07-02-2007, 20:56 | #1 |
|
İdeoloji, Hukuk ve Siyaset Birbirinden Bağımsız Olabilir Mi?
Geçenlerde öğrenci arkadaşların yardım istekleri vardı
Hukuk ve İdeoloji ilişkisi üzerine sanırım pek fazla yanıt bulmadı Şimdi ben bir tartışma açmak istiyorum: İdeoloji, hukuk ve siyaset birbirinden bağımsız olabilir mi? Kendi düşüncelerimi ifade etmekle başlayayım: Önce ideolojinin tanımını yapalım: İdeoloji bir grubun (sınıf, dernek veya başka bir gruplaşma) kendi dünyaya bakış açısı (bu çerçevede kendi çıkarları) doğrultusunda ürettiği düşünsel bütün/hayata bakış açısıdır. İdeoloji bir toplumsal bir grup tarafından üretildiğinden bu ideolojiye uyulması istenir veya ideoloji kendisine uyulmasını ister. Aksi halde ideolojinin de gruplaşmanın da anlamı kalmaz. İdeoloji bu yönü ile insanlara hükmetmek/kendisinin doğruluğunu kabul ettirmek ister. Bu çerçevede de yayılmacı bir politika izler. Yani ideolojiyi üreten diğer katmanların da bu ideolojiyi kabul etmelerini ve buna uymalarını ister. Kendisini diğer toplumsal katmalara kabul ettirdiği ölçüde de egemenleşir. Yani egemen ideoloji bir grup tarafından yaratılıp topluma kabul ettirilen ideolojidir. Bunun en açık örneği 1789 Fransız devrimidir. Burada burjuvaji feodalizma karşı mücadele ederken işçi sınıfının desteğini almıştır. İdeoloji bu çerçevede bütünlüklü bir dünya görüşü olması ve kendisini ortaya çıkaran grubun çıkarlarını koruması nedeni ile kendi kurallarını koyar ve bunlara uyulmasını ister. Gelelim devlete; Devlet toplumun düzen içinde yürütülmesi için var olduğunu ifade eden bir kurumdur. Diğer tartışmaları bir yana bırakıyorum. Hangi toplumsal düzen? Egemen ideolojinin benimsediği ve istediği toplumsal düzen. Hukuk nedir? Kelime anlamı ile haklar. Hangi haklar? Egemen ideoloji tarafından benmsenmiş haklar. Hukuk son tahlilde egemen ideolojinin benimsediği ve tanıdığı hakları korur,formüle eder. Ancak bu mutlak değildir. Her yerde ve her zaman aynı olmaz. Örneğin Fransa'da burjuvazi iktidarı ele geçirmek için savaşmıştır. İngiltere'de ise son derece barışçıl bir geçiş olmuştur. Feodalizm mücadele ederek ama savaşmadan iktidarı burjuvaziye teslim etmiştir. Bu kurallar getirildikten sonra da aynı kalmaz. Toplumsal mücadeleye göre değişim gösterir. Buradaka temel dürtü insanların üretimde aldıkları rol ve aldıkları paya bağlıdır. Yani çıkardır. Siyaset ise devleti ve toplumu nasıl yöneceğine ilişkin bilgiler/görüşler sunmaktır. Şimdi; Hukuku ideoloji ve siyasetten nasıl ayıracağız? Bu arada sayın admin'e bir notum var: Bu araştırma bildiğim kadarı ile Kıbrıs'ta ve Malatya'da hukuk öğrencilerine ödev olarak verildi. Admin'in siyaset hakkındaki duyarlığını biliyorum ama sınırı ne olmalı? Katılımızı bekliyorum. Saygılar |
08-02-2007, 19:30 | #2 |
|
Değerli katılımcılar,
Sayın muzaffererdogan oldukça zor bir soru sormuş. Konu THS ve kemikleşmiş ilkelerimiz olunca, soru daha da zorlaşıyor. Bu bağlamda, ilginin yüksek olacağı konusundaki tahminlerin yersiz olmayacağı bilgisinden hareketle, bu konu, olası üye kırgınlıklarını önlemek adına ve siyaset yasağı ilkemiz de bertaraf edilmemek kaydı ile, "görüş arşivi" olarak yayınlanmıştır. Katılımcılardan özellikle istediğimiz, soru sahibinin tartışmaya açtığı, "hukuku, ideoloji ve siyasetten nasıl ayıracağız" sorusuna yönelik görüş arşivi tarihçesi oluşturacak görüşlerini sunarken, bireysel siyasi kimliklerini bir yana bırakmaları ve yanıtlarını "her türlü ideolojinin üzerinde" şekillendirmeleri. Soru zor. Yanıtı sizlerden gelecek. (Bunun bir ödev konusu olduğunu da hatırda tutmakta fayda var) Saygılarımla... |
08-02-2007, 20:03 | #3 | |||||||||||||||||||
|
Bu soru cümlesi hukukun, siyaset ve ideoloji ile iç içe olduğu tespitini mi içeriyor? Bir şeyin, bir diğerinden ayrılabilmesi için öncelikle iç içe olması icap eder. Bu tespiti neye göre yaptığımızı somut örnekle ortaya koymamız gerekmez mi? Hukuk, hangi olayda siyasetle veyahut ideoloji ile iç içe geçmiştir. Burada kullanılan hukuk, Yargıyı mı yoksa Mevzuatı mı hedef almaktadır? Son olarak, hangi rejime göre hukuk-siyaset-ideoloji etkilenmesini irdeleyeceğiz? Bunları açabilirsek belki tartışma zemini oluşabilir. Saygılarımla. |
08-02-2007, 20:19 | #4 | |||||||||||||||||||
|
Neyi tartışacağız o zaman? Siyasetin konu olduğu bir forumda, siyasi kmliğin bir kenara bırakılmasının yolu varsa söyleyin. Ona göre ben de yazarım |
11-02-2007, 00:03 | #5 | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
Sayın Ragıp,
Bu konu siyasi bir konu değildir, öyle olsa THS'de yayınlanmazdı. Bu konu teması siyaset bilimi olan hukuki bir inceleme konusudur. Nitekim Sayın muzaffererdoğan'ın belirttiği üzere konu hukuk fakültesi öğrencilerine ödev olarak verilmiştir. Sizce bu ödev öğrencilere verilirken Hoca'ların amacı öğrencilerini siyaset yapmaya teşvik etmek miydi? Teması siyaset olan bir konu kişisel siyasi görüşleriniz bir kenara bırakılarak, bilimsel çerçevede ve hukuki bir bakış açısıyla incelenebilir. Örneğin bu konunun bir hukuk fakültesi doktora tez konusu olarak incelendiğini düşünürseniz, bunun nasıl yapılabileceğini ve tez yazarının bilimsel bir incelemede nasıl siyaset yapamayacağını sanırım kestirebilirsiniz. Ancak sizin gibi düşünen, siyasi düşüncelerinden sıyrılamayacağına, tarafsız kalamayacağına, konunun siyaset yapmadan incelenemeyeceğine inanan üyelerimiz Sayın Demirel'in uyarısını dikkate alarak konuya yanıt yazmama özgürlüklerini kullanabilirler. Yeri gelmişken THS site ilkemizi de tekrar hatırlatayım:
|
11-02-2007, 00:38 | #6 |
|
Sayın Dikici,
Muzaffer bey ilk mesajında getirdiği açılımdaki gerekçelerle, iç içe olduklarını dile getirmiş. Kişisel bir görüş. Siz aksi görüşte iseniz, yani "böyle bir iç-içelik yoktur" diyorsanız, sizi de dinlemek isteriz. Ama hukukta "olan" ispatlanır, "olmayan" ispat edilmez diyorsanız, ilk mesajınızı görüşünüz olarak kabul ederiz Saygılarımla... |
11-02-2007, 00:45 | #7 |
|
İdeoloji, hukuk ve siyaset birbirinden bağımsız olabilir mi?
Öncelikle şunu tartışalım:
Sorudan hangi ideolojinin daha doğru olduğu vb gibi bir sonuç çıkıyor mu? Benim burada tartışmak istediğim ideolojinin ne olduğu, nasıl egemenliştiği, bu çerçevede hukuk kurallarının konulması sırasında egemen ideolojinin rolü. Arkadaşlar; Kuşkusuz ki tartışma son derece siyasi polemiklere açık bir tartışma. Ancak ben burada şu veya bu ideolojinin üstün yanlarının tartışılmasını istemiyorum. Bunun iki gerekçesi var: 1- İnsanların KABULLENDİKLERİ BİR İDEOLOJİ vardır. Bu olması gerekendir. Ancak bunun tartışılma şekli yaşam ile belirlenir sözlerle değil. Kuşkusuz ki sözlerle de savunmak her insanın hakkıdır. 2- Benim burada tartışmaya açmak istediğim konu ideolojinin ne olduğu, bir ideolojinin nasıl egemen hale geldiği, bunda hukukun rolü veya bundan hukukun etkilenmesi, burada kuşkusuz ki devlet kuramları, üretim biçimi tartışmaları da gündeme gelecektir. Ancak sınırımız bunların doğruluğu veya yanlışlığı değil hukukla olan ilişkileri. Diğer bir ifade ile: BEN SİZLERDEN YAŞAMDAKİ BU TEMEL KAVRAMLARA İLİŞKİN TANIMLAMALARI İSTİYORUM. TANIMLAMALARI YAPTIKTAN SONRA DETAY TARTIŞMALARA GEÇEBİLİRİZ. Bir laf vardır: İnsanlar konuşarak anlaşırlar. İnsanların konuşarak anlaşmaları için aynı kelimelere aynı anlamları yüklemeleri gerekir. BENİM a DEDİĞİMDEN DİĞERİ b ANLIYORSA BENİM BU İNSANLA OTURUP KONUŞMAK, BENİM ONU İKNA ETMEM VEYA ONUN BENİ İKNA ETMESİ GİBİ BİR OLANAK YOK DEMEKTİR. bu çerçevede tartışmanın temeli kavramlar ve kurumların etkileşimidir. Konuyu biraz açarsak bir bu tartışmayı herhangi bir rejime ilişkin olarak yapmayacağız. Köleci toplumda köle sahiplerinin başka insanları alıp satma haklarını veren hukuk kuralları ile feodal toplumda serfleri oluşturan, kapitalist toplumda sadece üretim araçlarına malik olunması nedeni ile üretimden pay alınması ve komünist (sosyalist) toplumda işçi sınıfının egemenliğinin kurulmak istenmesinin nedeni nedir. Buna ilişkin kurallar hangi nedenle ve nereden kaynaklanarak konulmaktadır? Ben düşüncemi ifade etmiştim Yineleyeyim. Biraz daha açarak: Ben ideolojinin belli bir toplumsal grup tarafından üretilmiş hayata bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Bu bakış açısı kendini üreten grubun çıkarları doğrultusunda bir yaşam biçimi düzenler ama bunu saklar. Saklamasının nedeni "egemen ideoloji" olabilmek, kendisinin en iyi yaşam koşullarını sağlayan düşünce biçimi olduğunu kabul ettirerek toplumsal desteği sağlamak güdüsüdür. Şimdi; yaşam biçimini düzenleyen, insanların veya kişilerin üretimde aldıkları rolü aldıkları payı, insanların haklarını düzenleyen hukuk kuralları neye göre konulmaktadır? Bence egemen ideolojiye göre Bunu tartışabilmek için şu veya bu rejimi mercek altına almak gerekmiyor. Sadece hukuk kurallarını kim nasıl koyuyor diye düşünmek gerekiyor. Zaten her sistemin de HUKUK kuralları farklı. Saygılarımla |
11-02-2007, 10:10 | #8 |
|
Konu çok kırılgan ve tehlikeli. "Buzlu muz"'a basmış etkisi yapabilir. Ben izninizle çekiliyorum Sn. Demirel.
|
14-02-2007, 22:56 | #9 |
|
İdeoloji, hukuk ve siyaset birbirinden bağımsız olabilir mi?
Çok ilginç!
Hukukçuların bu konuda bir düşüncesi yok mu? |
16-02-2007, 11:50 | #10 |
|
- Siyaset
Yasalar siyasetciler tarafindan tasarlanmakta. Zaten bastan beri hukuk ile siyaset birbirine bagli oluyor bu sekilde. Ne bagimsizligindan bahsedebiliriz? - Ideoloji Eger muzaffererdogan'in ideoloji tanimindan yola çikarsak (dünya görüsü) hukukun ideoloji tarafindan etkilesimi konusunda somut örnekler verilebilir: 1. Escinsel evlilik. Kamu oyu, veya çogunlugun görüsü, yasallasmaya sicak bakinca Hollanda, Belçika ve Ispanya'da halkin ve siyasi çogunlugun destegi ile escinsel birliktelikler yasal bir çerçeve ile donatildi. Farkli ideolojik bakis açisi olan ülkelerde bu imkansiz görünüyor. 2. Insan haklari. Bati ideolojisi birey merkezli oldugu için bunu birey haklari olarak algilamakta ve 1948 Birlesmis Milletler Insan Haklari Antlasmasi, 1950 Avrupa Insan Haklari Sözlesmesi bu ideolojinin ürünü. Diger taraftan örnegin Afrika ülkelerinde ideoloji kabile/toplum merkezli ve alternatif olarak Banjul African Charter on Peoples's Rights tasarlandi: milletlerin haklari burada temel unsur. Simdilik daha fazla uzatmadan üstedekilerden su sonuç çikarilabilir: bu konuda bagimsizlik bir ütopik ülküdür, bagimsizlik her zaman gaye olmalidir ama etkilesim kaçinilmazdir. Belkide belirli bir ölçüde bu etkilesim gereklidir çünkü sonuçta hukuk kisiler arasi iliskileri yönetmekte. |
18-02-2007, 15:58 | #11 |
|
Bu yazı parçası THS'nin hukuk çalışma gruplarından anayasa hukuku çalışma grubu içinde yayınladığım "Anayasanın Geçerlilik Ölçütü ve Anayasa Yapımına İlişkin Görüşler" başlıklı yazımdandır. Konuyla ilgili bir bakış açısı getireceğini düşünüyorum.
Hukukun bağımlı veya bağımsız olup olmadığını belirlemek için tarihsel bakışa gerek duyuyorum. Kurumsal toplumsal yaşam var olduğundan beri hukuk kuralları da var olmuştur. Eski zamanda hem ceza hukuku gibi bir kamu hukuku alanında hem de borçlar hukuku gibi özel hukuk alanında kuralların olduğunu, uygulandığınıbiliyoruz. Sonuçta her örgütlü toplumda hukuk kuralları olmuş ve uygulanmıştır. Bu kuralları kim veya ne belirlemiştir? Bir yandan hakanlar, krallar kurallar koyarken diğer yandan halkın yaşamından, uygulamasından örf-adet hukuku oluşmuştur. Örf-adet bugün oldukça geri planda bir hukuk kaynağıdır. Ama eski zamanlarda bazı konularda hakanlar dahi örf-adete aykırı kural koyamamıştır. Hukuk örf-adet hukukundan ibaret olsaydı hukukun bağımlı olduğunu kolaylıkla söylerdik çünkü halkın uygulamasını ekonomik ve diğer altyapı koşulları belirler, etkiler. Ancak hukuk hiçbir zaman örf-adet hukukundan ibaret olmamıştır. Millet meclisleri veya hakanlar her zaman kurallar koymuş, emirler vermiş, yön göstermiştir. Bu kuralların varlığı hukukun tamamen bağımlı olduğu savını çürütür. Çünkü hakan o anda siyasal koşulları veya ekonomik koşulları değiştirmek, toplumu yönlendirmek için kurallar koyabilir. Bu kurallar o anda geçerli ekonomik düzenin belirlediği değil olsa olsa neden olduğu kurallardır. Ama sonuçta hukukun altyapı ile etkileşim içinde olduğunu belirliyoruz. Örf-adet veya hakanın koyduğu kurallar uygulandığı dönemin ekonomik, siyasi, dini durumunu veya gelişmişliğini yansıtmaktadır. Roma hukukunu incelediğimizde Romalıların tecimsel(ticari) ilişkilerinin geliştiğini, gelişmiş bir hukuk düzeni olduğunu görüyoruz. O dönemde hukuk eğitimi veriliyordu, hukukçular somut olaylara uygulanacak kuralları belirlemek yoluyla hukuk yaratıyorlardı. Zaman geçtikçe çeşitli toplumların altyapısını yansıtan hukuk kurallarını incelediğimizde bu kuralların benzeştiğini, bazı noktalarda ayrıldığını görüyoruz. Hatta toplumlar birbirlerinden yasalar alıp kendi toplumuna uygulamıştır. Yani birikim sonucunda artık ortak ilkeler, genel kurallar, farklılıklar ama sonuçta bir hukuk sistematiği ortaya çıkmıştır. Eskiden olaylara uygulanacak kural olay gerçekleştikten sonra belirlenirken artık olaylara uygulanacak kurallar önceden belirlenmeye başlamıştır. Bu da hukukun özerk bir yapıya kavuştuğunu göstermiştir. Önceden tamamen dönemin altyapı koşullarına bağımlı olan hukuk büyük ölçüde bağımsız, özerk bir yapıya ulaşmıştır. Çünkü artık yasa yapma yöntemleri gelişmiş, hukuk dalları belirginleşmiş, her hukuk dalında ana ilkeler ortaya çıkmış ve kabul görmüştür. Ama hukukun özerk yapıya kavuştuğunu söylememiz etkilerden uzak olduğunu savunmamızı gerektirmez. Özerk yapı kendi dışındaki gelişmelerden doğal olarak etkilenir çünkü hukuk yaşayan bir canlı gibidir, ancak cansız varlıklar olduğu gibi kalır ve etkilere kapalı durur. Hukukun özerk yapıda olduğunu ileri sürmemiz şu sonuçları beraberinde getirir: hukukun ilkeleri vardır, öyleyse yasakoyucunun her emri hukuk olamaz, önceden belirlenmiş kurallara uygun olmak zorundadır. Önceden belirlenmiş kurala uygunluk veya ilkeye uygunluğun aranması ilkel pozitivist olmadığımızı gösterir. Pozitif hukuk ve doğal hukuk vardır. Doğal hukuk değişmez, evrensel ilkelerden oluşur; özerkliğe işarettir. Pozitif hukuk değişir, dönemin siyasal iktidarını ve dönemin koşullarını yansıtır. Pozitif hukukun da sırf siyasal iktidarın aracı, aleti olmaması için anayasa yargısı gibi hukuki denetim yolları ve kamuoyu ve halk vicdanı, direnme hakkı gibi hukuk dışı denetim yolları bulunmuştur. Bunlar da hukukun alet olmadığını, özerkleştiğini göstermektedir. |
19-02-2007, 21:30 | #12 |
|
Adalet ve Tarihselliği Üzerine
Uygarlık tarihi insanlığın adalet arayışının çeşitli örneklerini ve evrelerini sergilemektedir. Ancak adalet istemi ve çabasının tamamlanmasından söz etmemiz henüz ya da hala söz konusu değildir. Adalet, bir durumu; mevcut olan bir koşullar bütününü olduğu kadar, gerçekleştirmek istediğimiz bir değeri ve ideali de ifade etmektedir. Geçmişte hukuk ve adalet adına gerçekleştirilen pek çok şey bugünden bakınca adaletsizlik olarak değerlendirilebilir. Çünkü tarih içinde insanların adalet anlayışları ve bu konudaki kurumları-kurumlaştırmaları da değişmektedir. Bu nedenle tarihsel bir varlık olarak insanın, bütün yapıp etmelerini, kavramlarını ve değerlerini tarihsel bir yaklaşımla ele almak gereklidir. Ben de bu konuşmam da, günümüz dünyasını tanımlamada ve değerlendirmede sıkça kullanılan küreselleşme kavramı ve adı geçen sürecin yol açtığı bazı sorunlar bağlamında adaletin tarihselliği üzerinde durmak istiyorum. Amacım, adalet kavramının tarihselliği bağlamında, bu kavramla ilgili bazı önemli dönüşümlere değinmek ve adaletin gerçekleşebilmesi açısından gerekli koşulların neler olabileceğine işaret etmek ve bu konudaki bazı felsefi yaklaşımları değerlendirmektir.
Her felsefe çalışmasını kımıldatan, başlamasına yol açan bazı sorular ve sorunlu durumlar vardır. Beni uyaran, aklımı kurcalayan ve yanıt aramaya zorlayan sorular nelerdir? Kısaca bunlara değinmem yerinde olur: Dünyaya tek seçenek olarak sunulan ve kitle iletişim araçlarıyla akıllara yerleştirilmeye çalışılan kavramlar ve değerlere karşı, felsefe ne yapabilir, insanların daha adaletli bir dünya kurmaları konusunda neler söylenebilir? Küreselleşme yerine küreselleştirmeden söz etmek daha doğru olmaz mı? Yalnızca hukuk ve hukuk devleti adaleti sağlayabilir mi? Başta ABD olmak üzere uluslar arası hukuku ve kurumlarını hiçe sayan devletler dünya barışı ve adalet için en büyük tehlike değil midirler? Dünyada adaletin gerçekleşme koşullarını ve ölçütlerini belirleme konusunda felsefenin işlevi ne olabilir? Hegemonyacı güçlerin kuramsal destekçisi ve savunucusu olan yaklaşımlara karşı neler yapılabilir? Bu ve benzer sorular çerçevesinde adalet sorunu ele alındığında hazır bir reçetenin bulunmadığı ve kısa yoldan bir çözümün ufukta görünmediği açıktır. Ancak sorunun kavranılma tarzı da büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle küreselleştirmeden çeşitli yarar, ilgi ve beklentileri olanların, bu yaklaşımlarının ya da küreselleşme anlayışlarının yorumlanması ve eleştirilmesi de gereklidir. Tarihsel bir varlık olarak insanın adalet istemi yönündeki anlayış ve girişimlerinin ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan kurumların/ürünlerin de tarihsel olduğunu söyleyebiliriz. ... ... Bu düşünce tarzı sosyal-ekonomik-kültürel gerçekliği olumlayan, meşrulaştırmaya çalışan nitelikleriyle dikkati çekmekte ve dünyadaki adaletsizliklerin kaynağı ve sorumlusu durumundaki devletlerin, şirketlerin ve kurumların hegemonyasını yaygınlaştırma işlevi görmektedir. Çünkü tarihin sonundan değil, ancak belli bir kültürün ya da sosyo-ekonomik düzenin sonundan söz edilebilir. Ancak görünen odur ki, günümüzün modern efendileri yeryüzünü kendi egemenlik alanları ve insanlığın büyük bölümünü de kendi köleleri olarak görmektedirler. Eskiden köleler “özgürlük” ve “eşitlik” adına (ki bunlar adaletin vazgeçilmez koşullarıdır) başkaldırırken, günümüzde ise ülkeleri/devletleri parçalamaya, sömürmeye yönelik politikalar “özgürlük götürme”/özgürleştirme girişimi/müdahalesi olarak adlandırılmaktadır. İnsana-insan yaşamına yapılan saldırılar ve “insani müdahale” olarak tanımlanabilmektedir. Günümüzde belki yüzyıllar öncesinin hümanizmi ve hümanist filozofları yok. Ama yine de bazı insani değerlerin ve ahlaki, hukuki kazanımların savununu felsefeden beklemek çok şey olmasa gerek. Ancak konuşmamın somlarında değineceğim gibi, bazı filozofların hegemonyacı güçlerin sesi olarak konuştuklarını görüyoruz. Elbette eskiden de iktidarın yanında yer alan, mevcut sistemin savunucusu olan filozofları hatırlıyoruz. Örneğin Platon, Aristoteles köleliği doğal ve gerekli görürken, Stoacılar ve Sofistler bütün insanların özgür olmaları gerektiğini savunmuşlardı. O gün için olmasa bile, tarihin sonraki dönemlerinde insanların özgürlüğünü ve eşitliğini savunan felsefe tarzı kabul gördü. Özgürlük ve eşitlik istemi, aynı zamanda adalet istemi demektir. İnsanın hemen her dönemde ve kültürde adalet arayışını sürdürdüğünü saptayabiliriz. Çünkü adil bir toplumda yaşama, adil bir dünya kurma isteği/düşüncesi, insanın eylemlerine yön veren en önemli ereklerin/ideallerin başında gelmektedir. Ancak adalet kavramının anlamı ve bir erek olarak tasarımlanışı tarih içinde değişmiş, yeni boyutlar kazanmış bulunmaktadır. Tarihselci felsefenin öncüsü Vico, insanlık tarihinde üç farklı çağdan söz eder: tanrılar çağı, kahramanlar çağı ve insanlık çağı. Paganizmin söz konusu olduğu tanrılar çağında insanlık, tanrısal bie egemenlik tasarımı altında yaşar. Bu dönemde insanların tüm girişimlerinde ve eylemlerinde fala ve kehanete başvurdukları görülmektedir. Aynı zamanda mitolojik bir dönem olan kahramanlar çağında, Aristokratik yasalar hüküm sürmektedir. Özgür cumhuriyetlerin ve monarşilerin bulunduğu insanlık çağında ise, artık insanların doğa bakımından eşitliği söz konusudur. Vico’ya göre, ilk iki çağ, “poetik” çağlardır. Bu çağlarda insanların akıllarından çok hayal güçleri egemendir. Üçüncü çağ ise, bir akıl çağıdır. Bu ayrıma dayanarak Vico, üç dil ve yazı türü (kutsal, simgesel, dünyevi), üç tip doğal hukuk, üç tip siyasal topluluk ayırır.1 Adı geçen çağların hukuksal karakterlerini belirlemeye çalışan Vico’ya göre, birinci çağda dinsel hak vardır, herşey tanrıların mülküdür. İkinci çağda ise kahramanlık hakkı (kuvvet hakkı) söz konusudur. Üçüncü çağda ise insansal hak ya da başka deyişle “insan hakları” ortaya çıkmıştır. Bu dönemdeki yasalar, aklın ürünüdür. Vico, hukukun bu çağlardan her birinin kendine özgü ruh ve doğasından ortaya çıktığını belirtir. Başka bir deyişle her çağın hukuk ve adalet anlayışı, o dönemin kültürü tarafından biçimlendirilmektedir. Bu ise hukukun ve onun gerçekleştirmek istediği adaletin tarihsel bir nitelik taşıdığını gösterir. Adalet kavramına tarihsel açıdan yaklaştığımızda, bu kavramın anlamsal içeriği ve hayata geçirilmesi, gerçekleştirilmesi konusunda dikkati çeken iki dönüşüm vardır: I)Tanrısal adaletten insani adalete doğru gerçekleşen dönüşüm, II)Güçlülükten haklılığa doğru gerçekleşen dönüşüm. Güç sahibi olmanın haklı olmakla özdeş olmadığı, her türlü gücün de ahlak ve hukuk tarafından sınırlanması söz konusudur. Bu iki dönüşüm, hem adalet kavramının tarihselliğini ortaya koyması bakımından hem de insanlığın temel bir değerini ve ereğini yorumlama konusundaki farklılıkları göstermesi açısından da büyük önem taşımaktadır. Tanrısal adaletten insani adalete geçiş ise, aynı zamanda mutlak adaletten göreli ve tarihsel bir adalet anlayışı ve hukuk sistemine geçiş anlamına gelmektedir. Çünkü insanın ortaya koyduğu bütün kural, yasa ve değerler mutlak geçerlilik taşımazlar. İnsani olan herşey tarihsel ve görelidir. Ama elbette insan, söz konusu tarihselliği ve göreliliği aşma çabasıyla da karşımıza çıkar. Ancak bu, adaletin tarihsel karakterini ortadan kaldıran bir şey değildir. Benim burada üzerinde durmak istediğim daha çok ikinci dönüşümdür. İnsanlığın eski dönemlerinde hak ve güç kavramları arasında belirgin bir ayrım yapılmadığını saptamak mümkündür. Güç egemen olduğundan güçlüler zayıfları ezmekte kendilerini haklı görmekteydiler. Sofist Gorgias gibi kimi filozofların hukukun kaynağını sözleşme yerine güçte bulduklarını biliyoruz. Şöyle diyor Gorgias, “hukuk insanların iktidar mücadeleleri sonucu ortaya çıkar, mücadeleler sonucu güçlü olan kurallarını başkalarına kabul ettirir.” Trasymakhos’a göre de, adalet güçlünün zayıfa buyurduğudur. Adalet, ancak güçlünün hakkı olarak vardır. Ona göre, doğada eşitlik olmadığı gibi, toplumda da eşitlik yoktur. Burada hukukun doğal düzenin bir devamı olarak düşünülmesi söz konusudur. Oysa doğaya dayanarak ahlaki ve hukuksal yasa, kural ve değerler ortaya koymak doğru değildir. Bu konuda felsefede sofistlerle başlayan bir gelenek, devleti yapay bir kuruluş olarak kabul eder. Hukukun kaynağı da, insanların kendi aralarında oluşturdukları bir şeydir. Tarihsel ve kültürel bir unsurdur. Bu nedenle güce ya da sözleşmeye dayalı olarak, hukuk ve adalet, insanların ilişkilerinden ortaya çıkan şeylerdir. İnsanların ilgi, çıkar, beklenti ve ihtiyaçlarına bağlı olarak da hukuk ve adalet konusunda tarih boyunca değişmeler birbirini izlemiştir. Toplumsal gelişme ile birlikte, hak düşüncesinin de geliştiğini söylemek mümkündür. Ancak hak ile güç tümüyle birbirinden ayrı şeyler değildir: “Güçlülük döneminden haklılık dönemine toplumsal bir süreç içerisinde geçilmesi güçlülüğün ve haklılığın birbirinden ayrılamayacağını göstermektedir. Hakların elde edilmesi ve korunması için güçlü olmak gerekmektedir. Eski dönemlerde bu güç birey gücü olarak beliriyordu. Toplumda kendi gücü ile kendi düzenini kuran kişi egemen oluyordu; kendi hukukunu oluşturuyordu. Son dönemlerinde ise toplumsal gelişme bireylerin güç boyutlarının ötesine ulaşmıştır. (...) Devlet toplumsal gücün siyasal örgütü olarak doğmuştur. Toplumsal güç adına hakları belirleyen devlet, bunlara yönelen saldırıları önlemekle görevlidir. Hakları kurucu ve koruyucu niteliği nedeniyle toplumsal güç olan devlet hukuk düzeni içerisinde adaleti sağlamakla yükümlüdür. Hukuk en güçlünün hakları demek değildir. Hukukun güç ile eşanlamlı olduğu ileri sürülürse hak ile haksızlık arasında bir ayrım yapmak ve dolayısıyla adalet ile adaletsizlik arasında herhangi bir değerlendirmede bulunma olanağı da ortadan kaldırılmış olur. Hukukun kurulmasında gücün çok büyük payı vardır, ama hukuk yalnızca güç demek değildir.”2 Yalnızca güçlü olanın haklarını ve çıkarlarını korumaya ve geliştirmeye hizmet eden bir hukuk sistemi, ister belli bir ulus/toplum içinde olsun ister uluslar/devletler arasında, adaleti gerçekleştirmekten uzak kalır. Oysa hukukun temel amaçlarının başında adaletin yer aldığı açıktır. Hukuk adaleti gerçekleştirmeye çalışan bir yasalar bütünüdür. Hukuk olmadan adaletten söz edilemez. Ancak tek başına hukuk ve hukuk devleti de adaleti sağlama konusunda yetersizdir. ... ... ... Adaletin hukuksal temelleri kadar, ahlaki, toplumsal ve ekonomik temelleri de önem taşımaktadır. Yalnızca hukuksal bir adaletten söz etmenin pratikte pek fazla anlamı yoktur. Örneğin yasa bakımından bütün insanların eşit olduğu kabul edilmiştir. Yine kağıt üstünde bütün insanların temel insan haklarından yararlanmasının hukuksal güvence altına alınmış olduğu da açıktır. Fakat bütün bunlar adaletin ahlaki, toplumsal ve ekonomik anlamının ve koşullarının göz ardı edilmesine yol açmamalıdır. İnsanlık tarihinin “modernite” olarak adlandırılan yakın dönemlerinde, özellikle aydınlanma döneminde “hukuksal adalet” düşüncesinin şekillendiğini ve kabul gördüğünü saptayabiliriz. Ancak bu durum/aşama insanların adalet talebini/istemini yerine getirmede yetersiz kaldığı içindir ki, özellikle 19. yüzyılda toplumsal ve ekonomik adalet isteminin ve mücadelesinin ön plana çıktığını görüyoruz. Bilindiği gibi, hukuksal adalet anlayışı, siyasal haklar ve özgürlüklerde ifadesini bulmuştur. Toplumsal ve ekonomik anlamda adalet istemi ve mücadelesi ise, toplumsal ve ekonomik haklarda somutlaşmıştır. Burada şunu da belirtmek gerekir; tarihte insan hakları düşüncesinin ve talebinin gelişimi ve ortaya konulan kazanımlar, aynı zamanda adalet arayışının da ifadesidir. Belli dönemlerde insan hakları ve adalet konusunda gerçekleştirilen başarıların ve ilerlemelerin süreklilik taşımadığı da unutulmamalıdır. ... Binlerce yıllık insanlık tarihi bize, hiçbir imparatorluğun sonsuz olmadığını, hiçbir siyasi kurumun/kuruluşun dünya egemenliğini ele geçiremediğini göstermiş olmalıdır. Hobsbawm’ın dediği gibi, “Dünya, tek bir devletin hakim olamayacağı kadar karmaşık ”tır.12 ... *Yazar: Dr. Mustafa Günay, Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Eğitimi ABD **Dünya Kime Aittir adlı kitabından |
26-03-2007, 20:44 | #13 |
|
Türk Hukuk Sitesi Forum Alanları > Hukuk Forumları > Hukuk Sohbetleri > Hukuk ve Fels
Sayın Muzaffer Erdoğan,
Bildiğiniz gibi her üretim biçiminin kendine özgü hukuksal bir yapısı vardır. Üretim biçimi kendini devam ettirmek için bu düzenin korunmasında son derece titiz davranır, davranmak da zorundadır. Aksi halde kendini inkar etmiş olur. Her üretim biçimi bir önceki üretim biçimini inkar ederek, onun külleri üzerine kurulurken, ondan kendi üretim biçiminin nasıl olacağına ilişkin veirileri de alır. Dolayısıyla burada bir yandan önceki üretim biçimini inkar etmek, diğer yandan onun eksiklerini tamamlama ve yeni bir üretim biçimi kurma adına inkar etmenin inkar etmesi olgusu vardır. diğer bir deyimle inkar etmenin inkar etmesi ilkesi diyebiliriz. Daha basit olarak çürümüş gübrenin yeni yaşamları yeşertmesi. Her toplumsal düzenin koymuş olduğu kurallara sahip çıkması elbette ki kınanacak bir olgu değildir. Hatta kendi hukukuna sahip çıkmazsa ona toplum düzeni demek de abes olur. Her toplumsal düzen, bir öncekini yıkmaya çalışırken, kendisinden önceki tohlumsal düzenin vermediği, o anda insanların hak ettiklerini düşündükleri hakları ( bunlar tarihte, ekmek, giysi, yaşama hakkı, insan olduklarının kabul edilmesi hakkı, yarın karnını doyurmasının garantide olması, hatta çocuğunu sevebilmesi gibi ) vermek üzere iktidara adaylığını ileri sürer. /Bu konunun verili temel koşulları değiştirmek istemi olmaksızın yalnızca, bir önceki hükümetin eksikliklerinden bahisle ikdirara gelmek istemi ile ilgisi yoktur.\ Aslolan her üretim biçiminin ikdira geldikten sonra topluma, başka bir deyimle bir önceki düzeni deviren kitlelere vaad ettiği sözleri tutup tutmadığı sorunudur. İster köleci, ister fodal, isterse kapitalist yapı olsun; bir önceki düzeni yıkan kitlelere verdikleri sözleri yerine getirmezse, yıkımı da iktidara geldikleri anda başlayacaktır. Bu sözler o anki koşullara göre en basit olarak temel haklardır. Kısa olmasından kaynaklı yetersiz bu açıklamalardan sonra özetle aşağıdaki düşüncelerimi belirtmek isterim: - Her toplumsal düzen kendi kurallarını ve hukukunu yaratır. - bu kurallara uyulmasını istemek onun en doğal hakkıdır. - Uyulmaması halinde yaptırım uygulamak da hakkıdır. ( Bu açıdan kölenin kırbaçlanması, sevgilisine tecavüz edilmesi, hatta üç günlük çocuğunun uçuruma atılması Holivud senaryolarıyla bizde acındırma uyandırmamalıdır. Patron hakkını kullanmıştır) - Her üretim biçiminin mutlaka bir sonu vardır. Bundan önceki köleci, feodal düzenler insanı kısıtlayan ve engelleyen özellikleri nedeniyle sona erdilerse, bu günkü ekonomik düzen de insanı kısıtlayan özellikleri nedeniyle sona erecektir. Bunun kaçınılmaz olduğuna kuşku yoktur. - Her toplumsal düzende, düzenin iktidara gelirken verdiği sözleri yerine getirmesini isteyenler olmuştur. Bunlar toplumun sözcüleri, başka bir deyimle avukatı olmuşlardır. Sonuç Olarak: Her tohlumsal düzen, öncekini inkar ve insan desteğiyle, insana daha yakışan düzen vaadlerle iktidara gelir Vaad edilen haklar doğrultusunda yeni düzenin nasıl yürüyeceğini hukukçular tesbit eder, buna göre kurallar oluşturulur. Kurallar kazanılmış haklardan geri gitmemek üzere ilerideki gelişme ve ihtiyaçlara göre değiştirilebilir. Düzenin kurallarını tesbit edenlerin, bu kuralların uygulanmaması halinde karşı çıkma görevleri vardır. Biz hukukçulara düşen görev, insan haklarına yakışır temel kuralların gerisine gitmeye çalışan her oluşuma, girişime karşı çıkmak, insana yakışan ve önünü açan kuralların konulmasını ve uygulanmasını sağlamak olmalıdır. |
27-03-2007, 02:16 | #14 |
|
Kanuni olan her şey, hukuki midir?
Hukuki olan şeyler meşru mudur? Meşru olarak bilip inandıklarımız, zamanla meşruiyetini kaybetmiyor mu? Acaba bu soruların yanıtları, siyasi görüşlerimizle mi belirleniyor? |
27-03-2007, 11:51 | #15 |
|
Sayın ragıp,
M. Erdoğan'a verdiğim yanıtta sorularınızın cevabı kısmen vardı. Uygulanmakta olan hukuk kendi içinde hukuka uygun olabilir. Ancak evrensel boyutlarda, insan haklarına, hukukun temel ilkelerine uygun değilse, insana yakışmıyorsa, meşru olmadığı söylenebilir. Değişen her şey gibi hukuk da değişir. Newton kurallarının, Görelilik teorisine kadarmutlak geçerli olduğu tartışmasızdı. Bu teori ile yanlışlığı ortaya çıktı. Bu gün meşru olduğuna inandığımız kuralların yarın yanlış olduğunu kabullenebiliriz. Bunun için kimsenin bizi ayıplamaya hakkı yoktur. Asıl ayıplanacak olan yanlışta direnmedir. Önceki yazımda, her üretim biçiminin kendi yönetim şekli ile hukukunu yarattığını belirtmiştim. İçinde bulunduğumuz koşullar, çevremiz, yaşam biçimimiz, hayata bakışımız, eğitim seviyemiz gibi olgular da bizim siyasi görüşlerimizi belirler. Yürürlükteki hukuku siyasi görüşlerimiz doğrultusunda değerlendirmek en doğal hakkımızdır. |
28-03-2007, 13:12 | #16 |
|
bu konu icin belki unlu spekulator george soros un kitabi -acik toplum -dan alinti yapilabilinir.
soros a gore , hicbir (modern, gelismis az gelismis) devlet ve onu yoneten gurup veya kisi, hukuk kurali veya ahlak gibi seylerle kendini bagli gormek istemez , peki ne onlari hukuka bagli kalmaya zorlar, tam anlamiyla mukemmel hicbir siyasi dusuncenin varligina inanmayan (ki bu ilke cok onemli, onlari totaloter rejimlerden korumasi bakimindan) demokratik yapidaki insanlar ve sivil toplum mekanizmalari... bu anlamda hukuku siyasetten ayiracak olan ve modern anlamdaki devlet mekanizmalarinin elinde bulunduran gucleri kendi yarattiklari hukukla bagli kalmalarini saglayacak ve onlari cagdas hukuk yapmaya zorlayacak yine bu demokratik toplumlardir. sorunun cevabi olarak evet siyaset hukuktan ayrilabilir, bu da ancak gercek anlamda demokrat yapidaki acik toplumlarla olur. |
08-04-2007, 15:20 | #17 |
|
Hukuk politikaya asla intibak ettirilmemeli, ama politika devamlı olarak hukuka intibak ettirilmelidir.
Immanuel Kant |
01-05-2007, 12:53 | #18 |
|
İnsanoğlunun anatomik yapısı misali !!
Öncelikle konunun daha iyi anlaşılması bakımından kanımca kavram üzerinde biraz durmak lazım geliyor;
Siyaset : TDK’ya göre siyaset ; devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıdır. Develioğlu’na göre siyeset; Memleket idaresidir. Collins’e göre ise Siyaset;Bir ülke,toplum veya örgüt içinde iktidarı hedefleyen insanların eylem ve ifadeleridir…. Ve nice tanımlamalar. Dolayısıyla siyaseti,Bir düşüncenin,kendini hakim kıldığı/kılmaya çalıştığı an’larda/o an’a gelene kadar yürüttüğü eylemler ve bunu belirleyen stratejilerdir.tanımlamasını da yapabiliriz. İdeoloji: G. Politzer “ideoloji”yi her şeyden önce bir “fikir” olarak tanımlamakta ve devam etmektedir.”İdeoloji” Bir bütün,bir teori,bir sistem,hatta bazen yalnızca bir zihniyet oluşturan fikirlerin bütünüdür.Ve eklemektedir. “ama bir ideoloji yalnızca salt fikirlerin,her türlü duygudan ayrıldığı varsayılacak fikirlerin toplamı değildir.Bir ideoloji zorunlu olarak,duyguları,gönül yakınlıklarını,hoşlanmazlıkları,umutları,korkuları vb.içerir.” TDK’ göre ise;Siyasal veya toplumsal öğreti oluşturan,bir hükümetin,bir partinin bir gurubun davranışlarına yön veren,politik,hukuki,bilimsel,felsefi,dini,moral,e stetik düşünceler bütünüdür. Hukuk : TDK’ ya göre hukuk;toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünüdür. Böylece hukuk tanımdan da çıkarılacağı üzere,var olan toplumun yaşayış biçimini,bireylerin birbiriyle ilişkilerini düzenleyen ve bunun da kendisini oluşturan sistemin eliyle yeri geldimi müeyyidelerle uygulamaya konulan,yazılı kurallar bütünüdür. Tüm bu tanımlardan hareket edecek olursak şöyle bir yargıya ulaşmak zor olmasa gerek ; Hukuk’u ideolojiden ve buna paralel olarak siyasetten ayırmak imkansızdır. Bir ülkenin hukuk sistemine baktığımız zaman o ülkenin aynı zamanda devlet yapısındaki egemen ideolojik yapısından kaynaklanan siyasi yapılanmayı ve hareketi göreceğiz.Yani İdeoloji ile siyaset ve bunun uzantısı olan hukuk iç içe girmiştir ve bu anlayışın egemen olduğu kurumlar da – eğitim,medya,hukuk yapısı vs.- aynı zamanda bu zihniyete göre yapılandırılacak,şekillendirilecektir.Dolayısıyla her siyasi sistem meşruluğunu hukuki zeminde bulur zaten hukuku da kendine göre şekillendiren sistemin bizatihi kendisidir.mesela,var olan sosyalist sistem veya kapitalist sistemin hukuk yapısı birbirinden çok faklıdır temelde,bu da var olan ideolojik yapının şekillendirdiği siyasi sistemin örgütlenme biçiminin bir sonucudur. Devlet yapısındaki örgütlenme her şeyden önce bir öğretiden,fikir’den doğmuştur.dolayısıyla bu yönde bir örgütlenme elbette harekette ve yapılanmada birlik şeklinde tezahür etmelidir,bu da var olan öğreti,fikir çerçevesinde politika,hukuk,bilim,din,felsefe vs. alanlarında bir bütünlük arzetmesidir.(İdeoloji).Var olan İdeolojik yapıyı bu şekilde örgütlenme,yapılandırma alnına hakim kılmak için de bir takım düzenlemeler,eylemler ve dolayısıyla stratejiler gerektirecektir.(Siyaset).Bu alanları da hakim kıldıktan sonra var olacak sistemin aynı topraklar üzerinde yaşayan halkların meşruluğuna dayandırmak gerekecektir ki bu da ortak paydalarda buluşulan-ama yine de devletin ideolojik yapısının tezahürü olan siyasetin-hukuksal yapının gerçekleştirilmesi ve toplumu bu örgütlenme yapısı içinde yönetme ve düzenlemedir.(Hukuk). |
08-05-2007, 18:46 | #19 |
|
İdeoloji, Hukuk ve Siyaset Birbirinden Bağımsız Olabilir Mi?
Olaya bir de şöyle bakalım:
İdeolojiyi bütünlük taşıyan bir düşünce biçimi olarak tanımlamayı kabul ettik. Bu dünya görüşünün içinde kendisini yaratan sınıf veya grupların istemlerini, çıkarlarını içermemesi olanaksızdır. Ancak ideolojinin kendini daha geniş kitlelere kabul ettirebilmesi için bu grupsal çıkar yanını gizleyip kendisini en iyi dünya görüşü olarak lanse etmesi gerekir. Yani kendisini sadece kendi grubunun değil herkesin çıkarlarını koruyan bir dünya görüşü, yaşamın sürdürülebileceği en iyi koşulları sağlayan dünya görüşü olarak anlatır. Bunun için de bazı gerçekleri gizler ("Hocanın dediğini yap yaptığını yapma" deyiminde olduğu gibi). Bazılarını da çarpıtır. Bu nedenle sanal bir yaşam biçimi ifade eden, gerçeklerle uyuşmayan bir sistem kurar. Bu ideolojinin kendini kabul ettirme yolundaki propagandif yönüdür. İdeoloji kendisini topluma kabul ettirdiği ölçüde toplumsal yaşam içinde etkinleşir. Bu etkinlik günlük yaşamı etkilediği kadar hukuk alemini de etkiler. Giderek toplumda egemen ideoloji haline gelince ideolojiyi yaratan grubun çıkarlarının/istemlerinin gerçekleşmesi için gerekli olan hukuk kuralları çoğalır/konulur. Devlet buna göre örgütlenir. Örn. Köle sahibi iseniz kölelik meşrudur. Feodal iseniz görece özgür ama toprağa bağlı köleler vardır. Kapitalistseniz bir yanda sermaye bir yanda iş, ekmek arayan insanlar vardır. Her üçünde de egemen ideolojiyi yaratan grubun dışındaki insanlar özgürdür. Köleler ölmekte, serfler de ya toprakla birlikte satılıp çalışmayı kabul etmekte ya da ölmekte, kapitalist sistemde de ya egemen ideolojinin koyduğu hukuk kurallarına uygun olarak çalışmak ya da açlıktan ölmekte özgürdürler. Böylece egemen ideolojinin iki yönlü baskısı altında kalırız. 1- Tek tek bireyler olarak örgütlü bir düşünsel sistemin empoze edilmesi. Önerilen yaşam biçiminin en iyi yaşam biçimi olduğu konusundaki propaganda. 2- Hukuk kuralları ile getirilen bu yaşam biçimine uygun yaptırımlar. Bu iki etmen birleşince insanlar bir süre sonra "egemen olan ideolojiye göre yaratılmış" bu yaşam biçiminin en iyi yaşam biçimi olduğunu düşünmeye başlar. Çünkü egemen ideolojinin çıkarlarına uygun şekilde bir bilinçle donatılmaktasınız. Okulda, basında, yaşamın her alanında bu yaşam biçiminin en iyi yaşam biçimi olduğu konusunda yoğun bir propaganda ve öğreti verilmektedir. Buna karşı birey olarak mücadele edeceksiniz (edebilirseniz). Hataları farkettiğinizi varsayalım. Bunları ifade ettiğinizde kendinize yandaş bulmak zorundasınız. İnsanlar düşüncelerinizi beğenmiyorsa dinlemeyecektir. Çoğu zaman sizin yanınızda olması gereken insanlar sizin karşınızda, egemen ideolojinin yanında olacaktır. Onlar başka türlü bir yaşamı düşünmemişlerdir. Ellerinde bu vardır. "Dünya böyle gelmiş böyle gider". Dinlemelerinin koşulu onların çıkarlarına olmasıdır. Bu çıkar ekonomik olabilir, baskıdan kurtulmaları olabilir vb. Ama her koşulda insanların sizle birlikte hareket etmesi için bir çıkarının bulunması gerekir. Bu da mevcut ideolojiye karşı çıkışı ve yeni bir ideoloji yaratmanızı gerektirebilir. O zaman da var olan hukuk kuralları ile karşı karşıya geleceksiniz. Bölücü, yıkıcı, terörist vb. olacaksınız. Örneğin köleliğe karşı çıkan bir köle kaçtığında sahibi tarafından öldürülmek veya çalıştırılmaya devam edilmek gibi seçeneklerle karşı karşıya kalır. Bu bireysel bir harekettir ve tolplumsal sistemi zedelemesine rağmen fazla etkilememiştir. Ama kaçan spartaküs olunca sahibine teslimi düşünülmez. İsyancı köleler sahibinin onamı alınmaksızın yol boyu asılır. Neden? sistemi bozduğu için. Bu davranış siyasi değil mi? Hukukla ilişkisi yok mu? İsyan dönemlerinde insanlar neden esir alınmazlar, esir almayanlar neden yargılanmazlar? hukukla ve siyasetle ilişkisi yokmu? Tüm dünya ülkelerinde anayasayı değiştirmeye teşebbüs suçtur. Değiştirmek değil. Hukuki mi, Siyasi mi bu hüküm? Saygılar. |
11-10-2007, 12:24 | #20 |
|
ideoloji-siyaset-hukuk ayrılmaz bir bütündür!
Siyaset : TDK’ya göre siyaset ; devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıdır.
Develioğlu’na göre siyeset; Memleket idaresidir. Collins’e göre ise Siyaset;Bir ülke,toplum veya örgüt içinde iktidarı hedefleyen insanların eylem ve ifadeleridir…. Ve nice tanımlamalar. Dolayısıyla siyaseti,Bir düşüncenin,kendini hakim kıldığı/kılmaya çalıştığı an’larda/o an’a gelene kadar yürüttüğü eylemler ve bunu belirleyen stratejilerdir.tanımlamasını da yapabiliriz. İdeoloji: G. Politzer “ideoloji”yi her şeyden önce bir “fikir” olarak tanımlamakta ve devam etmektedir.”İdeoloji” Bir bütün,bir teori,bir sistem,hatta bazen yalnızca bir zihniyet oluşturan fikirlerin bütünüdür.Ve eklemektedir. “ama bir ideoloji yalnızca salt fikirlerin,her türlü duygudan ayrıldığı varsayılacak fikirlerin toplamı değildir.Bir ideoloji zorunlu olarak,duyguları,gönül yakınlıklarını,hoşlanmazlıkları,umutları,korkuları vb.içerir.” TDK’ göre ise;Siyasal veya toplumsal öğreti oluşturan,bir hükümetin,bir partinin bir gurubun davranışlarına yön veren,politik,hukuki,bilimsel,felsefi,dini,moral,e stetik düşünceler bütünüdür. Hukuk : TDK’ ya göre hukuk;toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünüdür. Böylece hukuk tanımdan da çıkarılacağı üzere,var olan toplumun yaşayış biçimini,bireylerin birbiriyle ilişkilerini düzenleyen ve bunun da kendisini oluşturan sistemin eliyle yeri geldimi müeyyidelerle uygulamaya konulan yazılı kurallar bütünüdür. Tüm bu tanımlardan hareket edecek olursak şöyle bir yargıya ulaşmak zor olmasa gerek ; Hukuk’u ideolojiden ve buna paralel olarak siyasetten ayırmak imkansızdır. Bir ülkenin hukuk sistemine baktığımız zaman o ülkenin aynı zamanda devlet yapısındaki egemen ideolojik yapısından kaynaklanan siyasi yapılanmayı ve hareketi göreceğiz.Yani İdeoloji ile siyaset ve bunun uzantısı olan hukuk iç içe girmiştir ve bu anlayışın egemen olduğu kurumlar da – eğitim,medya,hukuk yapısı vs.- aynı zamanda bu zihniyete göre yapılandırılacak,şekillendirilecektir.Dolayısıyla her siyasi sistem meşruluğunu hukuki zeminde bulur zaten hukuku da kendine göre şekillendiren sistemin bizatihi kendisidir.mesela,var olan sosyalist sistem veya kapitalist sistemin hukuk yapısı birbirinden çok faklıdır temelde,bu da var olan ideolojik yapının şekillendirdiği siyasi sistemin örgütlenme biçiminin bir sonucudur. Devlet yapısındaki örgütlenme her şeyden önce bir öğretiden,fikir’den doğmuştur.dolayısıyla bu yönde bir örgütlenme elbette harekette ve yapılanmada birlik şeklinde tezahür etmelidir,bu da var olan öğreti,fikir çerçevesinde politika,hukuk,bilim,din,felsefe vs. alanlarında bir bütünlük arz etmesidir.(İdeoloji).Var olan İdeolojik yapıyı bu şekilde örgütlenme,yapılandırma alnına hakim kılmak için de bir takım düzenlemeler,eylemler ve dolayısıyla stratejiler gerektirecektir.(Siyaset).Bu alanları da hakim kıldıktan sonra var olacak sistemin aynı topraklar üzerinde yaşayan halkların meşruluğuna dayandırmak gerekecektir ki bu da ortak paydalarda buluşulan-ama yine de devletin ideolojik yapısının tezahürü olan siyasetin-hukuksal yapının gerçekleştirilmesi ve toplumu bu örgütlenme yapısı içinde yönetme ve düzenlemedir.(Hukuk). |
13-11-2007, 20:37 | #21 |
|
öncelikle bana göre siyaset ideoloji temelli yapılır zaten..onların birbirinden ayrılması söz konusu dahi değildir..ancak hukuku mantıken ayırmak gerekir..tarafsız olmayan bir hukuk öğrencisi olarak böyle bir ödev bana verilseydi;kendi görüşüme göre şekillendirirdim konuyu..biz böyle konuları okuldaki arkadaşlarımla hep tartışıyoruz..bana ters fikirdekiler ve kendilerini tarafsız olarak niteleyen insanlarla yaptığımız tartışmalar da sonuç alamıyoruz ne yazık ki..bunları ayırmak günümüzde imkansız gibi..yeni dünya düzenine bakılınca(eskisinin de çok bir farkı yok;ama şu an daha çok hissediliyor..) bunların birbirinden ayrılması için bir mucize gerekiyor..ülkelerin bütün düzenleri hukuk temelli,ideolojiye bağlı siyaset üzerinden yürütülüyor..yukarıda okuduğum tanımlara bakılınca,eylemlerimizin bu tanımlamalar dışına çıkarak farklı bir hal aldığını görmekteyim..biz şu an ya bir şeyleri tanımlamaya çalışıyoruz ya da kabul gören tanımların sınırlarını genişleterek onları yok etmeyi amaçlıyoruz..böyle bir konuda tanımlar üzerinden yapılan ayrımların ne derece sağlıklı olacağını bilmiyorum ama hukuk-siyaset-ideoloji üçgeninin birbirinden bağımsız olacaklarına her nedense inanmıyorum..hukuku hepsinden soyutlamaya çalışmak sadece bir amaç olarak kalacaktır..bence hukuk-siyaset ve ideoloji BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ ya da geometrideki MUHTEŞEM ÜÇLÜ konumunda şu an..
biz öğrenciler bu konu üzerinde sürekli tartışsakta hep aynı yerde durduğumuzu fark ettim.ayıramıyoruz bunları..belki ayıran ince bir çizgi var;ama nedense biz göremiyoruz bunu.. öğrenciler için çok güzel bir konuydu bu..sayın muzaffererdoğan'a teşekkür ederim..ayrıca konuya eklenmiş yorumlarda oldukça aydınlatıcı..ama bir öğrenciye böyle bir ödev vermek;ona bile bile işkence etmektir bence..en azından benim gibi tarafsız olmayan ve bu ayrımın imkansız olduğunu düşünen biri için..bu konuyu geç okumamdan dolayı geç yorumda bulundum.. SAYGILAR |
Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk) | |
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Yanıt | Son Mesaj |
Kadın ve Siyaset... | Av.Habibe YILMAZ KAYAR | Kadın Hakları Çalışma Grubu | 20 | 05-08-2007 18:25 |
Yargı Bağımsız Mı? | Av. Hulusi Metin | Meslektaşların Soruları | 7 | 26-12-2005 15:50 |
Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir. |