|
Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun] |
24-10-2007, 16:59 | #1 |
|
Rücuan Tazminat Davasında Yürürlükten Kaldırılan Yasa Maddesine Dayanılarak Tazminat
Sayın Meslektaşlarım merhaba. Dava, davacı kurumun, ' Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu'na dayanılarak açılan bir rücuen tazminat davası. Müvekkillerimin dayılarının oğulları olan muris, 1993 yılında bir trafik kazası yapıyor ve kazada kurum sigortalısı ölüyor. Murisin tam kusurlu olduğu belirleniyor. Kurum da ,ölen sigortalısının hak sahiplerine maaş bağlıyor. Aradan 14 yıl geçtikten sonra kurum yetki belgesi ile veraset ilamı alarak, kazayı yapan murisin mirasçıları olan müvekkillere ulaşıyor. ( Dayı oğlu ) 2926 sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanununun, 2003 yılında, 4926 sayılı kanun ile yürürlükten kaldırdığı 47. maddesine dayanarak , mirasçı müvekkillerden rücuen tazminat istiyor. Bu arada görüldüğü gibi 10 yıllık zamanaşımı dolmuş. Ama kurum maaşın tahsis kararından itibaren 10 yıl geçmediğinden bahisle dava zamanında açılmıştır iddiasında. Mülga bir maddeye dayanılarak bugün bir tazminat davası açılabilir mi. ? Zamanaşımı konusunda fikriniz nedir. Saygılarımla.
|
24-10-2007, 21:51 | #2 |
|
T.C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu Esas: 1991/10-549 Karar: 1992/20 Karar Tarihi: 29.01.1992 Özet: Salt halefiyet ilkesine dayalı, gelirlerde meydana gelen artışlardan dolayı kurumca açılan alacak davalarında zamanaşımı başlangıcı hak sahiplerinin işveren aleyhine açacağı davanın zamanaşımı başlangıcı olan olay tarihi olacaktır. Olay tarihi ile, artışlar nedeniyle açılan alacak davası tarihi arasında 10 yıldan fazla bir süre geçmiş olduğundan, usulüne uygun zamanaşımı def'inin kabulü ile davanın zamanaşımı yönünden reddi usul ve yasaya uygundur. (506 S. K. m. 22, 26) (1479 S. K. m. 63) Dava: Taraflar arasındaki "rücuan alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Gaziantep İş Mahkemesince davanın reddine dair verilen 6.6.1990 gün ve 353-363 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 21.2.1991 gün ve 6809-1523 sayılı ilamiyla; (.. Dava, sigortalıya bağlanan gelirde vuku bulan artışa ilişkindir. Her artışın ayrı bir olgu olduğu ve artışın onaylandığı 2.6.1989 tarihinde davanın açıldığı 9.8.1989 tarihine kadar 10 yıllık zamanaşımı geçmediği düşünülerek zamanaşımı def'ini reddiyle davanın esası hakkında karar verilmesi gerekirken olay tarihi ile dava tarihi arasında 10 yıllık zaman aşımı süresinin geçtiğinden sözedilerek davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesi usul ve kanuna aykırıdır..) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Karar: Uyuşmazlık; yasa, kararname ya da katsayı artışı nedeniyle Kurumca bağlanmış gelirlerde meydana gelen artışların peşin değerinin işverenden tahsili için kurumca açılan alacak davalarından zaman aşımının olay tarihinden mi, yoksa gelir artışlarının onay tarihinden mi başlayacağı noktasında toplanmaktadır. Rücu hakkı; başkasına ait bir borcu yerine getiren kişinin mal varlığında meydana gelen kaybı gidermeye yönelen tazminat niteliğinde bir talep hakkıdır. Alacaklıyı tatmin eden kişi, alacaklının hakkından bağımsız kendi şahsında doğan yeni bir hak elde etmektedir. Bunun sonucu olarak da rücu hakkı bu hakka sahip olan kişinin şahsında doğduğu anda muaccel olur. Bu nedenle, rücu hakkı için hakkı doğduğu andan itibaren yeni bir zaman aşımı süresi işlemeye başlar. Halefiyette ise halef olan kişi alacaklıyı tatmin ettiği anda, yeni bir hak elde etmemekte, alacaklıya ait olan hakkı kanundan dolayı olduğu gibi devralmaktadır. Bu nedenle, böyle bir alacak için daha önce zaman aşımı işlemeye başlamış ise, alacak halef olan kişiye intikal etmesine rağmen işlemeye devam eder. Zira, daha önceden muaccel olmuş bir alacağın, halefiyetin doğduğu anda yeniden muaccel olması ve yeni bir zaman aşımının işlemeye başlaması mümkün değildir. Salt halefiyet halleri ile (B.K. 109; T.K. 1301) yasanın rücu hakkı verdiği haller arasındaki (B.K. 69, 147, 496, SSK. 26/II) en önemli fark birincisinden alacaklıya ait bir hakkın intikal etmesi, ikinci halde ise, rücu hakkı sahabinin şahsında yeni bir hakkın doğmasıdır. Halefiyetin temelde bir rücu hakkına dayanmadığı hallerde alacak hakkı daha önceden işlemeye başlayan zaman aşımı ile birlikte intikal eder. İkinci halde ise, rücu hakkı sahibi lehine, alacaklının hakkından bağımsız olan yeni bir hak meydana geldiğinden bu andan itibaren yeni bir zaman aşımı süresi işlemeye başlar. Bu açıklama ışığı altında zaman aşımı başlangıcının belirlenebilmesi için Kurum alacağının rücu hakkına mı, yoksa salt halefiyet ilkesine mi dayandığının saptanmasında zorunlu bulunmaktadır. 506 sayılı SSK.nun 26. maddesi; yasa, kararname ya da katsayı artışı sonucu meydana gelin gelir artışlarının peşin değerleri için kuruma rücu hakkı vermişse zaman aşımı başlangıcı artışların onay tarihi; vermemişse, davanın yasal dayanağı halefiyet ilkesi ve 31.3.1954 tarih 18/11 sayılı İçtihat Birleştirme kararı olacağından, bu takdirde salt halefiyetin sonucu zamanaşımı başlangıcı olay tarihi olacaktır. 506 sayılı Kanunun değişik 26/1. maddesi "iş kazası ve meslek hastalığı, işverenin kastı veya işçilerin sağlığını koruma ve iş güvenliği ile ilgili mevzuat hükümlerine aykırı hareketi veyahut suç sayılabilir bir hareketi sonucu olmuşsa, kurumca sigortalıya veya hak sahibi kimselerine yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarları ile gelir bağlanırsa bu gelirlerin 22. maddede belirtilen tarifeye göre hesaplanacak sermaye değerleri toplamı sigortalı veya hak sahibi kimselerin isteyebilecekleri miktarlarla sınırlı olmak üzere kurumca işverene ödettirilir." Hükmünü içermektedir. Görüldüğü gibi, "yapılan ve ileride yapılması gereken giderler" sözcükleri, iş kazası ya da meslek hastalığı ile, uygun neden-sonuç bağı çerçevesinde, sigortalı için sağlık durumunun gerektirdiği sürce yapılan sağlık yardımları ve maluliyet oranının zaman içinde artması, sürekli kısmi işgörmezlik halinin sürekli tam işgörmezlik haline dönüşmesi, sigortalının yaşamını sürdürebilmek için başka bir kimsenin sürekli bakımına muhtaç duruma düşmesi gibi durumların yol açtığı giderleri amaçlamıştır. Gelirler ise maddede ayrıca düzenlenmiş, "gelir bağlanırsa bu gelirlerin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri toplamı" sözcükleri ile, sigortalıya bağlanan gelirin peşin değeri ile birden fazla hak sahibine gelir bağlanırsa hak sahiplerine bağlanan gelirlerin peşin değerleri toplamı amaçlanmıştır. Maddede "sermaye değeri" sözcükleri yerine çoğul olarak "sermaye değerleri" sözcüklerinin kullanılması, cümlenin devamından da açık biçimde anlaşıldığı gibi birden fazla hak sahibine gelir bağlanması olasılığındandır. Sigortalı ya da hak sahiplerine kesin olarak bağlanan gelirde ekonomik ve sosyal bazı nedenlere dayanılarak sosyal hukuk devleti gereklerinden olan sosyal adalet ve sosyal güvenliği sağlamak amacı ile gelirlerde artırım yapılması ile işverenin eylemleri arasında uygun neden sonuç bağı yoktur. Bu hususta, anılan sözcüğün çoğul kullanılması ile gelir artışlarının amaçlanmadığını göstermektedir. 3395 sayılı Kanunla getirilen "sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktar" sınırı, bağlanan gelirin ilk peşin değeri için getirilmiştir. 1479 Sayılı Bağkur K.nunun "63. maddesi" Kurum, yapılan ve yapılacak yardımların tutarı için üçüncü kişilere ... rücu eder". Hükmünü getirmiş, gelirler hakkında 26. maddeye koşut bir düzenleme yapmamış olduğundan, 3396 sayılı K.nunla yapılan değişiklikle, Bağ-Kur tarafından bağlanan gelirlerin ilk peşin değerinin istenebileceği esası öngörülmüştür. 506 sayılı K.nun 26. maddesi, gelir bağlanırsa sadece gelirin peşin değerinin istenebileceği şeklinde düzenlenmiş, gelir artışlarını kapsar biçimde bir anlatıma yer verilmemiş olduğundan 3395 sayılı K.nunla yapılan değişiklik sırasında, 1479 sayılı K.nun 63. maddesine koşut bir değişiklik yapılmamış olması doğaldır. Daha güçsüz olan Bağkur'a gelir artışları nedeni ile rücu hakkı verilmezken, yasa koyucunun SSK.na artışlar için rücu hakkı verdiği söylenemez. 26. maddenin işveren ve üçüncü kişilere, 63. maddenin ise sadece 3. kişilere karşı rücu hakkı vermiş olması da yasa koyucunun kurumlar hakkında farklı düzenleme yapması için geçerli bir gerekçe kabul olunamaz. Gelirlerde meydana gelen artışların tahsili için açılan alacak davaları nedeniyle 506 sayılı K.nun 26. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine gidilmiş, Anayasa Mahkemesinin 18.3.1976 gün ve 198/18, yine 20.12.1983 gün 47/17 sayılı kararları ile gelir artışlarının 26. maddede yazılı" ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderler" kapsamı dışında kaldığı ve bu nedenle maddenin Anayasaya aykırı olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesinin yorum ve kararlarında yazılı gerekçeler bağlayıcı olmamakla beraber anılan kararlardaki yorum ve gerekçelerle verilen sonucu doğrulamaktadır. Anayasa Mahkemesinin 2.5.1991 tarih 28/11 sayılı kararı, gelirin ilk peşin değerinin dava edilmesi nedeniyle 26. maddenin iptali için dava hakkında olduğundan, bu son kararda 26. maddenin gelir artışları konusunda kuruma rücu hakkı verip vermediği tartışılmamıştır. 26. madde; gelirlerde meydana gelen artışlar konusunda yukarıda açıklandığı gibi kuruma rücu hakkı vermediğinden hak sahiplerinin işverenden isteyebilecekleri tazminat miktarı ile ilk bağlanan gelirlerin peşin değeri arasında kalan karşılanmamış zararı işverenden istemek hakkı hak sahiplerine aittir. Bu nedenle hak sahiplerinin, karşılanmamış zararlarını dava yolu ile işverenden tahsil ettikten sonra kurumun gelir artışlarını işveren ya da hak sahiplerinden istemek hakkı yoktur. Karşılanmamış zararları hakkında hak sahiplerinin dava açmaması, ya da açtıkları dava sonunda karşılanmamış zararlarının bir kesimi hakkında karar verilmesi ve hak sahipleri tarafından işverenden istenebilecek karşılanmamış bir miktar zararın kalması veya hak sahipleri davasında karşılanmamış zarar saptanırken artışların peşin değerinin de mahsup edilmiş olması halinde, Kurum hak sahiplerinin yerine geçerek, hak sahiplerinin halefi sıfatı ile artışların peşin değerini, işverenin durumunu ağırlaştırmadan, tavanla sınırlı olmak üzere salt halefiyet ilkesine ve 31.3.1954 tarih ve 18/11 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında vurgulanan (kurum, sigortalıya ödediği tazminat nisbetinde, sigortalının yerine geçer ve onun kanuni halefi olur.") ilkesine göre ister. Kurumun gelirlerdeki artışlarla ilgili açtığı dava salt halefiyet ilkesine dayandığından, giderek 26. madde bu konuda rücu hakkı vermediğinden, artışların onay tarihinde kurumun şahsında yeni bir hak doğmamakta, hak sahiplerinin isteyebileceği alacak hakkı (karşılanmamış zararla sınırlı olmak üzere) işlemeye başlayan zaman aşımı ile birlikte kuruma intikal etmektedir. Bu nedenle salt halefiyet ilkesine dayalı, gelirlerde meydana gelen artışlardan dolayı kurumca açılan alacak davalarında zamanaşımı başlangıcı hak sahiplerinin işveren aleyhine açacağı davanın zamanaşımı başlangıcı olan olay tarihi olacaktır. Olay tarihi ile, artışlar nedeniyle açılan alacak davası tarihi arasında 10 yıldan fazla bir süre geçmiş olduğundan, usulüne uygun zamanaşımı def'inin kabulü ile davanın zamanaşımı yönünden reddi usul ve yasaya uygundur. Bu nedenle Direnme kararı onanmalıdır. Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, 2868 sayılı Yasanın 2. maddesinin C. bendi gereğince harç alınmamasına, ilk görüşmede çoğunluk sağlanamadığı için, 29.1.1992 günü yapılan ikinci görüşme de oyçokluğu ile karar verildi. KARŞI OY YAZISI Sigortalı Bektaş Boydak, davalıların işyerinde, 2.5.1978 tarihinde bir iş kazasına maruz kalarak meslekte kazanma gücünü % 35,2 oranında kaybetmiş bulunduğundan, kendisine işkazası sigortası kolundan gelir bağlandığı ve Gaziantep İş Mahkemesinin 1979/46-120 sayılı kararlarıyla, gelirlerin bir bölümünün, Sosyal Sigortalar Kurumu yararına işveren İsa'dan tahsil edildiği, sonradan yürürlüğe giren Kanun, Kararname ve Katsayı artışları nedeniyle oluşan gelir artışlarınında, işveren İsa ile Yusuf Çınar mirasçılarından aynı Mahkemenin 1985/316-302 sayılı dosyasında istenildiği ve hükmen alındığı, en son yürürlüğe giren Kanun, Kararname ve Katsayı artışı nedeniyle sigortalının gelirinde 7.103.003 TL. artış olduğu, kusur ve tavanla sınırlı olarak bu meblağın 1.054.256 Tl.lik kısmının 506 sayılı Kanunun m.26 uyarınca davalılardan, bu kere anılan mahkemenin 1989/353-363 numaralı dosyasında istenildiği ve bu davanın yargılama sırasında davalılar zamanaşımı definde bulunduklarından, mahkemenin işkazasının gerçekleştiğini kabul ederek, davayı zamanaşımı nedeniyle reddettiği ve bu kararın, davacı Kurum vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 21.2.1991 T. ve 6809/1523 sayılı kararıyla "dava sigortalıya bağlanan gelirde vuku bulan artışa ilişkindir. Her artışın ayrı bir olgu olduğu ve artışın onaylandığı 2.6.1989 tarihinden davanın açıldığı 9.8.1989 tarihine kadar 10 yıllık zamanaşımı geçmediği düşünülerek, zamanaşımı süresinin geçtiğinden sözedilerek davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesi, usul ve kanuna aykırı" görülerek bozulup, dosyanın mahalline geri çevrilmesi üzerine, yerel mahkeme kararında direnmiş ve direnme kararı dahi davacı Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından temyiz edilmekle, Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sonunda, direnme kararı, sayın çoğunluk tarafından onanmıştır. Direnme kararının aşağıdaki nedenlerle bozulması gerektiği için, sayın çoğunluğun onama kararına karşıyım. Şöyle ki : 1 - Davanın yasal dayanağı:Uyuşmazlık, işkazası sigortası kolundan sigortalılara bağlanmış gelirlerin, Kanun, Kararname ya da katsayı artışı nedeniyle artırılması halinde, bu artışların peşin değerlerinin, Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından işverenlerden istenip istenemeyeceği, istenebilecekse, böyle bir davanın yasal dayanağının ne olduğu, hangi tür zamanaşımının hangi tarihten başlayacağı, giderek Kanun, Kararname ve Katsayı artışı nedeniyle bağlanan gelirler ile işkazası ve işverenin eylemleri arasında, uygun neden sonuç bağı bulunup bulunmadığı ve 26. maddedeki gelir gider sözcüklerinin anlam ve kapsamı, konularında yoğunlaşmaktadır. Davanın yasal dayanağı, 506 sayılı K. m.26/1' dir. Bu maddede yazıldığı gibi, işverenin işçi sağlığını koruma ve işgüvenliği mevzuatı hükümlere aykırı hareketi yüzünden sakatlanan sigortalıya, gelir bağlanmıştır. Bu yön tartışma konusu değildir. Çünkü, önceki davalarla, işverenin mevzuat hükümlerine aykırı davrandığı, işçi ile işveren arasında hizmet akti ilişkisi bulunduğundan hizmet akti koşullarına aykırı davranıldığı ve bu nedenlerle sigortalının hak sahiplerine gelir bağlandığı yönleri, kesin hüküm haline gelmiştir. Ne var ki, m.26/1'deki "... haksahibi kimselere yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarları ile gelir bağlanırsa bu gelirlerin m.22'de belirtilen tarifeye göre hesaplanacak sermaye değerleri toplamı ..." sözcükleri çevresinde, gelirlerde artış gerçekleştirildiğinden, haksahiplerinin gelirlerinde yapılan artışlar içinde, işbu rücu davası açılmış bulunmaktadır. Bir iş kazası nedeniyle sakat kalanların, yaşamlarına elverişli bir gelire işkazaları sigortası kolundan kavuşturulmaları sosyal güvenlik düşüncesinin gereğidir. Bu hukuk dalının kurallarını, klasik Borçlar Hukuku Kuralları ışığında yorumlamak olanaksızdır. Bu nedenle, Kurumun işkazası gelirini, sigortalının kazanç kayıplarını karşılar hale getirmesi, gayet doğal ve yasaya uygun bir işlemdir. Bu gelirlerin artışlarının işverenden geri alınmasına ise, 26/1 madde, bir özel hüküm olarak, cevaz vermektedir. 26. maddenin birinci fıkrası aşagıya aynen aktarılmıştır; "Madde 26/1: İşkazası veya meslek hastalığı, işverenin kasdı veya işçilerin sağlığını koruma ve iş güvenliği ile ilgili mevzuat hükümlerine aykırı hareketi veyahut suç sayılır bir eylemi sonucunda olmuşsa, Kurumca sigortalıya veya haksahibi kimselerden yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarı ile, gelir bağlanırsa bu gelirlerin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri toplamı işverenden alınır."... Bu maddenin amacı, 23.4.1972 T. ve 2/28 sayılı Anayasa Mahkemesi kararında, Sosyal Güvenlik Hukukunun gereklerine uygun olarak şu şekilde ifade edilmiş ve diğer kararlarda da bu ilkelere atıf yapılarak aynen benimsenmiştir. Bu gerekçe aynen aşağıya alınmıştır:"... Özel hukuk sigortalarında, sigorta sözleşmesi ile karşılanmak istenen zarar gerçekleştiğinde, sigortadan yararlanan kişiye, sigorta karşılığınıödemiş bulunan sigortacının, zarardan sorumlu olan kişiye karşı, zarara uğrayanın yerine geçerek, sigorta karşılığını tazmin ettirmek için açacağı davada, ancak tazmin etmiş olduğu gerçek zararı isteyebilmesi kabul edilmiş iken, Sosyal Sigortalar Kurumunun böyle bir durumda gerçek zararı aşkın olan bir alacağı, başka deyimle Kurumun sigortalılara bağladığı gelirin sermaye değerini, zarardan sorumlu olan kişiden isteme yetkisiyle donatılmış ve böylelikle Kurum yararına bir ayrıcalık tanınmış bulunduğu ..... bağlanan gelirde yasa ile yapılan değişiklikler dolayısıyla büyük artmalar olması gibi durumlar, Sosyal Sigortalar Kurumunu aldığı primleri ve sermaye değeri biçimindeki tazminatı çok aşan ödemeler yapmak zorunda bırakılabilir..... Özel hukuk sigortası ile uğraşan kişiler kazanç sağlamak üzereçalışırlar. Her yerde olduğu gibi ülkemizde de bunların çalışmaları ve özellikle yapacakları sigorta sözleşmelerinin koşulları, birçok kamu hukuku kurulları ile sınırlandırılmıştır. Kendileri bütün bunları bilerek çalışırlar ve durumunu kendi kazançları için elverişli bulmazlarsa çalışmaları bırakırlar; oysa Sosyal Sigortalar Kurumu Devletin çıkardığı yasalarla yükseldiği toplumsal sigorta işlevini yürütmekle ödevli bir örgüttür ve çalışmaları özel sigortalarda olduğu gibi belli çevreleri değil, Türk Toplumunun içinde günden güne genişleyen işçi topluluğu ile işverenleri ilgilendirir. Bu kurumun yasal görevlerini yerine getirip getirmemesi ise, yetkili organlarının isteğine bağlı değildir, üstelik Kurum hiçbir zaman kazanç sağlama ve bunu belli kişilere dağıtma ereğini güdemez....... Kurum, hem Anayasa'nın 48 nci maddesini bütün yurttaşlar yararına Devlete yüklediği toplumsal güvenlik hakkını sağlama ödevini yurttaşlardan bir bölüğü bakımından yerine getirmek üzere, hem de Anayasa'nın 42 nci maddesinin ikinci fıkrasındaki (Devlet, çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kararlılık içinde gelişmesi için, sosyal, iktisadi ve mali tedbirlerle çalışanları korur ve destekler.) kuralı ile Devlete çalışanlar yararına yüklenen ödevlerin gereklerinden bir bölümünü gerçekleştirmek üzere kurulmuş bir örgüt niteliğini göstermektedir... Özel hukuka bağlı bir sigorta Kurumu ile Sosyal Sigortalar Kurumu, Anayasal açıdan hiçbir zaman eşit durumda birer kuruluş değildirler; bundan ötürü eşit kurallara bağlı tutulmaları gerekmez.... .... 26 ncı maddenin birinci fıkrası gereğince, Sosyal Sigortalar Kurumunun zarar sorumlusu işverenden, haksahiplerine bağladığı gelirin sermaye değerini istiyebilmesi için, zararın işverenin kasti yüzünden ya da işçi sağlığı ve işgüvenliği kurallarına uymamış veya bir suç işlemiş olması sonucunda doğması koşulu aranmaktadır. İşveren bu türlü davranışlardan kaçınmak yoluyla, ağır geliyorsa, sigortaca bağlanacak gelirin sermaye değerini ödemekten kendisini kurtarabilir; çünkü kendisine iradesi dışında ortaya çıkan bir zararın sorumu yükletilmekte değildir. Kaldı ki, toplumsal düşüncelerle bu türlü sorumluluklar dahi öngörülebilir..... ..... Tartışma konusu kuralda işvereni işçi sağlığını ve güvenliğini titizlikle korunma durumunda bırakarak işçilerin ödemelerini veya sağlıklarına zarar gelmesini önleyici bir tedbir niteliğinde vardır. Böyle bir tedbirin ise, Anayasa'nın 14 ncü maddesinin ilk fıkrasındaki (Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını geliştirme haklarına ve kişi hürriyetine sahiptir.) 10 ncu maddesinin ikinci fıkrasındaki (Devlet ..... insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar.) kuralları ile 49 ncu maddesinin birinci fıkrasındaki (Devlet herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yasaya bilmesini..... sağlamakla ödevlidir.)kuralının dayandığı temel ilkenin, başka deyimle kişinin canının ve sağlığının Devletçe her türlü zarardan korunması ilkesinin gereği bulunduğu açıkça görülmektedir. Gerçekten; bütün devletlerin ilk görevi kişilerin canlarını, sağlıklarını özellikle başka kişiler yüzünden doğacak her tehlikeden korumaktır. Devletler, bu ödevlerini hukuk alanında ceza veya tazminat gibi yaptırımlar öngörerek yerine getirmektedirler ..... ...... İşin özüne bakılırsa, hukukça korunması gerekli en büyük değerin, insan canı, insan sağlığı olduğu konusunda görüş birliği vardır. Anayasa'nın az önce anılan 14. 10 ve 49 ncu maddelerindeki kurallara destek olan temel ilke dahi bu düşünceye dayanır. Hukuk kurallarının gerek konuşlarında gerekse yorumlarında insan canı ve sağlığını en yüksek ve en önemli değer olduğu yolundaki bu temel ilkenin gözönünde tutulması zorunludur. İmdi, tartışma konusu kural işçilerin canının ve sağlığının etkili biçimde korunması fgereğini dahi gerçekleştirmeye elverişli olması açısından Anayasa'nın az önce anılan ilkelerin doğrultusunda bulunmaktadır. ...... Bir takım işverenlerin ceza yaptırımları karşısında yeterince uyanık davranmayıp işçi sağlığı ve işgüvenliğine ilişkin ilk tedbirleri bile savsadıkları. İdarece yapılan denetimlerin dahi bu konusu etkili olmadığı gözönünde tutulunca, böyle bir kuralın haklılığı daha güzel belirmektedir.... Gerçekten, tartışma konusu kural, işveren üzerinde etkili olur ve işveren titizlikle gerekli tedbirleri alır da işçiler bu tedbirleri sonucunda ölümden hastalık veya sakatlıktan korunmuş olurlarsa, sağ veya sağlam kalan bu kişilerden toplum büyük yararlar sağlar; tartışna konusu kural, işveren üzerinde etkisiz kalırda, bunun sonucunda işçi ölür, hastalanır ya da sakatlanırsa, o zaman, Sosyal Sigortalar Kurumu haksahiplerine gelir bağlayıp, uğradığı zarardan çok bir parayı işverenden alarak, alçalı gücünü korumuş ve böylece sigortalıdan yararlananlar topluluğuna karşı olan borçlarını, eksizsizce ve kolayca yerine getirip, işçilere yeterince yararı dokunmuş olur ve toplumsal dengeyi böylece sağlamış bulunur...... Burada bir yandan, kasıtlıl olarak işçiyi zarara sokmuş veya ağır kusuru ile zarara yolaçmış bir işverenin yararı, öte yandan da işverenin kasıtlı davranışını veya ağır kusurunun sonucuna katlanması durumunda bulunan işçi topluluğunun ve onların arkasında Sosyal Sigortalar Kurumunun yararı söz konusudur. Anayasa'nın az önce anılan 2, 42 ve 48. maddeleri kurulları, böyle bir durumda işçilerin ve onların koruyucusu bulunan Sosyal Sigortalar Kurumunun yararının üstün tutulmasını gerekli kılmaktadır. Yukarıdaki a, b, c, bentlerinde açıklanan nedenlerden ötürü itiraz konusu kuralda Anayasa'nın 12 ya da 2. maddelerine aykırılık yoktur, itiraz reddolunmalıdır; çünkü Anayasa'nın 12. maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesi ancak birbirine benzeyen durumlarda ya da kurallardaki ayrılığı haklı kılan bir gerekçe bulunmayan hallerde çiğnenmiş olabileceği gibi yasaların genelliği ve dolayısıyla da Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk ilkesine dayanılması ise yalnızca benzer yararların düzenlenmesinde söz konusu edilebilir.... hiç kimse kendi kastı veya kusuru ile başkasının ölmesi, hasta yahut sakat olması sonucunda doğan zararlara karşı sigorta yoluna başvurarak kendisini bu tür zararlardan dolayı tazminat ödeme sorumu dışında tutamaz. Böyle bir tutum toplumsal sigorta ilişkisinin felsefesine aykırı düşer.... " Hemen ekleyelim ki, 26/1 maddenin konuluş amacına ilişkin bu çok isabetli ve sosyal güvenlik ilkelerine uygun teşhisler, büyük hukukçu rahmetli Dr. Recai Seçkin'in üslup ve kalemiyle anılan kararda yer alımış bulunmaktadır. 26/1. maddenin, bu amaç paralelinde ve amaçtan hiç bir sapma gösterilmeksizin yorumlanması gereklidir ve ancak böyle bir yorum tarzı, gerçeğin bulunmasına ve yakalanmasına yardımcı olabilir ve doğru hukuksal sonuçlara ulaşılmasını sağlayabilir. Bu amaç, karşısında, öncelikle, 26. maddenin gelir artışlarını kapsamadığını önermek olanaksızdır. Öte yandan, maddenin lafzına ve ruhunada aykırıdır. Gerçekten maddedeki, "... yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarı ile, gelir bağlanırsa bu gelirlerin..... sermaye değerleri toplamı..." gayet kapsamlıdır. Özellikle, "gelirler", " bu gelirlerin.... sermaye değerleri" ve "toplamı" sözcükleri çoğul sözcükler olup, çeşitli zamanlarda bağlanan tüm gelirleri ve artış nedeniyle bağlanan gelirleri kapsar. Bir defa, bu madde, hem sigortalıyı, hem hak sahiplerini içermektedir. Hak sahibi birden çok ise, bunlara bağlanan gelirler, kuşkusuz fıkra kapsamına girecek idiyse de, sigortalının ya da hak sahibinin tek kişi olması halinde bunlara, çeşitli nedenlerle ve çeşitli zamanlarda bağlanan gelirlerin, "gelirler", "sermaye değerleri" "toplamı" tabirlerinin kapsamında saymanın, hiçbir lojik ve dilbilimi kurallarına uygun gerekçesi düşünülemez. Herhangi bir özel Kanun, Kararname, ya da yasal Katsayı artışı, bağlanan gelirlerin artırılmasını gerektiriyorsa ve bu nedenle gelir artırılmışsa, bu işlemin sigortalıya veya hak sahibine artırılmış olarak "gelir bağlama" anlamındabulunduğu kuşkusuzdur. Ve fıkra bu gelirlerin peşin değeri toplamına dahil edilmesini ve bunun işverene ödettirilmesini öngörmüştür. Bu yön 26/1 metninden açıkça anlaşılmaktadır. Tevile elverişli değildir. Metin sarihtir. Öte yandan, gelirin, yasa, kararname ve katsayı ile artırılması olgusuyla, işverenin eylemi ve işkazası arasında, uygun neden sonuç bağı bulunmadığını düşünmekte yasaya aykırıdır. İşverenin eylemleri olmasaydı, işkazası olmayacaktır. İş kazası olmasaydı, sigortalı meslekte kazanma gücü kaybetmeyecekti ve bu olgu gerçekleşmeseydi, sigortalıya ya da sigortalıların ölmesi halinde haksahiplerine, o sigorta kolundan gelir bağlanmayacaktı. Gelir bağlanmasaydı bu gelirlerin zaman içinde artırılması gerekmeyecekti. Görülüyor ki, gelirlerin artırılması, açıkça işverenin eylemleri ve işkazası sonucudur. Arada uygun nedensonuç bağı tam anlamıyla mevcuttur. Diyelim ki, işkazası ve meslek hastalığı sigortasının amacı, sigortalının gerçekleşen gelir kayıplarını sosyal güvenlik ilkeleri çevresinde karşılamak, sigortalının gelir kaybı şeklinde uğradığı riskin etkilerini gidermektir. Sigortalı tüm yaşam süresi içerisinde meslekte kazanma gücünü yitirmiştir. Bu süredeki kayıplarının giderilmesi esastır. Zamana yayılan kayıpların giderilmesi, sosyo-ekonomik koşullara göre gelir artışı şeklinde ayarlamaları gerektiriyorsa, bunu yapmak sosyal güvenlik Kurumuna yasayla verilen görevin sonucudur. Bu ayarlamalar yapılmışsa, bunlarla işverenin eylemleri ve işkazası arasında illiyet bağı olmadığını önermek, maddeninamacına, yasaya, sisteme, olaylara ve tüm sosyal güvenlik ilkelerine aykırıdır. Meslekte kazanma gücü kaybının, azalması, başkasının sürekli bakımına muhtaç duruma düşülmesi gibi haller, esasen 26. maddenin kapsamı dışındadır. 506 sayılı Kanunun öteki maddelerinde öngörülmüştür. Ne var ki, bu gibi nedenlerle dahi gelirlerde artış olursa, bu nedenle yeniden bağlanan ve ayarlanan gelirler dahi 26/1. madde kapsamına girer. Şu var ki, açıklanan durumlar, Kanun, Kararname ve Katsayı artışı nedeniyle gerçekleşen gelir artışlarının 26/1. madde kapsamı dışında bırakıldığı anlamına gelmez. Madde, işkazası ve meslek hastalığı nedeniyle yapılan her türlü giderler ve bağlanan her türlü gelirleri kapsamaktadır. Maddedeki "her türlü" sözcüğü, giderede, glire de şamil bulunmaktadır. Maddedeki "her türlü", "gelirler", "sermaye değerleri", "toplamı" kelimeleri, Kanun, Kararname ve Katsayı nedeniyle artırılan gelirleri kapsamasaydı, fıkranın hemen alt cümlesinde ".... Sigortalı veya haksahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarlarla sınırlı olmak üzere..." sözcüklerine yer verilmez, diğer bir deyimle tavan sınırlamasından bahsedilemezdi. Böylece yasakoyucu tavan sınırına kadar, her türlü gelir artışının rücuan tahsilini mümkün kılmıştır. Nitekim, Yargıtay 9 ve 10. Hukuk Daireleri ve Hukuk Genel Kurulunun yıllar yılı uygulaması bu yoldaydı ve bu içtihat yoğunluğu Kanunun gerekçesinde de açıkça ifade edildiği üzere, yasakoyucuyu etkiledi ve 3395 sayılı Kanunla tavan sınırı 26/1 maddeye aynen monte edildi. Öte yandan, Yasakoyucunun, düzenlemeyi bu şekilde yapması zorunluydu. Çünkü, Kurumun gelir bağladığı oranda, tazmin sorumlusu işveren ödeme yükümünden kurtulmaktadır. Bu durum, Kurumun peşinen ödediklerini işverenden geri alabilmesini gerektirir. Haleflik kuralının gereği budur. Aksi halde işveren sorumluluktan kurtulur. Kendi fiilinin kötü sonuçlarına katlanamamış olurdu. Sayın çoğunluğun, tavanın, ilk kez bağlanan gelirlere münhasır olduğunu önermesi, gerçeğe, tüm uygulamalara ve yukardan beri sıralanan gerekçelere ters düşmektedir. Kaldı ki, 3395 sayılı Kanun, artışların rücuen tahsilini caiz görürken, gayet bilinçli davranan yasa koyucu, aynı tarihte yürürlüğe giren 3396 sayılı Kanunla, Bağ-Kur'da 63.maddeyi değiştirdi ve artışların rücuan alınmasını engelledi. Şayet çoğunluğun düşüncesine sahip olsaydı, 506 sayılı Kanun m.26/1 de de,gelir artışlarının rücuen alınmasını engellerdi. Bu düzenleme farkı, Sosyal Sigortalar alanında işverenin, Bağ-Kur'da 3. kişilerin söz konusu olması ve statülerinden kaynaklanmaktadır. Kurumların gücüyle konunun ilgisi yoktur. Burada ağırlıklı yön, işverenin önlem alma yükümünü kavi sorumluluk kurallarına bağlamaktır. İşçilerin sağlığını, canını korumaktır. İşverenin otoritesi altında çalışan sigortalıları güçlü işverene karşı kollamaktır. Sosyal Sigortalar Kurumunu güçlendirir, sigortalılar topluluğuna karşı daha iyi görev yapmasını sağlamaktır. Bu farklı pozisyon, değişik düzenlemeyi geçerli ve zorunlu kılmakta olup, sayın çoğunluğun, bu gerçeği gözardı etmesi, şaşırtıcıdır. Bütün bu nedenlerle, Kanun, Kararname ve Katsayı artışları sebebiyle gelirlerde meydana gelen artışların peşin sermaye değeri, tavanla sınırlı olarak, özel bir Kanun olan 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesine dayanılarak, işverenden istenebilir. Burada, temelinde rücu hakkı bulunan ve yasanın çizdiği sınırla kayıtlı ve yasadan doğan, sui generis-kendine özgü bir halefiyet hali mevcuttur. Diğer bir deyimle, Sosyal Sigortalar Kurumu işçiye bağladığı veya artırdığı gelir ölçüsünde sigortalının haklarına halef olmakta ve bunları asıl sorumlu işverenden Kanunun verdiği cevazla isteyebilmektedir. Bu halefiyet, sigortalının aslında işverenin tazminle sorumlu olduğu kazanç kayıplarını giderdiği tarihlerde gerçekleşmektedir. Sosyal Sigortalar Kurumu, bir kamu hükmi şahsiyetidir. Ajanları marifetiyle iş görür. Gelir bağlamanın evrakı müsbitesi oluşacak, yasal dayanağı, belirlenecek ve bağlanacak gelir saptanacak, yetkili organca onaylanacaktır ki sigortalının zararı, o tarihten itibaren Kurumca giderilmeye başlanmış olur ve o tarihten itibaren Kurum sigortalının haklarına halef olarak işverenden rücuan ödediklerini isteyebilir. Olay tarihi, Sosyal Sigortalar Kurumunu otomatikman halef yapmaz. İşçi o tarihte işverenden bir hak isteyebilir. Fakat Kurum isteyemez. Bu nedenle, sigortalı işçinin hakkından bağımsız olarak, Kurum ancak görevini yaptığında, işverenden rücuan bir talepte bulunabilir. İşte o zaman, Kurumun, sigortalının işverenden isteyeceği haktan bağımsız olarak, talep hakkı doğar. Bu nedenledir ki, Kurumun hakkı, temelinde rücu hakkı bulunan, yasal prosedür gerçekleştiğinde doğan, Kanuni bir halefiyete dayanan, bir rücu hakkıdır. O halde, davanın yasal dayanağı tümüyle 506 sayılı Kanun m.26/1 dayanan Kanuni ve suigeneris haleflik ilkesine bağlı bir rücu hakkıdır. Çoğunluğun kararında yer alan, "ilk gelire bağlı davanın yasal dayanağı 26/1 maddedir. Şayet artık tavan kalmışsa, gelir artışının bu tavanla sınırlı tahsili için dava açılabilir, ise de onun dayanağı 31.3.1954 T.ve 18/11 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararıdır ve salt haleflik ilkesi uygulanır" görüşü, çelişkili ve ikirciklidir. Yasakoyucunun, rücu hakkının bir kesimi için farklı, öteki kesimi için farklı, yasal dayanak öngörmesi, hem lojik değildir, hem de anlamsızdır. Bu çelişki, sayın çoğunluğun, olayları ve kuralları zorlamasından kaynaklanan sun'i bir ayırımdır. 2 - Zamanaşımı konusu : Davada zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği meselesine gelince, burada ilk yapılacak iş, davanın hangi zamanaşımına tabi olduğunu belirlemektir. 506 sayılı Kanunda 26/1 maddeye dayanan rücu alacaklarının, hangi zamanaşımına tabi olacağı, süresi ve başlangıç tarihi konusunda özel bir hüküm yoktur. Bu boşluk uygulamada, 31.3.1954 T. ve 18/11 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile doldurulmuştur. Bu karar, mülga 4772 sayılı Kanun zamanında verilmiş olmakla birlikte, içerdiği ilkeler ve özellikle işçiyle işveren arasındaki hizmet aktini ve işçinin işverenin hizmet aktine aykırı davranışı nedeniyle kazaya uğramasını vurgulaması bakımından, 506 sayılı Kanun m.26/1'e dayanan davalarda da zamanaşımı açısından geçerliliğini korumaktadır. Bu kararda, bu tür rücu davalarında, sigortalının işverene karşı, işverenin hizmet aktine aykırı davranışındn dolayı açabileceği süresinin uygulanacağı belirtilmiştir. Yani 26/1'e dayanan rücu davaları 10 yıllık akti zamanaşımı süresini tabi olacaktır. Akti zamanaşımı Borçlar Kanununun m.128 gereğince "alacağın muaccel olacağı" tarihten başlayacağından gelirlerin onay, giderlerin yapıldığı tarihte de rücu alacağı muaccel olacağı için, m.26/1'e dayanan davalarda zamanaşımı, gelirlerin onayı, giderlerin sarfı tarihinde başlamış olacaktır. Zira işkazası nedeniyle aylık bağlandığı anda sigortalı veya sigortalının hak sahipleri, olay nedeniyle uğradıkları zararın bir kısmını veya tamamını, sigortadan almış olacaklardır ve bu miktar haksahiplerinin işveren aleyhine açacakları tazminat davasından düşülecektir. m.26/1'e dayanan Kanun ve Kararnameler gereği gelir artışlarına ilişkin rücu davalarında da alacak, artışın onayı tarihinde doğruluğu ve muaccel olduğu için, zamanaşımı da muacceliyet tarihinden başlayacaktır. Daire kararında her artışın ayrı bir olgu teşkil ettiğinden sözedilmesi, işkazası sonucu, sigortalı sakatlanıpta, kendisine gelir bağlanmasaydı, Kanun, Kararname ve Katsayı yükseltilmesi nedeniyle, gelir artırılmayacaktı, bu illiyet bağı çerçevesinde, gelirin artırılması gerekmiştir, bu illiyet yeni bir gider olgusuna, gelir artırma olgusuna yol açmıştır... konusunu vurgulamak içindir. Gelir artışı, onay işlemiyle yapılabilir ve ödenebilir. İşte o tarihten itibaren de muaccel olmakta ve rücuan istenebilir hale dönüşmektedir. O ayda, gelir artışının onay tarihi ile, bu artışa ilişkin davanın açılış tarihi arasında 10 yıllık akdi zamanaşımı süresi dolmadığından, zamanaşımı defi, varit değildir. Reddiyle, işin esasına girilip, tavan incelemesi yapılarak, sonucuna göre karar verilmesi gerekirdi. Borçlar Kanununun m.128'e aykırı biçimde, davada tatbik yeri bulunmayan Borçlar Kanununun m.60 daki olay tarihinin zamanaşımına başlangıç alınması isabetsizdir. Sayın çoğunluğun, işbu fiili ve hukuki gerçekleri gözönünde tutmayan onama kararına, açıklanan nedenlerle karşıyım. Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programları ************************************** |
Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk) | |
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Yanıt | Son Mesaj |
466 s yasa(haksız yakalama ve tutuklama )uyarınca madii manevi tazminat dav. da | azyat35 | Meslektaşların Soruları | 6 | 10-10-2012 22:52 |
tazminat davasında adli yardım | THE HERO | Meslektaşların Soruları | 0 | 13-07-2007 14:41 |
tazminat davasında usulü prosedür | av.ersen | Meslektaşların Soruları | 2 | 08-06-2007 11:01 |
İşkence davasında tazminat | Av.Ayşe | Hukuk Haberleri | 0 | 22-09-2006 12:25 |
Tazminat Davasında Islah | Nusret | Meslektaşların Soruları | 4 | 16-10-2002 02:12 |
Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir. |