Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun]

Yargıtay kararı arıyorum

Yanıt
Konuyu Değerlendirin Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 21-05-2010, 20:32   #1
tncey

 
Varsayılan Yargıtay kararı arıyorum

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
2004/15-349 E.
2008/13-562 E.
2002/8-20 E.

Yargıtay 1.Hukuk Dairesi 2007/10579 E.
Yargıtay 1.Hukuk Dairesi 2000/9529 E.
Yargıtay 1.Hukuk Dairesi 2005/10192 E.
Yargıtay 13.Hukuk Dairesi 2000/3206 E.
Yargıtay 13.Hukuk Dairesi 2002/4378 E.

Yukarıda esas numaralarını verdiğim kararlara ihtiyacım var.Yardımcı olacak arkdaşlara şimdiden teşekkürler.
Old 21-05-2010, 20:43   #2
Av.Ufuk Bozoğlu

 
Varsayılan

T.C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

Esas: 2004/15-349
Karar: 2004/365
Karar Tarihi: 16.06.2004

Dava: Taraflar arasındaki "munzam zararın tahsili" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Fatih Asliye 2. Hukuk Mahkemesi'nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 06.03.2002 gün ve 2000/575 E. 2002/160 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 15. Hukuk Dairesi'nin 24.02.2003 gün ve 2002/4502-2003/830 sayılı ilamı ile; ( ...1- Davada istenen, 377 .530 TL. harici satış bedelinin güncelleştirilmiş değeri ikiyüzonmilyar liranın tahsili talebidir. İstemin bu niteliğine göre talebin BK'nun 105. maddesinde hükme bağlanan geçmiş günler faizinden fazla zararın tahsili şeklinde değerlendirilmesi gerekir. Zira, HUMK'nun 76. maddesi hükmünce tavsif hakime aittir. Dairemizin kararlılık kazanan uygulamasına göre ise munzam zarar varlığı somut delillerle kanıtlanmalıdır. Bu zarar bilirkişilerce bulunduğu gibi varsayımlarla hesaplanmışsa kanıtlanmış bir dava olmayacağından açılan bu dava reddolunmalıdır. Mahkemece bu yönler bir yana bırakılarak ortada ispatlanmış bir zarar varmışcasına davanın yazılı bazı gerekçelerle kabulü yanlıştır.

2- Yukarıda açıklanan nedenlerle davacının temyiz itirazlarının incelenmesi gerekmemiştir.

Yukarıda 1. bendde açıklanan nedenlerle hükmün davalılar lehine bozulmasına... ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Karar: 1 ) Davalılar vekilinin temyiz itirazları yönünden dosyanın incelenmesinde; Dava, munzam zararın tahsili istemine ilişkindir.

Davacı vekili; müvekkili ile davalıların murisi arasında yapılan taşınmaz satış vaadi sözleşmesi uyarınca, müvekkiline devri öngörülen dairenin, davalılar murisince tapuda davacıya devredilmediği gibi, muris tarafından müvekkili aleyhine el atmanın önlenmesi istemiyle dava açıldığını; o davada, müvekkilinin ödemiş olduğu 377.530.-TL. harici satış bedeli üzerinden hapis hakkı tanınmak suretiyle, el atmanın önlenmesine karar verildiğini, anılan hükmün 25.12.1978 tarihinde kesinleşmesine rağmen, davalı tarafça hapis hakkına konu 377.530.-TL'nin davacıya ödenmediğini ileri sürerek; hükmen belirlenen 377.530.-TL. harici satış bedelinin 24.08.2000 dava tarihi itibarıyla güncelleştirilmiş değeri 21O.000.000.000.-TL'nin faiziyle birlikte davalılardan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalılar vekili; davacının kesin hükümle tespit edilen harici satış bedelini artırma çabasında olduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemenin; "Taraflar arasında görülüp kesinleşen dava sonucu hükmedilen 377.530.-TL. hapis hakkı bedelinin, 24.8.2000 dava tarihi itibarıyla güncelleştirilmiş değerinin bilirkişi raporunda 8.155.747.000.-TL. hesaplandığı" gerekçesiyle, bilirkişi raporunda tespit edilen değer esas alınmak suretiyle "davanın kısmen kabulüne" dair verdiği karar, özel dairece yukarıda açıklanan gerekçeyle bozulmuş; yerel mahkemece "enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçlarının herkesçe bilinen "maruf ve meşhur" vakıalar olup, bunların ispatının gerekmediği, böyle bir ortamda davacının parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir girişimde bulunacağının karine olarak kabul edilmesi ve munzam zararın varlığının kabulünün zorunlu olduğu" gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.

Özel daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık; davacının, geçmiş günler faizinden fazla zararın varlığını somut delillerle ispat etmesinin gerekip gerekmediği noktasındadır.

Davacı bu dava ile; Borçlar Kanunu'nun 105. maddesi uyarınca temerrüt faizini aşan munzam zararını istemektedir. Munzam zararın anlaşılabilmesi için öncelikle temerrüt faizinin hukuksal niteliği üzerinde durulmasında yarar vardır.

Bilindiği gibi temerrüt faizi, borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine Borçlar Kanunu'nun 103. maddesi gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı süresinde varlığını sürdüren bir karşılık olması itibariyle, zamanında ifa etme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içerisindedir. Borçlu kusurlu olsun olmasın, sonuçta borç alacaklıya zamanında ödenmemiş demektedir.

İşte, gerek İsviçre ve gerekse Türk kanun koyucusu alacaklıya zararın varlığını ve miktarını ve borçlunun kusurunu ispat zorunda kalmaksızın temerrüt faizini talep edebilme hakkı tanımıştır.

Giderek, faiz yükümlülüğünün doğumu için borçlunun alıkoyduğu para miktarından yarar sağlaması şart olmadığı gibi, bu yararların iadesi amacını da taşımaz.

Diğer taraftan temerrüt faizi talep edebilmek için borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olması şart değildir. Borçlu bu konuda kendisine hiçbir kusur yüklenemeyeceğini ileri sürerek ve bunu kanıtlayarak faiz ödeme yükümlülüğünden kurtulamaz.

Bunun yanında temerrüt faizi, sözleşmeden doğan para borçlarının yanı sıra, sözleşme dışı hukuki ilişkiden kaynaklanan para borçlarında da uygulama alanı bulabilir ( Dr. Nami Barlas, Para Borçlarının İfasında Borçlunun Temerrüdü ve Temerrüt Açısından Düzenlenen Genel Sonuçlar 1992, s. 127, YGK. 1.1.1992 gün E: 1991/11615, K: 1992/57 ).

Davamızın konusu olan munzam zarar ise, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan madde hükmüne göre alacaklı, geç ödeme sebebiyle az yukarıda açıklanan geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak bir zarara uğramış ise, borçlu geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı karşılamak zorundadır.

O halde, Borçlar Kanunu'nun 103. maddesinde öngörülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın varlığı ile miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ancak kendisinin geç ödemeden dolayı hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmesi halinde bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir.

Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen paranın gününde ödenmemesinden doğan zarardır.

Diğer bir deyimle alacaklı davacı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar, paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan "muhtemel kar" ya da "farz edilen gelir" değildir. Bu zarar, davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarardır.

Hal böyle olunca, iddia olunan zararı doğuran somut vakıanın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği, duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur.

Hemen ifade etmek gerekir ki, faiz oranlan Borçlar Kanunu ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun ile düzenlenmiştir.

Yasa koyucu, bir para borcunun gününde ödenmemesinden dolayı alacaklının zarara uğrayacağını kabul edip, bu zararın, ilkenin içinde bulunduğu ekonomik konjöktörü dikkate alarak belli bir oranda olacağını benimsemiştir.

Nitekim, Borçlar Kanunu'nun 103. maddesine göre temerrüt faizi oranı % 5 iken, 04.12.1984 gün ve 3095 Sayılı Yasa ile bu oranın % 30'a çıkarılması ve yine 3095 Sayılı Yasada 15.12.1999 gün ve 4489 Sayılı Yasa ile yapılan değişiklik sonucu Merkez Bankasının kısa vadeli kredi işlemlerinde uyguladığı reeskont oranı esas alınarak, değişen faiz oranlarının benimsenmesi bunun kanıtıdır.

Bu noktada, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar ( enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş ) dikkate alınarak, yasa hükmüyle geçmiş günler faizine ilişkin düzenleme yapılmış iken, aynı olguların, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde öngörülen munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluklar, gerçek zarar olarak gösterilemez.

Aksinin kabulü halinde yasa koyucunun bu olumsuzlukların karşılığına dair saptamasının hiçbir anlamı kalmayacağı açıktır.

Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların tevlid edeceği zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasa'dan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu kabul edilemez.

Yetkili mercii kararını vermiş, yasayla hükmünü vaaz etmiştir. Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlendiğinden fazla ve bu nedenle 105. maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise, artık o merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı, dikkate aldığı, değerlendirdiği ölçülere ve bunların "maruf ve meşhur" oldukları olgusuna değil, davaya özgü, somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da, elverişli ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır.

Burada, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 238. maddesinin yarattığı istisna uygulanamaz. Zira kanıtlanacak olgular anılan maddede sözü edilen "maruf ve meşhur" olan enflasyon, para değerindeki düşüş yada mevduat faiz oranlan değil, az yukarıda açıklandığı gibi geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı tevlit eden vakıalar ve bu vakıalar nedeniyle uğranılan fiili zarardır. Örneğin, alacağını gününde alamayan alacaklının, aynı gün vadesi gelmiş bir borcunu ödemek için, borçlunun ödediği geçmiş günler faizi yerine bunun üzerindeki bir faizle borçlanması, ya da alacaklısına daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kalması; dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için, alacağını gününde tahsil edememesi nedeniyle sonraki günlerde daha yüksek kurdan döviz satın almak zorunda kalması gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar söz konusudur.

Denilebilir ki, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde öngörülen munzam zararın, Borçlar Kanunu'nun 103. maddesi ve 3095 Sayılı Kanun ile saptanan faiz oranının dayanağı olan ekonomik olumsuzluklara dayandırılması ve herkesçe bilinenin kanıtlanmasına gerek olmadığı sonucuna varılması mümkün değildir.

Bu itibarla Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan zararın, genel ekonomik olumsuzlukların ( ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri ) dışında, somut ve davacının durumuna özgü, somut vakıalarla ispatlanması gerekir.

Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra, zararın miktarının belirlenmesinde, yukarıda açıklandığı gibi, zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında meydana gelen azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede cari diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı tabiidir.

Görülmekte olan davada az yukarıda açıklanan ilkeler çerçevesinde, somut vakıalara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, kanıtlanmadığından, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği kuşkusuzdur.

Hal böyle olunca yerel mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyularak davanın reddine karar verilmesi gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı, davalılar yararına bozulmalıdır.

2 ) Davacı vekilinin temyizine gelince;

Bozma nedenine göre davacı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına karar verilmelidir.

Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle;

1 ) Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının özel daire bozma kararında ve yukarıda ( 1 ) numaralı bentte gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA,

2 ) 2. bentte yazılı nedenlerle davacının temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, 16.06.2004 gününde yapılan İkinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

T.C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

Esas: 2002/8-20
Karar: 2002/22
Karar Tarihi: 30.01.2002

Dava: Taraflar arasındaki "Mülkiyetin tespiti" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ödemiş Asliye 1. Hukuk Mahkemesi'nce davanın reddine dair verilen 24.1.2000 gün ve 1999/432 E., 2000/10 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesi'nin 16.2.1999 gün ve 1998/9318 E., 1999/982 K. sayılı ilamı ile, (...Dava, zilyetliğe davalı el atmanın önlenmesi isteğine ilişkindir. Çekişmeli taşınmazın tarafların babasından kaldığı ve mirasçılar arasında yapılan taksimde davacı ile davalıya düştüğü konusunda uyuşmazlık yoktur. Davacı, taksimden sonra davalının miras hissesini 5/4/1981 tarihli senetle satın aldığını, 14 yıldan beri müstakilen zilyet olduğunu, bir ara satış senedini kaybedince bunu duyan davalının ihtarname ile taşınmazda hak iddia ederek muraza yarattığını iddayla muaraza ve müdahalenin önlenmesini istemektedir. Davacı, bir ara kaybetmişken sonradan bulunduğunu söylediği 5/4/1981 tarihli satış senedini sunmuştur. Davalı bu sentte parmak basmış olduğundan senedin HUMK.'nun 297. maddesine uygun olarak tasdik edilmesi gerekli ise de, keşif sırasında davalı asil, senetteki parmak izninin kendisine ait olduğunu kabul ettiğinden senet kendisini bağlar ve takdik unsurundan yoksun da olsa senet geçerlilik kazanır. Davalı sentteki parmak izini kabul edip muhtevasına karşı çıkmakta, senedin hile ile alındığını ileri sürmekte ise de, davalının Borçlar Kanunu'nun 31. maddesine uygun olarak hilenin öğrenildiği tarihten itibaren 1 yıllık hak düşürücü süre içinde senetle bağlı olmadığına yönelik bir irade açıklaması da yoktur. 14 yıldır davacı müstakilen taşınmazı kullanmakta olduğundan senet, bu yön itibariyle de davalıyı bağlar. Artık bundan sonra senede karşı iddiaların senetle kanıtlanması gerekir. Oysa davalının böyle bir kanıtı bulunmamaktadır. Bu durumda davanın kabulü gerekir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Davacı vekilinin temyizi üzerine, Hukuk Genel Kurulu özetle; ("...Mahkeme kararlarında nelerin yazılacağı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 388. maddesinde belirtilmiştir. Hüküm sonucu kısmında gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin isteklerin her biri hakkında verilen hükümle taraflara yüklenen borç ve tanınan hakalrın mümkünse sıra numarası altında birer birer açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gerekir.

Aynı kural HUMK.'nun 389. maddesinde de tekrarlanmıştır. Keza HUMK.'nun 381. maddesi (kararın tefhimi en az 388. maddede belirtilen hüküm sonucunun duruşma tutanağına geçilerek okunması suretiyle olur.) Bu biçim yargıda açıklık ve netlik prensibinin gereğidir. Aksi hal tereddüt ve ihtilaflar yaratır. Hatta giderek denebilir ki, dava içinden davalar doğar. Hükmün hedefine ulaşılmasını engeller, kamu düzeni ve barışı oluşturulamaz. Ayrıca bozma kararı ile ilk hüküm hayatini yitirdiğinden ona atıf suretiyle hüküm tesisinin yukarıda açıklanan kurallara uygun düşmeyeceği de aşikardır.") gerekçesiyle hükmü oybirliği ile bozmuştur.

Yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu kararına uyulmasına karar verildiği halde, daha önce direnilen red hükmü değiştirilerek davanın kabulüne karar verilmiştir.

Davalı vekilinin temyizi üzerine bu karar Yargıtay 8. Hukuk Dairesi tarafından özetle; ("...Yerel mahkeme, HGK.'nun bozma kararından sonra dosyayı ele almış ve 29.11.1999 tarihli ilk oturumda HGK.'nun kararlarına uyulması zorunlu olduğundan bozma ilamına uyulmasına karar verilmiş, bu oturumu takip eden 27.1.2000 tarihli oturum ara kararı ile de Yargıtay 14. Hukuk Dairesi'ne ait bozma ilamı usul ve kanuna uygun görülmekle uyulmasına karar verildi şeklindeki ara kararı ile 14. Hukuk Dairesi'nin bozma ilamına göre davanın kabülünü, taşınmaza yönelik muraza ve müdahalenin men'ine ve mülkiyetin davacıya ait olduğunun tespitine karar verilmiştir. Mahkemenin yargıtay 14. Hukuk Dairesinin bozma kararına karşı 7.6.1999 tarihli direnme kararı vermesiyle davalı yararına usuli kazanılmış hak doğmuştur. Mahkemece bu hak kaldırılmak suretiyle veya ihlaline imkan verecek şekilde bir karar vrilemez. Bu durumda, mahkemece yapılacak iş, HUMK.'nun 388. maddesi göz önünde tutularak kısa ve gerekçeli kararıyla direnme kararı vermesi gerekirken, daire bozma kararına uyularak ve ilk kararından dönülerek davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya ve kazınılmış hak ilkesine aykırıdır.") şeklindeki gerekçe ile bozulmuştur.

Mahkemece, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin usuli bozma kararına uyulmasını karar verilerek 24.1.2000 gün 1999/432 esas 2000/10 sayılı red kararında direnilmesine karar verilmiştir.

Temyiz Eden: Davacı asıl.

Hukuk Genel kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle HUMK.'nun 2494 Sayılı Yasa ile değişik 438/II. fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Karar: Hemen belirtmek gerekir ki, parmak izi ile onaylanmış harici satış senedinin HUMK.'nun 297.maddesinde düzenlediği biçimde tasdiki gerekmekte ise de, davalı Z. 12.7.1996 tarihli keşifte senetteki parmak izinin kendisine ait olduğunu açıkça belirtmiş bulunmaktadır. Bu durumda, davalının senede karşı iddialarını, HUMK.'nun 290. maddesi gereğince senetle kanıtlamak zorunda olduğu, gerek öğreti ve gerekse yargısal kararlarda öteden beri benimsenip uygulanan bir ilkedir. (HGK. 2.10.1996 gün 549/645 sayılı, 10.3.1993 gün 7/100 sayılı ve 21.2.1990 gün 709/103 sayılı kararları Prof. Dr. B. K. Hukuk Muhakemeleri Usulü Altıncı baskı 2. cilt sh. 2325 vd.)

Diğer taraftan HUMK.'nun 297. maddesinde öngörülen biçimsel düzenleme, senedin muteberliği için konulmuş olmayıp, salt ispat koşuludur. Davalının parmak izinin kendisine ait olduğunu kabul ettiği hallerde belge geçerlidir. (HGK. 18.1.1978 gün, 7/228-12 sayılı 4. HD.'nin 8.4.1976 gün 7084/3749 sayılı aynı dairenin 27.3.1972 gün 835/2608 sayılı ve 2.HD.'nin 25.12.1972 gün 6125/7046 sayılı kararları Prof. Dr. B. K. Hukuk Muhakemeleri Usulü Altıncı Baksı cilt 2 sh. 2121 vd.)

Açıklanan nedenlerle Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının özel daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 30.1.2002 gününde oybirliği ile karar verildi.

T.C. YARGITAY
13.Hukuk Dairesi

Esas: 2002/4378
Karar: 2002/8196
Karar Tarihi: 02.07.2002


Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne kısmen reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde taraflar avukatı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşuldu düşünüldü.

Karar:

Davacılar, davalılara babaları Yusuf Bezir' den kalan tapulu taşınmazdaki hisselerini 27.12.1982, 5.1.1983, 16.10.1992, 18.10.1992 yıllarında haricen düzenlenen satış vaadi sözleşmesi ile satın alıp zilyet olduğu halde, mirasçılardan Ali Bezir' in bu satışları tanımadığından taşınmazlardan müdahalenin meni davası sonucu çıkarıldığını belirterek ödediği satış bedellerinin ödeme tarihinden itibaren işleyen kanuni faiz ile ve paranın değer kaybından dolayı hesaplanacak farkı da katılarak davalılardan hisseleri oranında tahsilini talep etmişlerdir.

Davalılar, davacıların iyi niyetli olmadığını, satışların yetkisi olmayan vekil tarafından yapıldığı için geçersiz olduğunu, kendilerinin satış bedeli almadığını, davanın parayı tahsil eden ve yetkisi olmadığı halde vekil sıfatıyla satış yapan Yakup Bezir' e yöneltilmesi gerektiğini, ayrıca daha önce taraflar aralarında görülen müdahalenin meni ve tazminat davaları nedeniyle kesin hüküm bulunduğunu savunarak davanın reddini dilemişlerdir.

Mahkemece satılan taşınmazların müdahalenin meni davasının kesinleştiği 13.4.1995 tarihi esas alınarak satış bedellerinin ulaştığı alım gücünün hesaplandığı bilirkişi raporu doğrultusunda davada taraf olan mirasçılar ve miras hisseleri gözetilerek davanın kısmen kabulüne, davalılardan A. Bezir ve M. Buzdağ hakkındaki davanın feragat nedeniyle reddine, O. Buzdağ ve A. Buzdağ hakkındaki davanın ölü kişiye karşı açıldığından reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar ve davalılardan Ü. Kaya tarafından temyiz edilmiştir.

1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davalı Ü Kaya' nın tüm, davacıların aşağıdaki bent dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.

2- Davacılar dava dilekçelerinde harici satış bedelinin ödeme tarihlerinden itibaren işleyen kanuni faiziyle birlikte paranın değer kaybından dolayı hesaplanacak farkı da katarak satış bedellerinin davalılardan miras hisseler oranında tahsilini talep etmişlerdir. 29.11.2001 günlü celsede davacılar vekili paranın değer kaybı ile ilgili mahkemece hüküm altına alınacak kısma dava tarihinden itibaren de yasal faiz uygulanmasını talep etmiş, davalılar vekilinin bu talebe muvafakat etmediğini belirtmesi üzerine mahkemece de dava dilekçesinde istenmeyen faiz talebinin davanın genişletilmesi mahiyetinde olduğu düşünülerek hüküm altına alınan miktarlara ayrıca yasal faiz yürütülmesine yer olmadığına karar verilmiştir. Davacı dava dilekçesinde istemediği faizi davanın her aşamasında yeniden talep edebilir. Zira dava dilekçesinde faiz istenmemesi faize ilişkin haklarından feragat etmiş sonucunu doğurmaz. Kaldı ki davacılar faize ilişkin taleplerini bu davada isteyebilecekleri gibi ayrı bir dava konusu dahi yapabilirler. Bu nedenle davacılar vekilinin sonraki celselerde hüküm altına alınacak miktara dava tarihinden itibaren faiz yürütülmesine ilişkin talebinin kabulü ile faize hükmedilmesi gerekirken aykırı gerekçelerle bu talebin reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir. Ne var ki bu yanlışlığın giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmeyip hükmün düzeltilerek onanması HUMK. nun 438/7 maddesi gereğidir.

Sonuç: Yukarıda 1. bentte yazılı gerekçelerle davalı Ü. Kaya' nın tüm davacıların sair temyiz itirazlarının reddine, 2.bentte yazılı gerekçelerle hüküm fıkrasındaki "hüküm altına alınan miktarlara ayrıca yasal faiz yürütülmesine yer olmadığına" ilişkin cümlenin iptali ile yerine "hüküm altına alınan miktarlara dava tarihinden itibaren yasal faiz yürütülmesine" dair cümlenin eklenerek düzeltilmesine, hükmün düzeltilmiş bu şekliyle ONANMASINA, peşin harcın ona harcından çıkartılmasına, 2.7.2002 gününde oybirliği ile karar verildi(KAYNAK: Av. Talih UYAR)

Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programları
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Yargıtay Kararı Arıyorum revan Meslektaşların Soruları 2 04-01-2010 16:35
yargıtay kararı arıyorum miss_lawyer Meslektaşların Soruları 2 22-10-2008 12:27
Yargıtay kararı arıyorum nizar Meslektaşların Soruları 3 10-10-2008 09:28
yargıtay kararı arıyorum Av.Öznur A. Arabacı Meslektaşların Soruları 1 02-09-2008 11:01
yargıtay kararı arıyorum... av_mesutkaya Meslektaşların Soruları 1 22-03-2007 14:13


THS Sunucusu bu sayfayı 0,03546309 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.