12-11-2012, 23:22 | #1 |
|
İnsanlık Hallerİ
Kendimle barışık mıyım?
Hayatımız öğretilmişlikler üzerinden belirleniyor,,, pek çok şey hazır kalıplar halinde ısmarlanmış giysiler gibi giydiriliveriyor üzerimize,,, genel algılardaki olumlamalar da bizi alıp rehavetin kollarında pışpışlayıveriyor,,, mutlumesut devam ediyoruz yolculuğumuza,,, ta ki biri provokatif düşüncesiyle karşımıza dikilinceye kadar,,, ki bu, huzur içinde kulaçlarken hayatı, aniden bir kayaya başını çarpmış gibi sendeletiveriyor insanı,,, “kendiyle barışık olmak”,,, ilk bakışta ne kadar çekici, özendirici, olmazsa eğer, insan içine çıkma konusunda tereddütler uyarıcı bir söz geliyor insana,,, aranan insani özellik işte bu: “kendiyle barışık olmak”… kabulleniyorsun,,, belki de kendi içsel derinliklerini şöyle bir kolaçan etmeye bile gerek duymadan, “tamam” diyorsun, “evet canım, ben de kendimle barışığım işte!” o andan itibaren bütün denizleri sütliman ilan ediveriyorsun,,, hafif bir meltem vurmuş yelkenlerine,,, dengelerini bozmadan,,, yalpalamadan sağa sola,,, iki adım ileri bir adım geri de yapmadan,,, süzülüp gidiyorsun işte enginlere doğru,,, içkavgadan uzak, erinçli bir dinginlikle başını kaldırıp haykırıyorsun insanlık alemine,,, “kendimle barış içindeyim!” yüzünde bu halin getirdiği sevecen bir gülümseme de olmalı ama! Ne yalan söyleyim, ben de bu sözün cazibesine kapılmış, kendiyle barışık olanlara imrenir olmuş, kendimde ise bunun karşılığını bulamamış olmayı da bir defo gibi kabullenmeye başlamıştım,,, ta ki,,, Mario Levi’yi dinleyinceye dek,,, ki onun, belli başlı kitaplarından “İstanbul Bir Masaldı”yı birkaç kez okumak için elime almış ama bir türlü sonunu getirememiştim,,, beni sarmayan,,, hep bir yerlere gelip gelip tıkanan bir yanı vardı kitabın,,, her neyse,,, Levi, konuşurken, sözü nereden dolandırıp getirmişti, pek hatırlamıyorum,,, birden, “ben kendimle barışık değilim” deyivermişti,,, evet, insanın daha önce bellediklerini, sorgusuz sualsiz kabul ettiklerini, yeni baştan sorgulamaya başlaması için, bu türden provokatif kıvılcımlar gerekiyordu,,, “kendiyle barışık olmamak”, kendi içinde sürekli bir mücadelenin, belki de kendinle kavga ederek, zihninde ve de gönlünde yer etmeye, belki de giderek yosun bağlamaya yüz tutabilecek durağanlığı, şöyle bir dalgalandırarak, havalandırmayı, yenilenmeyi getirecekti ki,,, bu da hayatın ritmini kendi kalp atışlarında her gün yeniden duyabilen, her an yeniden ateşlenmeye hazır bir ruh hali demekti… Bugün, İTÜ’de bilimsel düşüncenin fırtına gibi esen savunucusu, 1970’li yılların efsane devrimci hocalarından Prof. Tarık Özker’in, ölümünden tam 35 yıl sonra ilk kez düzenlenebilen anma toplantısında, düşündüm bunları,,, hocanın şu sözünün altını çizdikten sonra: “kendiyle çelişmeyen insan ölmüş demektir…” İşte bu da, o yıllarda öğrencileri sarsmakla kalmayıp, tepeden tırnağa silkeleyen provokatif bir görüştü… “Kendiyle barışık olmak” türünden, farkına varmadan kucağımızda bulduğumuz, pek çok “öğretici” söz var,,, arada bir durup,,, “gerçekten öyle mi acaba” diye,,, provokatif olmasa da,,, masumane sorucuklar geçiresi geliyor insanın içinden… |
13-11-2012, 10:52 | #2 |
|
İnsanlık Halleri
Yüzünde dünya açar
Bazen bir ışık gelir dokunur,,, aydınlanırsın,,, yüzünde dünya açar,,, bedenin yepyeni bir enerjiyle dönüşür,,, kıpırdarsın,,, sığamazsın bir yerlere,,, her mola verdiğin yer bir süre sonra dar gelir sana,,, hep yollarda olmak istersin,,, yeni yollar yaratırsın kendine ve yolculuklara çıkarsın her biri ilk çıkılandır… Gözlerinin rengi değişir ve değiştirir baktıklarını görmek için… Okuduğun kitaplara yeniden el attığında şaşırırsın,,, nadasa yatmış tarlada bahar yağmurları sonrası yeni boyvermiş filizler gibi görünür önceden altını kırmızıkalemle çizdiklerinin sana atlattığı sözcük demetleri… Bir ara karaladıklarının benzerlerine rastladığında,,, şaşırırsın yine,,, sevinirsin bir bakıma,,, pay çıkarmak mı? Uzaklardan bir dostun haber gönderir usulca sorar “esinlenen kim burada?” Haşa!... Borges’in, Cortazar’ın peşinden sürüklenirken,,, kulaklarına takındığın tango ezgilerini bir sürprizle fado ile buluşturuveren Cristina Branco’yu dinlerken konserinde- yalnızmışcasına- tangonun erkeksi feveranından fadonun kadın çığlığına geçiverirsin… Sonra, bir habere ilişir gözün gazete sayfalarında,,, 35 ışıkyılı ötede yeni bir yıldızın keşfine ait,,, ve düşünürsün,,, senin yüzüne vuran ışığın kaç ışıkyılı öncesine olduğuna dair ki belki artık hayatta bile değildir… Sen böyle düşünedur… Calvino, Bay Palomar’a gözlerini açtırır: Gözlerinin önüne gelenleri her gün görmüş olduğu izlenimine kapılıverir o… Acelesi olan ve birbirini kesen,,, sıvası dökülmüş, yüksek duvarlar arasında,,, birbirlerinin yüzüne bakmadan, dirsekleriyle yol açmaya çalışan insanlar kaynaşır sokaklarda… Dipte,,, yıldızlı gökyüzü,,, arada bir tutukluk yapsa da ışıklarını çıtırdatmaya devam etmektedir,,, ki bu ışıklar,,, tıpkı Bay Palomar gibi dinlenmek bilmeyen,,, sallantılı,,, çamurlu bir evrenin ileri karakolları sayılırlar… |
14-11-2012, 17:50 | #3 |
|
İnsanlık Halleri
Sarayları seviyoruz…
Sarayları seviyoruz,,, Saray gibi evimiz olsun istiyoruz,,, geniş ve ferah, istersen at koştur içinde,,, nohut oda bakla sofa evler geçmişte kaldı artık,,, geniş aileden çekirdek aileye çekildik ama,,, gönlümüz geniş ne de olsa… Sarayları seviyoruz ya,,, türlüçeşitlisine çağrılıyız el altından,,, camekanlı arabalardaki simitçilerin pabucu dama atıldı atılacak,,, üç dört katlı simit Sarayları kuruldu başköşelere çünkü,,, lebiderya olanları bile var üstüne üstlük,,, ciğer Sarayları da var, laf aramızda kedilerin yanına yaklaşamadığı,,, yiyelim içelim ama sosyalleşmeyi unutmayalım,,, kültür Saraylarından kültürlenelim… Sarayları seviyoruz,,, şaşaalı hayatlar yaşayamasak da, gözlüyoruz onları iç geçirerek,,, çarşamba geceleri tv karşısına kurulup muhteşem yüzyılımızı seyreyleyelim,,, haremin kadınlarını,,, sultanların ve cariyelerin arzıendam edişlerine kapılıp gidelim,,, Saray-ı Topkapı-nın haremi humayun kapılarının ardında,,, kimler kime elpençe divan ve kimler fitne figan,,, zehirler, kanlı hançerler, boğma ipleri de var saraylarda,,, adaletin, sultanın gönlünce sallandığı tek kefeli terazisi de,,, Olsun varsın,,, biz yine de sevelim Sarayları,,, çeyizlerimizi çeyiz Saraylarından düzelim,,, düğün Saraylarında evlenelim,,, saray gibi evlerimizde sıkılınca birbirimizden,,, adalet Saraylarında boşanalım,,, ki Colosseum’dan mülhem… |
21-11-2012, 15:28 | #4 |
|
İnsanlık Halleri
Zor
Gözlerine baktığında görebilir misin yaşadıklarını onun,,, zor,,, belki sezersin,,, hissedersin belki,,, derin harelerde iz bırakmış gözdamlacıklarının resmini,,, anlayabilir misin ama,,, o gülmelerin, o kendini dışa vurmaların, uçsuz bucaksız ve bilindikleri temize çekmeye görevlendirilmiş bir saflıkta yüreğine inivermesini,,, soruların, bıçağın keskin yüzünde değil, sivriltilmiş ucunda kanattığını görünce, uzakların suyasabuna değinmeden bir kenarda tuttuğu benliğini,,, utanırsın… Elini tutmak istersin,,, tutamazsın,,, dokunmak istersin dokunamazsın,,, yapabildiğin gözlerinden süzülüp dudak kıvrımına takılıp kalmış, saçtelini,,, okşar gibi,,, umarsızlığa merhem olur gibi,,, hafifçe çekip parmak uçlarınla, yanağına yatırmak olur, sadece,,, hemen oracıkta kendinden uzaklaşmak istersin,,, kaçıp kurtulmak değildir ama bu,,, başkaları yerine arınmanın bir yolunu aramaktır… Bulabilir misin? |
21-11-2012, 15:29 | #5 |
|
İnsanlık Halleri
Geç de olsa
Susmayı bilsek keşke bazen,,, saklamak için değil dilimizin ucuna gelenleri, evirip çevirip törpülemek,,, ilk akla gelen, ansızın fırlatılmış ok misali karşıdakini yaralayacak sözcükleri değiştirmek için,,, daha bir anlamaya çalışan, üzerinde biraz düşünülmüş belki şefkatle yıkanmış, anlaşılır olanlarla,,, uçurum da olsa birden yarılıvermiş, ister istemez arada açılan boşluğu,,, uçurtmalarla geçebilmek için,,, renklerle donatılmış… Calvino’nun dediği gibi,,, “suskunluk, kimi sözcükleri dışlamaya ya da daha iyi bir olanak çıktığında kullanılmaları için yedekte tutmaya” mı yarar? Bu da acımasız bir erteleme gibi geliyor bana,,, elde koz biriktirmek değilse de, en zamanında, karşı tarafı en çaresiz bırakacak anda fırlatmaya hazır tutmak mı yani? Ama Calvino, burada gerdiği yayını usulca ve anında bırakarak, hedefte geleceği bulan, ani bir bakış göndermesini de biliyor, şu dedikleriyle,,, “şimdi söylenecek bir sözcük,,, yarın yüz sözcüğün söylenmesini gereksiz kılabilir,,, ya da bin başka sözcüğün söylenmesini gerektirebilir…” Geç olsa da,,, şunları düşünebilmeye varmak bir teselli olabilir mi?,,, belki… “İyisi mi sana sormayım içimden geçenleri,,, sen de bilme,,, çözemeyelim de,,, henüz yanıtı bulunmamış bir soru,,, bilinmeyenin insanı sarıpsarmalayan tuhaf büyüsü,,, çözülemezliğin şehvetli merakı,,, gibi kalsın onlar... Ben sana yürüyeyim,, sahiden, içimden geldiği gibi, sorgusuzsualsiz,,, yüküm yaşadıklarım, yaşadıkların olsun,,, sen de öyle gel,,,” |
28-11-2012, 20:58 | #6 |
|
Portakal yokuşu
Portakal yokuşunu çıkar
güneş her sabah boğazdan gelen bir gemi yelkenlerini unutmuş rüzgâr savrulan yelelerinde bir beyaz at şafak… evler uyuyakalmış evler gecenin yorgunu gözleri kamaşarak gülümser… bahçelerde dallar dallarda portakallar gülümser… tahta çitler ya da sarıp sarmalayan teneke saksılarda fesleğenlerdir… yokuş desen bir nehir kıvrımlarında köşetaşları kaygısız bekçiler içlerinde hikâyeler sırverir… portakal saçlı çocuğun yüzünde çil çil bir resim asılı tanyeri pususunda kurşunvızıltıları sıvanıp kalmış… ölü bir kadının sürüklenişinden çok yere düşen kanportakalları ki içlerinden biri yuvar yuvar yokuşun nehrinde… portakal renginde dönüşündedir güneş… |
01-12-2012, 22:56 | #7 |
|
Zaman yoktu
Zordu. Yapabilmiştim ama senin dışına çıkabilmeyi, uzaklaşmayı usul usul. Marazlı bir tutku tanısı koymuştum, inceden inceye düşünmelerden sonra. Hiç böylesini yaşamamıştım, biliyorum sen de,,, eliptik bir yörüngede yuvarlanıyorduk, uzaklaşmalarımızın sınırı vardı, o noktayı geçemiyor, yeniden çekilmelere tutuluyorduk. Zaman yoktu, ani patlamalarda buluşuyorduk ve aniden kayboluyorduk, birbirimizi yok ettiğimiz anlar, var ettiklerimizden çoktu, molalarımız yaşadıklarımızdan,,, senin geleceklerin vardı, her şeyi içine yerleştirmeye çalıştığın; benim belirsizliklerim,,, birlikte olmaları seviyorduk, didiklesek de birbirimizi ve sevmiyorduk ayrı kalmaları ki bunlar ayırıyordu her defasında seni benden. Yani anladım ki bensizken beni sorgulamaların acımasızdı. Sonra kayboluyorduk ya karşılıklı,,, işte o zaman rastlantılar tanrısı ortaya çıkar buluştururdu bizi,,, bu la Sybille ile Oliveira’nınkine benzer sınırlanmış alanlara verilen gündelik randevular değildi,,, alır başımızı giderdik,,, öylesine sorgusuz sualsiz yeni kayboluşlara dek... Bir yanım kurtulmak istiyor senden bir yanım tutunmak…
|
11-12-2012, 12:01 | #8 |
|
Bir dal hanımeli
Motorun arka tarafı camgöbeğine düşmüş köpükler içinde,,, o, oracıkta durmuş bakıyor, kulaklıktan gelen ritmle hafifçe sallanır gibi,,, etrafta birkaç sigara kaçamakçısı, her sabah olduğu gibi,,, herkes kendi halinde, İstanbul öyle çünkü… Bir ara yüzünü gördüm, dudakları vurgun yemiş kırmızısı,,, gözleri laciverdin en ödünsüzüydü,,, aşkın ve ihanetin renkleri bir arada ne kadar anlamlıydı,,, kendini kurtarmış küçük hayalciklerin sıçrayarak köpüklere attıklarını gördüm kendilerini, mutluydular… Arkamı döndüm yürüdüm, kulaklıktan gelen ses Freddy Mercury’nindi “How can I go on…”
İskele büfesinde turuncu kapaklı bir dergiydi ilk elime geçen, onu aldım, baktım,,, adı "Bayan yanı",,, kapak manşeti, “Bu hayatta grev var”,,, iyi dedim, ilk gelen otobüsün tabelasına baktım “Portakal yokuşu”,,, bir tanıdığa rastlamış gibi sevindim, hemen atladım,,, bir bayan yanı bulup oturdum, elinde bir dal hanımeli vardı… |
14-12-2012, 12:06 | #9 |
|
Aşkla değişmek
“Kimbilir hangi dağları, denizleri aşarak, hangi yıldızlardan yol alarak günümüze ulaştı aşk. Gözü hep uzaklarda oldu, bulunduğu mekânlar hep dar geldi ona. Adalardı onu hasretle çağıran; kimi zaman sakin koylarda oyalanan kumsallardı, bazen sarp kayalıklara vurdukça hırsını alan hırçın dalgalar. Geçit vermeyen dağlardı, derin ormanlar, sessiz çöllerdi ve kentlerdi avuçiçi gibi bilinen küçücük, ya da içinde yitip gidilen kalabalıklarla dolu, kocaman. Alıp başını gitmekti aşk kısaca, alıp başını gitmek…
Bir bakıma, kendi içinde bir yolculuğun serüvenini yaşarken, insanın başına bela oldu mu aşk, karşısındakine doğru da bir yolculuğa çıkar. İşte bu, her şeyin yeniden ve yeniden farkına varmaktır aynı zamanda. Tıpkı insanı sürükleyip götüren gündelik yaşamın kanıksanmışlığında, içinde yaşanılan mevsimin, örneğin sonbahar olduğunu fark etmek gibi birden. Bir sabah evden çıkıp yürürken kaldırımlarda, ayaklar altında uçuşan yapraklar ve günün solgun aydınlığıdır bunun işaretleri. Balık tutmak için suya atılan oltanın başında türlü hayallere dalmışken, birden balığın dokunuşlarını hissetmektir ya da… Yavaş yavaş paylaşılmak istenen anlar artar; önce saatler, gündüzler ve sonra geceler. Uzun yürüyüşler arasına serpiştirilen kafeler, parklar, köprüler, sokaklar birlikte bir kez daha keşfedilir, yaşadıkları kente sığamaz bir türlü iki insan. Artık yollara düşmenin zamanı gelmiştir; aşk yollarda hayat bulur çünkü. Kimi zaman Kaçkarlardadır, bir yayladan ötekine bulutlar üstünde yürüyüş kolundayken, soluk soluğa kaldığınız bir anda elinizden tutuverir. Belki Ihlara vadisindeki mağaralardan birinde gizlenmiş sizi beklemektedir. Afrodisyas meydanında, üzerinde sincapların gezindiği büyük ağaçların altındaki kafede oturmuş kitap okurken ya da. Olimpos’un beyaz iri çakılları üzerine düşen gölgesi uzayıp birden, uzaklarda bir başka Akdeniz kıyısında küçük bir sınır oluverir Port Bou’da… Walter Benjamin’in son adresidir burası, Alman vatandaşlığından çıkarılıp, Fransa’dan dışlandıktan sonra İspanya’ya geçmek için uğradığı. Port Bou, birçok isimsizin de son durağı olmuştur. Oysa hüznünü sırtına yüklense de aşk, sınırdan sınıra atlayarak yoluna devam eder. Nasıl Aragon’a göre “mutlu aşk yoksa” ki neden?,,, yorgun ve durağan aşk da yoktur…” Bir zamanlar yazdığım bu satırlar geliverdi aklıma,,, kuytuluktaki parkın banklarından birinde oturmuş, aşk üzerine konuşan iki kadının dediklerini duyunca,,, biri, “ben aşka inanmıyorum” diyordu,,, yaşadıklarından çıkardığı bir dersti bu onun anlaşılan,,, üzerinde onca söz söylenen,,, tek kişilik midir, yoksa iki kişilik midir üzerine çeşitlemeler yapılan aşk bir yalandı onun için… İkinci kadının, kendine göre dersler çıkarabileceği yaşanmışlıkları yoktu, dinledi, dinledi,,, ve sonra genişçe bir iç geçirdikten sonra,,, “sen ne dersen de” dedi,,, ben yanarım yanarım da şu yaşıma dek hiç aşık olamadığıma yanarım… En iyisi, bundan sonrasını,,, Virginia Wolf’un, hayattan çekilmeden önce eşine bıraktığı mektubunda yazdıklarına bırakalım: “Bir aşk,,, bir öfke,,, çıldırıcı bir kıskançlık,,, dayanılmaz bir özlem,,, bazen karanlıkların içinden çıkıp sizi esir alabilir… Bazen bir başka insan için kendinizden vazgeçebilirsiniz… Bazen öfkeyle kamaşır içiniz… Yitirmenin ne olduğunu biliyorum…Yaşadığımız aşklar hayatımızı değiştiriyor... Yapılan hatalar da değişen hayatı bir kez daha değiştiriyor… Savruluyoruz… Hayata ne ile başlarsan başla elinde çok az şey kalıyor… Gurur ve aptallık… Kaç kez yaşadığımız anın değerini bilmediğimiz için geleceği reddetmişizdir… Kaç kez kıymetini anlayamadığımız bir anda yaşadığımızdan çok parlak olabilecek bir geleceği elimizden kaçırmışız ...” |
20-12-2012, 11:15 | #10 |
|
Yüzündür senin
Yüzünü tut kaçıp gitmesin senden,,, kimlere verdin onu hatırla,,, bir kimlik kartı gibi hayat boyu geçerli,,, bir yerlere kayıtlı numarası yok, sadece fotoğraflarda ve belleklerde donup kalmış, aynı değil hep farklı…
Mutlu ettiklerinde gülecen hali öyle duruyor,,, ya mutsuz ettiklerinde? Seni görmek bile istemeyenlerde? Sadece zaman zaman kendiliğinden belirip ortaya çıkan silik-anlamsız-nefretedilesi, bir gölge- siluet mi? Değiştirebilir misin onlardaki kayıtlarını? Ne olur gelin yeniden birlikte yaşayalım o anları, şimdi farklıyım ben, anladım hatalarımı, bir fırsat tanıyın bana, onarmak istiyorum açtığım yaraları,,, her ne kadar kabuk bağladıysa, kanatıp onları, yanlış kaynatılmış bir kırığı tekrar kırıp uc uca koyar ve düzeltir gibi denemek istiyorum,,, yeniden, lütfen,,, desen kim inanır sana… Olan olmuş bir kere anıları değiştirebilir misin ne kadar çaba harcasan da, yaşanmış olanları,,, vazgeç bu sevdadan… İyisi mi al yüzünü karşına konuş onunla,,, kavga et, kaldır yere vur,,, geçmişin acısını derinlerde hisset ki,,, canın yansın,,, çok ama çook… İşte acının en derin noktasına inebilirsen eğer, katlanabilirsen buna ki körelecektir duyguların, sıfır noktasında denge haline ulaştığında durulabilir ancak yüreğin,,, yüzünü kabul eder, alır onu bağrına basar, kanamasını dindirir ve yeniden atmaya başlar,,, hayata! |
22-12-2012, 13:06 | #11 |
|
Avignon köprüsünde dans
Radyoda müzik,,, yine cızırtı var bu sabah,,, zaman zaman oluyor bu,,, rüzgârın yönü değiştiğinde, daha çok,,, istikrar yeniden dönünceye dek sürüyor,,, geçenlerde internete geçip ordan dinlemek istedim,,, sevemedim,,, cızırtılı olsa da radyodan duymak güzel,,, hayatın sesini,,, şarkı arşipel’den,,, Yunancanın erkek sesine, kırık Türkçesiyle bir kadın sesi karışıyor,,, “söyle ne kadar sürecek / batının güneşi / ufukta ışır…”
şarkıyla birlikte, denizler üzerinden hayata açılıyorum,,, cızırtılar hep var,,, ne zaman ortaya çıkacakları da hiç belli değil,,, hep sürprizli,,, beklenmedik anların kapı çalıcısı,,, elindeki çiçek demetinde yakıyor bazen,,, bazen de acıyı şerbete çevirirken seni de alıp yere çalıveriyor,,, elin ayağın dolaşma hali,,, çözülmek var ama yine de… yüksek tavanlı geniş,,, konforu, insan aydınlığında bir evin içindeydim dün gece,,, dışarıya sadece sokak kapısı ve apartman boşluğuna bakan ince vitraylı pencereyle açılan bir ev,,, yaşları aşklarında iki insan,,, klasik müziğin geliş gidişleri,,, öğrenci Alexandre’nin piyano tuşlarında bir an için gezinsin diye elleri, çıkıp gelişi,,, ki öncesinde,,, sabah kahvaltısında “cızırtı”nın aniden girişi var,,, ve yükselişi usul usul,,, kendini ağırdan hissettirerek,,, pencereden içeri kaçıveren güvercinin varlığı bile rahatsız ediyor,,, yatakodasında tutuk konuşmalar arasında, Avignon köprüsünde edilen dansın mutluluğu başlıbaşına bir çağrı hayata,,, her şeye rağmen,,, cızırtılara rağmen,,, Althusser’in “Gelecek uzun sürer”ine kaçıp gidiyorum bir ara,,, sonra kendimi piyanolu salonun yüksek kitaplığı önündeki yaşları aşklarında bu kadın ve erkeğin orada öylece bıraktıkları yaşanmış koltuklardan birinde otururken buluyorum,,, kapı çalınıyor,,, kalkamıyorum yerimden… Haneke’nin “Amour”u,,, bulun bir yerlerden, izleyin,,, vakit varken… |
29-12-2012, 15:27 | #12 |
|
Aradığımız masumiyet
“Ben senin değil, insanlığın çektiği acıların önünde eğildim” derken Raskolnikov, Sonya’ya,,, içindeki acıyı da kastediyordu bir bakıma,,, ama bu daha çok masumiyetin karşısında diz çökmekti,,, hayatın kendisini sürüklediği bulanık sular içinde bile, kendisinden çok, yakınlarını düşünebilme yetisinin beslendiği ve her şeye rağmen dipdiri ayakta kalabilmeyi başaran bir masumiyetin simgesiydi çünkü Sonya…
Öyle değil miyizdir,,, içimize girip bir şekilde oraya yerleşmiş,,, bir acının,,, başkalarını uğrattığımız haksızlığın,,, belki de kötülüğün,,, ya da her hatırladığımızda yüreğimizi mengeneyle sıkıştırıp bizi yiyip bitiren bir sırrın oradaki varlığı,,, nereye kadar sürer,,, hangi zamanlara dek onunla birlikte yürüyebiliriz,,, kurtulmanın yolu, hiçbir zaman kendi kendinle konuşmak, yüzleşmek olamaz,,, hafifletir belki,,, ama hepsi o kadar… Masumiyetin yüzüyle karşılaştığımızda günün birinde,,, hemen o anda değilse de,,, kısa bir süre sonra,,, farkına varırız,,, içimizdekini çıkarıp ortaya serivermenin bir fırsatıdır bu,,, karşımızdakinin masumiyeti, çekip alır bizi, kendi dayanılmaz sularına,,, ondan çok kendimizi düşündüğümüz duygusu bile alıkoyamaz bizi bundan,,, bu yaptığımız, onunla paylaşıp, çektiklerimizi hafifletmekten çok,,, alıp ona yüklemektir içimizdekini,,, ben şimdiye dek taşıdım ama dayanamıyorum artık, al biraz da sen taşı demenin,,, garip, tuhaf, insana dair,,, anlaşılabilecek,,, ama yine de sorgulanmaya muhtaç bir tavırdır bu,,, masumiyetin ellerine tutuşturuverdiklerimiz, bizden bağımsızlaşmıştır o anda,,, sonrası, masumiyetin sularında ne kadar yıkanabilirse o kadarıdır artık… |
09-01-2013, 15:54 | #13 |
|
Nedir bu?
“Kendime inanasım gelmiyor bazen” dedi, yeşil mantolu kadın,,, hiç konuşmadan,,, başka hiçbir şey düşünmeden,,, sadece ve sadece onu dinleyen arkadaşına,,, “gerçekten öyle,,, bırakıp gittiğimde her defasında nefret duyguları içinde oluyorum ona karşı,,, yapmam ya, bir kaşık suda boğasım geliyor,,, yüzünü asla görmek istemiyorum,,, uzaklaş, diyorum uzaklaş benden,,, ne karşıma çık,,, ne evime gel,,, ne de telefonla ara,,, mesaj da atma ikide bir istemem,,, alıp kendimi yalnızlığıma çekiliyorum sonra,,, bu ne kadar sürüyor belli değil,,, kimi zaman bir hafta,,, üç ay,,, beş ay,,, arada aklımdan geçmiyor değil tabii,,, her gün olmasa da sık sık görüştüğün ama her gün en azından bir kez telefonla,,, iki üç kez mesajla haberleştiğin bir ilişkinin tarafı ne de olsa,,, istemeden, telefonuma bakıyorum arada bir,,, akşamları vapurdan indiğimde, birden karşıma çıkıverecekmiş hissine kapılıyorum,,, birlikte gittiğimiz kafelere meyhanelere uğramaz oldum yine bu yüzden,,, kendimi kısıtlamak işin ayrı yanı,,, bir arkadaşımla nerede buluşacağıma karar verirken bile hemen onun düşüncesi giriyor araya…”
Sigarasını yakmadan önce, bir süre durdu,,, gözlerini arkadaşından ayırıp, denize doğru baktı,,, çakmağın alevi, onun sigarasını uzatmasını bekledi,,, içine çektiği duman orada tutsak kalmış gibi kendini gösteremedi. “Sonra,,,” diye devam etti,,, “sonra bir şekilde karşılaşıyoruz işte,,, çoğunlukla raslantısal,,, yolda,,, kitapçıda,,, ya da sinemada,,, bazen de hiç anlam veremediğim bir davranışla, tutup arıyorum onu,,, görüşelim, diyorum,,, yeniden yüzyüze geldiğimde,,, bütün nefret duygularımın uçup gittiğini fark ediyorum,,, söylüyorum da kendisine,,, yeniden başlıyoruz,,, günün birinde yine bir şeyler oluyor, ayrılıyoruz,,, işin tuhafı hep ben terk ediyorum onu ve anladım ki hep ben istiyorum onu yeniden,,, o da anladı bunu sanırım artık,,, bekliyor çünkü,,, uzun zaman oldu ayrılalı,,, ama biliyorum ki,,, günün birinde bir yerde karşılaşırsak, dayanamayıp sarılan yine ben olacağım,,, nedir bu?... “Aşk,” dedi arkadaşı,,, gözlüklerinin camını silerken,,, bir kitaptan birkaç satır okur gibiydi,,, “belki de ötekiler değil,,, işte bu aşk,,, sevginin ve nefretin bir arada yol aldığı,,, nöbetleşe birbirlerinden rol kaparak ilerledikleri,,, insan ruhunun derinliklerinde ne varsa onu ortaya çıkarır gibi,,, karşıtlıklarını tetikleyerek,,, bir yandan zayıflatan, ama bir yandan da beslemeye devam eden,,, engebeli bir yolculuk,,, kolay değil ama,,, zor,,, itiraf edeyim ben yaşayamam bunu,,, öyle geliyor sanki,,, yine de,,, bilemem ki… |
25-01-2013, 23:33 | #14 |
|
Boyaynası
Yüksektopuklarıyla
kaldırımlardan,,, her bedenden ve tenden sekerek gelen,,, kadınları giydirirdi,,, elleri mahir bir terziydi,,, düşlerine kaçardı, topluiğne dokunuşlarında flörtler,,, yeterliydi,,, daha dün… Şimdi,,, kendi resmine bakıp boyaynasında,,, portakal soyar oldu yalnızlığına… |
08-02-2013, 14:37 | #15 |
|
Mavisandalın içinde
Sınırı aştığımızda dikenli telin kanattığı ellerimize baktık ki gözlerimiz yıkamış onları çoktan,,, çekip beni aldığında kollarına dans etmek için,,, uzun saçlarından savrulan düşlerindeydin hâlâ,,, eskitilmiş meydanın parketaşları kayıyordu ayaklarımız altından,,, köşedeki bara baktın,,, sabaha biraz vardı,,, devrilmiş çöp bidonunun kapağıyla oynuyordu üç yavru sokak kedisi,,, limana doğru uzanıp giden çiçeklikten ıslak melisa kokuları geliyordu,,, duvara yaslanmış bisikletti seni en çok heyecanlandıran,,, belki de rengine sokak lambasından düşüvermiş sarı aydınlıktı,,, burası, dedin,,, ne çok benziyor,,, benim şehrime,,, ilerdeki okulun bahçesini görüyor musun, diye sordun,,, işte onun köşesindeki sakızağacının altında öpüştüm ben ilk kez,,, onbeş yaşımda,,, o ise onüçündeydi henüz,,, çilli oğlanın biriydi işte, kalın çerçeveli gözlükleri ve kısapantolunu altındaki çarpık bacaklarıyla çok komikti,,, komikliğini sevmiştim onun,,, beni her gördüğünde dili tutulur, konuşamazdı,,, dudaklarımı ilk ben uzatmıştım da,,, böyle işte… O anda çilli oğlan gibi hissediverdim kendimi birden,,, gözlerimi kapadım,,, nefesim ıslandı,,, dansı çağıran Latin müziği ortadan kaybolmuş,,, Ortaçağın Orta Avrupasından koşturup gelmişti Carmina Burana,,, işte, dedin,,, aşkın bütün temaları,,, dokunuşları,,, ve inişleri,,, ve çıkışları,,, o fortuna…
Mavisandalın içindeydik,,, öksürük sesine uyandığımda,,, sandalcı üzerimize bir battaniye örtmüş,,, dudaklarındaki sigaranın külünü düşürmeden,,, küreklere asılıyordu usuldan,,, ufukta gündoğumunun kızıllığı belli belirsizdi,,, nefes almayı bile unutmuş uyuyordun,,, denizin sınırı yoktu… |
19-02-2013, 17:29 | #16 |
|
Perde
Sevgililer gününde sevgilisizdi,,, çok fazla politik, hele feminist hiç değildi,,, ki o gün sokağa çıksın muhalif kadınlarla birlikte eylemlere katılsındı,,, sinemaya gitti,,, beyaz perdede akıp giden filmdeki hikâyeye vermek istedi kendini,,, kafasındaki düşünceleri, hayalleri, kırgınlıkları,,, hepsini kapıdışarı edecekti böylece,,, ve bunu daha sinemanın kapısından içeri girerken yapmayı başarabilmiş,,, sadece kafasında değil,,, bütün benliğinde kocaman bir boşluk yaratmayı bilmişti,,, öyle ki salonun orta yerlerinde, biraz kenara doğru rahat kırmızı koltuğuna oturduğunda,,, elindeki patlamış mısır kartonunu ancak fark etti,,, bu eksik bir sıcaklığı elinde hissetmekti,,, yanındaki boş koltuk onu ıssızlığa itmedi,,, aksine,,, ayakta kalmış bir hayal için özellikle boş bırakılmış gibi geldi ona,,, beyazperdenin üzerine şimdilik sanki bir daha hiç açılmayacakmışcasına sıkısıkıya çekilmiş kadife perdeye kaldırdı bakışlarını,,, koyukırmızı gölgeli renk hareketlenmiş,,, gelip, çantasını açıp da içinden ne zaman çıkardığını hatırlayamadığı elindeki rujda kendini gösterivermişti,,, küçük yuvarlak,,, üzerinde ince bakır işlemeli tek gül motifi bulunan aynada gördü dudaklarını,,, kendisinin değil gibiydi,,, o anda karşısına geçmiş,,, kâh büzülerek,,, kâh gülümsemeye yayılarak,,, bir sevecenlik gösterisi şenliğinde,,, içindeki boşluğa yayılmaya çalışan tuhaf bir duygunun kıpırtılarıydı sanki,,, o anda filmin başlama gongu çaldı,,, hayallerin üzerinde bütün ağırlığıyla asılı kalmış gibi duran perde, esneyerek kollarını iki yana doğru genişçe açtı,,, tek gül motifli aynanın cüretkar yüzeyine kondurulmuş ıslak bir öpücük,,, aynı anda, perdenin beyazlığını koyukırmızıya boyayıverdi…
|
22-05-2013, 15:02 | #17 |
|
Nerden bilecektin
Aşkı
nerden bilecektin kaç beden giyindiğini,,, denemelerin eksikti, eksilen sen değildin,,, günbatımına oturduğunda her akşamüstü farkındaydın,,, hep sende kalmıştı üstü yaşanılanların. Kaç beden giyinirdin, ölçülerin yoktu ki,,, elyordamında acemisiydin hayatın hep ve bulduklarınla kaybolan öğrencisiydin. Aşkı nerden bilecektin… Sanırdın ki renklerin, yakışır hepsi sana,,, nerden bilecektin,,, kitaplar, sinemalar ve şarkılardan mı,,, nafileydiler… Gözleriydi yeter sözleriydi,,, yakalardı yarışmaların en yanlış molalarında, tutar dudaklarından öperdi,,, dokunmalar sarardı her yanını ürpertilere haz… Unuturdun,,, vazgeçerdin,,, kaybolurdun,,, yaşadıkların taşardı ceplerinden boğulur gibi,,, aşık olurdun. |
23-08-2013, 14:29 | #18 |
|
Ne desem?
Kafam karışık,,, öylesi mi daha iyi,,, yoksa böylesi mi,,, yok, yok,,, kendime ait değil, kafamın karışıklığı,,, insanlar görüyorum iki halli,,, bir zaman tanıdıklarım gitmiş yerlerine başkaları gelmiş sanki,,, o kadar farklılar,,, zerre kadar da dahlim yok üstelik,,, benimki gözlem sadece,,, üzülüyorum ama yine de,,, kıpır kıpır, canlı yerinde duramayan,,, sohbeti doyumsuz insanlar mumyaya dönüvermişler,,, biri kitap da yazmış üstelik okumadım,,, okumak da istemem onun bu haliyle yazdıklarını, eskiden olsaydı can atardım oysa,,, öteki desen her sabah anlattığı ya da uydurduğu, başından geçenlerle kırıp geçirirdi herkesi,,, şimdi tıs tok,,, yüzünün rengi, gözlerinin feri kalmamış…
Biri içkiyi bırakmış, öteki sigarayı,,, iyi etmişler değil mi,,, sağlıklarını uçurumun kıyısından döndürüvermişler,,, aileleri, arkadaşları memnun bu durumdan,,, ben ne de olsa uzaktan bakan biriyim, onlar kadar dostça düşünemiyorum tabii,,, bencilce benim bu yaklaşımım,,, ne yapayım bu da benim elimde değil,,, şimdi gidip bir film markete uğrayım “Guguk kuşu”nu alıp, seyredeyim bir kez daha… |
02-10-2013, 15:11 | #19 |
|
Orda mısın?
Yine uzaklaştın benden dedi, kadın telefonda,,, adam, daha önce de duymuştu bu sözleri ama kadının böyle düşünmesine hangi davranışlarının yol açtığını anlamak için sorular sormamıştı hiç kendine,,, bu kez dönüp kendine, kendi içine bakmayı denedi…
“Uzaklaşmak,,, kendine bile tarif edemediğin, istediğinde kolaylıkla çekebileceğini düşündüğün sınırları zorlamak,,, nereye kadar,,, bir insan bir insana ne denli yaklaşabilir,,, ve ne denli uzaklaşabilir ondan…” Zihinsel evreninde sayısız gezegenler gezdirirdi,,, her birinin kendine özgü, bir başkasıyla maddesel dokunmalardan uzak,,, kendi özgürlük alanlarına çekim güçlerinin el verdiğince,,, ama yine de ince bir haz hızıyla yaşar gibi yaptıkları gelgitler vardı,,, hiçbir yerde olmamak ve aynı zamanda her yerde olmak gibi bir şeydi bu,,, uzaklığın ve yakınlığın anlamını yitirdiği, belki sadece bir metafor olarak yere düşürülmüş metal paranın yuvarlanıp giderken aniden vazgeçip bir yarım daire üzerinden geri dönüşünün hatırlanmasıydı arada bir… Şimdi, onun yüzüne, gerginlik anlarında seğiren sol kaşına ve etkisiz ama masum ışıltılı gözlerine bakmak zorunda olmadan,,, sesine bir zamandır gelip yerleşmiş metal soğukluğundaki tınıyı unutmuş gibi yaparak, telefona “Orda mısın” diye seslendi,,, sesinin yankılanıp kendisine döndüğünü ikincisinde fark edebildi ancak “Orda mısın?”,,, telefonu kapatmadan komodinin üzerine bırakıp pencerenin önüne yürüdü, kalın perdeyi kenara doğru çekti, şehrin ışıklarının siluetinde camda beliren yüzünü gördü,,, gülümser gibi yapıp ”Bilmem” dedi… |
31-10-2013, 17:41 | #20 |
|
Sahilde beklerken
Aslında öyle değil ama yolun bittiği duygusuna kapıldım burada,,, döne dolaşa yarımadanın delik deşik olmuş asfaltını aşıp da indiğimiz köyün içine girince,,, havada yeni yakılmış sobaların bacalardan fayrap ettirdiği odunun taze kokusu vardı,,, ateşe atılmanın sırasını bekleyenler duvar diplerinde istiflenmiş kızıla çalan renkleriyle, arka tarafta yükselen tepedeki ormanın sonbahar renkleriyle dalga geçiyorlardı sanki,,, davulga ağacıymış ya da kocayemiş,,, köy bakkalının duvarına sırtına dayamış köylünün elindeki telefonla yaptığı görüşmelerin arasına sıkıştırdığı yanıta göre…
Sahildeki kahvenin kumsala atılmış masalarından biri doluydu, ötekinde üzerinde belinden aşağı uzamış bej renkli ceketli ve lacivert kumaş pantolonuyla başındaki siyah kasketin yalnızlığında oturan biri vardı,,, oturabilir miyiz dedik yanındaki boş iskemleleri göstererek,,, oturun deyip kalktı,,, az ötede sandalları karaya çekmeye yarayan çıkrığın başına çömelip oturdu,,, bize dönüp bakmadı bile, olmayan yüzünü denize çevirip öylece kalakaldı bir süre,,, kahveciye balık var mı diye, sorduk, lüfer zamanıydı,,, ağ çevirmeye gidenler var, birazdan gelirler, dedi,,, biz de yüzümüzü geniş koyun kapandığı burundaki kayalıklara çevirip beklemeye başladık,,, deniz sakindi ama bardaktaki çayların tadı eskiydi,,, köyün kadınları çıkıp geldiler tek tek, ellerinde üç beş yaşlarında çocuklarıyla,,, havada bir tek olsun martı görünmüyordu,,, burnu dönüp gelen bir küçük balıkçı teknesinin peşinde de yoktular,,, kalkıp beton iskeleye yürüdüm,,, esmer genç irisi balıkçı teknesini bağlarken, anladı derdimi,,, beni yormadan, balık yok dedi, zargana bile,,, dönüp masaya geldim,,, paketteki son sigaramı yakıp ellerimi ısıttım,,, akşamın inmesine yakındı,,, kasketli adam kalkıp kumsala yürüdü, biraz uzaklaştıktan sonra olmayan yüzüstüne uzanıp, öylece kalıverdi… |
09-12-2013, 15:41 | #21 |
|
Turuncu fenerler
Kestanecinin önünde durmuşlar, elele,,, ikisi de konuşmadan bakıyor sadece,,, lastik tekerlekli arabanın üzerini sarı bir fener ışığı aydınlatıyor,,, sıcak sac üzerinde, ıslak kabuklarında çizilen çentiklerinden dışarı fırlamış kestane içinin kırışık yüzlerinde hafif bir karamsarlık tablosu,,, kestaneci onları elindeki küçük maşayla birer birer alıp küçükkesekağıdının içine dolduruyor,,, erkek ve kadının elleri elerinde ısınmış olsalar da, birazdan gelecek ateşli sıcağı şimdiden hissediyor gibiler,,, nedense birbirlerinin yüzüne hiç dönmüyorlar kendilerini…
Bir kadın ve bir erkek yürüyorlar,,, mesafeli ve ağır bir yürüyüş bu,,, fazla yakın değiller birbirlerine,,, iç taraftaki elleri kabanlarının cebinde,,, konuşurken dış taraftakini kullanıyorlar, vurgu yapılacak yerlerde,,, konuşan kadın,,, “bilemiyorum ki” diyor,,, “aslında” diyor, “benim için pek de fark etmez,,,” erkeğin yüzü iki adım ötesinden üzerlerindeki kaldırımı tarıyor, ciddi bir mütebessümiyet haliyle,,, yeni tanışmışlar besbelli,,, belki de o gün, biraz önce, akşam çayı zamanı, gün batmak üzereyken tam,,, birbirlerini anlamaya açılmışlar sonra,,, ufaktan ufaktan yoklamalarla,,, her söylenen sözü altını çizip, ceplerine koyacak kadar dikkatliler,,, birbirlerine yüzleriyle değil sözleriyle bakıyorlar,,, şimdilik… Kadın masada tek başına,,, garson ayrılır ayrılmaz, yemek listesini eline alıp, ilk sayfayı açıyor, öylesine,,, aslında sipariş vermeye niyeti yok,,, belki hiç,,, ya da en azından bir süreliğine,,, yoldan gelip geçenlere veya yan masalarda oturanlara bakmak istemiyor,,, ona yöneltilen bakışları fark ediyor ama,,, gözünün ucuna gelip takılıyorlar,,, bu durum onu pek rahatsız etmiyor şimdilik,,, üstükapalı bir hoşluk duygusu bile yaratıyorlar hatta,,, ama onun gözkapaklarını açıp kapama süresini uzatan asıl, masanın üzerinde sessiz bir karanlık içinde hareketsiz kalakalmış telefonu,,, sessize alınmış bir titreşime kilitli kalmış… Kadın yemek listesini kapatıp masadan kalkıyor,,, hemen yan taraftaki büyükçe bir ağacın altına yayılmış kafeye geçiyor,,, ağacın dallarından turuncu fenerler sallanıyor, gün batımı niyetine ve mavi yeşil balondan heykeller,,, yol kıyısındaki masalardan birine oturur oturmaz, garsonun gelmesini beklemeden uzaktan sesleniyor,,, bir sütlü kahve lütfen!... yan tarafında oturan, bardaklarındaki çayları yarılamış çifte gülümsüyor,,, onlara değil,,, masalarının üzerindeki küçükkesekağıdından dışarı taşmış kestane kabuklarına,,, o sırada gözü pencere kıyısında, çiçekli bir saksının yanındaki masada oturanlara takılıyor,,, adam, iskemlesini çekip kadının yanına biraz daha yaklaşıyor,,, “benim için de fark etmez” dediğini onun, duymuyor ama… |
03-01-2014, 17:27 | #22 |
|
Kış içinde bahar
Yılın ilk günü,,, hava serin,,, ama kış içinde bahar tebessümü var,,, hareketli ve capcanlı, pek çok yerde görülmeyen dinamizmiyle şaşırtıyor seni bu Ege kasabası, kıpır kıpır,,, turistik bir hal değil, hemen anlaşılıyor,,, gündelik hayatın ritmi böyle,,, eski çarşının bir kapısından gir, küçük lokantaları geç,,, şıkır şıkır iki nalburun arasında kal,,, boncuklar ve püsküller sarmalasın seni,,, kurtar kendini bir kenara çekil,,, boynunda asılı fotoğraf makinesini al eline,,, objektifin kapağını çıkar, sonra gülümse,,, öteki kapısından çık çarşının,,, dar sokak aralarına dal,,, mazisi derin evler arasında gezin,,, bahçelerden sarkmış ağaçların dallarına uzan, bir mandalina kopar, ellerin yıkansın,,, “hello” deyip geçen çocukları şaşırt, “merhaba”nla,,, çınar meydanına uğra, adını unuttuğun kahvenin önündeki masalardan birine otur, çay söyle,,, karşıdaki kasap vitrininde asılmış etler üzerine yorum yap,,, onun yanındaki “parti kahvesi” tabelasına takıl,,, “uğramışken, zeytinyağı alsam” hevesiyle kalk masadan, sor soruştur,,, iri burunlu pos boyama bıyıklı Hurşit amcaya güvenme, git başka yerden al,,, sonra aşağıya iskeleye indiğinde tanıştığın kasabalı, onu tavsiye edince de hayıflan kendi kendine,,, neyse ki bu delikanlı, seni antik bir zeytinyağı işliğinde gezdirsin,,, binlerce yıl öncesine git, zeytinin zeytinyağına uğradığı süreci yaşar gibi yap, bu birebir uygulama alanında,,, rehberi değil bekçisi bu antik alanın ama bilgisi az buz değil, delikanlının,,, tarihten çık günümüze gel,,, delikanlı babasından atasından duyduklarını aktarsın sana,,, Necati Cumalı’yı da okumuş olsun, buralarda yaşayan,,, sonra ayrıl bu eski enginar tarlasından,,, ışıklar yanmış olsun,,, içindeki kabartıyla doldurduğun günü al, başka kıyıdaki bir ege köyünün sahilinde balıkçı lokantasında demle,,, ki hayatın da yenilensin yeni yılla birlikte…
|
27-01-2014, 17:06 | #23 |
|
Koşuyor...
O hep koşuyor,,, şehrin en kalabalık caddelerinden geçip gidiyor,,, dilsiz meydanların, onlara açılan yüksek ağaçlı parkların içinden bir rüzgâr gibi esiyor,,, girip çıkmadığı sokak yok nerdeyse,,, bütün inişler ve yokuşlar onu tanıyor,,, sahillerin insanla buluşabildiği kıyılarında yüzünü denize dönüyor hep,,, koşuyor,,, şehrin belleği koca anıtlar,,, camiler, hanlar, kiliseler, kuleler, tütün depoları, çarşılar, tersaneler, iskeleler,,, ve onların gölgesinde kalmış değil, gölgesine almış onları sonradangörme tüm yapılar onu izliyor,,, bütün sinirleri, kasları ve akciğerleriyle,,, şehrin bütün enerjisini o yaratırmışcasına ve geceyi aydınlatıp gündüzü ışıtan o gibiymişçesine sanki,,, bitmez tükenmez bir dinamoyu çevirir gibi çeviriyor şehrin zamanını…
Şehrin teslim alınamayışı ona bağlı,,, onun tökezlemesini bekleyen, gözünü kırpmadan gözleyen kuşatmanın eli ve ayağı tetikte çünkü,,, ama o koşuyor,,, koşuyor,,, koşuyor… |
14-02-2014, 13:23 | #24 |
|
Aşktı
aldatamazdın
beni bir demet karanfil hüzünsüz papatya ya da bir gül kırmızısıyla… saçların uçarı dudakların da gözlerinde tebessüm yüzünde hep mimozalar açardı aşktı… |
21-03-2014, 21:59 | #25 |
|
Haydi çal!
Akşamın indiği saatlerde neşesini buluyor çarşı,,, birbirini kesen küçük sokaklar, iki küçük meydancığı almışlar aralarına köşe kapmaca oynuyorlar sanki,,, bunların hangisinden çıkıp geldiği meçhul bir kadın, şıngırdaklı balık pazarından aşağı bir koşu tutturuyor,,, kafelerin, kitabevlerinin arasından sıyrılır sıyrılmaz- ki tam da çarşının iskeleye doğru açılıp kapandığı yerdir burası- trafiğe kapalı üçyol ağzında, aniden durup kollarını havaya kaldırıyor,,, haydi çal!,,, ne aksilik,,, her gün bu saatlerde kitaplı müzikevlerinden yükselen müzik yok, bu akşam,,, o, şalvardan bozma allıyeşilli eteğinin yırtmacından çıkıvermiş sol bacağıyla yalınayaklı adımını hafifçe öne atmış, öteki arkaya doğru bedeninden akıp gelen bir çizgide gerilmiş halde yay gibi bekliyor,,, üzerinde kolları bir yerlerde unutulmuş turkuvaz rengi bluz büklüm büklüm,,, esmere yanmış çıplak kollarının uzandığı yerde uzamış ellerinde ziller, baş ve orta parmakları arasında kapanıp kalmış,,, başında, kırçıl saçlarında isyanın renginde tutsak bandanası bir tek mor karanfili sarıpsarmalamış,,, haydi çal!,,, müzik suspus,,, oysa günbatımı reveransıyla almış başını gitti gidiyor,,, derken iki küçük çingene kızı koşup geliyor, arka sokaktan, ellerinde darbukaları,,, nefesnefeseler,,, köşedeki üç katlı binanın sütunlarından birinin önüne çöküyorlar,,, küçük elleri öyle alışkın ki,,, akorta mahal yok zaten darbukalarına,,, müzik, ritmik darbelerin coşkusunda çağıldamaya başlıyor,,, kadının yüzü güneşin son parıltılarında kendinden geçip, yavaşça aşağılara süzülüp gidiyor,,, o hareketsiz anında ziller vuruyor önce ağırdan,,, sonra bedeni, hafif kıpırtılarla dalgalanıyor,,, ani bir hareketle başını arkaya attığında müziğin ritmini yakalayıp, yalayıp yutarcasına indiriyor bedenine…
Kadın raksediyor,,, etraftan gelip geçenlerin, duraksayıp seyre dalanların bakışını görmüyor bile,,, kim olduğundan da bihaber,,, nereden gelip nereye gittiği unutturulmuş,,, umurunda bile değil bunlar,,, o, sokağın ortasında,,, meraklı bakışlar atıp geçenlere inat, raksettikçe içinden çıkıp taşıyor,,, sokağa?,, çarşıya?,,, bu semte?,,, şehre?,,, hayır hayır hiçbirine değil,,, sınırlar ötesine aşıp gidiyor,,, yanında alıp götüreceği, o hesap soran ve meydan okuyan bir tek tebessümü var! |
11-04-2014, 13:27 | #26 |
|
İçsem olmuyor içmesem olmaz!
Hadi bir sigara da sen yak, diyorum,,, ondan önce yanındaki araya giriyor hemen,,, hiç üsteleme, çoktan bıraktı sigarayı o, hayatta içmez!,,, sigara uzattığım, geriniyor şöyle bir,,, yüzünde yarım bir gülümseme,,, hani bazı insanlar, yüzüne karşı övgüler yağdırıldığında,,, hafif bir mahcubiyet ve kıvanç karışımı bir ifade takınır ya, öyle geliyor önce,,, ama değil,,, işin aslının öyle olmadığına dair bir itirafın açığa vurulmasına yakın ama yine de onu geçiştirmeye yönelik,,, kimsenin farkına varmadığı bir kendi kendine yakalanmışlık hali bu,,, sigarayı geri çekiyorum,,, oysa biliyorum ki o, her ne kadar sigarayı sağlık nedenlerinden dolayı bıraktığını deklare ettiyse de,,, içiyor gizli gizli,,, ne yalan söyleyim görmedim gözlerimle,,, ama güçlü emareler var bende böyle bir kanıya yol açan,,, ne zaman o çıktığında girsem tuvalete, yoğun bir sigara kokusuyla karşılaşıyorum, dumanı da cabası…
Lise yıllarımdan bilirim, sigaraya başlamamıştım henüz,,, daha doğrusu, yeniyetmelik çağımda, abimin paketinden yürütüp, dere kenarında tüttürmeye çalışmış ama bir türlü sevememiştim,,, okulun tuvaleti, sigara içen çocukların dumanlı hava sahasıydı,,, okul idaresi de bunu bilir sık sık baskın yapardı oraya,,, çocuklarsa kapıya erkete bırakıyor olmalılar ki hiç suçüstü yakalanmamışlardı,,, ama bir taraftan da birkaçını yakalayıp cezalandırmak için yanıp tutuşurdu yönetici öğretmenler,,, bunlardan biri müdür yardımcılarından Vakvak Arif’ti,,, ötekilere göre daha bir yaşını başını almış bu hoca,,, kuşkulandığı çocuğu bir şey sorma bahanesiyle yanına çağırır, odasına götürür, o arada da çaktırmadan üstünü koklardı,,, burnu sigara kokusu alırsa,,, bak çocuğum ben senin hocanım, iyiliğini isterim bu yüzden, hadi söyle bana, içiyorsun değil mi,,, teranesiyle gönülalıcı bir tonla sorgulamaya girişirdi,,, çocuk acemi öğrencilerdense eğer bu tuzağa düşer,,, evet, hocam deyiverirdi,,, işte o zaman bizim Vakvak Arif hemen kükrer,,, tamam, bak ağzınla itiraf ettin,,, yaz sekreter hanım, hemen disipline gönderelim bunu! deyiverirdi… Az düşünmedim değil,,, çekip bir kenara konuşsam bu arkadaşla bir yararı olur muydu,,, inkâr mı ederdi,,, yoksa, yahu ne yapayım arada bir canım öyle çekiyor ki, içmeden edemiyorum,,, açıktan yapsam olmayacak şimdi, herkes tepeme üşüşecek,,, mi derdi?... Karar veremedim bir türlü,,, ama ne zaman onunla karşı karşıya kalsam, tuhaf bir rahatsızlık hissediyorum,,, sanki herkesten özenle sakladığı küçük,,, hatta minicik bir sırrını ondan habersiz öğrenmiş gibiyim,,, karnım bile ağrıyor bu yüzden,,, işte yine başladı,,, iyisi mi aşağı inip bir sigara yakayım ben, belki iyi gelir… |
07-05-2014, 16:58 | #27 |
|
Boşluğa düşen şiir
Ye, Osman abi ye,,, bak şu köftelerden de al,,, tamam tamam yeter tabağımdakiler,,, olsun al şu bifteği de,,, bak istersen arkası var ha, tamam mı,,, peki ama ben senin gibi erken kalkmıyorum ki ben sabahları,,, 11’de yapıp çıktım kahvaltımı,,, olsun olsun, acıkmışındır yine de ye sen ye…
Osman abi emekli, bir kamu kurumundan,,, gri çizgili takım elbiseleri, saçının ve epeyce poslanmış bıyığının rengiyle uyumlu,,, kravatı da havai mavi,,, sinekkaydı tıraşlı yüzü gibi,,, babacan adam,,, eh emeklilik hali işte,,, nasıl vakit geçireceksin ki,,, hele kahvehane alışkanlığın da yoksa,,, her sabah kalkınca,,, hatta akşam yatmadan önce düşünürsün, o günü nasıl geçireceğini,,, o yüzden kahvaltıyı iyice öğlene doğru sarkıtır, günün yarısını yemiş olursun böylece,,, yine de erken çıkmış sayılırsın evden,,, yürünecek yolsa yürürsün,,, sağda solda oyalanacak bir şeyler yaratırsın kendine,,, çukur falan kazanlar varsa, dikilirsin başlarına ellerini arkaya koyar seyredersin,,, fikir de yürütürsün,,, şunu şöyle yapsalar, bunu da böyle diye,,, bazen sesli olur bu,,, terslenirsin o zaman,,, balık çarşısına da uğramayı ihmal etmezsin,,, tezgâhları iyice bir gözden geçirir, fiyatları yazarsın aklının bir köşesine,,, üstüne düşen balıkçı olursa,,, şimdi değil, akşam dönüşte alacağım der yürürsün,,, yolunun üstünde varsa bir markete de uğrayabilirsin,,, yavaş yavaş dolaşırsın rafların arasında, araba bile alırsın bazen,,, bir iki gofret, bir küçük pet şişe su aldığın da olur,,, kasa kuyruğunda sana tuhaf tuhaf bakanlara aldırmazsın artık… Ye Osman abi ye,,, al şu sucuk dilimini de bir tat,,, başka yerde bulamazsın bunu,,, Kırklareli’den getirtiyorlar bunu,,, özel imalat… Karşısındaki genç adam akrabadan biri, işyerinde ziyaret etmek istemişti onu,,, biraz oturur sohbet ederler,,, böylece zaman geçmiş olurdu,,, ama o işyerinden alıp çıkarmış hemen, hadi gel yemek yiyelim deyivermiş,,, böylece henüz acıkmadan öğle yemeğine maruz kalıvermişti Osman abi,,, eh olurdu bazen böyle şeyler,,, ne de olsa herkesin işi gücü var,,, öyle değil mi… “Ben Mamikoğlunun üstüne sucuk tanımam” sözü nasıl kaçmıştı ağzından bilemedi,,, ayıp olmuştu genç adama ya neyse,,, doğrusu da buydu ama… Garson, hesap lütfen! Hadi kalkalım Osman abi, afiyet olsun,,, sağol, sağol,,, bak yine beklerim, tamam mı,,, öğle zamanı olsun,,, hem bir şeyler yeriz hem de sohbet ederiz,,, hadi görüşmek üzere, hoşça kal… Osman abi,,, caddenin kenarına çekilip düşündü,,, henüz acıkmadan midesine doldurduğu köfteler, etler ve sucuklar şişkinlik yaratmıştı,,, köşedeki büfeden bir maden suyu alıp içti,,, evdeki hesap çarşıya uymamıştı,,, bugünkü ziyareti erken sonlanmış,,, koskoca bir öğleden sonrası boş kalmıştı,,, şimdi ne yapacaktı?,,, telefonunu çıkarıp, adres defterine şöyle bir göz gezdirdi,,, arayacak kimse bulamadı,,, adımlarının onu alıp yavaşça Akaretler yokuşuna doğru götürdüğünün farkına sonradan vardı,,, Şairler parkı, kuytu bir gölgelikte ve serindi,,, ordaki banklardan birine oturdu,,, Cahit Sıtkı, Özdemir Asaf, Orhan Veli ona bakıyorlardı sanki,,, içinden şiir söylemek geçti,,, “Hava güzel, zaman boş, içim oldu bir hoş” diye mırıldandı,,, arkasına yaslandı ve şiir gibi bir uykuya daldı. |
21-05-2014, 17:54 | #28 |
|
Sayılar
Altı kömürdü
şimdi üstü kül küstü toprak küstü zeytin ve tütün ki olmamışlardı hiç bu kadar boynubükük Elleri kınalı gelinler başlarında yas tülbentleri dillerinde ağıtlar gidip de gelmemenin en yakınında ıslak gözleriyle mahzundurlar Sayılar sayılar sayılar dolusu para hırsındalar sayılar insanı anlatamayacaklar alınteri ve kan bulaşmış ellerinde sayılarla boğulacaklar onlar |
26-06-2014, 10:45 | #29 |
|
Elinde çikolata teli...
Kadın oturduğu yerden başını hafifçe kaldırıp bakıyor,,, onu görünce, kaldırımdan çevirip gözlerini yan masaya bırakır gibi yapıp yine çekip alıyor kendine,,, aslında derin mevzular bunlar, diyor,,, kitabı boşluktan alıp çantasına koyuyor,,, birazdan kalkacak,,, o yüzden tartışmayı uzatmak istemiyor,,, tartışma mı var ortada,,, yo hayır lafın gelişi işte,,, biliyor ki konuşmaya başlasa,,, anlatmaya çalışsa yan masadakilere,,, kitapta yazılanların önemli bir kısmının kendi yaşamıyla örtüştüğünün de bir itirafı olacak bu,,, ne gerek var,,, kim ne okuduysa onu anlasın,,, zaten bir kitabın bir anlayanı olmaz ki,,, herkes kendince bir şeyleri alıp çıkarır içinden,,, bazıları uyar bazılar uymaz,,, sadece şunu söylemek isterim deyiverdi,,, elindeki çikolata telini buruştururken,,, aynı yolda yürüyenler her zaman aynı yere varmazlar…
Karşı kaldırıma kaçamak bir göz attı,,, o yoktu,,, her zamanki gibi,,, onu görmesiyle, yitirmesi bir olmuştu,,, çantasını alıp kalktı,,, iyi akşamlar,,, yan masadakilerden biri,,, aynı yolda yürüyenler her zaman aynı yere varmazlar, diye yineledi,,, ilk anda çarpıcı geliyor insanın kulağına,,, bunu daha geniş bir zamanda konuşmak isterim sizinle,,, pek sanmıyorum dedi saçlarındaki siyah bukleleri eliyle gözünün önünden alırken, ayağa kalkan,,, geniş zamanlarım yok benim,,, hep bir yerlere yetişmek zorundayım,,, ama tabii bilemem yine de,,, şimdi gitmem gerekiyor… Caddeyi geçip karşı kaldırıma yürüdü,,, karayemiş ağacının yere dökülüp ezilmiş ve kaldırımı hafifçe mora boyamış rengi üzerinden sekerek geçti,,, turuncu fenerlerin asıldığı ıhlamur ağacının altındaki kafenin yanından süzülüp, ilk sokağa saptı,,, bir görünüp bir yok olmakla ne demek istiyor bu, diye söylendi kendi kendine,,, dudakları kıpırdamış mıydı,,, bilemedi,,, evinin bulunduğu sokağa gelmişti,,, her zamankinden daha loş bir aydınlığın teslim aldığı sokakta kimseler görünmüyordu,,, apartmanın kapısına yaklaşırken elini çantasına atıp anahtarlarını aradı,,, hayatına dair her şeyin altalta üstüste birbirlerini iteleyerek sanki kendilerine yer açtıkları ve ne zaman düzene girmeye çağrılsalar, fevri bir itaatsizlikle buna karşı çıkarak yarattıkları buyurgan ve doğurgan bu kaosun içinde kaybolup gitmişti sanki evin anahtarları,,, vazgeçti,,, onları aramaktan da,,, eve girmekten de,,, dönüp, sokağın öteki ucuna, denize doğru kaçıp, rengârenk basamaklarıyla sahille kucaklaşan güneye doğru yürüdü,,, her zamanki çay bahçesinde, her zaman oturduğu masa, onu bekliyordu,,, çantasındaki kaosun içinden başını uzatmış, renkli ve kareli sayfalı defterini çıkardı,,, dolmakaleminin yeşil mürekkebiyle satırlara uzandı,,, “Aynı yolda yürüyenler her zaman aynı yere varmazlar,,, köşebaşlarında pusuya yatmış zamanın baştançıkarıcı el sallamalarına gülüp geçmek kolay değil,,, ama,,, |
15-09-2014, 16:26 | #30 |
|
Dönülmez akşamın ufkunda
Gel diyor, köye kadar götüreyim seni, arka arkaya iki oturma koltuğu bulunan üstü tenteli tuhaf motosikletini yolun kenarında durduran yetmişlik yaşlı adam,,, nerden bileyim alıp başka yer götürmeyeceğini diye tersliyor onu seksenine merdiven dayamış kadın,,, nereye götürecem diyor adam, camiye namaza gidiyom ben,,, hadi ordan diyor yaşlı kadın, şimdiye namaz mı kaldı,,, böyle diyor ama dediklerinde hafiften bir naz edası var,,, yüzündeki yarım gülümseme ifşa ediyor bunu…
Köye ne kalmış ki şunun şurasında, yüz metre ya var ya yok,,, kadın elindeki değneğin yardımıyla çoğunu yürüyüp gelmiş zaten,,, bunu adam da biliyor ama yardım etmenin bir fırsatını yakalamış, kaçırmak istemiyor,,, mu,,, yoksa bahanesiyle biraz yarenlik etmek mi niyeti,,, öyle ya da böyle, kadının tavrı canını sıkıyor,,, gelmiş önünde durmuş motosikletini çekmiş kenara hizmete amade,,, ne var ki bunda,,, üstelik yalancı çıkarıyor kendini, namaz mı kaldı şimdiye diyerek,,, ama sen bilirsin deyip sürüp motorunu gitmiyor, yan yatırmış onu yere uzattığı bacağının üzerinde, direniyor… Yaşlı kadın onunla birlikte durmuş köyün köpeklerinden birine bakıyor, sonra karşıdan gelen yabancıya,,, kimlerdensin sen, tanıyamadım ben diye durumu eşeliyor biraz daha,,, adam cık cıklıyor,,, kadın etrafta köyden kimsenin görünmemesine rahatlıyor,,, elindeki değneğiyle birlikte atlayıveriyor birden, adamın arkasındaki koltuğa,,, motosiklet hareket ediyor,,, köyün hoparlöründen ezan sesi duyuluyor o anda,,, kadın elindeki değneği yolun kenarına fırlatıyor,,, güneş henüz ufka inmemiş, onlara bakıyor… |
Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk) | |
|
Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir. |