının oluşup oluşmadığıdır. Daire, başvurucu Şirketin munzam zararı somut delillerle ispat etmesi gerektiğini kabul etmiştir. Daire; buna örnek olarak başvurucunun alacağını tahsil edememekten ötürü yüksek faizle borç para aldığını, alacaklı olduğu parayı zamanında alsaydı yabancı para ile ödemek zorunda olduğu borcunu geçen süre içinde gerçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını, illiyet bağını da içerecek şekilde kanıtlamak durumunda olduğunu bozma ilamında belirtmiştir. Daire, somut olay bakımından ise bu ilkelere dayalı bir inceleme yapılmadığını kabul etmiş ve yeni bir bilirkişi incelemesi yapılarak başvurucunun varsa munzam zararın tespit edilmesi için hükmü bozmuştur. 27. Mahkeme, bozma ilamına uymuş ve yeni bir bilirkişi raporu almıştır. 16/7/2010 tarihli bilirkişi raporunda özetle; i. Munzam zarar miktarının bozma ilamı doğrultusunda hesaplanması gerektiği belirtilmiştir. Buna göre ise idare ile yapılan işle illiyet bağı kanıtlanmak kaydıyla sadece başvurucu aleyhine yapılan icra takipleri nedeniyle ödemek zorunda kalınan faiz ve sair giderleri ile birlikte üçüncü kişilerden alınan daha yüksek faizle borç para alınması sonucu ödenen fazla faiz veya zarar miktarın munzam zarar olarak talep edilebileceği vurgulanmıştır. ii. Başvurucu tarafından munzam zararın hesaplanmasına esas olacak şekilde sunulan listelerde yer alan icra takiplerine ilişkin dosyaların kâğıt fabrikasına gönderildiği, dosya asılları veya örneklerinin temininin ise mümkün olmadığı tespitine yer verilmiştir. iii. Dolayısıyla başvurucu Şirketin maruz kaldığı icra takipleri sebebiyle ödediği faiz ve icra giderlerinin toplam tutarının icra takip dosyaları ibraz edilmediğinden ve dava dosyası ile eklerinde davacı Şirket tarafından icra dairelerine yapılan ödemelerle ilgili belgeler de bulunmadığından hesaplama yapılamadığı ifade edilmiştir. iv. Bilirkişi Kurulu sonuç olarak ise Yargıtay bozma ilamında öngörülen inceleme yöntemine göre başvurucuların munzam zararlarının bulunmadığı kanaatini bildirmiştir. v. İtiraz üzerine alınan ek raporda ise başvurucunun idareyle yaptığı işle bağlantılı olarak üçüncü şahıslara 9/6/1988 tarihinden sonra ödediği 3.379,11 TL tutarındaki faiz dışında somut delillere dayalı bir munzam zararı olduğunu kanıtlayamadığı belirtilmiştir. 28. Bilirkişi raporunu hükme esas alan Mahkeme 28/12/2011 tarihinde asıl ve birleşen davaların reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir: "...Dava, munzam zarara ilişkin olup, uyulan bozma ilamında belirtildiği üzere davacının yaptığı baraj inşaatının tasfiyesine ilişkin olarak düzenlenen 09.06.1988 tarihli tutanakta tasfiye nedeniyle davacı şirkete masraf ve hiç bir tazminat ödenmeyeceğinin ifade edilmiş olmasına göre 8/505 sayılı kararname hükümleri doğrultusunda munzam zarar hesap ve talebinin mümkün bulunmadığı anlaşılmakla birlikte davacının alınan bilirkişi raporlarına göre kendi hükmi şahsiyeti nedeniyle davacı şirket aleyhine yapılan icra takipleri nedeniyle davacı şirketin defterlerinin ve temlikleri ile takip dosyalarına göre davacı şirketin aynı iş döneminde yüklendiği diğer işlerinin akıbeti de araştırılarak uğradığı zarara etkisinin bulunup bulunmadığı yönünde alınan bilirkişi raporlarına göre davacının yaptığı iş nedeniyle davacıya ödenen temerrüt faizlerinden fazla munzam zararının ispatlanmadığı anlaşılmakla, alınan rapor ve ek raporların kapsamına göre de davacıya ödenen faizlerden fazla munzam zarar hesaplanmasına esas alınabilecek faizin yani zararın tespit edilememesine nazaran mahkememizin 1999/22 Esas sayılı dosyasında evvelce hükmedilen 500 TL'lik munzam zararında bulunmadığı sonucuna varıldığından esas davanın ve birleşen dosyadaki munzam zarara dair kalemleri ihtiva eden davanın reddine karar vermenin doğru olacağı sonuç ve kanısına varılmış(tır)... " 29. Temyiz edilen hüküm, Dairenin 25/12/2012 tarihli ilamıyla onanmıştır. Başvurucunun karar düzeltme istemi de aynı Dairenin 26/12/2013 tarihli ilamıyla reddedilmiştir. 30. Nihai karar, başvurucu vekiline 27/1/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir. 31. Başvurucu 20/2/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. IV. İLGİLİ HUKUK A. Ulusal Hukuk 1. Mevzuat Hükümleri 32. 818 sayılı mülga Kanun’un "Munzam zarar" kenar başlıklı 105. Maddesi şöyledir: “Alacaklının duçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir. Bu munzam zarar derhal takdir olunabilirse hakim, esasa dair karar verir iken bu zararın miktarımdaki tayin edebilir.” 33. Bu Kanun'u ilga eden 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun "Aşkın zarar" kenar başlıklı 122. maddesi şöyledir: "Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür. Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder." 34. 4/12/1984 tarihli ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun'un "Temerrüt faizi" kenar başlıklı 2. maddesi şöyledir: "(Değişik: 15/12/1999 - 4489/2 md.) Bir miktar paranın ödenmesinde temerrüde düşen borçlu, sözleşme ile aksi kararlaştırılmadıkça, geçmiş günler için l inci maddede belirlenen orana göre temerrüt faizi ödemeye mecburdur. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının önceki yılın 31 Aralık günü kısa vadeli avanslar için uyguladığı faiz oranı, yukarıda açıklanan miktardan fazla ise, arada sözleşme olmasa bile ticari işlerde temerrüt faizi bu oran üzerinden istenebilir. Söz konusu avans faiz oranı, 30 Haziran günü önceki yılın 31 Aralık günü uygulanan avans faiz oranından beş puan veya daha çok farklı ise yılın ikinci yarısında bu oran geçerli olur. Temerrüt faizi miktarının sözleşmede kararlaştırılmamış olduğu hallerde, akdi faiz miktarı yukarıdaki fıkralarda öngörülen miktarın üstünde ise, temerrüt faizi, akdi faiz miktarından az olamaz." 2. Yargıtay İçtihadı 35. Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin 12/5/2016 tarihli ve E.2016/1049, K.2016/2737 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir: “…. Munzam zarar nedeniyle alacak istemine ilişkin olarak; dava tarihine göre uygulanması gereken mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu 105. maddesinde munzam zarar düzenlenmiştir. (Maddenin 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'ndaki karşılığı 122. maddedir.) Anılan 105. (6098 sayılı TBK 122) madde uyarınca alacaklının uğradığı zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu takdirde borçlu kendisine hiçbir kusur yüklenemeyeceğini kanıtlamadıkça bu zararı ödemekle mükelleftir. Yasa koyucu para borcunun geç ödenmesi halinde bir zararın mevcut olduğunu kural olarak benimsemiştir. Bu zararın karşılanması iki bölümde düşünülmüştür. Birinci bölüm kanıtlanmadan ödenmesi talep edilecek zarar miktarıdır ki bu temerrüt faizidir. Diğer bir deyişle temerrüt faizi miktarınca alacaklının zarara uğradığı yasal bir karine olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında davacının herhangi bir karineden istifade etmek olanağı yasal olarak mevcut değildir. Dava konusu somut olaydaki çözümlenmesi gereken hukuki sorun; temerrüt faizini aşan bir zararın mevcut olup olmadığıdır. Yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu davacıyı ispat yükünden kurtarmaz. Zira davacı para alacağını zamanında alması halinde ne şekilde kullanacağını kanıtlaması gerekir. Ayrıca alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu ispat etmek zorundadır. Soyut enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü, başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını, alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde gerçekleşen bu fark sebebiyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını kanıtlamak durumundadır. Ülkede yaşanan ekonomik kriz nedeniyle paranın döviz karşısında hızlı değer kaybı, yüksek enflasyon gibi genel afaki ve doğrudan davacının zararını ifade etmeyen umumi ekonomik konjonktürel olgular BK'nın 105. (TBK. 122.) maddesinde sözü edilen munzam zararın varlığını göstermez. …” 36. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 31/10/2007 tarihli ve E.2007/11-668, K.2007/798 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir: “…. Davamızın konusu olan munzam zarar ise, Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan madde hükmüne göre alacaklı, geç ödeme sebebiyle az yukarıda açıklanan geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak bir zarara uğramış ise, borçlu geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı karşılamak zorundadır. O halde, Borçlar Kanunu’nun 103. maddesinde öngörülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın varlığı ile miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ancak kendisinin geç ödemeden dolayı hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmesi halinde bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir. Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen paranın gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Diğer bir deyimle alacaklı davacı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar, paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan “muhtemel kâr” yada “farz edilen gelir” değildir. Bu zarar, davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarardır. Hal böyle olunca, iddia olunan zararı doğuran somut vakıanın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği, duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur. Hemen ifade etmek gerekir ki, faiz oranları Borçlar Kanunu ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun ile düzenlenmiştir. Yasa koyucu, bir para borcunun gününde ödenmemesinden dolayı alacaklının zarara uğrayacağını kabul edip, bu zararın, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik konjonktürü dikkate alarak belli bir oranda olacağını benimsemiştir. Nitekim, Borçlar Kanunu’nun 103. maddesine göre temerrüt faizi oranı % 5 iken, 4.12.1984 gün ve 3095 sayılı Yasa ile bu oranın %30’a çıkarılması ve yine 3095 sayılı Yasa’da 15.12.1999 gün ve 4489 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik sonucu Merkez Bankasının kısa vadeli kredi işlemlerinde uyguladığı reeskont faiz oranı esas alınarak, değişen faiz oranlarının benimsenmesi bunun kanıtıdır. Bu noktada, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş) dikkate alınarak, yasa hükmüyle geçmiş günler faizine ilişkin düzenleme yapılmış iken, aynı olguların, Borçlar Kanunu’nun 105.maddesinde öngörülen munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluklar, gerçek zarar olarak gösterilemez. Aksinin kabulü halinde yasa koyucunun bu olumsuzlukların karşılığına dair saptamasının hiçbir anlamı kalmayacağı açıktır. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların tevlid edeceği zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasa'dan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu kabul edilemez. Yetkili mercii kararını vermiş, yasayla hükmünü vaz etmiştir. Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlediğinden fazla ve bu nedenle 105. maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise, artık o merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı, dikkate aldığı, değerlendirdiği ölçülere ve bunların 'maruf ve meşhur' oldukları olgusuna değil, davaya özgü, somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da, elverişli ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır. Burada, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 238. maddesinin yarattığı istisna uygulanamaz. Zira kanıtlanacak olgular anılan maddede sözü edilen “maruf ve meşhur ” olan enflasyon, para değerindeki düşüş yada mevduat faiz oranları değil, az yukarıda açıklandığı gibi geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı tevlid eden vakıalar ve bu vakıalar nedeniyle uğranılan fiili zarardır. Örneğin, alacağını gününde alamayan alacaklının, aynı gün vadesi gelmiş bir borcunu ödemek için, borçlunun ödediği geçmiş günler faizi yerine bunun üzerindeki bir faizle borçlanması, yada alacaklısına daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kalması; dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için, alacağını gününde tahsil edememesi nedeniyle sonraki günlerde daha yüksek kurdan döviz satın almak zorunda kalması gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar söz konusudur. Denilebilir ki, Borçlar Kanun ’un 105. maddesinde öngörülen munzam zararın, Borçlar Kanunu’nun 103. maddesi ve 3095 sayılı Kanun ile saptanan faiz oranının dayanağı olan ekonomik olumsuzluklara dayandırılması ve herkesçe bilinenin kanıtlanmasına gerek olmadığı sonucuna varılması mümkün değildir. Bu itibarla Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan zararın, genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri) dışında, davacının durumuna özgü, somut vakıalarla ispatlanması gerekir. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra, zararın miktarının belirlenmesinde, yukarıda açıklandığı gibi, zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, mal varlığında meydana gelen azalmanın veya dövize ödenen yüksek kumu ve ülkede cari diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı tabiidir. Görülmekte olan davada az yukarıda açıklanan ilkeler çerçevesinde, somut vakıalara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, kanıtlanmadığından, Borçlar Kanunu’nun 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği kuşkusuzdur." 37. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 13/6/2012 tarihli ve E.2011/18-730, K.2012/373 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir: “… Öncelikle, munzam zararın hukuki tanımı ve kapsamı üzerinde durulmasında yarar vardır. Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla, temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir. BK'nun 105. maddesi, kaynağı ne olursa olsun, temerrüt faiz yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir. Borcun dayanağı haksız fiil, sözleşme, nedensiz zenginleşme, kanun, vekaletsiz iş görme olabilir. Bu bağlamda belirtilmelidir ki, munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır. O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü (BK.md.105), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar geçen zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar, bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hal böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazi kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile zamanaşımı süresi içinde her zaman istenmesi mümkündür. Munzam zarar sorumluluğu, kusur sorumluluğuna dayanmakta olup, buradaki kusur borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; Davacıların kayden malik oldukları .... taşınmazın davalı idare tarafından 29.12.1977 tarihinde kamulaştırıldığı; komisyonca takdir edilen 5.881.439-TL kamulaştırma bedelinin noter tebligatında bankaya bloke edileceğinin bildirildiği; anılan bedelin ödenmemesi üzerine davacılar vekili, ... parsel sayılı taşınmazın kamulaştırma bedelinin müvekkillerine ödenmesi için davalı idareye ihtarname gönderdiği, anılan ihtarnamenin idareye 13.4.1981 tarihinde tebliğ edildiği; 13.4.1981 tarihinde tebliğ edilen ihtarnameye rağmen kamulaştırma bedeli ödenmediğinden davacılar tarafından davalı idare aleyhine 12.10.1990 tarihinde açılan ve ... Mahkemesinin ... tarih ve ... sayılı kesinleşen hükmü ile de '....bankaya yatırılmış ihtilafsız bedel olan 5.881.439 TL'nin davalıya çekilen ihtarnamenin tebliğ tarihi olan 13.4.1981 tarihinden itibaren 4.12.1984 tarihine kadar % 5, 4.12.1984 tarihinden 31.12.1997 tarihine kadar % 30, 1.1.1998 tarihinden itibaren % 50 yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsili ile davacılara hisseleri nispetinde ödenmesine, fazla talebin reddine....’ karar verildiği; halen de kamulaştırma bedelinin davacılara ödenmediği, dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Ayrıca dosyada bulunan 20.05.2009 tarihli bilirkişi kurulu raporunda ise, dava tarihi (17.05.2004) itibariyle kamulaştırma bedelinin 5,88 TL olduğu, belirtilen bu kamulaştırma bedelinin 13.04.1981 ila 17.05.2004 dava tarihi arasında işleyen yasal faiz tutarının ise, 44,95 TL olduğu bildirilmiştir. Nihayet .... Bankası'nın 13.5.1992 tarihli cevabında 837 parsele ait kamulaştırma bedelinin (5.881.439-TL) 2.4.1979 tarihinde bankalarına yattığını ancak henüz mal sahipleri olan ....a ödeme yapılmadığı bildirilmiştir. Şu durum karşısında, alacaklının davasında dayandığı maddi olgulara uygulanması zorunlu görülen HUMK. md. 238/2 ve Medeni Kanun md.7 anlamında belirlenen delillerle alacaklı zararının kanıtlandığına ilişkin karinenin vücut bulduğu ve böylece davacının zararını isbat yükünü yerine getirdiğini kabul etmek gerekir. Bu aşamadan sonra sorumluluktan kurtulmak isteyen borçlunun; somut olayın özellikleri nedeni ile ya alacaklının bir zarara uğramadığını, ya da borcunu zamanında ifa etmiş olsa idi dahi alacaklının borç konusu miktarı değeri düşmeyecek bir biçimde değerlendiremeyeceğini ispat etmesi gündeme gelebilir. Bunların yanında, 20.10.1898 tarih ve K:3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı'nda 'para her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır' şeklindeki kararı da gözetmek gerekmektedir. Somut olay itibariyle, davacıların kamulaştırılan taşınmazlarının bedelini aradan geçen uzun süreye rağmen henüz tahsil etmemiş bulunmaları, bu bedelin dava tarihindeki satın alma gücü dikkate alındığında, zararlarını kanıtlamış olduklarının kabulü gerekir. Belirtilen bu gerekçeyle yerel mahkemenin direnmesi yerindedir. …” 38. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 7/2/2007 tarihli ve E.2007/11-55, K.2007/53 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir: "Dava, BK.'nun 105/1. maddesi hükmüne dayanılarak açılan alacağın geç tahsil edilmesi nedeniyle geçmiş günler faizi ile karşılanmadığı iddia edilen munzam zararın tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece, munzam zararın oluşumunun somutlaştırılmadığı gibi zararın varlığı ve niceliğinin kanıtlanamadığı sonucuna varılarak davanın reddine karar verilmiştir. BK.'nun 105/1. maddesi hükmünce alacaklının uğradığı zarar geçmiş günler faizinden fazla ise, borçlu kusursuzluğunu ispat etmedikçe bu zararı tazminle yükümlüdür. Asıl borçtan bağımsız olan bu zararın BK. ’nun 125. maddesinde düzenlenen (10) yıllık zamanaşımı süresi içerisinde borçludan istenilmesi mümkündür. Davacının davalı aleyhine daha önce açtığı dava sonunda, davacıya ait hisse senetlerinin talimatı dışında satılmasından dolayı bunların 25.01.1994 tarihindeki toplam piyasa değeri (11.422.280.000) TL’nin 03.10.1994 tarihinden itibaren reeskont faiziyle davalıdan tahsiline karar verilmiş, kararın kesinleşmesinin ardından davadan yaklaşık (9) yıl sonra ilama bağlı alacak 02.07.2003 tarihinde (81.688.000.000) TL. olarak tahsil edilmiştir. Dava dilekçesinde, işadamı olan davacının alacağına zamanında kavuşması halinde en güvenceli yatırım aracı olan Devlet İç Borçlanma Senetleri (DİBS)’nde değerlendireceğini, Devlet İç Borçlanma Senedi 'ne uygulanan en yüksek faizli getiri ile tahsilen edilen miktar arasındaki farkın munzam zarar oluşturduğundan söz edilerek talepte bulunmuştur. Asıl alacak davasında davacı talebini paraya dönüştürmüş, hisse senetlerinin değerinin faiziyle tahsilini istemiştir. O dava sonunda da, davacıya ait hisse senetlerinin aynen teslimine değil, yetkisiz satış tarihindeki değerinin faiziyle birlikte tahsiline karar verilmiştir. Davacı, ilk davada alacağını para olarak somutlaştırdığına göre, davalı borçlunun temerrüde düştüğü tarihten ödemenin yapıldığı güne kadar geçen süre içerisinde, her yıl itibari ile gerçekleşen yıllık enflasyon artış oram, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma durumu, mevduat ve devlet tahvillerine verilen faiz oranları, TL. karşısında döviz kurlarına ilişkin değişiklik tabloları araştırılıp saptanmak, bu alanda uzman bilirkişi görüşünden de yararlanılarak değinilen zaman dilimi içerisindeki para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması nedeniyle davacının uğradığı zararın açıklanan ölçütlere göre hesaplanacak unsurlar toplanıp ortalamaları bulunduktan sonra ortaya çıkacak rakamın Devlet İç Borçlanma Senedi'ne göre önceden bilirkişilerce hesaplanan miktardan az çıkması halinde o meblağın, aksi taktirde davacının ıslahla belirginleştirdiği meblağ temel veri alınarak alacağın tazminat niteliğinde olduğu ve bu zararın oluşumunda ülkenin sosyo-ekonomik realitesinin etkili olması nedeniyle bütün kişi ve kuruluşların etkilenmesinin kaçınılmaz olduğu gözetilerek gerek duyulduğunda BK.’nun 43. maddesi çerçevesinde değerlendirme yapıldıktan sonra davacının munzam zararının hüküm altına alınması gerekirken, tacir olan davacının alacağına zamanında kavuşması halinde yatırım veya başkaca nema getirici alanda değerlendireceği yolundaki hayatın olağan akışına özgü olgular ve davalının kusursuzluğunu ispat edemediği gözden kaçırılarak davanın reddi doğru olmamıştır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. …. Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire Bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. …” B. Uluslararası Hukuk 39. AİHM, istikrarlı olarak kamu makamlarınca yapılacak ödemelerin gecikmesini faiz ödemeleriyle ilişkilendirmektedir. AİHM'in çeşitli kararlarında, makul olmayan bir gecikme nedeniyle tazminatın değer kaybettiği durumlarda bu tazminatın yeterli olamayacağı belirtilmiştir (Angelov/Bulgaristan, B. No: 44076/98, 22/4/2004, § 39). Nitekim böyle başvurularda AİHM, esas itibarıyla kamu makamlarının geçen süre nedeniyle ödenmesi gereken tutardaki değer kayıplarını telafi etmek için gecikme faizi ödeyip ödemediğini dikkate almaktadır. Kısacası AİHM; mülkiyet hakkı kapsamında faiz ödemesini, esasen devletin borçlu olduğu tutar ile alacaklı tarafından nihai olarak alınan tutar arasındaki enflasyon nedeniyle oluşan değer kayıplarını giderme yükümlülüğüyle ilişkilendirmektedir (Akkuş/Türkiye, B. No: 19263/92,9/7/1997, §29). 40. Devlet tarafından ödenecek bir bedelin enflasyon karşısındaki değer kayıplarında AİHM, ikili bir ayrıma gitmekte; mahkemelerce belirlenmiş bir para alacağının ödenmemesi hâlinde daha katı bir tutum sergileyerek %5'e kadar değer kayıplarını hesaplama faktörlerindeki değişkenlerle ilgili kabul etmektedir (Arabacı/Türkiye (k.k.), B. No: 65714/01, 7/3/2002). Çünkü ödemelerin geç yapılması, mahkeme kararlarının icra edilmesi ile ilgili bir sorun olarak görülmektedir. Mahkemelerde geçen yargılama süresindeki enflasyon nedeniyle kamulaştırma bedelinin değer kaybı yönünden ise meydana gelen farkın tazminatın belirlenmesi yönteminden kaynaklandığı ve bu konuda kamusal makamların belirli bir takdir yetkisinin olduğu da gözetilip bu farkın başvurucular açısından aşırı bir yük getirip getirmediği incelenerek karar verilmektedir (Aka/Türkiye, B. No: 19639/92, 23/9/1998, §§41-51; Güleç ve Armut/Türkiye (k.k.),B. No: 25969/09,16/11/2010). 41. AİHM'in Eko-Elda Avee/Yunanistan (B. No: 10162/02, 09/03/2006, §§ 23-31) kararında; haksız olarak tahsil edilen verginin 5 yıl 5 ay sonra faizsiz olarak iade edilmesi, belli bir meblağdan yararlanma hakkı uzun süre engellenen başvurucunun mali durumunda önemli bir zarara yol açması nedeniyle ölçülü görülmemiş ve mülkiyet hakkının ihlaline karar verilmiştir. 42. Yine benzer şekilde Sefine Baş/Türkiye (B. No: 49548/99, 24/06/2008, §§ 58-64) kararında da tazminatın değer kaybına uğratılarak ödendiğine ilişkin şikâyet incelenmiştir. Başvuruya konu olayda, idare mahkemesince başvurucunun 15/9/2003 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere dul aylığına hak kazandığı kabul edilmiştir. AİHM öncelikle, idare mahkemesinin kararının talep edilebilir bir “alacak” oluşturduğu ve bu nedenle başvurucunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesi anlamında mülkiyet oluşturan bir hakkının mevcut olduğunu belirtmiştir. Mahkeme ayrıca, Emekli Sandığına başvurduğu tarihten itibaren geçerli olacak şekilde geriye dönük olarak bu hakkın başvurucuya tanındığını vurgulamıştır. Bununla birlikte AİHM, başvurucuya salt bu hakkın tanınmış olmasının başvurucunun mağdur sıfatını ortadan kaldırmadığını kabul etmiştir. AİHM'e göre, mağdur sıfatının ortadan kalkması için ileri sürülen ihlalin hem zamanı hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi yoluna gidilmesi gerekmektedir. Mahkeme bu çerçevede başvurucunun banka hesabına yatırılan paranın yargılamada geçen süre içinde uğradığı maddi kaybın sonuçlarını gidermeye yetmediğini belirtmiştir. AİHM, geçen sürenin yalnızca devlete yarar sağladığını ve ilgili dönemde Türkiye'de paranın hızla değer kaybettiğini gözönüne alarak başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. 43. Ayrıca AİHM; Kat İnşaat Ticaret Kolektif Şirketi-İsmet Kamış ve Ortakları/Türkiye ((k.k.), B. No: 74495/01, 31/1/2006) kararında, ilke olarak alacağın geç ödenmesinden doğan bir zararın varlığının ileri sürüldüğü durumlarda enflasyon oranı esas alınarak faiz ödenmesi suretiyle zararın giderilebileceğini kabul etmiştir. Aynı ilkeye, benzer şekilde ve bu karara atıfla daha önce değinilen Naci Balkar (Baltutan) ve Ano İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti./Türkiye kararında da yer verilmiştir. V. İNCELEME VE GEREKÇE 44. Mahkemenin 21/12/2017 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü: A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia 1. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü 45. Başvurucu; ilk olarak munzam zarara dayanak olarak gösterdiği icra dosyalarının bir kısmının kâğıt fabrikasına gönderildiği, bir kısmının ise sel baskını nedeniyle kaybolduğu ve bulunamadığının tespit edildiğini belirtmiştir. Başvurucuya göre kamu makamları delillerinin korunması hususunda ihmal göstermiş ve bu ihmal yüzünden kendisi zarara uğramıştır. Başvurucu ayrıca, alacağı için açtığı davada yargılamanın uzun sürdüğünü ve belirtilen sürede de ülkedeki yüksek enflasyon nedeniyle geç kavuştuğu alacağının değer kaybına uğradığını ifade etmiştir. Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali iddiasıyla AİHM'e başvurduğunu ve AİHM kararında alacağın değer kaybına uğratılmadan ödenmesi için enflasyon oranlarının dikkate alınması gerektiğinin açıkça belirtildiğini beyan etmiştir. Başvurucu, buna rağmen derece mahkemelerince AİHM kararı dikkate alınmadan munzam zararın ispat edilemediği gerekçesine dayanılarak davanın reddedildiğinden yakınmaktadır. Başvurucu sonuç olarak bu gerekçelerle adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. 46. Bakanlık görüşünde, Yargıtay’ın munzam zararın gerçekleşip gerçekleşmediğine ilişkin iki farklı uygulamasının mevcut olduğu belirtilmiştir. Buna göre Yargıtay’ın bazı kararlarında munzam zararın somut olarak ispat edilmesi gerektiği kabul edilmiş, bazı kararlarında ise enflasyonist ortamda alacaklının parasının değerini sabit tutmasının karine olarak kabul edilmesi gerektiği açıklanmıştır. Bakanlık, somut olayda derece mahkemelerinin ilk görüş doğrultusunda uyuşmazlığa çözüm getirdiklerini belirtmiştir. Bakanlık, AİHM'in kamulaştırma bedeline gecikme faizi uygulanmasına rağmen enflasyon oranının daha yüksek olması nedeniyle aradaki farkın başvurucuya ödenmesi gerektiği yönündeki Aka/Türkiye kararına atıfta bulunmuş ve karar verilirken bu hususların dikkate alınmasının Anayasa Mahkemesinin takdirinde olduğunu bildirmiştir. 47. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında başvuru formundaki iddialarım yinelemiştir. 2. Değerlendirme 48. Anayasa’nın 35. maddesi şöyledir: “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” 49. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali iddiası yanında munzam zararın tazminine ilişkin davada delil olarak dayandığı icra dosyalarının bulunamaması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmektedir. Bununla birlikte başvurucunun temel şikâyeti, alacağının değer kaybına uğratılarak ödendiğine ilişkindir. Bu sebeple başvurucunun makul sürede yargılanma hakkı dışındaki bütün iddialarının mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir. a. Kabul Edilebilirlik Yönünden 50. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir. M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA bu görüşe katılmamışlardır. b. Esas Yönünden i. Mülkün Varlığı 51. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). 52. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikri hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60). 53. Somut olayda başvurucu ile DSİ arasında 9/5/1977 tarihinde baraj yapım inşaatı sözleşmesi düzenlenmiş ve bu sözleşme doğrultusunda başvurucu, inşaatın yapımına girişmiştir. Ancak 9/6/1988 tarihinde başvurucu ve DSİ tarafından bu işin tasfiyesi kararlaştırılmıştır. Tasfiye neticesinde DSİ, başvurucunun bu sürede yaptığı işler için kesin bir hesap çıkarmış ancak başvurucu bu kesin hesaba itiraz ederek 10/10/1990 tarihinde alacak davası açmıştır. Sonuç olarak yapılan yargılama neticesinde 19/4/2002 tarihinde başvurucunun 62.969,69 TL alacağı olduğuna hükmedilmiş ve bu hüküm Yargıtay’ca düzeltilip onanarak 6/6/2002 tarihinde kesinleşmiştir (bkz. §§ 13-18). Bu alacak başvurucuya 23/9/2002 tarihinde ödenmiştir. 54. Başvuru konusu olayda başvurucu, anılan Mahkeme kararıyla hükmedilen alacağının mülk teşkil ettiğini ve bu alacağın ise davanın açıldığı 1990 yılından ödemenin yapıldığı 2002 yılına kadar devam eden dönemdeki yüksek enflasyon sebebiyle değer kaybına uğradığını belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmektedir. Başvurucunun daha sonra açtığı munzam zararın tazmini davası ise mülkiyet hakkı kapsamında olduğunu belirttiği söz konusu alacağının değer kaybına uğratılması nedeniyle oluşan zararının giderimine ilişkindir. Dolayısıyla mülkün varlığı munzam zararın mevcut olup olmadığı ile ilgili olarak değil başvurucunun şikâyetine konu asıl alacağı dikkate alınarak belirlenmelidir. Bu bağlamda Mahkeme kararıyla nihai olarak tespit edilmiş olan söz konusu alacağın belirli ve icra edilebilir niteliği gereği mülkiyet hakkı kapsamında olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Buna göre munzam zararın tazminine ilişkin sürecin ise mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen alacağın değer kaybına uğratılıp uğratılmadığıyla bağlantılı olarak ölçülülük bağlamında incelenmesi gerekir. 55. Dolayısıyla Mahkeme kararıyla tespit edilen söz konusu alacak yönünden başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülkiyet hakkının mevcut olduğunda kuşku bulunmamaktadır. ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü 56. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle "mülkten barışçıl yararlanma hakkı"na yer verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda "mülkten yoksun bırakma"nın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarkan ve Afife Tarkan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §§ 55-58). 57. Başvuru konusu olayda, başvurucunun alacağının değer kaybına uğratılarak ödenmesinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği kuşkusuzdur. Başvurucunun alacağına geç kavuşmuş olmasının mülkiyetinden yoksun bırakılması niteliği taşımadığı ve müdahalenin mülkiyetin kontrolü veya düzenlenmesi amacıyla da yapılmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin "mülkiyetten barışçıl yararlanma" ilkesine ilişkin birinci kural çerçevesinde incelenmesi gerekir. iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı 58. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarkan ve Afife Tarkan, § 62). (1) Kanunilik 59. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında; mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de "hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği"ni temel bir ilke olarak benimsemiştir (Mehmet Arif Madenci, B. No: 2014/13916, 12/1/2017, § 69). Dolayısıyla Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerine göre mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt, kanuna dayalı olma ölçütüdür. 60. Öte yandan kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu önceden öngörebilecekleri kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 56). 61. Somut olayda derece mahkemelerince, bir kamu kurumu olan DSİ'den tahsiline karar verilen başvurucunun alacağına değişen oranlı reeskont faizi uygulanmıştır. Bu uygulamanın dayanağı ise 3095 sayılı Kanun'un 2. maddesi hükmüdür. Bununla birlikte başvurucunun yararına hükmedilen alacağın faizini aşan bir zararı olduğu iddiası bulunmaktadır. Başvurucunun bu iddia doğrultusunda 818 sayılı mülga Kanun'un 105. maddesi (6098 sayılı Kanun'un 122. maddesi) çerçevesinde açtığı munzam zararın tazmini davası ise Mahkemece reddedilmiş ve Yargıtay’ca onanan bu hüküm, karar düzeltme istemi de reddedilerek kesinleşmiştir (bkz. §§ 22-29). 62. 818 sayılı mülga Kanun'un 105. maddesi ile 6098 sayılı Kanun'un 122. maddeleri kapsamında, aşkın zarar (munzam zarar) düzenlenmiştir. Buna göre alacaklı temerrüt faizini aşan bir zarara uğramışsa, bir başka deyişle alacaklının uğradığı zarar geçmiş günler faizinden fazlaysa borçlu kusursuzluğunu ispat etmedikçe bu zararı tazminle yükümlü kılınmıştır. 63. Ancak Bakanlığın da belirttiği üzere munzam zarara ilişkin olarak Yargıtay’ın birbirinden farklı iki uygulamasının mevcut olduğu görülmektedir. Yargıtay’ın kimi kararlarında 6098 sayılı Kanun'un 122. maddesi (818 sayılı mülga Kanun'un 105. maddesi) gereğince, para borcunun geç ödenmesinden dolayı alacaklının temerrüde uğrayan alacağın ödenmemesi sebebiyle temerrüt faizini aşan zararı bulunduğunu somut delillerle kanıtlaması gerektiği kabul edilmiştir. Bu kararlara göre yüksek enflasyon, döviz kurundaki artış, piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu alacaklıyı munzam zararın gerçekleştiğini ispat yükünden kurtarmaz (bkz. §§ 35, 36). İkinci görüş doğrultusundaki Yargıtay uygulamalarına göre ise munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması için aranan kusur, borçlunun temerrüde düşmesindeki kusurudur. Zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Bu kararlara göre enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimde bulunması, en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirilmesi olayların normal akışına ve hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmelidir. Bu karinenin aksini yani kusursuzluğunu ve sorumsuzluğunu kanıtlama ödevinin borçluya düştüğü kabul edilmiştir (bkz. §§ 37, 38). 64. Anayasa Mahkemesinin görevi bireysel başvurunun ikincilliği gereği sınırlı olup açık bir keyfilik olmadığı veya bariz bir takdir hatası içermediği sürece Anayasa Mahkemesinin hukuk kurallarının yorumlanması ve delillerin değerlendirilmesi bakımından derece mahkemelerinin takdir yetkisine müdahalesi söz konusu olamaz. Bu bağlamda Anayasa Mahkemesinin munzam zarara ilişkin hukuk kurallarını yorumlamak veya başvurucunun buna ilişkin iddia ve delillerini değerlendirmek gibi bir görevi de bulunmamaktadır. 65. Bununla birlikte bireysel başvuru bakımından önem taşıyan husus, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerinde öngörülen koşulları taşıyıp taşımadığıdır. Buna göre müdahalenin kanuna dayalı olup meşru bir amacı içermesi yanında ayrıca ölçülü de olması gerekmektedir. Somut olayda da müdahalenin niteliğini dikkate alan Anayasa Mahkemesi, hukukun uygulanmasına dair kamusal makamların yaklaşımının Anayasa'nın 35. maddesindeki gereklilikleri karşılayıp karşılamadığı konusunda müdahalenin takip edilen meşru amacı gerçekleştirmede başarılı olup olmadığını sorgulayarak sonuca varacaktır (Benzer yöndeki yaklaşım için bkz. Arif Güven, B. No: 2014/13966,15/2/2017, § 52). (2) Meşru Amaç 66. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vererek bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, § 53). 67. Kamu yararı, doğası gereği geniş bir kavramdır. Yasama ve yürütme organları toplumun ihtiyaçlarını dikkate alarak neyin kamu yararına olduğunu belirlemede geniş bir takdir yetkisine sahiptir. Kamu yararı konusunda bir uyuşmazlığın çıkması hâlinde ise uzmanlaşmış ilk derece mahkemelerinin ve temyiz yargılaması yapan mahkemelerin uyuşmazlığı çözmek konusunda daha iyi konumda olduğu açıktır. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru incelemesinde -kararların açıkça dayanaktan yoksun olduğu ya da kararlarda açık bir keyfilik bulunduğu anlaşılmadıkça- yetkili kamu organlarının kamu yararının tespiti konusundaki takdirine müdahalesi söz konusu olamaz. Müdahalenin kamu yararına uygun olmadığını ispat yükümlülüğü, bunu iddia edene aittir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B.No: 2013/817, 19/12/2013, §§ 34-36). 68. Aksinin kararlaştırılmadığı durumlara ilişkin kanuni ve temerrüt faiz oranlarının belirlenmiş olması, ekonomik yaşamın düzenli bir şekilde işlemesi açısından önem taşımaktadır. Bu bakımdan somut olayda başvurucunun alacağına temerrüt faizine ilişkin kanun hükümleri çerçevesinde faiz işletilmesinin kamu yararına dayalı meşru bir amacı içerdiği değerlendirilmektedir. (3) Ölçülülük (a) Genel İlkeler 69. Ölçülülük ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır (Arif Güven, § 58). Müdahalenin ölçülülüğünü değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini ve diğer taraftan müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını da gözönünde tutarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, § 60). 70. Ekonomilerde bir değişim vasıtası olan para; çeşitli ticari, sınai, zirai vs. faaliyetlerde kullanılmakla sahibine kazanç, kira, nema gibi yararlar sağlayan ekonomik bir değerdir. Paranın sahibi dışındaki kişi ve kuruluşlarca kullanılması, sahibinin bu ekonomik değerden mahrum bırakılması sonucunu doğurması yanında enflasyon etkisinde olan ekonomilerde değerini yani alım gücünü enflasyon oranına bağlı olarak yitirmesine neden olur. 71. Enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesi; borçlunun yararlanması, alacaklının ise zarara uğraması sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle borçlu borcunu süresinde ödememekte, yargı yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti göstermekte; böylece yargı mercilerindeki dava ve takipler çoğalmakta, yargıya güven azalmakta, kendiliğinden hak almak düşüncesi yaygınlaşarak kamu düzeni bozulmakta, kişi ve toplum güvenliği sarsılmaktadır (AYM, E. 1997/34, K. 1998/79, 15/12/1998). 72. Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda arada geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınma ile mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkânı da bulunmamaktadır. Bu şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğratılmaktadır (AYM, E.2008/58, K.2011/37, 10/2/2011). 73. Anayasa Mahkemesi; kanun koyucunun bir hak olarak öngördüğü veya kamu borcu hâline gelmiş ödemelerin geç yapılması nedeniyle mağdur olunduğu iddiasıyla yapılan başvurularda, alacakta veya hakka konu bedelde meydana gelen değer aşınmalarının başvurucular üzerinde orantısız bir yük oluşturması hâlinde mülkiyet hakkının ihlaline karar vermiştir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, Akel Gıda San. ve Tic. A.Ş., B. No: 2013/28, 25/2/2015). Anayasa Mahkemesi ayrıca, mahkemelerce hükmedilen tazminatın yargılamada geçen süre nedeniyle enflasyon karşısında değer kaybettiğinin tespit edildiği bir başvuruda da ölçülülük yönünden mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Abdulhalim Bozboğa, B. No: 2013/6880, 23/3/2016). Bunun yanında sosyal güvenlik ödemeleri kapsamında mahkeme kararıyla hükmedilen emekli ikramiyesinin değer kaybına uğratılarak ödenmesinin başvurucuya aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklemesi nedeniyle de mülkiyet hakkının ihlaline karar verilmiştir (Ferda Yeşiltepe (GK), B. No: 2014/7621, 25/7/2017). (b) İlkelerin Olaya Uygulanması * 74. Başvurucunun baraj inşaatı sözleşmesi çerçevesinde alacağının tahsili istemiyle açtığı dava Mahkemece 19/4/2002 tarihinde kısmen kabul edilmiş, temyiz üzerine hüküm Yargıtay 15. Hukuk Dairesince 6/6/2002 tarihinde onanmıştır. Buna göre derece mahkemelerince, başvurucunun baraj inşaatı sözleşmesi çerçevesinde yaptığı işlerin karşılığı olarak 62.969,69 TL alacağının DSİ'den tahsili gerektiği kabul edilmiştir. Ancak başvurucunun bu alacağının tespit edilmiş olması tek başına mağdur sıfatını ortadan kaldırmamaktadır. Başvurucunun mağdur sıfatının ortadan kaldırılabilmesi için ileri sürülen ihlalin hem zamanı hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi yoluna gidilmesi gerekmektedir. 75. Somut olayda başvurucuya 62.969,69 TL asıl alacağı yanında 348.027,70 TL tutarında faiz ödemesi yapılmıştır. Bununla birlikte başvurucu, alacağına geç kavuştuğundan ve bu süreçte ülkede yaşanan enflasyonist ortamda alacağının değer kaybettiğinden yakınmaktadır. 76. Yukarıda da değinildiği üzere Anayasa Mahkemesinin daha önce gerek norm denetimi kapsamında gerekse de bireysel başvuru kapsamında verdiği çeşitli kararlarında alacakların da mülkiyet hakkı kapsamında olduğu, devlet tarafından alacakların geç ödenmesi hâlinde enflasyon oranları altında olmayan bir faiz ödenmesinin gerek bireyin hakları gerekse de kamu düzeni bakımından önem taşıdığı belirtilmiştir (bkz. §§ 71-73). Anayasa Mahkemesi bu bağlamda kişilerin mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen alacaklarının kamu kurulularınca makul olmayan bir sebeple geç ödenmesi yüzünden değer kaybına uğratılmasının mülkiyet hakkının ihlaline yol açtığını kabul etmiştir (bkz. § 73). 77. Başvuru konusu olayda derece mahkemelerince, başvurucunun alacağı yönünden dört ayrı kalemde farklı temerrüt tarihleri esasları tespit edilmiş; buna göre başvurucunun 486,69 TL tutarındaki alacağının 10/10/1990 tarihi, 2.870,82 TL tutarındaki alacağının 9/6/1988 tarihi, 55.569,36 TL tutarındaki alacağının 16/3/1995 tarihi ve KDV düşüldükten sonra kalan 4.041,82 TL tutarındaki alacağının ise yine 16/3/1995 tarihi esas alınarak hak kazanıldığı belirlenmiştir. Başvurucuya bu alacaklarının toplamı olan 62.968,91 TL ise 348.027,70 TL tutarında işlemiş faiz ile birlikte 23/9/2002 tarihinde ödenebilmiştir. 78. Merkez Bankası verilerine göre enflasyonda meydana gelen artış oranları şöyledir: - Haziran/1988- Eylül/2002: %203.613 (1988 yılı Haziran ayındaki 100 TL'nin 2002 yılı Eylül ayındaki gerçek karşılığı 203.512,50 TL'dir.). - Ekim/1990 - Eylül/2002: %60.427 (1990 yılı Ekim ayındaki 100 TL'nin 2002 yılı Eylül ayındaki gerçek karşılığı 60.326,70 TL'dir.). - Mart/1995 - Eylül/2002: %4.392 (1995 yılı Mart ayındaki 100 TL'nin 2002 yılı Eylül ayındaki gerçek karşılığı 4.291,59 TL'dir.). 79. Buna karşılık başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen toplam 62.968,91 TL tutarındaki alacağı için aynı dönemde başvurucuya 348.027,70 TL tutarında faiz ödemesi yapılmıştır. Bu verilere göre, ödenen faiz tutarına rağmen aynı dönemde enflasyonun yaklaşık kümülatif olarak % 13.254 oranında arttığı, diğer bir deyişle başvurucunun alacağı %1'inden bile daha az bir miktara düştükten sonra enflasyon karşısında bu alacağın önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği görülmektedir. Nitekim Mahkemece alınan bilirkişi raporunda da başvurucunun alacağının enflasyon karşısında değer kaybetmiş olduğunun açıkça belirtildiği görülmektedir (bkz. § 24). 80. Diğer taraftan kural olarak kişilerin kamudan olan alacaklarının herhangi bir yargısal sürece veya icra takibine gerek olmadan ödenmesi beklenir. Somut olayda ise başvurucunun alacağının geç ödenmesinin makul bir gerekçesi mevcut olmadığı gibi, derece mahkemelerinin geriye dönük olarak tespit ettiği başvurucunun alacağını kamu makamlarının ancak yapılan yargılama sonucu ödeyebildiği ve yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle yine kamu makamlarının yarar sağlamış olduğu anlaşılmaktadır. 81. Sonuç olarak başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklendiği kanaatine varılmıştır. Bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu değerlendirilmiştir. 82. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir. M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA bu görüşe katılmamışlardır. B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia 83. Başvurucu, munzam zararının tazminine ilişkin olarak açtığı davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. 1. Kabul Edilebilirlik Yönünden 84. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir. 2. Esas Yönünden 85. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 50, 52). 86. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu, başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45). 87. Başvurucu munzam zararın tazminine ilişkin davayı 16/3/1995 tarihinde açmış olup davanın Yargıtay’ca karar düzeltme talebinin reddedildiği 26/12/2013 tarihinde sona erdiği anlaşılmaktadır. 88. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında somut olaydaki yaklaşık 18 yıl 9 aylık yargılamanın süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir. 89. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir. C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden 90. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkratan şöyledir: “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir... (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir. ” 91. Başvurucu, maddi tazminat ve yeniden yargılama yapılmasına karar verilmesi taleplerinde bulunmuştur. 92. Başvuruda, mülkiyet ve makul sürede yargılanma haklarının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır. 93. Mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunduğundan kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir. 94. Başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlaline karar verilmekle birlikte başvurucu manevi tazminat talebinde bulunmamıştır. Başvurucunun maddi tazminat talebinin ise mülkiyet hakkının ihlali iddiası ile ilgili olup bu hakkın ihlali yönünden yeniden yargılama yapılmasına karar verilmesinin yeterli bir giderim sağladığı gözetilerek makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğinin tespiti ile yetinilmesi gerekir. 95. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir. VI. HÜKÜM Açıklanan gerekçelerle; A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA'nın karşı oyu ve OYÇOKLUĞUYLA, 2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE, B. 1. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA, 2. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE OYBİRLİĞİYLE, C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2008/145,K.2011/544) GÖNDERİLMESİNE OYBİRLİĞİYLE, D. 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE OYBİRLİĞİYLE, E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA OYBİRLİĞİYLE, F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 21/12/2017 tarihinde karar verildi. KARŞI OY GEREKÇESİ Başvurucunun, munzam zararının tazminine karar verilmesi talebiyle açtığı davanın reddedilmesi üzerine yaptığı bireysel başvuruda, mülkiyet hakkının ihlaline ilişkin iddiası kabul edilebilir bulunmuş ve anılan hakkın ihlal edildiğine karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucunun baraj inşaatı sözleşmesi çerçevesinde alacağının tahsili talebiyle açtığı davanın kısmen kabul edildiği ve Yargıtay’ca onandığı, ancak mağdur sıfatının ortadan kalkması için alacağı ile faiz ödemesinin yanında enflasyonist ortamda oluşan değer kaybının da karşılanması gerektiği ve sonuç olarak başvurucunun alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödenmesi sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği belirtilmektedir (§§ 74-82). Böylece kararda başvurunun konusu, mahkemece hükmedilen alacağın değer kaybına uğratılarak ödenmesi sebebiyle mülkiyet hakkının ihlali şeklinde özetlenmekte ise de, kararda atıf yapılan önceki ihlal kararlarımızdan farklı olarak, somut olayda derece mahkemelerince hükmedilen ve kesinleşen alacağa ilişkin kararın icrası safhasında gecikilmesi ve bu sebeple alacağın değer kaybına uğratılarak ödenmesi söz konusu olmadığı gibi derece mahkemelerince kabul edilen bir davanın konusu olan miktarın hesaplanmasında mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiası da (Örnek olarak bkz. Ferda Yeşiltepe (GK), B.No: 2014/7621, 25/7/2017) söz konusu değildir. Kararda da belirtildiği üzere başvuru, başvurucunun açtığı davada lehine hükmedilen alacağa faiz uygulanmasının da zararını karşılamaması sebebiyle Borçlar Kanununa göre sonradan açtığı “munzam zararının tazmini davası”nın reddedilmesine ilişkindir (§61). Başvurucunun, munzam zararının tazmini talebiyle başvuruya konu tazminat davasını açtığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanununun “Munzam zarar” başlıklı 105. maddesi ile ilk derece mahkemesince başvuru konusu tazminat davasının reddedildiği tarihte yürürlükte olan ve 818 sayılı Kanunu yürürlükten kaldırmış bulunan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 122. maddesinin birinci fıkralarında, alacaklının uğradığı zararın geçmiş günler faizinden fazla olması hâlinde borçlunun hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe bu zararı da tazmin etmekle yükümlü olduğu hükme bağlanmaktadır. Başvuruya konu munzam zararın tazminine ilişkin davanın öncesinde, başvurucu şirketin bir baraj ve hidroelektrik santrali inşaatı için sözleşme imzalamasına rağmen, yine başvurucunun talebiyle işin tasfiye edilerek sonlandırıldığı, yapılan işlerin masrafları için çıkarılan kesin hesaba başvurucu şirketçe itiraz edilerek açılan davanın kısmen kabulüne ve asıl alacakla buna uygulanan faizin ödenmesine hükmedildiği (§§ 11-18), 2002 yılında yapılan ödemelerin başvurucu tarafından yeterli görülmemesi sebebiyle 2005 yılında açılan ve daha önceki tazminat davası ile birleştirilen tazminat davasının ise“... baraj inşaatının tasfiyesine ilişkin olarak düzenlenen 09.06.1988 tarihli tutanakta tasfiye nedeniyle davacı şirkete (başvurucuya) masraf ve hiçbir tazminat ödenmeyeceğinin ifade edilmiş” olduğu ve bilirkişi raporlarına göre başvurucunun asıl davada hükmedilen alacağa uygulanan (ve karardan dokuz yıl önce alacakla birlikte ödenen) faiz dışında munzam zararının bulunmadığı gerekçesiyle 2011 yılında davanın reddine karar verildiği, bu kararın Yargıtay’ca onanarak ve karar düzeltme talebi reddedilerek kesinleştiği anlaşılmaktadır (§§ 23-29). Başka bir anlatımla, olayda, söz konusu taahhüdünü yerine getiremeyen başvurucu şirketin, kendi talebi üzerine idare ile mutabakat sağlamasına ve söz konusu mutabakatta, sözleşmelerle üstlendiği yükümlülüklerden ve sorumluluklardan kurtulmak maksadıyla hiçbir tazminat ve masraf ödenmemesini kabul etmesine rağmen, o güne kadar yaptığı işlerin masrafları için açtığı alacak davasında hükmedilen alacak miktarına yürütülen faizi yeterli bulmayarak munzam zarar iddiasıyla tazminat talep ettiği görülmektedir. Kabul edilebilirlik ve ihlal sonucuna varılırken, munzam zararın tazmini talebinin, kısmen kabulüne karar verilen alacak davasındaki hükmün devamı niteliğinde değerlendirildiği anlaşılmakta ise de, söz konusu davanın bir alacak davası değil tazminat davası olduğu dikkate alındığında, başvurucunun -yukarıda belirtildiği gibi- inşaat işinin tasfiye edilerek sonlandırılmasını talep ederken sözleşme ile üstlendiği taahhütten ve bunu yerine getirememesinden doğan hukuki sorumluluktan kurtulabilmek için tazminat talep etmeyeceğini taahhüt etmesinin ve sözleşme hukukunun gereği olarak başvurucunun derece mahkemelerince esas alınan tazminat talep etmeyeceğine dair irade beyanının gözardı edilmesinin isabetli olmadığı düşünülmektedir. İlk derece mahkemesinin, öncelikle başvurucunun tazminat talep etmeyeceğini taahhüt etmiş olması ve munzam zararın da bu kapsamda bulunması sebebiyle davalı idarenin bu yöndeki savunmasını yeterli gördüğü ve başvuruya konu tazminat davasını reddettiği anlaşılmaktadır (§ 28). Bilindiği gibi bireysel başvurunun ikincil olma özelliği sebebiyle Anayasa Mahkemesinin görevinin sınırlı olduğu ve hukuk kurallarının yorumlanması ve delillerin değerlendirilmesi bakımından açık bir keyfilik veya bariz bir takdir hatası bulunmadıkça derece mahkemelerinin takdir yetkisine müdahalesinin söz konusu olamayacağı kabul edilmektedir. Bu ilke, kararımızda da tekrarlanmakla birlikte (§ 64), derece mahkemelerinin Borçlar Kanununun ilgili hükümlerinin yorumlanması ve delillerin değerlendirilmesi suretiyle tazminat davasını reddetmesinde açık bir keyfilik veya bariz bir takdir hatası olduğu yönünde bir tespitte de bulunulmadan, başvurucunun şikâyetinin kabul edilebilir olduğu belirtilmektedir. Başka bir ifadeyle, derece mahkemeleri, Borçlar Kanununun munzam zararın giderilmesine ilişkin hükmünün tazminat davasını gerektirdiği, başvurucu şirketin ise inşaat işinin tasfiye edilerek sonlandırılması talebinin idarece kabul edilmesi karşılığında bu tazminat talebinden vazgeçtiğini dikkate alarak davayı reddettiği hâlde, Mahkememiz çoğunluğu -derece mahkemelerinin hukuk kurallarının bu yorumunda ve başvurucu şirketle idare arasında imzalanan tutanağın değerlendirilmesinde açık bir keyfilik veya bariz bir takdir hatası bulunduğunu da belirlemeden- başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasını kabul edilebilir bulmaktadır. Diğer taraftan kararda, ilk derece mahkemesince 2004 yılında “bilirkişi raporunda da başvurucunun alacağının enflasyon karşısında değer kaybetmiş olduğunun açıkça belirtildiği” ifade edilmekle birlikte (§§ 24, 79), aynı mahkemece 2010 yılında alınan sonraki bilirkişi raporunda da davacının (başvurucu şirketin) yaptığı iş nedeniyle hesaplanan alacakları üzerinden kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla munzam zararının ispatlanamadığı belirtilmektedir (§§ 27, 28). İki farklı bilirkişi raporundan hangisinin hükme esas alınması gerektiğine ilişkin takdir yetkisi, delillerin değerlendirilmesi konusunda yetkili olduğu kararda da kabul edilen derece mahkemelerine aittir. Kısaca, yukarıda belirtilen ve kararda da tekrarlanan genel ilkemizle bağdaşmayan mezkûr tespitlere katılmaya imkân bulunmamaktadır. Belirtilen sebeplerle, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia bakımından kabul edilebilirlik ve ihlal sonucuna katılmakla birlikte, derece mahkemesi kararlarının bariz takdir hatası veya açık bir keyfilik içermediği ve mülkiyet hakkına ilişkin olarak başvurucu tarafından ileri sürülen iddiaların açıkça dayanaktan yoksun olduğu anlaşıldığından, başvurunun bu kısmının kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle çoğunluğun kabul edilebilirlik yönündeki kararma katılmıyoruz. Yine yukarıda açıklanan sebeplerle, derece mahkemelerinin “başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği” yönündeki kararını “katı yorum” olarak nitelendiren ve başvurucu şirketin yerine getirmeyi taahhüt ettiği inşaat işinin tamamlanmadan sonlandırılmasını sağlayan tasfiye anlaşmasındaki şartlar ile başvurucunun hangi hukuki sorumluluklardan kurtulmak için tazminat talep etmemeyi kabul ettiğini dikkate almadan “kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu”nu belirten değerlendirmelerde de (§ 81), bu gerekçelerle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin tespitte de isabet olmadığı düşünülmektedir. Bu itibarla, incelenen başvuruda, başvurucu şirketin inşaat sözleşmesi ile üstlendiği yükümlülüklerden ve bunları yerine getirememesi karşılığında ortaya çıkacak sorumluluklardan kurtulmak için tazminat talep etmemeyi kabul ettiği ve yaptığı işler karşılığında tahakkuk eden alacaklarının geç ödenmesine ilişkin temerrüt faizinin dışında bir alacağının da bulunmadığı anlaşıldığından, başvurucunun mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasında kurulması gereken adil dengenin korunduğu, başvurucuya aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklenmediği düşüncesiyle çoğunluğun ihlal kararına da katılmıyoruz. |
08-03-2023, 04:21 | #150 |
|
Idrak caginda olup mahkeme huzurunda ve pedagog gorusmesinde babasiyla gorusmek istemedigini beyan eden cocuk ile baba arasinda kisisel iliski kurulmamasi gerekir. Yargitay 2. HD 2015/7575 Esas Sayili Ilami
|
Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 2 (0 Site Üyesi ve 2 konuk) | |
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Yanıt | Son Mesaj |
Hukuk eğitimi sırasında yapılan sınavların test şeklinde olması ne kadar faydalı? | Özge Özbakır | Hukuk Lisans Eğitimi | 35 | 14-04-2012 11:31 |
Elimizin Altında Olması Gereken Faydalı Hukuk Bilgileri | Admin | Site Hakkında Yazışmalar | 111 | 10-10-2007 20:06 |
olan ve olması gereken açısından hukuk | Av.Denizhan Erbek | Hukuk ve Felsefe | 44 | 29-07-2007 21:14 |
Bazı Faydalı Hukuk Programları | symbazz | Hukuk ve Bilgisayar Yazılımları | 1 | 22-03-2007 06:14 |
Hukuk Ayaklar Altında | Av.Suat Ergin | Hukuk Haberleri | 2 | 07-11-2006 00:04 |
Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir. |