11-02-2007, 13:06 | #1 |
|
Anayasanın Geçerlilik Ölçütü ve Anayasa Yapımına İlişkin Görüşler
Sizinle bu konuda bir makalemi paylaşmak ve tartışmaya açmak istiyorum.
ANAYASANIN GEÇERLİLİK ÖLÇÜTÜ VE ANAYASA YAPIMINA İLİŞKİN GÖRÜŞLER
Anayasal demokrasilerde hukuki geçerlilik ölçütü anayasadır. Ama anayasanın geçerliliğini nereden aldığı sorunu çözümlenememiştir. Bu sorunun çözümlenememesi aslında anayasanın geçerliliğini sağlayan bir olgu veya kuralın olmamasından kaynaklanmamaktadır. Bulunamayan yanıt hukuk düzeni içinden bulup gösterilemeyen geçerlilik ölçütüdür. Aslında bu da hukuku bağımsız algılayıp algılamamakla ilgilidir. Hukukun bağımlı veya bağımsız olup olmadığını belirlemek için tarihsel bakışa gerek duyuyorum. Kurumsal toplumsal yaşam var olduğundan beri hukuk kuralları da var olmuştur. Eski zamanda hem ceza hukuku gibi bir kamu hukuku alanında hem de borçlar hukuku gibi özel hukuk alanında kuralların olduğunu, uygulandığınıbiliyoruz. Sonuçta her örgütlü toplumda hukuk kuralları olmuş ve uygulanmıştır. Bu kuralları kim veya ne belirlemiştir? Bir yandan hakanlar, krallar kurallar koyarken diğer yandan halkın yaşamından, uygulamasından örf-adet hukuku oluşmuştur. Örf-adet bugün oldukça geri planda bir hukuk kaynağıdır. Ama eski zamanlarda bazı konularda hakanlar dahi örf-adete aykırı kural koyamamıştır. Hukuk örf-adet hukukundan ibaret olsaydı hukukun bağımlı olduğunu kolaylıkla söylerdik çünkü halkın uygulamasını ekonomik ve diğer altyapı koşulları belirler, etkiler. Ancak hukuk hiçbir zaman örf-adet hukukundan ibaret olmamıştır. Millet meclisleri veya hakanlar her zaman kurallar koymuş, emirler vermiş, yön göstermiştir. Bu kuralların varlığı hukukun tamamen bağımlı olduğu savını çürütür. Çünkü hakan o anda siyasal koşulları veya ekonomik koşulları değiştirmek, toplumu yönlendirmek için kurallar koyabilir. Bu kurallar o anda geçerli ekonomik düzenin belirlediği değil olsa olsa neden olduğu kurallardır. Ama sonuçta hukukun altyapı ile etkileşim içinde olduğunu belirliyoruz. Örf-adet veya hakanın koyduğu kurallar uygulandığı dönemin ekonomik, siyasi, dini durumunu veya gelişmişliğini yansıtmaktadır. Roma hukukunu incelediğimizde Romalıların tecimsel(ticari) ilişkilerinin geliştiğini, gelişmiş bir hukuk düzeni olduğunu görüyoruz. O dönemde hukuk eğitimi veriliyordu, hukukçular somut olaylara uygulanacak kuralları belirlemek yoluyla hukuk yaratıyorlardı. Zaman geçtikçe çeşitli toplumların altyapısını yansıtan hukuk kurallarını incelediğimizde bu kuralların benzeştiğini, bazı noktalarda ayrıldığını görüyoruz. Hatta toplumlar birbirlerinden yasalar alıp kendi toplumuna uygulamıştır. Yani birikim sonucunda artık ortak ilkeler, genel kurallar, farklılıklar ama sonuçta bir hukuk sistematiği ortaya çıkmıştır. Eskiden olaylara uygulanacak kural olay gerçekleştikten sonra belirlenirken artık olaylara uygulanacak kurallar önceden belirlenmeye başlamıştır. Bu da hukukun özerk bir yapıya kavuştuğunu göstermiştir. Önceden tamamen dönemin altyapı koşullarına bağımlı olan hukuk büyük ölçüde bağımsız, özerk bir yapıya ulaşmıştır. Çünkü artık yasa yapma yöntemleri gelişmiş, hukuk dalları belirginleşmiş, her hukuk dalında ana ilkeler ortaya çıkmış ve kabul görmüştür. Ama hukukun özerk yapıya kavuştuğunu söylememiz etkilerden uzak olduğunu savunmamızı gerektirmez. Özerk yapı kendi dışındaki gelişmelerden doğal olarak etkilenir çünkü hukuk yaşayan bir canlı gibidir, ancak cansız varlıklar olduğu gibi kalır ve etkilere kapalı durur. Hukukun özerk yapıda olduğunu ileri sürmemiz şu sonuçları beraberinde getirir: hukukun ilkeleri vardır, öyleyse yasakoyucunun her emri hukuk olamaz, önceden belirlenmiş kurallara uygun olmak zorundadır. Önceden belirlenmiş kurala uygunluk veya ilkeye uygunluğun aranması ilkel pozitivist olmadığımızı gösterir. Pozitif hukuk ve doğal hukuk vardır. Doğal hukuk değişmez, evrensel ilkelerden oluşur; özerkliğe işarettir. Pozitif hukuk değişir, dönemin siyasal iktidarını ve dönemin koşullarını yansıtır. Pozitif hukukun da sırf siyasal iktidarın aracı, aleti olmaması için anayasa yargısı gibi hukuki denetim yolları ve kamuoyu ve halk vicdanı, direnme hakkı gibi hukuk dışı denetim yolları bulunmuştur. Bunlar da hukukun alet olmadığını, özerkleştiğini göstermektedir. Yukarıda belirttiğim gibi halk vicdanı hukuk dışı denetimdir, ayrıca görüşüme göre anayasanın geçerlilik ölçütüdür. Hukuk içinde bulunamayan geçerlilik ölçütü halk vicdanı, meşruluktur. Anayasanın geçerlilik ölçütünün halk vicdanı olması hukukun özerkliğine zarar vermez; çünkü hukuk halk içindir ve hukuku halk yapar, temel ilkeler dahi insan ve halka uygun olandır. Hukuku yapan halkın vicdanının hukukun geçerlilik ölçütü olması da doğal karşılanmalıdır. Ulaştığımız sonuca göre anayasa, uygulandığı toplumun vicdanına uygun olursa geçerlidir yani toplum bunu onaylarsa geçerlidir. Meşruluk, onaylama nasıl belirlenecektir? Salt referandum(halkoyu) ile belirlenebileceğini sanmak saflık olur çünkü uzun bir metnin hem de hukuk kavramlarının yer aldığı metnin çıkarlarına uygun olup olmadığını belirleyip buna göre oy vermelerini beklemek gerçekçi değildir. Toplumun onayladığı belki de anayasa değildir başka bir şeydir. Meşruluğun sağlanıp sağlanmadığını görmek ancak halkın anayasa yapımına bizzat katılımıyla mümkündür. Anayasa bir ayda iki ayda yapılırsa toplumun vicdanı önemsenmiyor demektir. Halkın katılımıyla oluşturulan anayasa ancak meşruluğu sağlayacaktır yani geçerli olduğunu bize gösterecektir. Halk katılımı nasıl olacaktır? Bu konuda çeşitli yöntemler var. Bana göre her birimde, örgütte tartışılmalıdır. Örneğin okullarda, derneklerde, siyasi partilerde, meslek odalarında yani insanların bir araya gelebildiği, konuşabildiği tüm birimlerde tartışılmalıdır, bu tartışmalar sonucunda bir tutanak hazırlanmalıdır. Bu tutanak istekleri, uyarıları veya yöntemi yani katılımı belirten her türlü irade açıklamasını içermelidir. Bu arada bir de anayasa yapım komisyonu oluşturulmalıdır. Bana göre ancak mesleki temsil katılımı sağlayarak bir anayasa yapılmasına olanak tanır. Mesleki temsilden kastımız faşizm değildir elbette. Faşizmi ilan edenler mesleki temsille sendika yani işveren ve işçi sendikalarının temsilinden söz etmektedir ve faşizmde gerçek anlamda değil sözde katılım söz konusudur. Bizim anlayışımız demokratik çağcıl bir mesleki temsildir. Aslında bu temsil anlayışı bizim ’23 devrimimizin altında yatan ilkelerden biri olan halkçılıkla uyuşmaktadır. Diğer ilkeler gibi halkçılık ilkesi de toplumumuzun sağlam ve huzurlu devamı için zorunludur, günceldir. Halkçılık nasıldır, sonuçları nelerdir? Halkçılığın aslında Sovyetlerden alındığı, bize özgü olmadığı savunulur. Sovyetlerdeki halkçılığın dayanağı aristokrasiye değil emekçi sınıfa dayanan bir yönetim kurulmasıdır, emekçi sınıf da sanayileşen bir ülkede geniş bir kitle oluşturduğu için bu anlayış halk yönetimi (cumhuriyetleri), halkçılık olarak dünya yazınına yansımıştır. Ancak Atatürk ilkelerinden biri olan halkçılık hem batıdaki liberal yönetime hem de sosyalist yönetime ve yönteme karşı çıkıştır. Halkçılık sınıf ayrımı veya üstünlüğü ya da sömürüsü, ezikliği değildir; dayanışmacı bir anlayış içerir. Bu anlayışta bir sınıf üstün tutulmaz, farklı sınıfların varlığı kabul edilir ancak sınıfların dayanışma içinde hareket ederek toplum düzeyini yükseltmesi hedeflenir. Bu düzende ayrımcılık yapılmaması daha avantajsız daha zayıf durumda olan grupların, sınıfların korunmayacağı anlamına gelmez. Zayıf gruplar korunmalıdır ki dayanışma mümkün olsun aksi takdirde rızaya dayalı ama zor durumdan yararlanılarak yapılan sözleşmeden yani aşırı sömürmeden öteye geçemez. İşte tam da bu aşamada sosyal devlet devreye girer. Sosyal devlet “fakiri zengin, azı çok yapmak” için, halkı iyileştirmek, korumak içindir. Sosyal devlet sosyal güvenlik, refah devleti, sosyal ve ekonomik hakların sağlanmasıyla olanaklıdır. Ancak günümüze baktığımızda buna o denli gerek hatta zorunluluk varken devleti nasıl küçültebiliriz, limanlarımızı nasıl satarız diye planlar yapılıyor. Konumuza dönersek mesleki temsilin halkçılıkla uyuştuğunu belirttik. Bizim söz ettiğimiz kısaca şöyle söylenebilir: demokratik halkçılık. Demokratik halkçılık dayanışmacı kalkınma ve demokrasiyi birlikte gerektirir. İşte anayasa yapımı demokratik halkçılık esasında planlanmalıdır yani bir ülkede herkesin söz hakkı bulunmalıdır. Bu doğrudan demokrasiyle mümkün görünmez, temsil bugün zorunludur. Anayasa gibi çok önemli, sınıfların, grupların çıkarlarını yakından etkileyen bir hukuk metninin de buna uygun temsille hazırlanması beklenir. Eğer halkın sınıflardan oluştuğunu kabul edersek ve altyapının üstyapıyı etkilediğini de dikkate alırsak bu temsil mesleki temsil olmalıdır. Çıkar grupları yani meslek odaları, sendikalar, baskı grupları, azınlıklar gibi hem çoğunluk hem de azınlık gruplar yasal örgütleri aracılığıyla temsil edilmelidir. Meslek odaları barolar, tabipler, eczacılar, mimar-mühendis ve diğer odalardır. Baskı gruplarıyla demek istediğim ise sosyal hizmet yerine getiren Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, kamu yararına çalışan dernek ve vakıflar, kadın haklarını savunan örgütler gibi gruplardır. Tüm bunların katılımı ile emek-sermaye ilişkisini aşan, geniş boyutlu, demokratik bir katılım sağlanacaktır. Yani emekçi de sermaye sahibi de aydınlar da siyasetçiler de okumuş emekçiler de sonul olarak her kesimiyle halk katılacaktır. Neden bilindik dolaylı demokrasi, seçim usulü değil de mesleki temsil? İstekleri, sorunları meslek sahipleri, öncüleri, örgütler daha iyi ve etkili dile getirebilecektir. Çıkar çatışmaları ortaya çıkacak, serbest tartışma, eşit katılım ve söz hakkı, fikirlerin hür bir şekilde açıklanması sonucunda orta yol bulunacak, uzlaşma sağlanacaktır. Ancak gerçek uzlaşmanın sağlanabilmesi bundan ibaret değildir. Bir araya gelen gruplar ulusal çıkarları ön planda tutmalıdır, yaşanılan ve yaşanılacak ülkenin çıkarları, kalkınması her zaman dikkate alınmalıdır. Eğer başka ülkelerin güdümünde bir temsilci olursa o temsilci halkı değil temsilciyi yönlendiren ülkeyi temsil edeceğinden sağlıklı bir sonuç alınması beklenemez. Bizim savunduğumuz temsil faşist korporatizm değildir. Faşist korporatizmde sadece sözde katılım vardır, yasaların uygulanması sürecinde, toplumsal yaşamda meslek kuruluşları ve diğer örgütler etkin, söz sahibi olamayacaktır, bir “baskı grubu” oluşturamayacaktır. Ancak demokratik halkçılıkta dayanışmacı mesleki temsilde toplumsal örgütler sadece anayasa yapımında değil her zaman toplum yaşamında toplum vicdanının sesi, dili olacaktır. Bunun için ise meslek kuruluşları ve sendikalara ifade özgürlüğü, hak arama özgürlüğü, gösteri yürüyüşü özgürlüğü sağlanmalıdır. 1961 Anayasası yapımında dayanışmacı mesleki temsile başvurulmuştur ve bu anayasa döneminde toplumsal örgütlerin oldukça etkin olduğunu, kamu gücü ve kamuoyu oluşturduğunu görüyoruz. Ancak 1982 Anayasasını oluştura yapı dayatmacı eğilimdedir, demokratik değildir. Bu dönemde sendikalaşmanın da engellendiğini, siyasi katılımın seçim zamanı oy vermek, spor takımı gibi parti tutmaktan başka bir şey olmadığını görüyoruz. Belki daha da kötüsü sendika ve meslek kuruluşları daha iyisini bulma peşinde, üretme, düşünme ve savunma peşinde değiller. Bu durum elbette engelleme girişimlerinin bir sonucudur ancak idealist bir yaklaşım içinde davranan toplum kendi için mevcut koşullarda daha uygun davranış ve yolları aramalı ve uygulamalıdır. Bunun sonucunda ortaya çıkan durumun hukuk düzenince tanınması işten bile değildir. örneğin barolar hak arama özgürlüğünün işlevini gerçekleştirebilmesi, etkinleştirilmesi için başvurulacak yolları aramalı, eczacılar odası Türk ilaç sanayini geliştirmek için sermaye ve bilimi buluşturmaya özen göstermelidir. Eğitim sendikaları ve dernekleri ise milli eğitimin daha olgun, akıllı, özverili, ahlaklı bireyler yetiştirmenin yollarını bulmalıdır. Dolayısıyla toplum örgütlerinin amacı muhalefeti aşmalı, geleceği planlamada, toplumu kalkındırmada kendine rol biçmelidir. Artık devlet yönetimi basit anlamıyla seçilmişlerin kararlarına göre olmamalıdır. Gelişmiş anlamıyla halk yönetimi olmalıdır. Bunu ben 21. yüzyıl ve ilerisi için bilimle olanaklı görüyorum. Her bakanlıkta bilim insanlarının oluşturduğu kurul bulunmalı, özgürce toplanmalı ve neyin doğru olacağına karar vermelidir. Bu yapılırken hükümet saptırma, dayatma ve yönlendirmeye gitmemelidir. Kamu hizmetleri ve gelecek planlaması filozof ve bilim insanlarının denetiminden, süzgecinden geçmelidir. Toplumsal örgütlenme yeniden hız kazanmalı, güçlendirilmelidir. Toplumsal örgütlerin hak ve özgürlükleri kamu düzeni, milli güvenlik gibi belirsiz kavramlarla kısıtlanmamalı, belirli eylemlerde belirli yaptırımlar öngörülmelidir. Tıpkı insanın haklarının bir fiilin yasayla cezalandırılarak sınırlandırılması gibi toplumun, toplumsal örgütlerin hakları da ancak bu şekilde sınırlandırılmalıdır. Yani zararlı, tehlikeli eylemler özel olarak belirtilip tanımlanmalı, yaptırımı da açıkça belirlenmelidir. Ama bu sınırlamalar istisnai olmalı, toplum özgür hareket edebilmelidir. Çünkü egemenlik kayıtsız şartsız ulusa aittir, egemenliğe sahip olan ulus gereksiz engellerle sınırlandırılırsa meşruluk da kalmaz, bağımsızlık ve toplumsal huzur da kalmaz. |
26-02-2007, 19:38 | #2 |
|
Bu yazıda anayasa hukukuna ve hukuk felsefesine ilişkin görüşler ileri sürdüm ama ilgilenen olmadı. Belki uzun gelmiştir. Ben kısaca savunduğum noktaları belirteyim.
1. Hukuk özerk bir yapıya sahiptir ama canlı bir varlıktır ve toplumla, siyasetle, ekonomiyle etkileşim içindedir. 2. Hukukun özerkliğinin sonucu hukukun kendi içinde ilkeleri olması ve bu nedenle salt pozitivist olamayacağımızdır. 3. Anayasanın geçerlilik ölçütü hukuk içinden bulunamamıştır, hukuk içinde aramaya da gerek yoktur. Anayasanın geçerlilik ölçütü halk vicdanıdır, meşruluğu da sağlayan budur. 4. Meşruluk anayasanın halkça yapılmasıyla olanaklıdır. Anayasa yapımı sürecinde ise salt sendikal temsile dayanmayan sivil toplum örgütlerini, sosyal kamu kurumlarını da içine alan bir mesleki temsile gidilmelidir. Ancak bahsettiğimiz mesleki temsil çağdaş dünyaya uygun olarak demokratik halkçılıktır, ifade özgürlüğü ve bunun türevi diğer özgürlükler sağlanmalıdır. |
08-09-2009, 01:38 | #3 |
|
Özge hanım, ben de benzer bir konuda çalışma aşamasındayım. Makalenizin açık referansını paylaşırsanız sevinirim. Esen kalın.
|
12-09-2009, 13:54 | #4 |
|
Sayın ESPANYOLA,
Yukarıdaki makalem bu site dışında herhangi bir yerde yayımlanmamıştır. Referans vermek için bu sayfanın adresini vermek dışında yapılacak bir şey yok. İlginiz için teşekkür ediyorum. Saygılarımla, Özge Yücel |
16-09-2009, 03:17 | #5 |
|
Teşekkürler meslektaşım. Zahmet oldu..
|
Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk) | |
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Yanıt | Son Mesaj |
gayrımenkullerde kıymet takdirinin geçerlilik süresi | akgnc | Meslektaşların Soruları | 9 | 23-01-2013 15:38 |
Anayasa Nedir : Anayasanın Tanımı | Av. Muzaffer ERDOĞAN | Hukuk Sohbetleri | 13 | 24-02-2007 20:01 |
Hukukun Emirleri ve Yasakları Hakkındaki Kişisel Görüşler | lawyer res | Hukuk Sohbetleri | 2 | 18-11-2006 00:19 |
uluslarası antlaşmaların iç hukuka üstünlüğü ve tersi görüşler | adaletkilici | Hukuk Soruları Arşivi | 4 | 14-05-2006 23:18 |
Bld. zabıtası Ve Yerel Yönetimler Hakkında Görüşler | kentpolisi | Hukuk Sohbetleri | 5 | 24-11-2002 08:39 |
Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir. |