Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Doç. Dr. Mustafa Ruhan ERDEM ile Güncel Ceza Hukuku Sorunları Üzerine Röportaj!

Yanıt
Old 11-02-2008, 00:34   #1
Kemal Yıldırım

 
Olumlu Doç. Dr. Mustafa Ruhan ERDEM ile Güncel Ceza Hukuku Sorunları Üzerine Röportaj!

Doç. Dr. Mustafa Ruhan ERDEM
Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku Anabilim Dalı
Özgeçmiş:
http://web.deu.edu.tr/hukuk/akademik/cv/MUSTAFARUHANERDEM.htm


1- Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 51’inci maddesinde, kısa süreli hapis cezalarına seçenek yaptırımlar düzenlenmiştir. Bu düzenlemenin ardından, uygulamada verilen bazı cezalara dikkat çekmek gerekirse (örneğin; ahıra gitmeme, maça gitmeme, bara gitmeme, kitap okuma, maça gitmeme, düğüne gitmeme, belli işlerde çalışma), bu düzenlemenin amacına ulaştığı söylenebilir mi? Düzenleme ile ilgili düşünceleriniz nelerdir?


YTCK m. 51’deki düzenleme, önceki Ceza İnfaz Kanunu’nun 4. maddesinde de yer almaktaydı. TCK m. 51’deki düzenlemenin öncekine göre taşıdığı yenilik, seçimlik yaptırımlar arasında “kamuya yararlı bir işte çalıştırma” cezasına da yer vermiş olmasından ibarettir. YTCK’ dan önce de bu yönde düzenlemeler mevzuatımızda bulunmakla birlikte, bunlar uygulamaya geçirilememiş, deyim yerinde ise, para cezası, başvurulan tek seçenek yaptırım olarak kalmıştır. 2000 yılında Ankara’da Goethe Enstitüsü tarafından düzenlenen İnfaz Hukukunun Sorunları konulu sempozyuma sunduğum “Kısa Süreli Hapis Cezalarının İnfazı ve Seçenek Kurumlar” başlığı altında verdiğim tebliğde, diğer seçenek yaptırımlara uygulamada başvurulmamasının nedenlerini belirtmiştim. Öncelikle vurgulanması gereken, Yargıtay’ ın tutumudur. Gerçekten de YTCK’ nın yürürlüğe girmesinden önce yerel mahkemelerin, sözgelimi, maça gitmeme, alkollü içki içilen yerlere gitmeme biçiminde kısa süreli hapis cezasına seçenek olarak hükmettiği bu tür cezalara ilişkin kararlar “infaz kabiliyetinin bulunmaması” gerekçesiyle Yargıtay tarafından bozulmaktaydı. Bu nedenle yerel mahkemeler, para cezası dışında kalan diğer yaptırımlara hükmetme konusunda çekimser davranmışlardır. Yerel mahkemelerin bu konudaki çekimserliğinin bir diğer nedeni de, bu tür yaptırımların, cezaların caydırıcılığını ortadan kaldıracağına yönelik yaygın anlayıştır. Bundan başka Cezaların İnfazı Hakkında Kanun, bu tür seçenek yaptırımların uygulanmasına ilişkin ayrıntıları göstermemiş, özellikle de cezanın gereklerine hükümlünün uyup uymadığını denetlemeye yönelik bir mekanizma oluşturmamıştı. Seçenek yaptırımlar arasında yer verilen “kamuya yararlı bir işte çalıştırma” cezası, aslında Ceza İnfaz Kanunu’nun ilk yürürlüğe girdiği tarihte kanunda yer almış, ancak 1971 yılında yapılan değişiklikle “infaz kabiliyeti” olmadığı gerekçesiyle kanundan çıkarılmıştır. Bütün bu dile getirdiğimiz sakıncalar, aynen Yeni TCK bakımından da devam etmekte, ileri sürmüş olduğumuz bu eleştirileri karşılayan ayrıntıya ilişkin düzenlemelere yeni kanunda da yer verilmemektedir. Bu tür cezaların, kamuoyunca biraz da alaycı biçimde karşılanmasının temelinde yatan nedenler, yeni düzenleme bakımından da geçerliliğini ne yazık ki sürdürmektedir. Yeni TCK ve yeni Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfaz Hakkında Kanun’ un uygulanmasını göstermek için çıkarılan tüzükte de, bu tür cezaların nasıl infaz edileceğine ve infazın denetiminin nasıl yapılacağına ilişkin herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiş olması şaşkınlık vericidir. Kısaca düzenlemenin bugünkü biçimiyle amacına ulaştığını söylemek güçtür.

2- Koruma tedbirlerinde özellikle tutuklamada oluşturulan gerekçeler yeterli midir? Kanundaki şartları gerekçe diye yazmak hukuki midir? Özellikle ''toplanan delillere ve dosya münderecatına göre'' şeklinde bir gerekçeyle tutuklama kararı verilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir de bu konuda AİHM' nin Türkiye aleyhine verdiği kararları var mıdır?

Tutuklama, ne yazık ki, Türkiye’de amacı dışına çıkmış ve yozlaşmış bir kurumdur. Adaletin gecikmesi ve toplumun adaletin bir an önce gerçekleşmesi isteği karşısında, aslında bir koruma tedbiri olan tutuklama, bir yerde bizde “öne alınmış bir ceza” gibi uygulanmaktadır. Batı ülkelerinde cezaevlerinde bulunanların nerdeyse % 10’unu tutuklular oluştururken, bu oran bizde, ne yazık ki, % 60’a varan oranlara ulaşmaktadır. Yeni CMK’ nın tutuklamayı sınırlandırma yönündeki çabaları da ne yazık ki, işe yaramamış, bir yerde yasa koyucu da uygulamanın “dümen suyuna girmiştir”. Bunun en son örneğini, 5560 sayılı yasayla yapılan tutuklama için öngörülen katalogun, silahla yaralama ve yağma suçları bakımından genişletilmesi oluşturmaktadır. Ne yazık ki, katalog suçu söz konusu olduğunda tutuklamanın mecburi olduğu yönünde yanlış bir anlayış uygulamaya egemen olmuş, 5560 sayılı kanunla yapılan değişiklik de bu eğilimi güçlendirmiştir. Soruşturma evresinde sulh ceza hâkimi, kovuşturma evresinde de olaya bakan mahkeme, genellikle dosyaya tam hâkim olamadığı için basmakalıp gerekçelerle tutuklama veya tutukluluğun devamı kararları vermekte, bu kararlara yapılan itirazlar da genellikle tek cümlelik sözde gerekçelerle reddedilmektedir. Ancak bu konuda yalnızca yargı organlarını da suçlamak doğru olmaz. “Müvekkilim sabit ikametgâh sahibidir, tutuklama, amacı dışında müvekkil için telafisi imkânsız zararlara yol açacaktır” biçiminde ve basmakalıp gerekçelerle tutuklama kararlarına itiraz eden müdafilerin de, bu sorundaki payı inkâr edilemez.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ nin Türkiye aleyhine gerekçesiz biçimde verilen tutukluluğun devamına ilişkin kararların AİHS m. 6’ nın ihlalini oluşturduğu yönünde verilmiş kararları içerisinde ilk örneği Yağcı/Sargın kararı oluşturmaktadır. Ne var ki, AİHM’ nin de gerekçe konusunda çok titiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Gerçi AİHM, AİHS m. 6/1’ den hareketle kararların uygun biçimde gerekçelendirilmesi yükümlülüğü çıkarmaktadır. Ancak bunun kapsamı kararın niteliğine göre farklılık göstermektedir. Bununla birlikte ulusal Mahkemenin taraflarca sunulan tüm iddia ve savunmaları kararda değerlendirmiş olması zorunluluğu yoktur. Nitekim, AİHM’ nin 21.1.1999 tarihli Garcia Ruiz ve 29.8.2000 tarihli Jahnke ve Lenoble kararlarında «Sözleşmede güvence altına alınan hak ve özgürlüklere zarar verme ihtimali bulunan haller hariç olmak üzere bir iç hukuk tarafından maddi veya hukuki hata iddiasını değerlendirmek Mahkemenin görevine girmez» denilmektedir. Gerekçenin denetiminin belli başlı iki dayanağı vardır. Bunlardan birincisi, «bir mahkeme tarafından dinlenilme hakkı», diğeri ise «tarafsız bir mahkeme hakkı»dır. Bir mahkeme tarafından dinlenilme hakkı ile ilgili olarak Mahkeme, 23.11.1992 tarihli Hadjianastassiou kararında üye devletlerin 6. maddenin yükümlülüklerine adli yargı sistemlerinin uymasını sağlamaya ilişkin yöntemlerin seçiminde büyük bir serbestîye sahip olduklarını vurgulamıştır. Bununla birlikte hâkimler kararlarının gerekçelerini yeterli açıklıkla belirtmek zorundadırlar. Böylece söz gelimi bir sanık mevcut başvuruları kendisine yararlı şekilde kullanabilecektir. Bir başka deyişle gerekçe, hukuka uygunluğu denetleme imkânı verir. Nitekim Mahkeme, 21.3.2000 tarihli Dulaurans kararında «Sözleşmenin 6/1. fıkrasında güvence altına alınan adil yargılanma hakkı davanın taraflarına davaları için önemli buldukları gözlemleri sunma hakkı da verir» denilmektedir. Yargının tarafsızlığı objektif olduğu kadar sübjektif de olmalıdır. Mahkemenin teşkil tarzına ilişkin «görünürde tarafsızlık» anlamında objektif tarafsızlık yanında, bu tarafsızlığın, mahkemenin verdiği kararın gerekçesinden de ortaya çıkması gerekir («sübjektif tarafsızlık»). Bu tarafsızlığın açıkça görünürlüğünü yargı kararı sağlamak zorundadır.

Tutuklamanın, bir tür öne alınmış ceza gibi uygulanmasının, yalnızca yasa değişikliği ile önüne geçilemeyeceği açıktır. Yargılamanın uzun sürmesi yapısal bir sorundur. Bu sorun çözülmediği sürece, tutuklama, bir gereksinim olarak amacı dışında uygulanmaya devam edecektir.

3- Çeşitli televizyon kanallarında Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesi ile ilgili konuşmalarınızın olduğunu biliyoruz. Maddenin değiştirilmesi ya da tamamen kaldırılması ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Öncelikle TCK m. 301 ile ilgili tartışmaların, bu maddeden dolayı yargılanan bir gazetecinin öldürülmüş olması ile bağlantılı olarak yürütülmesini yanlış bulduğumu belirtmek isterim. TCK m. 301 ile ilgili sorunun, maddenin kendisinde değil, uygulanmasında olduğunu düşünüyorum. Ne var ki, bugüne kadarki tartışmalarda YCK m. 301’ in yalnızca Türklüğe hakareti suç saydığı yönünde yanlış bir izlenim oluştu. “Türklüğün” tek başına hukuksal bir yarar olarak ceza koruması gerektirip gerektirmediği tartışılabilir ve bana kalırsa da diğer maddeler ve özellikle de hakaret ve halkı ırk veya milliyet ayırımı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik hükümleri yeterli koruma sağlamaktadır. Bazı ülke ceza yasalarında (sözgelimi İtalyan Ceza Yasasında İtalyan ulusu, Polonya Ceza Yasasında Polonya halkı) bu yönde bir koruma getirilmiş olması, TCK m. 301’in Türklük açısından getirdiği korumanın gerekli olduğunu göstermez. Nitekim üyesi olmaya çalıştığımız AB’ye üye diğer ülke ceza yasalarında benzer düzenlemelere yer verilmiş değildir. Ne var ki, soruna bütüncül yaklaşan ve TCK m. 301’ in tümüyle kaldırılması gerektiğini ileri süren görüşleri yerinde bulmadığımı belirtmeliyim. Devletin anayasal kuruluşlarını ceza korumasından tamamen yoksun bırakmak doğru olmaz ve hemen hiçbir AB üyesi devlette, anayasal kuruluşları aşağılamaya yönelik söz ve davranışlar serbest bırakılmış değildir. Maddeye tümüyle karşı çıkanların, söz konusu maddenin düşünceyi açıklama özgürlüğünü sınırlandırdığı yönündeki kaygılara ben de katılıyorum. Ne var ki, Türkiye AİHS’ ne taraftır ve anılan sözleşmenin 10. maddesi ile düşünce özgürlüğünü iç hukukunda güvence altına almakla yükümlüdür. TCK m. 301’ den dolayı verilen ve Sözleşmenin 10. maddesinin ihlalini oluşturan mahkûmiyet kararlarına karşı bireysel başvuru yolunu işletmek mümkündür ve geçmişte de bu yola başvurmak suretiyle AİHM’ ce verilmiş çok sayıda mahkûmiyet kararı bulunmaktadır. Ancak buradan, TCK m. 301’ e dayanarak verilen her mahkûmiyet kararının mutlaka AİHS m. 10’ un ihlalini oluşturacağı biçiminde genel bir yargıya varılamaz. Öte yandan maddenin bugüne kadar kötü uygulandığı gerekçesiyle kaldırılması gerektiğini ileri süren görüşler de bulunmaktadır. Bana göre bu görüşler de yerinde değildir. Kötü uygulama, yalnızca TCK m. 301 açısından mevcut değildir. Savunma hakkını kullanan bir avukat hakkında “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” nedeniyle ceza soruşturması yapılan bir ülkede diğer hükümlerin de çok iyi uygulandığı söylenemez. O halde sorun, TCK m. 301’ de değil, genel olarak adil yargılamanın gereklerine ve evrensel insan hakları standartlarına uygun bir sistemi kurmak, yaşatmak ve geliştirmektedir.

4- Olası kast ile bilinçli taksir kavramlarının çoğu zaman birbirine karıştırıldığını görüyoruz. Bu iki kavramın ayırt edilmesi konusunda hangi kriterler benimsenmelidir?

Olası kast ve bilinçli taksir arasında kesin bir sınır çizmek mümkün değildir. Sorun, gerek olası kast ve gerekse bilinçli taksirin, hiç de gereği olmadığı halde, TCK’ da hem de yanlış biçimde tanımlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Yasada bir tanım yapılması yerine, bu konu öğreti ve uygulamaya bırakılmış olsaydı, sorun çözülebilirdi. Gerçekten de gerek olası kast ve gerekse bilinçli taksir bir yere kadar aynı yolu izler. Her ikisi açısından da ortak olan nokta, failin, neticeyi öngörmüş olmasıdır. İşte farklılık da burada başlamaktadır. Olası kastta, yalnızca neticenin öngörülmüş olmasıyla yetinilmemekte; bunun yanında neticenin göze alınmış, kabullenilmiş olması da aranmaktadır. TCK m. 21/2’de olası kastın yanlış tanımlanmış olması, bizim bunu doğru olarak anlamamıza engel değildir. Buna göre olası kastta, fail tipik neticenin gerçekleşmesini ciddi olarak mümkün görmekte, neticeyi istememiş olmakla birlikte, olayın gelişimine bırakılmaktadır. Olası kastta, fail tipikliği gerçekleştirecek somut bir tehlikenin mevcudiyetinin bilincinde olduğu gibi, bu tehlike fail tarafından ciddiye de alınmaktadır. Buna karşılık bilinçli taksirde fail gerçi somut tehlikeyi bilir, ancak ya bunu ciddiye almaz veya ciddiye almakla birlikte özen yükümlülüğüne aykırı olarak neticenin gerçekleşmeyeceğine güvenir. Olası kastta fail tipikliğin gerçekleşme olasılığını bilir, ancak bunu kabullenir, göze alır. Buradan da anlaşılacağı üzere, bilinçli taksirde olası kasttan farklı olarak isteme unsuru mevcut değildir. Her ikisi arasındaki ayırımı belirlemek için “Frank formülü”nden yararlanılabilir. Buna göre eğer “öyle veya böyle fail herhalde hareketi gerçekleştirirdi” diyebiliyorsak, olası kast; “neticenin gerçekleşeceğini bilseydi hareketi gerçekleştirmeyecekti” diyebiliyorsak bilinçli taksirden söz edilir.

5- YTCK m. 103/6’ya göre; (çocuğun cinsel istismarı) “Suçun sonucunda mağdurun beden veya ruh sağlığının bozulması halinde, on beş yıldan az olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur.” Kızlık zarının bozulması, beden tamlığının ihlali olarak kabul edilmekte midir? Uygulamada bu yönde oluşmuş bir içtihat, ya da doktrinde görüşler var mıdır?

Cinsel saldırı ve çocuğun cinsel istismarı suçunda netice yüzünden cezanın ağırlaştırılmasını gerektiren durumlardan birisi olarak suçun mağdurun beden veya ruh sağlığının bozulması sonucuna yol açmasından söz edilmektedir. Bilindiği gibi, sağlığı bozma, kasten ve taksirle yaralama suçlarında da suçun seçimlik hareketlerinden birisini oluşturmakta olup, bu anlamda sağlığın bozulması, süresi ne olursa olsun patolojik durum ortaya çıkarmak veya böyle bir patolojik durum önceden varsa bunu artırmaktır. Mağdurun organizmasının normal çalışmasında bozukluk meydana getirilmesi yeterlidir. Şimdi buradaki beden ve ruh sağlığının bozulmasını, bu şekilde yorumladığımız takdirde ortaya bir sorun çıkmaktadır. Gerçekten de cinsel saldırı suçunda, mağdurun direncinin kırılmasını sağlayacak ölçünün ötesinde cebir kullanılması durumunda, fail ayrıca kasten yaralama suçundan (YTCK m. 86 vd.) dolayı da cezalandırılır (YTCK m. 102/4). Böyle bir durumda faili hem kasten yaralamadan dolayı cezalandırmak ve hem de kasten yaralamanın seçimlik hareketlerinden birisi gerçekleştiği için cinsel saldırı suçunun cezasını artırmak anlamsızdır. O halde buradaki beden veya ruh sağlığının bozulması deyiminin dar yorumlanması gerektiği açıktır. Benim kişisel düşüncem, kızlığın bozulmasının, bu anlamda beden sağlığının bozulması olarak nitelendirilemeyeceği doğrultusundadır. Ne var ki, uygulamada Yargıtay’ın bu konuda duraksama içinde olduğu ve deyim yerinde ise “topu Adli Tıp Kurumuna attığı” anlaşılmaktadır. Nitekim Yargıtay, 5237 sayılı Yasanın 102/5. maddesinin uygulanma olasılığı nazara alınarak kızlığı bozulan mağdurenin suçun sonucunda beden veya ruh sağlığında bozulma olup olmadığının Adli Tıp Kurumu ilgili İhtisas Dairesinden görüş alınarak saptanması gerektiğinin gözetilmemesi”ni bozma sebebi saymaktadır (Yar. 5. CD, 10.4.2006, 2706/3034, www.adalet.org). Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Gerçekten 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, ırza geçme suçunda ağırlatıcı neden olarak mayubiyet deyimine yer vermekte ve uygulamada da mayubiyet, cinsel birleşme sonucu kızlığın bozulması olarak anlaşılmaktaydı. Oysa böyle bir nitelikli hale YTCK’ da ayrıca yer verilmiş olmadığı halde, kızlığın bozulmasını beden sağlığının bozulması kavramı içinde ele almak ve bundan dolayı cinsel saldırı (veya istismar) suçunun cezasını ağırlaştırmak, yasa koyucunun amacına aykırı düşmektedir.

6- TCK m.280 hakkında ne düşünüyorsunuz? Sağlık mensuplarının sır saklama yükümlülüğü ile m.280 arasında bir çelişki yok mudur?

TCK m. 280’in anayasaya aykırı olduğunu daha önce bir başka vesileyle belirtmiştim. Orada da belirttiğim gibi, Anayasanın herkesin yaşama ve maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkına sahip olduğunu belirten 17. maddesi ile hekimin ihbar yükümlülüğü arasında ciddi bir çelişki vardır. Gerçekten 765 sayılı TCK m. 530’ dan farklı olarak yeni TCK m. 280’ in uygulanması konusunda, hastanın, suçun mağduru veya sanık/şüphelisi olması arasında herhangi bir fark gözetilmiş değildir. Başka bir anlatımla, bir suçtan dolayı şüpheli/sanık olan kişilerle ilgili herhangi bir emareyle karşılaşan sağlık personeli açısından da bildirim yükümlülüğü söz konusudur. Getirilen bu düzenleme, kovuşturma baskısı altında kalan kişilerin hekime başvurmaması veya deyim yerinde ise bir “yer altı hekimliği” gibi bir sakıncayı da beraberinde getirecektir. Kuşkusuz suçların aydınlatılmasındaki kamu yararı tartışılmaz. Ancak suçun aydınlatılmasına ilişkin kamu yararı, kovuşturulma korkusu ile hekime başvurmayan kişilerin yaşama hakkından daha ağırlıklı değildir.
Madde, ayrıca ihbar yükümlülüğünün “hangi anda” yerine getirileceği konusunda bir açıklık içermemektedir. Oysa 765 sayılı TCK m. 530, ihbarın “gerekli tedavi yapıldıktan” sonra yapılacağına ilişkin bir düzenlemeye yer vermiş idi. Böyle bir koşulun yeni TCK’ da aranmaması, tedavi yapılmadan ihbar yükümlülüğünün yerine getirileceği biçiminde de anlaşılabileceği için sakıncalıdır.
Öte yandan sağlık personeli için CMK tanıklıktan çekinme hakkı tanımaktadır. Bunun altında yatan düşünce, hekimle hasta arasındaki güven ilişkisinin korunması zorunluluğudur. Mevcut düzenleme, önce hekim ihbar etsin, ancak söz konusu suçla ilgili tanık olarak dinlenmek istendiğinde ise, çekinme hakkını kullansın demek bir çelişkidir. Tanıklıktan çekinme hakkının tanınmasını gerektiren nedenler, TCK m. 280 bakımından da geçerlidir.

Madde, ihbar yükümlülüğünün yerine getirilmesi için, suçun, kamu adına kovuşturulması gibi bir zorunluluk da aramamıştır. Bu durumda sağlık personelinin, sözgelimi şikâyete bağlı bir suçu da bildirmesi zorunlu görünmektedir. Oysa suçtan zarar gören kişinin kovuşturma organlarını harekete geçirme yönünde bir iradesi olmadığı halde, hekimi ihbarla yükümlü tutmak da anlamsızdır.

Bu eleştiriler doğrultusunda TCK m. 280’in yeniden gözden geçirilmesi zorunluluk arz etmektedir.

7- Cinsel ilişki yoluyla HIV bulaştırma fiilinde ne gibi bir yaptırım uygulanmalıdır? Bu konuda Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi’nde yayımlanan bir makaleniz var. Konu ile ilgili kısa bir değerlendirme yapabilir misiniz?

Cinsel ilişki, HIV’ in bir başkasına taşınma yollarından birisidir. Bir başkasına HIV’ in bulaştırılmasının, tek başına sağlığın bozulması kapsamında nitelendirildiği için kasten yaralama suçunu oluşturduğu genellikle kabul edilmektedir. Ancak burada sorun, HIV’ in “hangi cinsel ilişki” sonucu partnere bulaştırıldığı konusunda ortaya çıkmaktadır. Bilimsel veriler, tek bir cinsel ilişkide HIV’ in bulaşma rizikosunun 1/400 olduğunu göstermektedir. Cinsel ilişkinin gerçekleşme biçimine göre bu riziko artabilmekte veya azalabilmektedir. HIV’ in belirli bir cinsel ilişki sonucu bulaştığı tespit edilebilse dahi, bu kez de, HIV’ i taşıyan kişinin, HIV taşıyıcısı olduğunu çoğu kez bilmemesi bakımından ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de HIV’ i taşıyan kişinin bu enfeksiyondan dolayı organizmasında dışa yansıyan bir değişiklik görülmemekte veya bazı durumlarda olduğu gibi beden bağışıklığının bozulması (AIDS) sonucuna yol açsa bile, bu bozulma ancak zaman içerisinde (en az 5 yıl) ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle bu gibi durumlarda faili, genellikle kastın bilme unsurunun bulunmaması nedeniyle, partnere HIV bulaştırması nedeniyle sorumlu tutmak bakımından uygulamada ispat güçlükleriyle karşılaşılmaktadır. Öte yandan belirli bir cinsel ilişki sonucu HIV’ in bulaştığı ve failin de HIV taşıyıcısı olduğunu bildiği belirlenebilse dahi, bu kez de kastın ölüm neticesine yönelik olduğunu söylemek güçleşmektedir. Gerçekten olası kastın, yukarıda da belirttiğimiz üzere, neticeyi göze almak olduğu kabul edilecek olursa, 1/400 oranında olan bulaşma rizikosunu veya bu bulaşma sonucunda mutlaka bağışıklık sisteminin bozulması gerekmediği için bunun sonucunda cinsel partnerin ölümünü failin göze aldığını söylemek zordur. Görüldüğü gibi cinsel ilişki yoluyla HIV bulaştırmayı kasten öldürme veya yaralama çerçevesinde cezalandırmak çoğu zaman mümkün olmamaktadır.

Bundan başka korunmalı cinsel ilişki söz konusu olduğunda, HIV’ in taşınma rizikosu önemli ölçüde azalmakla birlikte, kondomun yanlık kullanılması veya hatalı üretim nedeniyle, riziko % 100 kesinlikle ortadan kaldırılamamaktadır. Bununla birlikte öğretide, korumalı cinsel ilişki söz konusu olduğunda, bunu izin verilen risk çerçevesinde hukuka uygun sayan görüşler de bulunmaktadır. Ancak burada sorun, cinsel ilişki korumalı da olsa, partnerin, karşı tarafa yine de HIV taşıyıcısı olduğunu bildirmek yükümlülüğü altında olup olmadığı konusunda kendisini göstermektedir. HIV’ in taşınmaması için gerekli koruyucu tedbirler alınmış olsa bile, yine de partnerin HIV taşıyıcısı olduğunu karşı tarafa bildirme yükümlülüğü altında olduğu düşüncesindeyim. Çünkü burada gösterilen rıza cinsel ilişkiye yöneliktir, yoksa cinsel ilişki sonucu HIV’ in taşınmasına değil.
Old 11-02-2008, 22:25   #2
Seyda

 
Varsayılan

Bu röportaj için gerçekten çok emek veren Sayın Kemal Yıldırım'a ve soruların hazırlanmasında destek veren Ceza HÇG üyelerine sonsuz teşekkürler..
Old 12-02-2008, 19:58   #3
Av. Emrah GELEŞ

 
Varsayılan Güzel röportaj

Derslerinden de önemli şekilde faydalandığımız bie hocamızla böyle bir irtibat kurmanız yerinde olmuş!
Fikirlerine değer verilmesi gereken biri olduğu tanıyan kişilerce de bilinir... Şimdiden teşekkkür ederim ve bu şekilde seçkin insanlarla irtibat kurmanız dileğiyle!
Old 16-02-2008, 13:10   #4
Av. R. Onur ÇINAR

 
Varsayılan

kemal arkadaşımıza ve sayın hocamıza teşekkür eder
alışmalarının devamını dilerim.
Old 16-02-2008, 14:46   #5
Av. Nurcan

 
Mutlu Teşekkür

Değerli hocamızla röportaj yapıp bizi bilgilendirdiğiniz için başta hocamıza ve emeği geçen herkese teşekkürler.
Bu röportajların devamı dileğiyle...
Saygılarımla;
Av. Nurcan
Old 16-02-2008, 16:43   #6
cilasim

 
Varsayılan

Dersini dinlemekten keyif aldığım değerli hocamıza teşekkür ediyorum.Gerçekten faydalı bir röportaj olmuş.
Old 17-02-2008, 14:10   #7
derrya

 
Olumlu

Öncelikle dersini dinlemekten zevk aldığım saygıdeğer hocamızla röpörtaj yapıp bizi sevindiren emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.Bu tür röpörtajların arkası gelir inşallah 301.Md ve olası kast ile bilinçli taksir için hocama da ayrıca teşşekür ediyorum.
Old 18-02-2008, 17:10   #8
HÜSNIYE

 
Varsayılan

Değerli hocam sayın Mustafa Ruhan Erdem'e çok teşekkür ederim.Derslerinde bizleri aydınlattığı gibi internette de ögrencilere karmaşık gelen konulara ve bazı güncel konulara da degınerek burdanda bızlerı eydınlatıyor.Emeği gecen herkese de ayrıca teşekkürler...
Old 23-02-2008, 01:12   #9
Kemal Yıldırım

 
Varsayılan

Biraz önce hocamız, tüm THS üyelerinin teşekkürlerini ilettim

Faydalı olması dileğiyle..

Saygılarımla...
Old 24-02-2008, 00:16   #10
caner87

 
Varsayılan

değerli hocamızın röportajını gülümseyerek okudum.. tıpkı derlerde anlattığı gibi ifade etmiş.. teşekkürler..
Old 26-02-2008, 23:08   #11
arzi

 
Varsayılan

öncelikle bu röportajın hazırlanması husunda emek sarfettiği için kemal beye teşekkür eder .doç.dr.mustafa ruhan erdem hocamıza bu ve buna benzer sorunlar üzerinde bizi engin bilgileyle aydınlattığı için ayrıca teşekkür eder akademik hayatında başarılar dilerim...
Old 29-02-2008, 12:58   #12
polatoglu

 
Varsayılan

Bilgilerini paylaşan sayın Erdem'e ve bu bilgileri bizlere ulaştıran sayın Yıldırım'a teşekkür ediyorum.
Old 29-02-2008, 13:31   #13
Av. Ali Özcan

 
Varsayılan

Her ikisi arasındaki ayırımı belirlemek için “Frank formülü”nden yararlanılabilir. Buna göre eğer “öyle veya böyle fail herhalde hareketi gerçekleştirirdi” diyebiliyorsak, olası kast; “neticenin gerçekleşeceğini bilseydi hareketi gerçekleştirmeyecekti” diyebiliyorsak bilinçli taksirden söz edilir.


Gerçekten de çok güzel bir formül. sanık vekilliği yaptığım bir duruşmada olası kasttan iddianame hazırlanmış ve biz de taksir olduğunu iddia etmiştik. nitekim gerçekten kanunda olası kast ve bilinçli taksir birbirine çok benzemekte bu yüzden de kafa karıştırmaktadır. yaptığımız savunma ve ısrarlarımız sonucu yapılan keşfin ardından, sanığın sonucu öngörebilme ihtimaline rağmen asla istemediğinin üzerinde durarak taksiri kabul ettirdik diyebilirim. gerçi hakimlerden birinin olası kast lehine muhalefet şerhi vardı ama olsun. bakalım yargıtay bu konuda ne diyecek. yukarıda yaptığım alıntıyı dava aşamasında öğrenmiş olsaydım çok işime yarardı doğrusu. Ruhan Erdem hocamın derslerinde bulunduğum için kendimi şanslı hissettim. emeği geçen herkese teşekkürler...
Old 02-03-2008, 15:22   #14
Av.Ş.Mukaddes

 
Varsayılan

Sayın hocamın birikimleini bizim gibi genç hukukçularla paylaşması,bizleri bilinçlendirmesi,gerçekten çok sevindirici.301.mad.cinsel istismar ve özellikle de olası kast ile bilinçli taksir ayırımı gibi, ihtiyaç duyduğum notlara rastladım.emeğiniz için teşekkürler.sağolun hocam ve saygılar..
Old 06-03-2008, 17:43   #15
Av.Ahmet Kılıcaslan

 
Varsayılan Av.Nur Ahmet Kılıcaslan

Derslerini dinlemekten zevk aldığım, duruşunuda herzaman örnek addettiğim değerli hocama engin bilgilerini bizlerle paylaştığı için sonsuz saygı ve şükranlarımı sunuyorum...
Old 08-03-2008, 02:52   #16
Av.Ahmet DELİKANLI

 
Varsayılan

Kesinlikle bu röportaj benim için ve okuyanlar için çok yararlı olduğuna inanıyorum.Açıkçası sorulan sorulara verilen cevapları okurken çok yararlandım.Emek veren arkadaşlara teşekkür ediyorum...
Old 03-04-2008, 11:47   #17
polis77

 
Varsayılan

Emeğinden dolayı sayın Kemal Yıldırım'a tüşekkür ederim. Hocamız ayrıca Rüştü Ünsal Polis Meslek Yüksek Okulu'da 2001 ve 2002 yıllarında ders vererek hukuku polislere sevdirmiştir. (Özgeçmişinde bu ayrıntıyı atlamış)Gerçektende diğer polis öğrencilerinin pek haz duymadığı Ceza Hukuku dersi, Ruhan Hoca sayesinde bizim en sevdiğimiz ders olmuştu.
Bu vesileyle Sayın Hocamıza vermiş olduğu emeklerden dolayı tekrar teşekkür ederiz.
Old 12-04-2008, 13:38   #19
Kartepeli12

 
Varsayılan

Açıklayıcı bilgilerden dolayı emeği geçen arkadaşlara çok teşekkür ederim.
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 
Konu Araçları Konu İçinde Arama
Konu İçinde Arama:

Detaylı Arama
Konuyu Değerlendirin
Konuyu Değerlendirin:

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Güncel Basında Aile Hukuku Haberleri Av.Habibe YILMAZ KAYAR Aile Hukuku Çalışma Grubu 13 23-01-2008 11:54
Avukatlar Gününde Avukatların Sorunları Üzerine Kadir COŞKUN Konumuz : Hukukçular 2 06-04-2007 09:29
Bir Hukukseverin Türk Dili ile Kazandığı Erdem ve Yüceliğin Günlüğü hukuksever Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. 25 20-01-2007 07:11
ceza hukuku ve idare hukuku ilişkisi taylan Hukuk Soruları Arşivi 2 10-08-2006 17:12
Ankara Barosu Başkanı İle Staj Ve Hukuk Üzerine Röportaj Baturay Hukuk Stajı ve Meslek Seçimi 0 04-05-2003 14:04


THS Sunucusu bu sayfayı 0,05855298 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.