03-08-2016, 22:06 | #1 |
|
Nazımdan Bir Şiir
Bu geç vakit bu sonbahar gecesinde kelimelerinle doluyum;
Zaman gibi, Madde gibi ebedî, Göz gibi çıplak, El gibi ağır ve yıldızlar gibi pırıl pırıl kelimeler. Kelimelerin geldiler bana, yüreğinden, kafandan, etindendiler. Kelimelerin getirdiler seni, onlar : ana, onlar : kadın ve yoldaş olan… Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar, kelimelerin insandılar… Nazım Hikmet Ran |
03-08-2016, 22:13 | #2 |
|
NAZIMDAN RUBAİLER
BİRİNCİ BÖLÜM 1 Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ filân değil, uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illetî-ûlâ filân değil. Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi : «Suret hemi zıllest...» filân diye başlayan değil... 2 Ruhum ne ondan önce vardı, ne ondan ayrı bir sırrın kemâlidir, ruhum onun, o dışımdaki âlemin bende akseden hayâlidir. Ve aslından en uzak ve aslına en yakın hayâl bana ışığı vuran yârimin cemâlidir... 3 Sevgilimin hayâli dile geldi aynanın üzerinde : «— O yok, ben varım,» — dedi bana günün birinde. Vurdum, düştü parçalandı ayna, kayboldu hayâl ve lâkin çok şükür sevgilim duruyor yerli yerinde... 4 Muşambanın üstüne resmini bir kerecik çizdim ama günde bin kere resmin çıktı bende tepemden tırnağıma, fakat ne tuhaf şey hayâlin onda daha çok kalacak benden uzun ömürlüdür muşamba... 5 Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayâle. Halbuki sen orda, şehrimde gerçekten varsın etinle kemiğinle ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var ve âsi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile... 6 Öptü beni : «— Bunlar, kâinat gibi gerçek dudaklardır,» — dedi. «Bu ıtır senin icâdın değil, saçlarımdan uçan bahardır,» — dedi. «İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde : «körler onları görmese de, yıldızlar vardır,» — dedi... 7 Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece pırıldamakta devâmedecek ben basıp gidince de, çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı ve bende bu aslın sureti çıktı sadece... 8 «— Paydos...» — diyecek bize bir gün tabiat anamız, — «gülmek, ağlamak bitti çocuğum...» Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak : görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat... 9 Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha, güzelim dünya elvedâ, ve merhaba k â i n a t . . . 10 Balla dolu petek yani gözlerin güneşle dolu... Gözlerin, sevgilim, gözlerin toprak olacak yarın, bal başka petekleri doldurmakta devâmedecek... 11 Ne nurdan ne çamurdan, sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan... 12 Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız hep hısım akrabayız. Ve ey güneş gözlü sevgilim, «Cotigo, ergo sum»1 değil bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz... 1 Düşünüyorum, demek ki varım. 13 Aramızda sadece bir derece farkı var, işte böyle kanaryam, sen kanatları olan, düşünemeyen kuşsun, ben elleri olan, düşünebilen adam... İKİNCİ BÖLÜM 1 «— Şarapla doldur tasını, tasın toprakla dolmadan,» — dedi Hayyam. Baktı ona gül bahçesinin yanından geçen uzun burunlu, yırtık pabuçlu adam : «— Ben, bu nimetleri yıldızlarından çok olan dünyada açım,» — dedi, «şaraba değil, ekmek almaya bile yetmiyor param...» 2 Ölümü, ömrün kısalığını tatlı bir kederle düşünerek şarap içmek lâle bahçesinde, ayın altında... Bu tatlı keder doğduk doğalı nasibolmadı bize : bir kenar mahallede, simsiyah bir evde, zemin katında... 3 Ömür gelip geçiyor, vakti ganimet bil uyanılmaz uykulara varmadan : yâkut şarabı billûr kadehe doldur, seher vaktidir ey delikanlı uyan... Perdesiz, buz gibi odasında uyandı delikanlı, gecikmeyi affetmeyen fabrikanın canavar düdüğüydü uğuldayan... 4 Geçmiş günün hasretini çekmem — yalnız bir yaz gecesi bir yana — ve gözümün son mavi pırıltısı bile gelecek günün müjdesini verecek sana... 5 Ben, bir insan, ben, Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben, tepeden tırnağa iman, tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibâret ben... 6 Ben, spiker, konuştum, sesim bir tohum gibi ağır ve çıplak : — Kalbimin saat ayarını veriyorum, gonga tam şafak vakti vurulacak. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 1 İnsan ya hayrandır sana, ya düşman. Ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun ya bir dakka bile çıkmazsın akıldan... 2 Çürüksüz ve cam gibi berrak bir kış günü sımsıkı etini dişlemek sıhhatli, beyaz bir elmanın. Ey benim sevgilim, karlı bir çam ormanında nefes almanın bahtiyarlığına benzer seni sevmek... 3 Kim bilir belki bu kadar sevmezdik birbirimizi uzaktan seyredemeseydik ruhunu birbirimizin. Kim bilir felek ayırmasaydı bizi birbirimizden belki bu kadar yakın olmazdık birbirimize... 4 Gün iyiden iyiye ışıdı artık, tortusu dibe çöken bir su gibi duruldu, berraklaştı ortalık. Sevgilim, sanki seninle yüz yüze geldim birdenbire : aydınlık, alabildiğine aydınlık... |
04-08-2016, 09:48 | #3 |
|
PİRAYE İÇİN YAZILMIŞ :
SAAT 21-22 ŞİİRLERİ Ne güzel şey hatırlamak seni : ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... Ne güzel şey hatırlamak seni : bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin ve saçlarında vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının... İçimde ikinci bir insan gibidir seni sevmek saadeti... Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının, güneşli bir rahatlık ve etin daveti : kıpkızıl çizgilerle bölünmüş sıcak koyu bir karanlık... Ne güzel şey hatırlamak seni, yazmak sana dair, hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek : filânca gün, falanca yerde söylediğin söz, kendisi değil edasındaki dünya... Ne güzel şey hatırlamak seni. Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine : bir çekmece bir yüzük, ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım. Ve hemen fırlayarak yerimden penceremde demirlere yapışarak hürriyetin sütbeyaz maviliğine sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım... Ne güzel şey hatırlamak seni : ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... 20 Eylül 1945 Bu geç vakit bu sonbahar gecesinde kelimelerinle doluyum; zaman gibi, madde gibi ebedî, göz gibi çıplak, el gibi ağır ve yıldızlar gibi pırıl pırıl kelimeler. Kelimelerin geldiler bana, yüreğinden, kafandan, etindendiler. Kelimelerin getirdiler seni, onlar : ana, onlar : kadın ve yoldaş olan... Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar, kelimelerin insandılar... 21 Eylül 1945 Oğlumuz hasta, babası hapiste, senin yorgun ellerinde ağır başın, dünyanın hali gibi halimiz... İnsanlar, daha güzel günlere insanları taşır, oğlumuz iyileşir, babası çıkar hapisten, güler senin altın gözlerinin içi, dünyanın hali gibi halimiz... 22 Eylül 1945 Kitap okurum : içinde sen varsın, şarkı dinlerim : içinde sen. Oturdum ekmeğimi yerim : karşımda sen oturursun, çalışırım : karşımda sen. Sen ki, her yerde «hâzırı nâzır»ımsın, konuşamayız seninle, duyamayız sesini birbirimizin : sen benim sekiz yıldır dul karımsın... 23 Eylül 1945 O şimdi ne yapıyor şu anda şimdi, şimdi? Evde mi, sokakta mı, çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı? Kolunu kaldırmış olabilir, — hey gülüm, beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!...— O şimdi ne yapıyor, şu anda, şimdi, şimdi? Belki dizinde bir kedi yavrusu var, okşuyor. Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir, — her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren sevgili, canımın içi ayaklar!...— Ve ne düşünüyor beni mi? Yoksa ne bileyim fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi? Yahut, insanların çoğunun neden böyle bedbaht olduğunu mu? O şimdi ne düşünüyor, şu anda, şimdi, şimdi?... 24 Eylül 1945 En güzel deniz : henüz gidilmemiş olanıdır. En güzel çocuk : henüz büyümedi. En güzel günlerimiz : henüz yaşamadıklarımız. Ve sana söylemek istediğim en güzel söz : henüz söylememiş olduğum sözdür... 25 Eylül 1945 Saat 21. Meydan yerinde kampana vurdu, nerdeyse koğuşların kapıları kapanır. Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz : 8 yıl... Yaşamak : ümitli bir iştir, sevgilim, yaşamak : seni sevmek gibi ciddî bir iştir... 26 Eylül 1945 Bizi esir ettiler, bizi hapse attılar : beni duvarların içinde, seni duvarların dışında. Ufak iş bizimkisi. Asıl en kötüsü : bilerek, bilmeyerek hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması... İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş, namuslu, çalışkan, iyi insanlar ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık... 30 Eylül 1945 Seni düşünmek güzel şey ümitli şey dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey. Fakat artık ümit yetmiyor bana, ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum... 1 Ekim 1945 Dağın üstünde : akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var dağın üstünde. Bugün de : sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de. Birazdan açar kırmızı kırmızı : gecesefaları birazdan açar kırmızı kırmızı. Taşır havamızda sessiz, cesur kanatlar vatandan ayrılığa benzeyen ayrılığımızı... 2 Ekim 1945 Rüzgâr akar gider, aynı kiraz dalı bir kere bile sallanmaz aynı rüzgârla. Ağaçta kuşlar cıvıldaşır : kanatlar uçmak ister. Kapı kapalı : zorlayıp açmak ister. Ben seni isterim : senin gibi güzel, dost ve sevgili olsun hayat... Biliyorum henüz bitmedi sefaletin ziyafeti... Bitecek fakat... 5 Ekim 1945 İkimiz de biliyoruz, sevgilim, öğrettiler : aç kalmayı, üşümeyi, yorgunluğu ölesiye ve birbirimizden ayrı düşmeyi. Henüz öldürmek zorunda bırakılmadık ve öldürülmek işi geçmedi başımızdan. İkimiz de biliyoruz, sevgilim, öğretebiliriz : dövüşmeyi insanlarımız için ve her gün biraz daha candan biraz daha iyi sevmeyi... 6 Ekim 1945 Bulutlar geçiyor : haberlerle yüklü, ağır. Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda. Yürek kirpiklerin ucunda uzayıp giden toprak uğurlanır. Benim bağırasım gelir : — «P î r â y e , P î r â y e !...» — diye... 7 Ekim 1945 İnsan çığlıkları geçti geceleyin açık denizleri rüzgâr- -larla. Dolaşmak tehlikeli hâlâ geceleyin açık denizleri... Altı yıldır sürülmedi bu tarla, duruyor olduğu gibi tank paletlerinin izleri. Tank paletlerinin izleri kapanır bu kış karla. Ah, gözümün nuru, gözümün nuru, yine yalan söylüyor antenler : alın teri tacirleri kapatabilsin diye defteri yüzde yüz kârla. Fakat Ezrailin sofrasından dönenler döndüler verilmiş kararlarla... 8 Ekim 1945 Çekilmez bir adam oldum yine : uykusuz, aksi, nâlet. Bir bakıyorsun ki ana avrat söver gibi, azgın bir hayvanı döver gibi bugün çalışıyorum, sonra bir de bakıyorsun ki ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü sabahtan akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün. Ve beni çileden çıkartıyor büsbütün kendime karşı duyduğum nefret ve merhamet... Çekilmez bir adam oldum yine : uykusuz, aksi, nâlet. Yine her seferki gibi haksızım. Sebep yok, olması da imkânsız. Bu yaptığım iş ayıp rezalet. Fakat elimde değil seni kıskanıyorum beni affet... 9 Ekim 1945 Dün gece rüyama girdin : dizimin dibinde oturuyormuşun. Başını kaldırdın, kocaman, sarı gözlerini bana çevirdin. Bir şeyler soruyormuşun. Islak dudakların kapanıp açılıyor, sesini duymuyorum ama. Gecenin içinde bir yerlerde aydınlık bir haber gibi saat çalıyor. Havada fısıltısı başsızlığın ve sonsuzluğun. Kırmızı kafesinde, kanaryamın : «Memo»mun türküsü, sürülmüş bir tarlada toprağı itip yükselen tohumların çıtırdısı ve bir kalabalığın haklı ve muzaffer uğultusu geliyor kulağıma. Senin ıslak dudakların hep öyle açılıp kapanıyor sesini duymuyorum ama... Kahrederek uyandım. Kitabın üstünde uyuyakalmışım meğer. Düşünüyorum : yoksa senin miydi bütün o sesler? 10 Ekim 1945 Gözlerine bakarken güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma, bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde kayboluyorum... Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum, durup dinlenmeden değişen ebedî madde gibi gözlerin : sırrını her gün bir parça veren fakat hiçbir zaman büsbütün teslim olmayacak olan... 18 Ekim 1945 Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzre, son defa dönüp baktığımızda şehre, sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz : «— Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü, çalıştık gücümüzün yettiği kadar seni bahtiyar kılalım diye. Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin, devam ediyor hayat. İçimiz rahat, gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi, işte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri...» 27 Ekim 1945 Bir elmanın yarısı biz yarısı bu koskoca dünya. Bir elmanın yarısı biz yarısı insanlarımız. Bir elmanın yarısı sen yarısı ben ikimiz... 28 Ekim 1945 Itır saksısında artan koku, denizlerde uğultular ve işte dolgun bulutları ve akıllı toprağıyla sonbahar... Sevgilim, yaş kemâlini buldu. Bana öyle gelir ki belki bin yıllık bir ömrün macerası geçti başımızdan. Ama biz hâlâ güneşin altında el ele yalnayak koşan hayran gözlü çocuklarız... 5 Kasım 1945 Çiçekli badem ağaçlarını unut. Değmez, bu bahiste geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı. Islak saçlarını güneşte kurut : olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın nemli, ağır kızıltılar... Sevgilim, sevgilim, mevsim sonbahar... 8 Kasım 1945 Uzaktaki şehrimin damları üzerinden ve Marmara denizinin dibinden geçip sonbahar topraklarını aşarak olgun ve ıslak geldi sesin. Bu, üç dakikalık bir zamandı. Sonra, telefon simsiyah kapandı... 12 Kasım 1945 Damardan boşanan kan gibi ılık ve uğultulu son lodoslar esmeye başladı. Havayı dinliyorum : nabız yavaşladı. Uludağda, zirvede kar ve Kirezli-yaylada şahane ve şipşirin yatmış uykudadır kırmızı kestane yapraklarının üstünde ayılar. Ovada kavaklar soyunuyor. İpekböceği tohumları kışlaklarına gitti gidecek, sonbahar bitti bitecek, nerdeyse girecek gebe-uykularına toprak. Ve biz yine bir kış daha geçireceğiz : büyük öfkemizin içinde ve mukaddes ümidimizin ateşinde ısınarak... 13 Kasım 1945 Tarif kabul etmez, — diyorlar, — İstanbulun sefaleti, milleti, — diyorlar, — kırıp geçirdi açlık, verem illeti, — diyorlar, — diz boyu. Şu kadarcık kız çocuklarını, — diyorlar, — yangın yerlerinde, sinema localarında... . . . . . . . . . . . . . . Kara haberler geliyor uzaktaki şehrimden : namuslu, çalışkan, fakir insanların şehri — sahici İstanbulum, sevgilim, senin mekânın olan ve nereye sürülsem, hangi hapiste yatsam sırtımda, torbamın içinde götürdüğüm ve evlât acısı gibi yüreğimde, senin hayalin gibi gözlerimde taşıdığım şehir... 20 Kasım 1945 Saksılarda hâlâ tek tük karanfil bulunursa da ovada güz nadasları yapıldı çoktan, tohum saçılıyor. Ve zeytin devşirilmekte. Bir yandan kışa girilmekte, bir yandan bahar fidelerine yer açılıyor. Bense hasretinle dolu ve büyük yolculukların sabırsızlığıyla yüklü yatıyorum demirli bir şilep gibi Bursada... 1945 yılı Aralık ayının dördü İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan, giyin, kuşan, benze bahar ağaçlarına... Hapisten mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına, kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını, böyle bir günde yılgın ve kederli değil, ne münasebet, böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin kadını... 5 Aralık 1945 Delindi sintine, esirler parçalamakta pırangaları. Yıldız-poyrazdır esen, tekneyi kayaların üstüne atacak. Bu dünya, bu korsan gemisi batacaktır, taş çatlasa batacak. Ve senin alnın gibi hür, ferah ve ümitli bir âlem kuracağız Pirâyem... 6 Aralık 1945 Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim, akar suyun, meyve çağında ağacın, serpilip gelişen hayatın düşmanı. Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına : — çürüyen diş, dökülen et —, bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler. Ve elbette ki, sevgilim, elbet, dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet... 7 Aralık 1945 Bursada havlucu Recebe, Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman, fakir-köylü Hatçe kadına, ırgat Süleymana düşman, sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman, vatan ki bu insanların evidir, sevgilim, onlar vatana düşman... 12 Aralık 1945 Ağaçlar ovada son bir gayretle pırıldamakta : pul pul altın bakır tunç ve tahta... Öküzlerin ayakları yaş toprağa gömülüyor yumuşacık. Ve dağlar dumana batık kurşunî, sırılsıklam... Tamam, sonbahar belki bugün bitti artık. Yaban kazları hızla gelip geçti demin herhal İznik gölüne gidiyorlar. Havada serin havada is kokusu gibi bir şey : havada kar kokusu var... Şimdi dışarda olmak, dörtnala sürmek dağlara doğru atı. «— Ata binmesini de bilmezsin,» —- diyeceksin ama şakayı bırak ve kıskanma, yeni bir huy edindim hapiste : seni sevdiğim kadar değilse de hemen hemen ona yakın seviyorum tabiatı... Ve ikiniz de uzaktasınız... 13 Aralık 1945 Gece kar birdenbire bastırmış. Bembeyaz dallardan dağılan kargalarla başladı sabah. Göz alabildiğine Bursa ovasında kış : başsızlık ve sonsuzluk geliyor akla. Sevgilim, değişti mevsim çekişen gelişmelerden sonra bir sıçramakla. Ve karın altında mağrur hamarat sürüp gidiyor hayat... 14 Aralık 1945 Hay aksi lânet, fena bastırdı kış... Sen ve namuslu İstanbulum ne haldesiniz kim bilir? Kömürün var mı? Odun alabildin mi? Camların kıyısına gazete kâadı yapıştır. Gece erkenden yatağa gir. Evde de satılacak bir şey kalmamıştır. Yarı aç, yarı tok üşümek : dünyada, memleketimizde ve şehrimizde bu işte de çoğunluk bizde... |
15-01-2019, 13:42 | #4 |
|
Bugün Nazım Hikmetin 117.doğum günü... Sevgi ve özlemle anıyorum...
|
Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk) | |
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Yanıt | Son Mesaj |
Şiir Keyfi:)) | Av.Habibe YILMAZ KAYAR | Site Lokali | 884 | 07-02-2017 14:30 |
Büyücü / şiir | Av. Nilgün Aras | Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. | 1 | 28-10-2012 12:44 |
Şiir-im-si | Av. Gülgün | Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. | 2 | 12-05-2012 12:07 |
KIYAMET......şiir | metin sahin | Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. | 0 | 25-04-2009 16:22 |
Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir. |