11-04-2005, 00:10 | #91 |
|
……özlüyorum
bereketsiz topraklar gibiyim kupkuru ve bomboş bazıları kandılar nice emeklerle bilmeksizin narin ellerinin parmaklarıyla tırmıklayıp incitmeden sürüm sürüm tohumlar ektiler ve umutla beklediler boşu boşuna yeşertemedim yeni mevsimler beklendi bıkmadan yine yine yine ve tükendi umutlar iki sözcük kadar derinden çıkan sert kayalarda parçalandı elleri duyulmadılar ve çaresiz kazdıkları tarümar olmuş toprağıma ellerinden acıyla akan kanla aşklarını gömdüler bereketsiz topraklar gibiyim susuz ağaçsız kurak ki duymayan ruhsuz ve gölgesiz ve yılgın ve yorgun tek işe yararlığım yüreğime kazınmış hüzün yazılı taşlarla aşklara mezar oluyor bereketsiz toprağım ……………………. bir kadın sesinde yankılanıyor şimdi her şeyin boşluğu karanlığı delerek kurşunlar gibi tizleşen ateşler geliyor bilinmeyenden türkülerle vuruyor öldüresiye tek dileğim sevdiğimden tek kayra ve yalvarıyorum ne olur vur beni binlerce kez vur seni özlüyorum seni özlüyorum Sümeyra ne önemi var kim yazacak taşımı ve nasıl ölümü özlüyorum merhaba |
23-04-2005, 21:41 | #92 |
|
PAY
Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden.
.... Şimdi,şu akşam saatinde Dönüyorum görmüş,geçirmiş,atlatmış, Gözlerin doymayan sahilinde. Özdemir Asaf |
23-04-2005, 21:49 | #93 |
|
ÖZLEM
Bir gece,
..... Seni yitiriyorum Çok karanlık bir anda... Birden uyanıyorum, Bakıyorum aydınlık; Uyuyorsun yanımda.. Güzelce. Özdemir Asaf |
29-04-2005, 19:09 | #94 |
|
gemiler
efsaneler yaratan büyük insanlık hangi sözcüklerle nasıl anlatılır hangi sözcüklere kulluğun karanlık mahzenlerine aç kemirgenler doluşmuş kaç gemi tornistan ediyor hiç durmaksızın içindeki çalkantılı bulanık sularda kim bilir ne zaman hangisindesin ve kim bilir neresindesin şimdi zamanın dışarıda güneş ve tıpatıp aynalar gece yıldızlar ve yanılmış gülümseyen ay ve bahar yağmurlarında ıslık çalıyorlar sanırsın meyveye gebe dallarda niçinsiz çiçekler ağlar onun için güzeldir hanımlar beyler bütün aynalarda gemileri gizli o masum görünen yüzler oysa sözlerin ve şiirlerin çöplüğü olmuş güneş yerlerde sürünüyor çamura bulaşmış yıldızlar o tıpatıp aynalarda ıslanarak kirlenmiş pişmanlıkta bahar yağmuru utanç duymasından mıdır neden bir mevsim açıp sonra solması ve kuruması bütün çiçeklerin iğreti yüzlerin beğenisinden işte bu yüzdendir bazı insanların hiç bitmeyen kederi ve işte bu yüzden eskiyip yıkılmış taştan köprülere benzer gemilerini çoktan yakmış ya da hiç olmayan bazı insanların kaderi “şarap yaşlılıkta içilir” diyorsun sevgili Anday o zaman mı anlaşılır Nietzsche gibi deliler ve o zaman mı yanacak acaba şarapla gemiler… merhaba |
16-05-2005, 09:41 | #95 |
|
hoşçakal İstanbul…
haydi çocuklarım toplanın artık zamanı geldi siz de biliyorsunuz sımsıkı sarılın birbirinize şimdi usul usul gitme vaktidir. siz anımsıyor musunuz kaç yüz yıl geçti ben o zamanlar önümde bitmez gibi görünen yollarda ve köhne bir otobüsün cam kenarında ilk kez giriyorken bu şehrin o devasa çarkına siz yine aynı çocuklardınız yine sarılmıştık birbirimize ama korkuyla bir de o zamanlar umut ve düş de vardı aramızda şimdi olmayan bir de gençliğim yine de ne kadar küçük hissetmiştik kendimizi ne kadar kalabalık ve ne kadar yalnız ve hiç farkında değildik değil mi işte o zaman yazılmaya başlanan ve nasıl biteceğini hiç bilmediğimiz o İstanbul masalımızın nasıl yazıldığının ne önemi var ve ne önemi var nasıl bittiğinin ne var ellerinizde çocuklar ne önemi var ellerinizdeki hiçliğin her şey değişti her şey değişiyor her şey yitiriyor aslını ve tükeniyor çarkları arasında kendi ruhunu bile öğüten bu şehrin teselliye ihtiyacımız yok çocuklar biz de yitirdik umut ve düş ayrıldı aramızdan bir de gençliğim kaçınılmaz olandı bu siz üzülmeyin özüydük yaşamın bilinmese ne çıkar biz biliyoruz geriye işte o öz geriye yine yalnız biz kaldık hey sen duygum sen kalbimin tarümar bahçesinde hüsran çiçeğim biliyorum onulmaz yaralardasın umut vaad etmiyorum sana yarınlar için sen de biliyorsun hep öyle kalacaksın ya sen şevkat ve sevgi çocuğum ne güzelsin biliyor musun bazen bir çiçek oldun verdin kendini bazen şarkılarda ağlayan nağmeler eller oldun bazen gözyaşına dokunan ve ısıtmak için en ıssızını senden yoksun yüreklerin ve düşünmeksizin kendini hangi ateşlere attığını sen yandın ben yandım sen yandın sen orada mısın serseri beceriksizim seni öyle sandılar ve adını ben değil onlar koydular üzülme çocuğum gül dikenim gül dikenim benim, beceriksiz serserim gülün adına şiirler yazıldı ve sen varsın diye güller yargılanıp yakıldı haydi çocuklar güllerim benim toplanın artık yitirdiklerimiz o son masalda kaldı önce bir dileğim var sizden beni dinleyin bir kez olsun bencilliği deneyin biliyorum çoktan bağışladınız giden tüm sevgileri şimdi ilk kez bağışlayıp beni ve birbirinizi ve kırık ellerinizle ıslak buğulu gözlerinize dokunup usulca… usulca gülümseyin ve sonra ve hemen ve şimdi toplayın götürmek istediğiniz tüm anıları en acısını da alın acının özenle sarın birlikte ve sımsıkı sarılın yeni bir yaşama diyemiyorum size ve siz de biliyorsunuz yolumuz hangi bilinmeyene yolculuk zamanı geldi toplanın usul usul gitme vaktidir utanç değildir göz yaşı ve yarası saklı kanayan kırmızı gül yitik sevgilerden kalanlarla sarılın birbirinize ve istiyorsanız doyasıya ağlayın ve yaşamın derin izleriyle yıpranmış yorgun ellerinizi sallayıp yavaşça ve hep bir ağızdan usul usul "hoşçakal sen ey ... ve hoşçakal kayıp İstanbul" merhaba |
26-05-2005, 23:59 | #96 |
|
OLMAYANIN YARARI
OLMAYANIN YARARI
tekerleğin göbeğini otuz çubuk bölüşür ortasındaki deliktir onu yararlı kılan bir testi yaparsın çamurdan içindeki boşluktur onu yararlı kılan pencereler kapılar oyarsın odaya oyuklardır onu yararlı kılan olandan k^ar gelir olmayandan yarar Lao Tsu |
27-05-2005, 19:59 | #97 |
|
TAO
tao bir boş kaptır kullanırsın ama dolmaz sayısız olanın erişilmez kaynağıdır o keskinliği törpüle bakışları yumuşat çöz düğümü toza toprağa bat derinlerde saklıdır ama hep var olandır o nereden geldiği anlaşılamaz Lao Tsu |
06-06-2005, 10:58 | #98 |
|
kutlu olsun bir dost
hey sen elli yılın koca bir dostu sen hey elli yılın küçük çocuğu ege iklimlerinde renklerle yoğrulmuş hamur meltem esintisinde uçurtma olmuş yürek kah denizlere savrulmuş süzülüp acıdan kah yaban kekik kokularında kırmış kanatlarını dağların say ki beşinde ellisinde bir dost say ki ellisinde beşinde bir çocuk bilirim hayındır İzmir can yakar hayındır aşklara belki elli kez sokakları kız kokar diyor şair İzmir`in kızları deniz öyle mi bir dost ne kokar dağları yağmurları ne kokar alıp başını gidesi gelir insanın gözleri kapalı uçası ha beşinde ellisinde bir dost ha ellisinde beşinde bir çocuk uzağında olsam da o şehrin çocuk düşlerimdedir kucakladığım ve içinde bir dost ve içinde İzmir bir dolu sevinç kasesidir yudumladığım doğum günün kutlu olsun bir dost doğum günün kutlu olsun ve en güzel günlerle ve sevinçlerle mutlu olsun bir dost mutlu olsun… merhaba |
07-06-2005, 16:01 | #99 |
|
Merhaba şair !!!
İzmir bir şiir Şiiri seven İzmir’i sever Hele bir de şairse, İzmir O’na şiardır İzmir sevene kucak açar, Açar da çağırır : Kurabiye vermek için Sokakta oynayan çocuğuna seslenen anne : Şefkatli Bir çınar gölgelik için Karşı kıyıdan seslenen Nazım Hikmet : hasretli Bodrum’a can veren İzmir’e/de ölen Halikarnas Balıkçısı gibi "Merhaba" İzmir bir şiir Seni çağırır Gel de kucakla Bir Dost |
12-06-2005, 23:12 | #100 |
|
Bir dünya malı elinden gittiyse,
Üzülme buna,hiçtir o; Ve bir dünya malı geçtiyse eline Sevinme buna,hiçtir o. Önünden geçer acılar ve zevkler Geç dünyanın önünden,hiçtir 0 Anwari Soheili |
13-06-2005, 22:27 | #101 |
|
Bir altın ortanın dostu olan herkes,
Uzak tutar kendini hem köhneliğinden barakanın Hem de akıllıysa eğer Kıskanılası parıltısından sarayın. Tepedeki ladin,rüzgarin en sertiyle devrilir Dağın zirvesi karşılaşır yıldırımla ilk önce Yüksek kuleler çöktüklerinde neden olurlar en büyük yıkıma Goethe |
13-06-2005, 22:37 | #102 |
|
Uzak bir yerden yazıyorum size…
Burada diyor, yalnız ayda bir görüyoruz güneşi, o da pek kısa bir süre için. Gözlerini ovuşturuyorsun günlerce önceden. Ama boşuna. Değişmiyor hava. Saati gelmeden görünmüyor güneş. Sonra yapacak sürüyle iş var aydınlık kaldıkça, öyle ki, birbirimize bakacak zaman bulamıyoruz bu yüzden. Tatsız olan, geceleri çalışmak gerektiğinde, ki gerekiyor, durmandan cücelerin doğması. Kırlarda yürürken, diyor, çoğu zaman koca yığınlarla karşılaşıyoruz. Dağ bunlar ve er geç bükmen gerekiyor dizlerini. Direnmek boş, canını acıtarak bile ilerleyemezsin. Sizi üzmek için söylemiyorum bunları. Başka şeyler söyleyebilirim gerçekten üzmek istesem. Tan kül rengi burada, diyor yeniden. Her zaman böyle değilmiş. Kimi suçlamalı, bilemiyoruz. Geceleri uzun uzun bağırıyor sığırlar, sonra kavalsı bir sesle susuyorlar. İnsanlar iyi yürekli, ama neye yarar? Okaliptüslerin kokusu sarıyor her yanımızı : İyilik, sessizlik, ama her şeye karşı koruyamaz bu bizi, yoksa sizce, bu bizi gerçekten her şeye karşı koruyabilir mi? Bir sözüm daha var, bir soru daha doğrusu: Sizin ülkenizde de sular akıyor mu? (aklıma gelmiyor söyleyip, söylemediğiniz.) Hem nasıl titretiyor insanı, gerçekten suysa. Seviyor muyum suyu? Bilmem. Öyle yalnızlık duyuyorum ki içinde, soğuksa. Ilıksa bambaşka bir şey. Öyleyse? Ne denebilir? Sizler ne diyorsunuz, söyleyin bana, açıkça konuştuğunuzda, hiçbir şey gizlemeden. Ta bir ucundan yazıyorum size dünyanın. Bunu bilesiniz istiyorum. Ağaçlar titreşiyor çoğu zaman. Yapraklarını topluyoruz. Sayılmayacak kadar çok damarları. Ama neye yarar? Artık hiçbir şey yok ağaçla aralarında. Şaşkın dağılıyoruz. Yaşamak sürüp gidemez mi yeryüzünde yeller olmadan? Yoksa her şeyin titremesi mi gerek, durmadan, durmadan? Yerin altından kımıldanışlar da oluyor sonra, sizden itiraflar sökmek isteyen asık yüzlü kişiler gibi, dalga dalga öfke çıkıyor önünüze, evin içine. Hiç bir şey görmüyor insan, görülmesi önemli olmayanın dışında. Hiç bir şey, yine de titriyoruz neden? Henri Michaux |
14-06-2005, 19:33 | #103 |
|
Halk ve hizmetçi ve ermiş kişi,
Her zaman teslim ederler ki, Yeryüzü çocuklarının en yüce mutluluğu Sadece insanın kendi kişiliği Goethe |
14-06-2005, 20:01 | #104 |
|
sana…
kuş cıvıltısı yürek sevincim, yaprak yaprak, çiçek çiçek dökülüşüm sanadır. mavi özlem dalgaları benlik kıyılarımda, kanat kanat, çığlık çığlık, çırpınışım sanadır. ıslak parıltılarında gözlerinin, zamanları unutmuş, düşlerimde tutkunluğum sanadır. dingin sulardaki erguvan akislerinde, kurşun kurşun sevgilerde vuruluşum sanadır. duymadığım zamanlarda gizem rengi sesini, tenin kokan bir sahrada susuzluğum sanadır. isimsiz dağlarda, kuytusunda gecenin, şarkılarım, türkülerim sanadır. sabahsız akşamların katran gecelerinde, parçalanan yalnızlığım sanadır, koparıp gök ağacından bir sevgi yıldızını, güzel yüzlü aşkım diye, sarılışım sanadır. içerken şarabı, odamda çırpınan zamana inat, ılık ürpertilerle sarhoş, yanmam sanadır. düşler kurarken hüznün ipek kirpiklerinde, hırçınlaşan yaban ağrım sanadır. siyah gözlerinde, bir hulyada saatleri tüketip, şiir yüklü duygularda sessiz kalmam sanadır. sırma saçlarında okşarken bütün güzelliğini, içimdeki bin çocuğun tüm sevgisi sanadır. ben beni bulalı sendeki bende, yıldız yıldız,ışık ışık, dökülüşüm sanadır. tüketince aşka dair tüm sözcükleri, haykırışım, suskunluğum sanadır.... merhaba |
14-06-2005, 23:03 | #105 |
|
Kolay şey değildir mutluluk,
kendimizde bulmak çok zor, başka yerde bulmak imkansızdır. Chamfort |
15-06-2005, 23:19 | #106 |
|
Yaptığın işin arasında,sürekli oku ve danış bilgelere
Yaşamını ılımlı geçirmek için ne yapman gerektiğini; Yönlendirmesin ve ezmesin diye seni,ne doymak bilmez hırs Ne de yararsız şeylere duyduğun merak ve umut Horatius |
18-06-2005, 22:53 | #107 |
|
Sözün vardı buluşacaktık
bu fırtınalı gecede arkadaşım yaşlar dökülür gökten yeryüzüne uyku girermi insanın gözüne açmışım da kapıyı dışarlara dalmışım gözgözü görmüyor geceleyin belli değil nereden geleceğin hangi ırmak boyundan hangi orman yolundan hangi karanlığın koynundan diye bakakalmışım buluşacaktık bu gece arkadaşım Rabindranath Tagor |
23-06-2005, 21:52 | #108 |
|
uyku arası yaşam
ne kadar kısaldı günler ve geceler ne kadar azaldı kamçılanıp dört nala koşan atlara benziyor soluk soluğa döngüsü dört mevsimin ve ayların ve kayarak yok olan yıldızlar gibi akan yılların ve boyun eğdiğimiz maskeli süvari sırtımızda tüm ağırlığıyla hiç durmaksızın kamçılayıp koşturuyor bizi çığlık çığlığa yorgun ve yaralı ve nalları kopmuş ve ayakları kanayan atlar gibi tükenen tükenen zamanın ardından ve düşler yıldızlar kadar uzak olsa da halâ bir zamanlar ufku bile seçilmeyen o meçhûl kıyılar şimdi bir adım ötede sanki eller uzansa tutacak ve tükeniş kadar yakın bilinç özgürlüğe aşık duygu yaşama tutsak duygu özgürlük istiyor bilinç yaşamın kölesi ve benlerle savaşını seyrediyor onların benlerin en büyüğü hükmeden efendi yılların akışında gizlenmiş mağrur ve sinsi ve korkak ve zavallı ve hiçliğe tutsak ne kadar küçüldü dünya öğütür gibi yaşamı hızlı trenler raylarda ve daralmış zamanlar gibi daracık sokaklarda sıkışmış ve daralmış içimizle nefessiz tıklım tıklım bir kaosta koşmaca uçaklar ses üstü uçuyor uzayı fethedecek ve bir kuzuyla tanışmamış ve bahar sabahları yeşillik üstündeki çığa yabancı multimedya çocuklarımızın olacak hızlanan döngü ve çıldırtan kaosta umut vaad ettiğimiz gelecek ve dijital saatler sayıyor zamanını parça parça un ufak ve robot ve yalnız iki uyku arasında sıkışmış sayısal yaşamlarımızın sırtımızı güneşe dönüp yürüdüğümüzde rehberimiz olur önümüzde gölgemiz gözleri olmayan korkularımızı gizler ışıktan kimse görmesin diye ve çıplaklığımızı güvende hissettirir kendimizi böylece ve iyi gelir bize böyle yaşamak oysa hiç fark etmediğimiz bir gölge ve adını yok saydığımız son hamleyi o yapacak ve dijitaller sonsuza dek duracak ve kim biliyor söyler misiniz geriye ne kalacak o “zaman” -tekerrürden ibaret olduğu söylenen tarih hiç değişmeden çünkü hep böyle yazıldı- ne kadar kısaldı günler ve geceler ve ne kadar azaldı değil sevmeye şimdi konuşmaya zaman yok… merhaba |
26-06-2005, 17:48 | #109 |
|
ateşböcekleri
hayallerim, canlı ışık lekecikleri, karanlıkta göz kırpıştıran ateş böcekleridir. o dikkati çekmeyen sesleri, yol kıyısı hercailerinin mırıldanır bu gelişi güzel çizgilerde. zihnin uykulu karanlık mağaraları içinde, rüyalar, günün kervanından dökülen parçalarla, yuvalarını yaparlar. bahar, geleceğin meyveleri için değil fakat bir anın kaprisi için çiçeklerin petallerini saçar. neş'e kımıltısız yerin zincirinden kurtulmuş sayısız yapraklara doğru koşar ve dans eder bir gün için havada. hiç bir önem taşımayan kelimelerim zamanın dalgaları üstünde hafifçe dans edebilirler, mana ile ağırlaştıkları zaman dibe çökerler. zihnin derinliklerinde güveler ince kanatlarını büyütürler; ve veda ederek uçuşurlar, gün batımı göğünde. kelebek ayları değil, fakat an'ları sayar ve yeter zamana sahiptir. benim düşüncelerim, kıvılcımlar gibi, kanatlanmış sürprizler üzerinde giderler, tek bir gülüş taşıyarak. ağaç sevgi ile bakar kendi güzel gölgesine buna rağmen onu hiçbir vakit kucaklayamaz. izin ver, güneş ışığı gibi, aşkım seni sarsın ve yine de aydınlık özgürlüğü versin sana. renklendirilmiş kabarcıklardır günler, dipsiz gecenin yüzüne çıkan. hatırlamanı istemek için armağanlarım çok küçüktür; ve bunun için onları sen hatırlamalısın. çıkart, at ismimi armağandan; bir yük olacaksa, ancak şarkım kalsın. nisan, bir çocuk gibi, çiçeklerle tozlar üzerine hiyeroglifler yazıyor. onları siliyor ve unutuyor. hatıra, rahibe, hali öldürüyor, ve onun kalbini ölü geçmişin türbesine sunuyor. mabedin kasvetli heybetinden çocuklar tozda oynamak için dışarı koşuyorlar, tanrı onların oyununu seyre dalıyor, ve rahibi unutuyor. zihnim, düşüncelerinin akışında birdenbire yanan bir ışık gibi çalışmaya başlar, asla tekrarlanmayan akıcı notasıyla bir küçük ırmak gibi. dağda, sessizlik kendi yüksekliğini bulmak için kabarmaktadır, gölde, hareket kendi derinliğini tahayyül etmek için hareketsizleşir. veda eden gecenin sabahın kapalı gözlerine kondurduğu öpücük şafak yıldızında parlıyor. ey bakire, senin güzelliğin bir meyve gibidir, henüz olgunlaşmamış ve açılmamış bir sırla dopdolu. onun anısını yitiren acı kuş seslerinden uzak, fakat yalnız ağustos böceğinin ıslığının duyulduğu sessiz karanlık saatler gibidir. gerilik onun öldüren bir pençe ile gerçeği elinde güvenle tutmaya çalışır zayıf bir lambayı canlandırmayı arzulayarak uzun gece bütün yıldızlarını ışıklandırır. her ne kadar O dünyayı -gelini- kollarında tutuyorsa da, gök, sonsuzluğa kadar uzaktadır. tanrı, dostlar arar ve sevgi diler, şeytan, eserler arar ve itaat ister. toprak hizmetine karşılık ağacı kendisine bağlar, gök ise hiçbir şey istemez ve onu özgür kılar. çocuk, tarihin tozu ile aydınlanmış yaşı bilinmeyen zamanın gizliliği içersinde edebi olarak oturmaktadır. uzakta olan O, sabahleyin bana geldi, ışık tarafından alınıp götürüldüğünde daha da yakınlaştı. beyaz ve pembe zakkumlar buluştular ve, ayrı lehçelerde neş'e ile eğlendiler. sessizlik kendi kirlerini süpürüp yürüyünce fırtına olur. Rabindranath Tagore ATEŞBÖCEĞİ "Yıldızlar ateşböceği sanılmaktan korkmazlar" "Düşünüyorum da, sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek. Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi, naif yönlerimizin keşfedilmesi, cesaretsizliğimizin anlaşılması, korkularımızın paylaşılması sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti. Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız. Ve ne kadar güçlü korunuyoruz kalkanlarımızın ardında. Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden. İstiridyeler, deniz minareleri, midyeler, kirpiler ve kaplumbağalar gibi. Sahi koruyor mu bizi bu çatlamamış sert kabuk? Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi? Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize? Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi? Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu? Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak…, Ne çıkar ateşböcegi sansalar beni? Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin o uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz? Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi, korkaklığımı, sevgi isteğimi, en insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem, bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup bir kuş gibi uçacağım özgürce. Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine. O da çözülecek belki. Samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince. Oysa bir görebilsek bunu. Kalmadı böyle insanlar demesek. Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak. Kırılmaktan korkmasak. İncinsek, yaralansak. Ne olur bir darbe daha alsak. Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu. Denesek. Risk alsak. Yanılsak. Fark etmez. Tekrar, tekrar bıkmadan denesek. Ve kucaklaşsak yeniden. Tıpkı eskisi gibi. Ne olduğunu anlayamadığımız o onbeş yıldan öncesi gibi. O zaman fark edeceğiz. Ne kadar özlediğimizi birbirimizi. Neler biriktirdiğimizi, kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi. Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa. Vakit az, paylaşmak, sarılmak için. Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır. Yüreği daha fazla küstürmemek lazım. Sırtımızıda ağır küfeler, her gün katlanan. Ve koşullar, bir türlü düzelmeyen. Sevgiye çok ihtiyacımız var. Ufukta kara bir kış görünüyor. Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri. Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı. Kurtulun bu yükten. Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize. Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri. Hem hepimiz bir yıldızız. Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi". Rabindranath Tagore |
27-06-2005, 23:23 | #110 |
|
seni…yalnız seni...
seni, yalnız seni der yüreğim, yalnız seni - yalnız seni - yalnız seni. günümde gecemde nice tutkularım, seni der, yalnız seni - yalnız seni - yalnız seni. bir ışık dileği şavklanır karanlıklarda, derininden derininden seslenir bilincin, seni der, yalnız seni - yalnız seni. nasıl çarparsa var gücüyle karayel, durgunluğa suskunluğa son diye, öyle çarpar aşkına başkaldırışım, öyle çarpar, öyle ses verir acılı: yalnız seni der, yalnız seni - yalnız seni yalnız... Rabindranath Tagore |
16-07-2005, 22:18 | #111 |
|
ışık
bazen kaçınılmaz bir sürüklenişle bir yılgınlık doldurur içini insanın önce umuda karanlık çöker usul usul ve sonra siyahta kaybolursun bir fırtına sürükler sevinçlerini seyircisi olursun kımıltısız ve donuk bin parçaya böler ve uçuruma savurur içinin tüm çocuklarını ve yok eder teker teker her duyu yabancıdır artık kendine istesen de tanıyamazsın aynı şeyler değildir gözlerinin gördüğü her yerde yokluk ve aşkı unutan anlamlar ve renkler anlamsız aynalardır yüzüne çarpan ve kırılan kalpler gibi kırılan ve insafsız gider kulaktan süzülen müzik öncesi değildir artık ritmi ve notası gider ve ruhunu kanatan zehirli yüzlerce ok olur ve sesizce ağlatan dağlardan heyelanlar gibi toz duman üstüne dökülen kayalardır o zaman sözcükler altında ezildiğin nefes almaksızın ve öldürmese de ışıksız zaman kurtulmayı bile düşletip özletmeyen kara zindan saatlerdir ve günlerdir öyle geçer zaman öylece geçer ve üç yüz altmış beş gün değildir artık yiten seneler ve çoğaldıkça çoğalır karanlıkta korkuların oysa aydınlıkta olduğu gibidir her şey göremezsin var olan hiçbir şeyin hiç farkı yoktur gecede günden değişmez gerçekliği varlığın eksik olan tek şey ışıktır ve ışıktan yoksunluktur korkunu ve acını besleyip büyüten aydınlığı düşlemek bile yetmez görmeyişindir kabuslarla doldurduğun huzursuz uykularda geçen gecenin usul usul doğan günle yüzüne ışıyan sabahını ve sonra birden bir mucize olur beklenmeyen ve şaşırtan ansızın ve bir an onca çektiğin acıdan özlemini bile unuttuğun iki siyah göz doğar gözbebeklerine ve yalnız karanlığının gökyüzü cocuk yüzlü bir güneşle aydınlanır sıcak ve gülümseyen ve öyle derinden öyle güçlü eller fışkırır ki kırılmış sızılı yüreğinden uzansalar dokunacak kadar yakındır artık ve sımsıkı sarılıp öpecek kadar yakındır yıldızlar ve karanlığa ve zamana inat ve ölüme ve yaşama inat siyahta kaybettiğin seni bulursun siyahta ışığın olur siyah iki göz ve kendin olursun sevgin olursun yeniden… merhaba |
20-07-2005, 10:07 | #112 |
|
Gülün adı
hykayar Tatlı cadı Dikenleri var Yaprağı kadar Bilmiş kadı İlle de kadın hakları Ve de şiir aşkları Her gün kutlu Her gün mutlu Sevenleri var Yüreği kadar Bugün yaş günü İyi ki doğdu Sevgilerimle, nice yıllara.. Bir Dost |
02-10-2005, 19:13 | #113 |
|
"hayyam yalnızdın sevgilinin yanında
işte gitti, şimdi ona sığınabilirsin" |
05-10-2005, 21:53 | #114 |
|
kar tanelerinde anılar...
kar tanelerinde anılar...
şairliğimsin dillendiremediğim bir haykırışsın suskunluğumda nefesimin yetmediği okyanusumsun sustuğum sustuğum sevdiğim sustuğum... * yaşamadığım tüm ilklerim tüm renklerimsin kızılda beyazım mavim mavide kırmızım siyahım yeşilde köklerimsin aşka sarmalanan gövdesisin varlığımın ve dallarısın yaşama tutunduğum özümsün özümde özünde özün olayım sana al beni sende tüket ben sen olayım... * bir yürek orda atar bir yürek burda sesleri koşar sesleri buluşur sesleri özlemle sessizce sarılıp sessizce sevişir... merhaba |
07-10-2005, 21:51 | #115 |
|
pablo neruda dan
Yavas yavas ölürler seyahat etmeyenler, Yavaş yavaş ölürler okumayalar, müzik dinlemeyenler, vicdanlarında hosgörmeyi barındıramayanlar. Yavaş yavaş ölürler Alıskanlıklarına esir olanlar, her gün aynı yolları yürüyenler. Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler, Elbiselerinin rengini degistirme riskine bile girmeyenler, veya bir yabancı ile konusmayanlar Yavas yavas ölürler Ihtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan kaçınanlar, tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar Yavas yavas ölürler Askta veya iste bedbaht olup istikamet degistirmeyenler, Rüyalarını gerçeklestirmek için risk almayanlar, Hayatlarında bir kez dahi mantıklı i tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar. Yavaş yavaş ölürler Pablo Neruda |
10-10-2005, 19:18 | #116 |
|
aşk....pablo neruda
aşk
bunca gün, ah, bunca gün görmeyi seni böyle kırılgan, böyle yakın, nasıl öderim, neyle öderim? uyandı kana susamış ilkbaharı koruların, çıkıyor tilkiler inlerinden çiylerini içiyor yılanlar, ve ben gidiyorum seninle yapraklarda çamlar ve sessizlik arasında, sorarak kendime nasıl, ne zaman ödeyeceğim diye şu bahtımı bütün gördüklerim içinde yalnız sensin hep görmek istediğim dokunduğum her şey içinde senin tenindir hep dokunmak istediğim: seviyorum senin portakal kahkahanı hoşlanıyorum uykudaki görüntünden ne yapmalıyım, sevgilim, sevdiceğim bilmiyorum nasıl sever başkaları eskiden nasıl severlerdi, yaşıyorum, bakarak, severek seni, aşk tabiatımdır benim her ikindi daha da hoşuma gidiyorsun. nerde o? hep bunu soruyorum kaybolduğunda gözlerin ne kadar geç kaldı! düşünüp inciniyorum, yoksul, aptal, kasvetli duyuyorum kendimi geliyorsun sen, bir esintisin şeftali ağaçlarından uçan. bu yüzden seviyorum seni, bu yüzden değil o kadar neden var ki, o kadar az, böyle olmalı aşk kuşatan, genel üzgün, müthiş, bayraklarda donanmış, yaslı, yıldızlar gibi çiçek açan, bir öpüş kadar ölçüsüz. Pablo Neruda |
19-11-2005, 23:59 | #117 |
|
Yağmurcuk ile Yasemin
Yağan yağmurcuktu Varıp kulağına dedi yaseminin : "N'olursun hep yüreğinde tut beni!..." "Ama ben..." dedi yasemin İç çekti yavaştan, ağırdan Sonra toprağa düştü. Rabindranath Tagore |
04-12-2005, 22:51 | #118 |
|
ağlayan çocuk
tesadüfen karşımdaydın tanımadığım çocuk, aynı vapur güvertesinde birer yolcuyduk. bir an gözüm ilişti sana, kendini saklıyordun. yanakların kıpkırmızı ve saçların dağınık, ve ıslak ıslaktı gözlerin sessizce ağlıyordun. ne olur ağlama çocuk, ağlama güzel kızım, her bakışım yüzüne, içimde kanayan sızım, daha yolun başındasın, ne günler göreceksin, ne olur ağlama şimdi, bak yarın güleceksin. insan insandı her yer, tıklım tıklımdı, güzel saçların belki dün, sırma büklümdü, ne oldu sana bilmem, ayrılmış sevgili gibi, yapayalnız fırtınada, beşinci mevsim belki, şimdiye dek görmediğin bilmediğin iklimdi. vapur düdüğüne eşlik eden martı çığlıklar, belki sanıyordun sana eşlik ediyor, değildi oysa, duygundu yalnız, hayat böyledir, yangın yeridir yürek, kim var ki söndürecek. ne olur ağlama çocuk, ağlama güzel kızım, eriyen bakışlarım yüzünde kanayan sızım, daha çok küçüksün, denizler gibidir hayat, aşka beste dinletir bazen, bazen hırçın dalga sesini, ağlayarak heba etme o yaşam nefesini. ağlama ne olur çocuk, sil göz yaşını denize bak derin nefeslerde, gözlerini ufkun salıncağına bırak, ve sessizce gülümse… merhaba |
12-02-2006, 21:48 | #119 |
|
eşitsiz denklem…
durmaksızın bağırıyordu öğretmen tahtanın önünde kızgın mı kızgındı tebeşir tozluydu elleri ama arka sıradakiler kimi pestil paylaşıyor kimi karıştırıyordu elindeki resimli dergiyi denklemler yazıyordu coşkuyla öğretmen düzgün el yazısıyla zalimlerin yürek rengi tahtanın üstüne yazdı yine “bir eşittir bire” öğrencilerden biri kalktı ayağa diğerleri kalkmadı -bu her zaman böyledir- ve “yanlıştır” dedi “bu denklem” yavaşça çocuklar şaşkın gözlerle süzdüler onu öğretmen duraksadı sordu ayaktaki çocuk “diyelim her insan bir birim eşit midir yine bir bire” sessizlik... ... İran- Ahmet Ziberem (? – 1972) |
18-02-2006, 22:41 | #120 |
|
Soğuk demir sesleri ayazında İstanbul’un
Telaşlı bereler umut taşıyan gözler Saatlerce süren renk renk arbede Sıcak emek rüzgarı semtinde İstanbul’un Kurulan çadırlar çekilen arabalar Haftada bir sokak sahnesinde Martı_Jonathan_olmuş tüm pazarcılar… |
Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk) | |
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Yanıt | Son Mesaj |
Klasik Şiir Keyfi (Halk, Tasavvuf, Divan Şiiri) :)) | Gemici | Site Lokali | 122 | 21-03-2014 00:13 |
Tatil Keyfi :))) | Av.Habibe YILMAZ KAYAR | Gezi, Tatil ve Eğlence | 128 | 26-01-2013 21:06 |
Fıkra Keyfi | Admin | Site Lokali | 514 | 25-01-2013 18:06 |
Yaşama Keyfi:)) | Av.Habibe YILMAZ KAYAR | Site Lokali | 55 | 02-11-2010 21:59 |
Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir. |