24-10-2014, 09:22 | #31 |
|
Günaydın Muammer bey!
Muammer bey farkına vardığında
Çok geçti artık valizini almış ama pijamalarını unutmuştu açık mavi renkli bir naylon torbada bir gece yarısı henüz tanımadığı şehrin ıssız otogarında telaşla indiği otobüsün bagajında. Yanıbaşında beliriveren taksiye atlayıp rasgele bir otelin yolunu tuttuğu sırada çok geç deyiverdi taksinin ince sarı bıyıklı şoförü çoktan yola koyulmuştur otobüs yarın çarşıdan alırsın kendine yenisini sabah ola hayrola hele bu gece iyi bir uyku çek dinlen sorun edecek ne var iyi de dedi Muammer bey ben uyuyamam ki pijamam olmadan yılların alışkanlığı bu yarın da önemli bir görüşmem var ne yapacağım şimdi? yapacak bir şey yok dedi ince sarı bıyıklı, ama istersen eve uğrayalım benim pijamalarımı vereyim, hı ne dersin? olmaz dedi Muammer bey başkasının pijamasını giyemem ben! merak etme, bizim hanım yedekte hep bir kat pijama hazır tutar misafir neyim gelir diye, temizdir… Iıh dedi Muammer bey elimde değil giyemem! Otele vardıklarında geceye küskündü Muammer bey oda konusunda titizlenmedi hiç temiz olsun yeter, dedi ha bir de sıcak suyu olsun tabii tamamdır dedi otel kâtibi, merak etmeyin siz odalarımızın konforu tamamdır, baştanaşağı! Şoför parasını alırken başını uzatıp aradan pijama da var mı dedi pijama? kâtip gülümsedi, maalesef dedi ama yedek battaniye var dolapta. Paranın üstünü verirken ince sarı bıyıklı kartını tutuşturdu Muammer beyin eline beyim, ne olur ne olmaz bulunsun yanınızda taksi lazım olursa… Muammer bey odaya çıktı, fena değildi soyunup bir don bir fanila girdi yatağa ama girmedi bir türlü uyku gözüne pijamasının düşünü kurdu durdu çizgili değil kareliydi lacivert üstüne beyaz iki cep yanda, bir de göğsünün üzerinde ki küçük bir nazar boncuğu iliştirilmişti kıyıcığına kırk yıllık eşinin hatırasına… Kalktı giyindi Muammer bey öyle uzandı yatağın üstüne çıplak ayaklarını beğenmedi kahverengi çoraplarını giydi sol ayağının başparmakucundaki delikten bir ışık sızmış akıyordu o anda fark etti siyah çerçeveli gözlüklerini çıkarmayı unuttuğunu gözünden iyi dedi, o zaman kitap okuyayım hiç olmazsa geliverir belki uykum, kitap kalındı, ortasından onu bir bıçak gibi ikiye ayırmış ayracı çekip çıkardı, kalın bir kırmızı çizgiyle altını çizdiği daha önce, satırlardan başladı… ……. …… Kitap elinden düştü düşecekti ki kapının çalınmasıyla irkildi hayrola? dedi ben otel katibi efendim dedi koridordaki ses affedersiniz kalktı kapıyı açtı kâtip kendini göstermeden elini uzattı içeri şey dedi sizi getiren taksi şoförü getirdi az önce bunu buyurun! Gayet özenle katlanmıştı pijamalar yeni ütülenmiş gibiydiler sanki tavandan sallanan sarı ampulden loş bir hayret nidası düştü Muammer beyin başına işte onunkilerdi! Laciverdi lacivert, beyazı beyaz göğüs cebindeki nazar boncuğunda eşinin gülücüğü… Sevincini nasıl göstereceğini bilemedi boy aynasının karşısında dans etti bir süre pijamalar elindeydi incitmeye kıyamadığı camdan nadide bir vazoyu taşır gibiydi gel de uyu şimdi diye söyleniyordu kendine gel de uyu! Gece bitti sonra sabahın ilk ışıklarında banyoya girdi sular sıcacıktı duşun altında yarım saat kalakaldı öylece sonra giyinip aşağı indi Gözüçapaklı otel kâtibine ikinci hecesini haddinden fazla uzattığı bir “günaydın” çekti, otelin kapısından çıkarken dün geceki halinden daha zinde görünüyordu Muammer bey üstünde çizgili değil kareli lacivert üstüne beyaz iki cep yanda, bir de göğsünün üzerinde ki küçük bir nazar boncuğu iliştirilmişti kıyıcığına kırk yıllık eşinin hatırası pijamalarıyla… |
02-12-2014, 17:25 | #32 |
|
Narlar çatlamadan...
Biri nara basıp geçmiş, ayak izi üzerinde hâlâ, tırtıklı,,, taze,,, kırmızılık yokuş aşağı akıp gidiyor,,, “zamanında toplamazsan nar dalında çatlar”,,, kim demişti bunu,,, pek öyle bilgece bir söz değil ama bunu hatırlayıverdim işte,,, Kilitbahir’de dolaşırken yıllar önce bir sokak bulmuştum, adı ‘sinema’ydı,,, çok hoşuma gitmiş,,, demek bir zamanlar sinema vardı, adını ondan almış olmalı diye düşünmüştüm,,, işte o sokaktaki bahçelerden birinde,,, mevsim yine bu mevsim,,, aylardan yine bu aydı,,, ağacın dallarından çatlamış narlar bakıyordu güneşe,,, güzeldi…
Camın önünde bir sakal köpük köpük köpürmüş,,, berber aynada kendi yüzüne dalıp gitmiş,,, fırça koltuktaki adamın sakalı üzerinde gezinip duruyordu,,, Hasan Ali Toptaş olsaydım,,, berberi, küçüksuyunu dökmek için yan taraftaki lokantanın tuvaletine gönderir, fırçayı işiyle başbaşa bırakırdım,,, sonra berber, hacetini giderdikten sonra, lokantacının çırağıyla lafa dalar, müşterisini unutur,,, oradan çıkıp, hiç adeti olmadığı üzere, yandaki oltacıdan bir olta alıp, boğaz kıyısına, çinekop avlamaya çıkardı,,, berber dükkânındaki fırça işini bitirdikten sonra,,, ustura, jiletini yenileyip işe koyulur, adamın yüzüne bir güzel perdah çekerdi,,, berber, iki çinekop çekip, kendine geldikten sonra döndüğü dükkânında, koltukta oturmuş bekleyen yeni bir müşteri bulurdu ama aklı, boğazda yalı yalı giden balıkçı sandalında kalmıştır yine de, sandalda değil balıkçıda,,, onda değil, ağzındaki, hiç duymadığı türküde,,, ”İstanbul dalgalı bu sabah, havası, bulutu, denizi, rüzgârı dalgalı, yarim,,, ben sana dalgalıyım, ben sana,,,” Ben yine kendim olayım iyisi mi,,, simitçi fırınındaki çocuk, tezgâhtan değil de, fırından yeni çıkmış tavalardan birinden alıp verdi simidi, sıcacıktı,,, yürüdüm,,, her şey böyle sıcak ve taze olabilseydi,,, öyle kalabilseydi diye geçirdim içimden,,, narlar çatlamadan kalabilseydi dalında,,, biz de öyle… |
31-12-2014, 11:39 | #33 |
|
Günler dönüyor
Kendi tarihimin arşivini tutmalıyım, başkalarının belleği yanıltıyor çoğu kez, unutturuyor, aldatıyor, yanıltıyor,,, daha dün gibi sandığın hatıraları elinden çekip alasılar,,, sadece hatıra değil ki onlar,,, yüzüme, bedenime, zihnime atılmış çizikler gibi sahici, belki çoğu acıtıcı ama içlerinde mutlandıran ve umutlandıranlar da az değil ki onlar en darda, en zorda, en karanlıkta kaldığım zamanlarda bile beni hiç terk etmeyen bir sevda türküsü gibi duyuruverir kendini,,, bir başına türkü söylemenin cesaretini yitirmemek gerekir o yüzden,,, hele sen başla, sesine ses verenleri de duyarsın, bazen yanıbaşında bazen çok uzaklarda, ama duyarsın,,, kardeş gibidirler türküler, dilden dile, elden ele dolaşır, çoğalırlar…
Yağmur, fırtına ve kar içinde dönüyor günler,,, doğa mevsim mevsim hatırlatıyor kendini,,, havada kuş, suda balık, toprakta karınca ve tohum çekilir kendi kuytuluklarına, kış uykusuna yatar yabanda hayat,,, gün olur devran döner, gökkuşağının ardından parlar güneş, kendini hatırlatır. |
09-01-2015, 13:10 | #34 |
|
Umulmadık bir gün
Cemal Süreya bugün ölmüş,,, sisgrisi sabaha çıkıp gittim,,, hangi İstanbul’dandı unuttum,,, Balat’ı geçtim, Ayvansaray’ı döndüm, Edirnekapı’dan çıktım,,, Samatya’dan indim denize, yürüdüm, baktım Sarayburnu yoktu yerinde,,, Sirkeci’de bir kahvehane buldum, kaldırımdaki masasına çöktüm,,, biri çakıyla kazımış tahta masaya, okudum, “umulmadık bir gün olabilir bugün / bir çay söyle yağmurların kokusunda…” yağmur yoktu ama şair vardı yanımda…
Boğaz vapuruna atladım,,, Ortaköy, Arnavutköy, karşıda Kandilli, şimdi Bebek,,, Rumelihisarı’nı Orhan Veli’ye bıraktım, başında martı kuşları,,, canım Sarıyer’i çekti, vurdum yokuşu Tellibaba’ya, çay bahçesi boştu, baktım, Boğaz Karadeniz’i içine çekiyordu, bir büyük boşluk,,, bir derin nefes, sigaramın dumanı aktı gitti,,, “Şiir dünyayı değiştirmenin araçlarından biridir” demiş şair,,, ben bugünü değiştirebildim ancak,,, “insan, şiirle ‘yeri ve formülü’ bulacaktır. Şiir, insan bilincini daha ilerde bir yere atacak, insana yeni duyumlar, yeni nitelikler kazandıracaktır” deyip,,, sormuş şair sonra “Var mıdır böyle bir hayat?”,,, derin bir vadiye inmiş denizin ağzından başını kaldırdı Boğaziçi,,, karşıda Yoros kalesinden kocaman demir halkalarıyla bir zincir ağırlığınca, denize aktı,,, şairin yanıtı hazırdı, “Vardır böyle bir hayat. Olacaktır. Nerval’in çıldırmadığı, Mayakovski’nin kendine kıymadığı, Lorca’nın kurşuna dizilmediği bir hayat.” Mavi bir şilep sokulup sessizliğe, üç çığlıkla selamladı İstanbul’u,,, Pülümür’den havalanmış güvercin, Kulaksız’daki mezar taşına kondu,,, oyalanmadan kanat vurup havalandı,,, gagasında şairin şiir kıpırtıları vardı “özgürlüğün geldiği gün / o gün ölmek yasak”,,, yüreğim karanfil kırmızısında açtı açacak,,, ve o gün uğrunda ölenler yeniden doğacak… |
16-01-2015, 15:06 | #35 |
|
İşim gücüm budur benim
İşim gücüm zor,,, sabahtan akşama çıkıp iniyorum yedi katı,,, yedisi de yeryüzünde neyse, altı yok, en azından şimdilik,,, bir başıma olsa neyse de başkalarının yükü var omzumda,,, yok, yok, yakınmıyorum bundan, işim bu çünkü,,, varlığım onlar sayesinde,,, onlar olmasa ben de olamam,,, beni yaratan onlar çünkü…
Çok az da olsa benden uzak duranlar da var, bir gün olsun kapımı çalıp hatırımı sormayanlar,,, önceleri alınıyordum bundan ironi bu ya,,, burunları havada, beni önemsemiyorlar falan diye söyleniyordum kendi kendime,,, haksızlık yapmışım,,, fobileri varmış meğer,,, ne olduğunu anlamadım ama konuşulanlardan duyduğuma göre hastalığa benzer bir şeymiş,,, konuşulanlardan duydum deyince, laf taşıyıcı sanmayın beni,,, ne yapayım kulak kabartmaktan başka oyalanacak bir şeyim yok ki,,, bazıları hiç konuşmazlar ama,,, yalnız olduklarında değil tabii,,, sadece selamlaşıp susarlar,,, sonra ya başlarını kaldırıp tavana dikerler gözlerini- öylece kalakalanlar var biliyorum- ya da göstergeye dikip gözlerini ışıklı sayıları izlerler, 1, 2, 3, 4 vb,,, bir de yazılar vardır, kapıya yakın, onları tekrar tekrar okurlar,,, ha bir de ayna var tabii, boydan boya,,, ona kaçamak gözler atılır,,, ama içerde yalnız kalanlar olursa asıl onlar keyfini çıkarır aynanın,,, sadece üstlerine başlarına ya da makyajlarına falan baktıklarını, kendilerine çeki düzen verip, saçlarını düzelttiklerini sanmayın,,, dil çıkaranlar mı ararsınız, yüzünü şekilden şekle sokanlar mı,,, hele biri var kızıl saçlı genç bir adam,,, ne zaman içerde yalnız kalsa, aynaya yaklaşır, sol elinin orta parmağıyla burnunu ucundan havaya kaldırır, profilden, cepheden kendini seyreder durur,,, tuhaf bir durum,,, bir de hafif topluca bir kadın var o da parmaklarıyla göz kenarlarından yüzünü dışarı doğru gerdirip, öyle seyreder kendini,,, yanlış anlamayın, teni gayet düzgün ve sağlıklı, ama o bu çekik gözlü halinden hoşlanıyor anlaşılan,,, asıl haberleri çaycıdan alıyorum tabii ben,,, ama hiç heveslenmeyin sizinle paylaşacak değilim onları, neyse,,, işte bu çaycı, her defasında elinde çay tepsisiyle içeri hışımla dalar dalmaz başlanır söylenmeye,,, ya birine kızmıştır, ya birinden laf yemiştir, ya da o gün ödenecek bir borcu vardır,,, arada bir üstüme çay döktüğü de oluyor ya pek aldırmıyorum artık,,, bir dakika, bir dakika, neler oluyor bir bakayım, çakılıp kaldım yedinci katta,,, alo, alo, kimse yok mu?,,, ha, aman neyse, bakıcılarım gelmiş, yasaklanmış giriş çıkışlar,,, fırsat bu fırsat kafa dinleyim ben de bu arada,,, hadi, görüşelim, beklerim siz de uğrayın arada,,, iner çıkar,,, çıkar ineriz birlikte,,, fobiniz yoksa tabii… |
24-02-2015, 13:38 | #36 |
|
Ay ve kadın
Bu akşamdı,,, eve dönüşün vapur yolcuları iskeleye koşturuyordu,,, lodosun yıkadığı rıhtımda Boğazı seyrediyordu, acelesi olmayan bazıları,,, akşamın bu saatlerine uymayan bir telaş yırttı durağanlığın vurdumduymazlığını birden,,, “kadın denize atladı!” bağırışlarıyla hareketlendi ortalık,,, bıçkın bir Karadenizli delikanlıyla, dolmuş durağının kâhyası, cankurtaran hızıyla dalıverdi kararmış sulara,,, bata çıka,,, bata çıka,,, açılmaktaydı kadın,,, yakalayıp, çıkardılar kıyıya,,, yan yatırılan beden öğürtülerle attı içine dolan boğazın tuzlu sularını,,, 30’lu yaşlardaki gençkadın hayata dönmüştü,,, hangisine?…
Kalabalığın arasından ayrılıp, gökyüzüne baktım,,, Kuzguncuk üzerinden dolunay parlıyordu,,, denize baktım, ışıkları rıhtıma dek uzanıyordu, dalgalarla oynaşarak,,, anladım,,, gençkadın, rıhtıma oturmuş, bacaklarını aşağı sallandırırken görmüştü,,, ve konuşmuşlardı,,, dertleşmişlerdi işte bir süre,,, sonra, ayın ışıklarına bırakmıştı kendini ona ulaşmak için,,, ama başaramamıştı… |
13-03-2015, 14:44 | #37 |
|
Kaybolmak...
Kaybolmak iyidir bazen,,, kanıksanmış görünürlüğümüzü ortadan kaldırıvermek, zamanın birinde,,, biriktirdiğimiz hatıraları alıp yanımıza ama sadece,,, bir yolculuğa sıyrılıvermek…
Kaybolmak dediğim kendinde değil, en beklenmedik bir anda çıkagelen ve seni sarıpsarmalayan,,, duygu ve düşünceleriyle değil yalnız, tepeden tırnağa varoluşuyla yanında beliriveren gülümsemesinde hayatın,,, ki el tutuşunda yürümenin ve yürek çırpıntısında ürpermenin… Issızlığa sığınmış köprünün kaldırımlardan birinde öpüşürken,,, ayakta,,, bir başka yoldan ulaşmaya denerken kalkışmanın heyecanını,,, başınabuyrukmuşcasına,,, tinerci çocuğun sesinde kesilir bir damarın, bakarsın, akacak bir şey kalmamıştır artık,,, “abi, bu köprüden attı kendini arkadaşım denize,,, kafası iyiydi ekstaziden,,, kaybolup gidiverdi,,, öldü dediler sonra,,,” gecenin ayazında ateşbasması böyle olur, diye düşünürsün, karanlık sulara bakıp,,, bir an,,, kayboluşa bıraktığın kendini, iri gölgeli gözlerden ayırıp,,, iki elin avuçladığı tinerin kokusu yakarken genzini,,, “ben de Haliç köprüsünden attım bir defasında kendimi abi,,, çivilemesine,,, yüzüp çıktım sonra kıyıya ıpıslak,,, üşümedim ama hiç,,, zaten ben yapmasaydım, polisler atacaktı abi,,, öyle demişlerdi…” Kendi kayboluşunda, başka kayboluşların halkalanmalarıyla derinlere düşüp gitmenin eşiğinde sallanırsın,,, tinerci çocuğun senden hiçbir şey istememesine şaşırırsın,,, sadece dinlemek,,, ve anlaşılmak,,, yetmiştir ona,,, yürür gider,,, iki büklüm,,, avuçları burundeliklerine kapanmış,,, yeni bir köprü aramaya doğru kaybolarak… Kaybolmak iyidir bazen,,, unuttuklarını,,, görmeden geçip gittiklerini,,, umursamadıklarını,,, karşına çıkarıverir,,, işte asıl o zaman hatırlarsın,,, kendini… |
24-04-2015, 09:41 | #38 |
|
Nefretin bayrakları
Gelseler
günün birinde,,, ellerinde nefretin kara bayrakları,,, dayansalar,,, senin değil ama komşunun kapısına… Tesadüf bu ya,,, evde bulunsan o gün,,, kulakların duyar olsa,,, radyon, televizyonun,,, ve cdçaların da suskun olsa,,, duymadım diyecek bir bahane kalmamış yani sana,,, hani tesadüf ya… Gözlerin açık olsa… Gelseler günün birinde,,, ellerinde nefretin kara bayrakları,,, dayansalar,,, senin değil ama komşunun kapısına,,, gözlerin ki kapının gözetleme deliğine dayadığın önce,,, sonra birden çevirip içine,,, derinliklerine bilincinin,,, bakıverdiğin… Elinde olmadan belki,,, yüreğine inip oturuverse bir yumruk,,, boğazındaki düğümü çözüp de geçivermiş,,, hani tesadüf bu ya,,, gelseler ellerinde nefretin kara bayraklarıyla,,, komşu olacak mısın yine de komşuna? |
30-04-2015, 14:29 | #39 |
|
Mavi tulumların güzeldi
Fabrika borusu öttüğünde gün doğumunda,,, sen yola koyulmuş olurdun çoktan,,, elinde sefertası…
Güneşse güneş, bulutsa bulut ve yağmur ve karsa havanın rengini döndürüveren,,, senin tulumların hep maviydi,,, sonradan öğrendim tabii bunlar seni yolda taşırlarmış,,, haftasonlarında eve getirdiklerini gördüğümde anladım,,, yağlı, isten kara, kayışa dönmüş gibiydiler ve annemin kaynattığı kazanlarda arınırlardı ancak,,, o da bir parça… Cer atölyesini görmedim, bilmedim hiç, ama senin kazanlar içinde yankıladığın çekiç seslerini duyardım sanki hep, Porsuk kıyısındaki çayırda misket oynarken yaşıtlarımla… Arkadaşlarının çoğu bisikletleriyle giderdi fabrikaya, hatırlıyorum saat kulesinin altındaki bisiklet parkından onları… Sen yürürdün,,, bisikletli fotoğrafların aile albümünde siyah-beyazdan sararmaya yüz tutarken… Ben Porsuk’ta yüzemezdim, hatta boğulayazdım bir defasında ki sen Tuna’nın buzlu sularında kulaçlamıştın gençliğini,,, fiyakalıydın,,, ama taşırdın yine de o halini haftasonları tulumlarını çıkarıp takımlarını çektiğinde üzerine, kravatın eksik olmazdı ve sinek kaydı tıraşın ve akşam sofrasında çay bardağında parlattığın rakının keyfi nerelerdeydi? Sen nerelerdeydin? Altı çocuğunu okullara salıverirken,,, biz nerelerdeydik? Anlayamadım,,, anlayamadım ki ne çare… Hayatını ellerinle yaşadın ve bitirdin ellerinle,,, Keşke 1 mayısları bilseydik beraber,,, fabrika borusuyla boşalsaydık meydanlara,,, elini tuttuğumda gülüverseydin mavi tulumlarınla,,, oğlum deseydin,,, baba! |
30-06-2015, 15:54 | #40 |
|
Otoyolda...
Uzun yolculuğun bir molasında otomobilden iner inmez lastikleri gözden geçiriyor adam,,, sağ arka taraftakinin havası inmiş biraz,,, benzin istasyonun hava pompasına çekiyor otomobili, pompacı çocuklardan biri gelip hava basıyor,,, abi diyor, basınç çok düşmüş patlak olabilir bu lastik, biraz bekle bir daha bakalım,,, tamam diyor adam, çay içip oyalanıyor bir süre,,, sonra pompacı genç geliyor, yeniden takıyor hava hortumunu sabıkalı lastiğe,,, yok abi diyor, on beş dakikada 4 derece düşmüş, patlak bu lastik,,, iyi de ne olacak şimdi,,, stepne var mı,,, var da güvenilir değil,,, en yakın kasaba neresi ne kadar uzaklıkta, onu söyle sen bana,,, Torbalı,,, kırk kilometre kadar ilerde,,, peki, hadi eyvallah!
Usta lastiği söker sökmez, cıvata saplanmış deyip gösteriyor,,, sanki biri eline tornavida alıp vidalamış lastiğe, dişlerin arasında öyle muntazam görünüyor,,, aynı şey adamın başına daha önce de gelmişti yabancısı değil bu durumun ama nedir bu civatalardan çektiği,,, birden değil yavaş yavaş boşaltıyorlar lastiğin havasını sinsi bir şekilde,,, ya birden patlasa daha mı iyiydi,,, ne bilsin adam patlayan lastiğin hangi halinin daha iyi olduğunu,,, sadece birinin, bir kadının başından geçeni biliyor,,, otoyoldaymış, hem de sol şeritte, bütün koltuklar dolu, uyuyorlarmış üstelik,,, kadının ağzında sigara, basmış gaza gidiyor,,, otomobil sarsılıp sağa yatıyor hafiften, ne olduğunu anlamıyor ama vites küçülte şerit değiştire yanaştırıyor yolun sağına, herkes uyanıyor tabii, inip aşağı bakıyorlar ki sağ ön lastik yerinde yok, jant var tabii,,, kadına bakıyorlar şaşkınlıkla, öylesine soğukkanlı ve tebessüm ediyor sadece, üstelik sigarasının külü bile düşmemiş yere… Lastik onarılınca yola koyuluyor adam,,, yağmur başlıyor, hem de nasıl, gözgözü görmüyor otoyolda,,, dörtlüleri yakıp emniyet şeridine çekiyor otomobili,,, torpido gözünden sanık civatayı çıkarıp eline alıyor,,, çok kötüsün diyor, canımı yakacaktın az daha. |
06-08-2015, 14:34 | #41 |
|
Dilin şiddeti
Her şey birden olmuyor tabii,,, pek çoğunun farkına sonraları varıyoruz,,, en başta kendimizin,,, bilincimizin,,, etrafımızın,,, etrafımızdaki insanların, asıl önemlisi,,, ben kimim,,, o kim,,, farklılıklarımız ne,,, aynılıklarımız,,, ayrılıklarımız,,, ortaklaşalıklarımız,,, ve bütün bunların ifade aracı dilimiz,,, anadilimizde bulduğumuz,,, zamanla dilimize pelesenk ettiğimiz sözcüklerimiz,,, ne öğretildiyse o,,, aileden,,, okuldan,,, okuduğumuz kitaplardan,,, arkadaş çevresinden,,, sonraları radyolardan, tv’lerden,,, hep bizbizeyiz ya anlaşmak kolay,,, hasım görüp, karşımıza aldıklarımız,,, biz’den saymadıklarımız,,, hatta her an patlamaya hazır gerilimler içinde yüzümüzü dönüverdiğimiz eşimiz, dostumuz, yakınlarımız, tanıdıklarımız, için de stoklanmış küfürler cebimizde,,, sapana yerleştirilecek çakıl taşları gibi hazır, cephaneliklerimiz onlar,,, şiddetin ajitasyonu,,, yaralayıcı,,, aşağılayıcı,,, ötekileştirici,,, “dil yaresi” dedikleri türden,,, kolay kolay silinemeyen lekelenmeler,,, çoğu da cinsel çağrışımlarda çınlayan,,, erkek egemenliğinin pervasız saldırganlığında…
Sadece küfürler mi,,, yapılan espriler,,, anlatılan fıkralarda hep kadın cinselliği üzerinden göndermeler,,, farklı dinlere, dillere, renklere, kültürlere, sakatlara, kadınlara, yaşlılara, çocuklara yönelen sözel şiddetin odağında çınlayan dilimiz ne de utanmaz,,, demokrat olmak, sosyalist olmak, devrimci olmakla kurtaramıyor kendini bundan insan,,, bilincinde tezahür edeni diline yansıtamıyorsan eğer,,, ne söylesen boş,,, mangalda kül bırakmayan kükremelerin de beyhude,,, eninde sonunda,,, döner kendini vurur dilin,,, anlamazsın,,, anlayamazsın. |
08-09-2015, 14:52 | #42 |
|
Küçük kız
Küçük kız beni hatırlıyor musun,,, bir deniz kıyısındaydık sevgiliyle ben, Karadeniz’di, dalgalar köpük köpük koşuyordu uzun upuzun kumsala, baharın ilk aylarından biriydi, mart mıydı?,,, orada küçük kumdan bir tepenin üzerinde durmuş denizin uzaklarına bakıyorduk,,, sen geldin kardeşin ve annenle birlikte, kırmızı bir hırka vardı üzerinde, gözlerin gibi siyah saçların iki yanda örgülüydü,,, kahverengi, avköpeği kırması bir yavruydu peşinden koşturduğun,,, sonra bizi gördün ve durdun, sonra nasıl olduysa bana doğru koşmaya başladın, yüzünden gamzeli gülücükler taşıyordu,,, bir kırçiçeği kendini özgür kılıp toprağından silkinip havalansa bu kadar olurdu,,, baharın tazeliğinde kanat çırpan bir masumiyet kelebeği de değilsen, neydin sen,,, o an ne yapacağımı bilemedim,,, dalgalar bile uysallaşmış mışıl mışıl bir uykunun kollarına bırakmışlardı kendilerini,,, çığırtkan martılar susup ve havadan yere doğru süzülüp yosunlu kayalıkların üzerindeki seyir yerlerine çekildiler,,, ortalığı kaplayan ani sessizlik herkesi ve her şeyi tutsak almış, büyük bir merakla bizi gözlüyordu…
Küçük kız beni hatırlıyor musun,,, gelip birden bacaklarıma sımsıkı sarılmış ve öylece kalakalmıştın,,, hesapsız kitapsız bir umudun vaadi gibiydin. |
09-10-2015, 14:50 | #43 |
|
İki yıldız göz
Düşünüyorum,,, akşamın indiği vakitte,,, mavisi iyice koyuyaçalmış boğaz ayaklarımın altında,,, adına sığınmış bir koruluğun kendini öne çıkarmış bankında oturmuş, içime bakıyorum,,, çok yakından değil ama uzaktan,,, hem de çok,,, işte günbatımının şarabi perdesinde birbirlerini sarkaçlayan şu iki yıldız,,, sanki orada gibiyim…
Yukarıdaki; parlak,,, gözalıcı,,, takmış takıştırmış,,, şuh bir edayla akşam piyasasında salınmaya çıkmış edalı dilber,,, yollar onun için boşaltılmış sanki,,, kendinin farkında,,, herkes de farketsin istiyor varlığını,,, bütün gözler üzerinde olsun,,, yaşam kaynağı bu onun,,, tek ve vazgeçilmez olmak,,, şımarık şey! Öteki hemen altında; ona görünmez iple bağlanmış salıncakta sallanır gibi ama öylece yerinde kalakalmış,,, gölgelenmiş de,,, parıltısı az, yine de görünür, alçakgönüllü bir seyyah,,, bir düşünür,,, kendiliğinden bilge, ödünç alınmış değil,,, üstkattaki dilberin baştançıkarıcılığı yok onda,,, usulca çağrısı derinden,,, gelgeçlik haline inat, sadakat vaadeden çekicilik,,, ebedi hayat! İki yıldız gözle içime baktım, kendimi değil onları gördüm,,, Venüs’le Satürn’den bana fayda yoktu,,, banktan kalkıp ağaçların arasından yürüdüm,,, bir başka yer bulmalıydım,,, yeni bir gökyüzüne açılan ve yeni yıldızlar,,, kendime… |
12-10-2015, 12:05 | #44 |
|
Üzgünüz
Üzgünüz, öfkeliyiz, yastayız
ve isyandayız! |
20-10-2015, 14:26 | #45 |
|
Parmakçocuk
Çoğu tuğladan bir iki katlı evlerin bulunduğu, Tarlabaşı’nın arka yokuşlarından birine benzer sokakta yürürken,,, sana dönüp diyorum ki,,, insanın yaşamına doyması için,,, bir, böyle yoksulların bulunduğu bir yerde kalacaksın, hiç olmazsa bir süre,,, iki, aşık olacaksın, hem de birkaç kere,,, hepsi bu kadar mıydı tam hatırlamıyorum,,, düşünsem bir iki şey daha ekleyebilirim belki,,, sonra oradaki tek katlı evlerden birine giriyoruz, bizim evimiz,,, yerler toprak, etrafta doğru dürüst eşya bile görünmüyor,,, sen süpürmeye başlıyorsun,,, derken kapı açılıyor,,, kapının kilidi yok çünkü,,, var da kilitlenmiyor, hem zaten anahtarı dışardan üzerinde kalmış,,, kalmamış, burada adet böyleymiş,,, herkesin kapısı herkese açık,,, dileyen istediği zaman açıp giriyor içeri,,, sadece gecenin bir vaktinden sonra elayak çekilince ortadan, kendileriyle baş başa kalabiliyor insanlar,,, içeri bir kadın giriyor, sonra çocuklar,,, ama nasıl küçükler,,, bir tanesi yere yatmış fırdönüyor,,, biz orda yeniymişiz anlaşılan o kadın uyarıyor,,, aman dikkat edin fare delikleri varsa kapatın, yoksa bu parmakçocuklar kaçar içine, bir daha da çıkmazlar dışarı,,, peki deyip fare delikleri arıyoruz evin içinde ama benim gözüm parmakçocukta, hiç ağlamıyor hep gülüyor…
Kendi yeraltımın dostoyevsk yalnızlığına çekilip kalmışken, içine dalıverdiğim bu rüya, küçükburjuva izolasyonumun sınırlarını darmadağın etmek üzere kurgulanmış sanki,,, zaaflarım üzerine konuşmak için etrafımdaki herkesin sözlerini bitirmesini beklemek gibi uzun zamandır üzerime sinmiş son konuşmacılık kisvesini çıkarıp atmanın tam sırası,,, pusuda bekleyip, masa etrafına toplanmış topluluk üyelerinin söylediklerini dinleyip, bütün açıkları bir bir toplayıp ve bu arada kendime hepsinden daha fazla düşünme zamanı tanıyıp, son bir konuşmayla sözkonusu her neyse, onun üzerinde manifest bir sunumla ziyafeti taçlandırmanın başaçıkılmaz gururu,,, sıyrılıyorum artık senden,,, bir parmakçocuk olup ben de kaçacağım önüme ilk çıkan fare deliğine,,, arada bir başımı çıkarıp nanik yapmak da boynumun borcu olsun! |
24-11-2015, 14:39 | #46 |
|
Kayıp zaman
Sonradan anladım. Gözlerimde yırtıp geçtiğim zaman perdesinin bıraktığı çizikleri gördüğümde,,, öyle söylendiği gibi ne gözkamaştırıcı bir ışık seli, ne de deli bir karanlığın hortumu değildi,,, belki,,, havada uçuşan buz kristallerinin yarattığı fırtınaydı,,, donuk,,, ürperten değil, sakinleştiren aksine,,, rahatlatan,,, uykumsu… Kuşkularım var hâlâ,,, sarımtrak, ama sahra çöllerindeki gibi değil, çok sıcak esintisiz yaz akşamlarında ufukta beliren tonda,,, hayır, sokakaralarındaki sahafların kapıönlerinde sandıklar içinde ‘satışa’ çıkarılmış, sahipsiz -sahipleri üzerinde- eski siyahbeyaz fotoğrafların bir ucundan kendini göstermeye başlamış –sararmış mı- soluklukta,,, evet, böyleydi,,, ama yine de tam emin değilim,,, içine savrulduğun burgacın tam ayırdına varamıyorsun ki şimşek hızında düşünceler boğuyor bilincini,,, sözcükler havada uçuşuyor,,, geometrik şekiller içinde bir belirip bir kayboluyorlar,,, sonra kristal,,, ya da buluttan bir tavana baş aşağı tutunuveriyorlar –yarasalar gibi- çığlıkları görüntülü,,, ses yok ama…
Sonradan anladım,,, gözlerimde yırtıp geçtiğim zaman perdesinin bıraktığı çizikleri gördüğümde… Anılarını her zaman yanına alıp götüremiyor insan, serbest kalınca da onlar kanatlanıp uçuyorlar dünyaya geldikleri geçmişin mekânlarına,,, orada tüllerden bir koza örüp kendilerine yeni hayatlar bekliyorlar… Zamanın dışına düştüğümü bir an,,, sonradan anladım,,, ‘kayıp zaman’ımdı benim o… |
18-01-2016, 14:24 | #47 |
|
Kar yağıyor
Hangi
ateşlerin üzerini örttün, küllendi,,, ve korlarıyla ısıtmakta içini hâlâ, hangileri,,, ellerin üşüdüğünde eşelemekten alıkoyan ne seni,,, yine de,,, gözlerin mi? Bak, kar yağıyor şimdi,, uzaklara çağıran bir resim,,, bir hayal,,, dışarı çıkıp yürüsen, sadece, öylesine, yalnızlığına yeter, yanında ayakizlerin… Köşebaşındaki seyyardan kestane alsan, soyulmuş tatlarında avutsan kendini,,, avuçlarında sakladığın kabuklarında, soğur belki,,, eskir,,, hatıralar… Belki de ellerin, ellerin,,, ellerini arar… |
04-02-2016, 17:12 | #48 |
|
Küçük istasyonlardan birinde
Nasıl çekti canım bir bilsen,,, tren yolculuğunda olmayı şimdi,,, otoyolların tekdüzesıkıcılığından uzak,,, tarlaların, ormanların, kayaların, sıkağaçlıkların, çayırçimençiçeklerinin, ırmakların, göllerin arasından,,, geçip gitsek,,, denizleri arasak…
Kompartmanda canım sıkılsa koridora çıksam,,, açsam pencereyi, saçların savrulsa bana,,, ki o zaman fark edebilsem seni,,, birkaç adım öteden uzaklara bakarken,,, vagonlar gibi sarsılsak, kondüktör geçerken yanımızdan,,, ve makinist düdüğün bamteline asılsa o anda,,, hani dağları bayırları tırmandıktan sonra,,, düzovaya inip de hız aldığında,,, nasıl neşelenirse lokomotif,,, işte öyle… Tarlada çapa sallayan kadınların türkülerine el sallarken,,, dokunuverse ellerim ellerine tesadüfen,,, miş gibi… Biliyorum,,, çocuklar gaste çağırarak koşmaz artık trenlerin yanı sıra,,, gaste değil de ne atsak onlara diye düşün,,, ürken,,, kitabını bırakıversen elinden,,, sararmış başakların üzerine doğru,,, ve ben en son okumuş olsamm “çavdar tarlasında çocuklar”ı… Büyüklerde değil,,, hep küçük istasyonlarda dursa tren,,, birinde,,, aşağı inmesek de,,, istasyon şefinin tahtaparmaklıklarla çevrili bahçesine uzanan,,, pencere kenarındaki sardunyalardan,,, sunsak birbirimize,,, dokunmadan… Sonra,,, OğuzAtay’ın hikâyecileri çıkıp gelse bekleme odasından,,, ellerinde kollarında hikâyeler,,, seçmek bize kalsa,,, farklı olanlarından… Ve bir sonraki istasyonda sen,,, hikâyeni alıp insen,, bir sonrakini beklesem ben,,, aşk olur mu? |
01-03-2016, 10:11 | #49 |
|
İlle de sen gülüm!
Önüne yığdığı antepfıstıklarını değil de çalım satıyor gibiydi,,, burnunda hızması,,, ayaklarında halhalı,,, kollarında dolama altın bilezikleri,,, şalvarının beline sokuverdiği cep telefonuyla,,, bu çingene dilberi…
Simsiyah saçlarının üzerine, öylesine atıverdiği pembe yemenisini düzeltirken ikide bir,,, bilezikleri şıngırşıngırdı… Civardaki esnaf hep alesta,,, onu görmek bahanesiyle sık sık fıstık almaya gelen erkek öğrencilerin yürekleri, pırpırdı… Adını soranlara “Filiz” deyip geçiyordu, şöyle bir bakışıyla yandan süzüp, edalı,,, gökteki yıldızlardan biriydi aslında sakladığı… Onunla konuşmak hiç de kolay değildi,,, sıkılıyordu hemen,,, tersleyiveriyordu… Sevdalılarından biri yazıya çıkmıştı,,, bilinmeyen gece öncesi ay büyükken,,, kırmızıya kanatmıştı, elektrik trafosunun beyaz duvarını ki “Filiz”in her gün önünde tezgâh açtığı yerdi… Fotoğrafını çekmek istedim,,, kıyamadım,,, “İlle de sen gülüm”ü alıp gittim,,, müzedeki Zeugma mozaiklerinden “Çingene kızı” beni bekliyordu… |
17-05-2016, 15:59 | #50 |
|
Antonioni’nin sessizliğe övgüsü
Sabahları başka oluyor bu şehir,,, denizle yıkamış gibi yüzünü,,, mavisine yeşilini yakıştırmış,,, su gibi akmaya hazır ve sessiz,,, ona atılan bakışların en yorulmadığı an…
Antonioni’nin, Michelangelo ile bakışlarını karşılaştırdığı filminde kalmışım zaten dün geceden,,, mermer sessizliğinde buluşmanın ayine dönüşümü,,, çıt çıkmıyor,,, bakışları yönlendiren gözlerin konuşmalarını duyabilmek için gerekli bu sessizliğe gömülüvermek,,, Michelangelo bakışlarını ışıktan almış, gölgelerin yedeğinde, mermere bırakıvermiş,,, ve öylece çekilip gidivermiş ortalıktan,,, Antonioni,,, onun karşısında tapınmaya gelmiş sanki,,, dokunulabilenin kalıcılığına teslim etmeden önce ruhunu,,, onun yarattığı hayatlar beyazperdenin sisli sayfaları arasında ne kadar kalabilir,,, ne kadar dayanabilir ki,,, oysa Michelangelo, bakışlarını bıraktığı mermerden hayatlarıyla sonsuza açılmış bir geminin kaptanköşkünde dümen tutmaya devam edecek… Antonioni’nin sessizliğe övgüsü,,, onun günümüzün hoyrat gürültüleri,,, sürekli tüketilmişliğin çılgınlığına bir çentik gibi sokuverdiği,,, onbeş dakikalık bir film arası sanki,,, yaşamdan kısa bir soyutlama anına sıçrama,,, merkezin dışına kaçarak, kendinden bir süreliğine uzaklaşma hali,,, bakmak, görmek, anlamak, dinlemek, derinleşmek ve yenilenmek için soluğunu dayanabildiğin ölçüde tutabilme denemesi… Yıllar önce cezaevinde uyguladığımız “sessizlik saatleri” de bunun içindi,,, insanın her koşulda yaratabileceği anlık da olsa,,, soluğunu tutup zamanı yoğunlaştırdığı,,, önce kendi içine,,, oradan da dışarı akıp gittiği,,, özgürlük nöbetleri gibi… |
17-06-2016, 16:10 | #51 |
|
Bozcaada
Ben yaşamaya gelmedim ki buraya, paylaşmaya geldim, ona daha ilk gözgöze geldiğimizde hissettirdim bunu,,, hissetmek,,, en önemlisi buydu,,, o ürkekti, tedirgindi, üzerinde gezinen hoyrat ellerin onda yarattığı kırılganlığı anlamıştım,,, acele etmedim o yüzden,,, adayı sonraya saklayıp başımı karşı da puslanmış kıyıya çevirip baktım…
Ben aslında oradaydım, hayır şu uzakta görünen, dalgalar arasında bata çıka gelen Yakar kaptanın balıkçı teknesinin içindeydim,,, teknenin küçük kamarasına doluşmuş ada yolcuları sakindi ama ben sanki her an alabora olacakmışız gibi ortadaki ahşap direğe sıkıca sarılmış bir vaziyette kıpırdamadan duruyor, dalgaların cama hiddetle vurduğu anlarda gözlerimi kapıyordum, açsam elinde üç çatallı mızrağıyla yarıbeline kadar denizden fırlamış Poseidon’la gözgöze geliverecektim,,, oysa Odunluk iskelesinden yola çıkarken keyfim yerindeydi, tekneye iki kalas üzerinde bir de otomobil aldıklarında, eğlenceli bir yolculuk olacak diye geçirmiştim içimden, öyleydi ya! Feribot yolcularla birlikte sıra sıra otomobilleri sessiz sedasız bir geğirmeyle içinden çıkarıp hafifledi,,, iskeledeki babalardan birinin üzerine oturup bekledim, dağılıp giden kalabalığın acelesi bir anda silip süpürüvermişti ortalığı,,, adanın bütün pansiyonları, otelleri dolmuştur şimdi,,, iskeledeki ya da Rum mahallesinin kaldırımlarındaki meyhanelere taşmak içinse daha vakit var,,, önce Ayazma sahili ya da Habbeli kumsalı ya da daha güneydeki küçük koylar istilaya uğrayacak,,, sonra feneri, rüzgâr türbinlerine feda edilmiş Polente’de yine de günbatımı ritüeline doğru yola çıkılacak, şarap şişeleri açılacak, rengin kızıllığı Homerosvari bir dalgalanmayla ortalığa saçılıverecek… Benim ne yapacağım belli değil, belki bir süre Türk mahallesinin dolambaçlı sokaklarında dolaşır sonra Rum mahallesine döner kilisenin sokağında eski bir arkadaşımı ararım, bulamayacağım kesin, o zaman kendime kuytu bir köşe bulup çekilecek, sabahın olmasını bekleyeceğim,,, akşam alacasında karşı kıyıya göç eden mavi gözlü corvusların dönüşüyle birlikte gündoğumundan önce, adını kendime sakladığım bağlardan birinde ada ile buluşacağım, sadece onunla paylaşacağım bir sırrım var çünkü. |
29-07-2016, 14:24 | #52 |
|
Kesişme
Düşünsenize yazarlığa hevesli bir genç, ne bulduysa harıl harıl okuyor, sonra kendini odasına kapatıp yazıyor da yazıyor, bazılarını beğenmiyor yırtıp atıyor, beğendiklerini yatağının altında saklıyor, geceleri yatmadan önce çıkarıp oradan yeniden yeniden okuyor ama kimselerin haberi yok bundan, oysa olmalı, birilerine okutmalı bu yazdıklarını, kime, yok ki etrafında bu işlerden anlayan kimse,,, derken gazetede bir haber çarpıyor gözüne, tanınmış yazarlardan biri onun yaşadığı Anadolu’nun Egesi bu şehre geliyor, iple çekiyor o günü, uykular girmiyor gözüne geceleri, derken o gün geliyor, yazarın kaldığı oteli bulup telefonla konuşmayı başarıyor, ben diyor sizinle tanışmak istiyorum, tamam diyor yazar, akşam gel görüşelim, gidiyor, sizin bütün kitaplarınızı okudum ben, bakın birini de yanımda getirdim, imzalar mısınız diyor, sonra yazdıklarından en beğendiğini tutuşturuyor yazarın eline, bir okur musunuz diyor, önce kitabını imzalıyor sonra dikkatlice okuyor hikâyeyi yazar, sonra çok güzel diyor, yazmaya devam et ama artık benim kitaplarımı okuma!
Hasan Ali Toptaş, Bekir Yıldız’la tanışmasını böyle anlatıyor, yazar kolay olunmuyor yani, önce çok okumak, sonra çok yazmak ve bunu başkalarına duyurmak için de çokça çaba harcamak gerekiyor. Belki o yıllardı, belki biraz önce, belki biraz sonra,,, bir tren yolculuğunda yanyana oturmuştum Bekir Yıldız’la, adını duymuştum, yol boyunca sohbet ettik ama o sıralar ona okutabileceğim bir hikâyem yoktu, daha doğrusu yazma hikâyem yoktu, daha güzel bir dünyaya çıkılmış bir yolculuk içindeydi kafam,,, Halkalı Köle adlı kitabını imzalayıp vermişti bana,,, onunla tanışmış olmak yetmiş, bu güzel anıyı saklamak üzere yanıma alıp trenden inmiştim. Hasan Ali Toptaş’ı okuyunca hatırladım ve anladım, raslantı her zaman olacak şey değil, geldi mi iyi değerlendireceksin, tabii her şeyin başı hazırlıklı olacaksın, sonra asılacaksın ucundan kocaman bir gayretle,,, tabii raslantıları yaratmak için çaba harcamak gerektiğini de unutmadan. Hasan Ali Toptaş, Hasan Ali Toptaş olduysa budur nedeni. |
30-09-2016, 15:08 | #53 |
|
Denizminaresi
Denizin içinde iri bir kaya,,, kayanın üstünde bir adam yatıyor sırtüstü, elleri ensesinde, gökyüzüne bakıyor, maviden başka bir şey yok, bir de rüzgâr, bulutları süpürmüş, dalgaları kovalıyor, gelip kayaya vuruyor hırçın ve tarifsiz tek heceli bir sesle çınlıyarak,,, kumsala gidenler öyle değil, daha bir okşar gibi belki a’nın başına bir şapka taksak iyi anlatacak…
Gökyüzüne bakan adam düşünüyor,,, bir dizini kıvırmış çünkü ayağını uzattığı yerde bir boşluk var,,, dalga kayaya vurdukça deniz oradan püskürüp bedenine yayılıyor, köpüklerini bırakıp çekilirken sanki adamın düşündüklerini de çekip alıyor, güzelce yıkıyor onları, bilge bir yönetmen gibi bazı yerlerini değiştirip, belleğinde belki tarih öncesinden kalmış belki çok yakın zamanda edinilmiş, bazıları düşe benzeyen bazıları yaşanmış hikâyelerden esinlenmiş küçük alıntılarla zenginleştirerek yeniden kurguluyor ama bunları yeniden adamın yattığı o kayaya değil de az ötedeki çakıltaşlı kumsala gönderiyor dalgalarının sırtına yükleyerek… orada bu olup bitenden habersiz, sahilde yürüyerek denizkabukluları toplayan bir kadın var, son gelen dalganın getirip ayakları dibine attığı irice denizminaresini eğilip alıyor, çocukluktan kalma bir alışkanlıkla kulağına götürüp dinliyor, gülümsüyor, denize bakıyor, koyun ucunda kıyıya yakın doğal bir denizçakarı kaidesine benzeyen kayayı görüyor, kayanın üzerinde uzanmış yatan adamı görüyor,,, adam içine doğan bir sezgiyle doğrulup ona bakıyor, kadın el sallıyor, elinde deniz minaresi var, adam el sallananın kendisi olduğuna emin olabilmek için bir süre bekliyor, sonra ayağa kalkıp denize atlıyor, kıyıya doğru yüzüyor, kadın elindeki denizminaresini denize atıyor, dalgalar onu alıp açığa götürüyor, sonra rüzgâr diniyor, dalgalar başka kıyılara doğru çekiliyor, güneş uzaktaki adanın üzerinden acele etmeden ama hızlıca gözden kayboluyor, kaya keyifle gerinerek günün yorgunluğunu sırtından çıkarıp uykuya dalıyor. |
14-10-2016, 14:58 | #54 |
|
İçimdeki şiirler
içimde şiirler doğuyor
içimde şiirler büyüyor içimde şiirler ağlıyor içimde şiirler gülüyor içimdeki şiirlerin canı sıkılıyor içimdeki şiirler kavga ediyor barışıyor içimdeki şiirler içimdeki şiirler bir bir çözülüyorlar kimsesiz dilsiz ve çıplak üşüyorum içimdeki şiirler için bir şair arıyorum |
03-11-2016, 16:47 | #55 |
|
Korkuluk
Başımı minibüsün camına dayamış uykuyla cilveleşiyorum,,, tık tık tık,,, silkinip başımı çevirdim, karganın biri camı gagasıyla çalıyor, gözlerimi görünce bir kahkaha fırlattı uçtu, gitti yolun kıyısına kondu, çayırlıktı,,, trafikle birlikte ben de açılmış oldum, karga yerden bir ceviz aldı gagasının arasına, şimdi bizimle birlikte uçuyor, o uçuyor, biz karadan gidiyoruz, muzip kuş arada başını çevirip bana bakıyor, dalga mı geçiyor ne, sabah sabah ağzıma bir şey koymamışım daha, o cevizle yapacak kahvaltısını,,, durduk kapı açıldı, Gregor girdi içeri,,, üzerinde sıkıca düğmelenmiş kısa koyu yeşil bir kaban olan, gür siyah sakallı, kulağı küpeli delikanlıyı, Şolohov’un kahramanına benzetiverdim ,,, “Salıncaklı bir hasır koltukta, elinde içi çilek dolu bir tabak tutan bir kız oturuyordu. Gregor çileklerden birini kapmak üzere aralanmış gülrengi, yürek biçimi dudaklara bakakaldı. Kız başını yana eğip oğlanları tepeden tırnağa süzdü…”Neyseki çilekli kız yoktu içerde…
Kargayı aramak için başımı çevirdim, gagasındaki cevizi yere atıyor ama fazla yüksekte olmadığı için kırılmayan cevizle oyun oynar gibi sanki,,, biz yola yeniden koyulunca o da kanatlandı, arada bir dönüp bana bakıyor ama kahkaha atamıyor ceviz düşmesin diye,,, gözlerimi kapadım, Bob Dylan geldi,,, Nobel edebiyatın bu yıl sahibi o, şaşırdım ki şaşırdım ama sevindim, özellikle uzun yolculuklara onun sesiyle çıkmak acayip iyi geliyor bana,,, kırlar, tepeler, tarlalar, tarlalarda çalışanlar, kuşlar, nehirler, köprüler arasından onun sesiyle geçer giderim o anlatır ben dinlerim,,, sert bir frenle sarsıldık, gözlerimi açtım kargaya baktım, epeyce yükselmişti, gak deyip cevizi bırakıverdi yere,,, düştü, düştü, düştü,,, tam ortasından ikiye ayrılıverdi çarptığı yerde, karga da arkasından sert bir sorti ile iniverdi, cevizden bir parça aldı ağzına yuttu, sonra bana bakıp bir kahkaha attı, hadi oradan diye bağırdım, gözlerimi kapadım,,, Bob Dylan gitarını tıngırdattı,,, “Bazen düşünüyorum / Yükselmeyi ya da düşmeyi… Çayırdaki siyah kargalar /Otoyolun karşısında uyuyor /Komik olmasına rağmen tatlım / Pek de hissetmiyorum / Bugün korkuluk olmayı…” |
09-12-2016, 12:21 | #56 |
|
Bir şarkı gibi
Her şeyi bir kenara bırak dedim, elimle sabah çiylerinin ıslaklığını silerken sahildeki bankın üzerinden, gel otur şuraya,,, ben oturmam dedi martı, turuncu gagasını boynunun iki yanına sürterek, daha hava aydınlanmadan denizden kaptığı irice bir balıkla yaptığı kahvaltısonrası temizliğine devam ederken,,, paletli ayaklarından biri içeri doğru yumulmuş gibiydi hani kediler yapar ya öyle, biraz yaklaşıp iyice baktım, sakatlanmıştı,,, bu martı denizde nasıl gider diye düşündüm tek paletiyle,,, kendi etrafında döner durur herhalde,,, o arada bir kadın geldi elinde telefonuyla, konuşmuyordu, niyeti benim martıyla birlikte fotoğrafımızı çekmekti, gülümseyerek poz verdim, güneş pusun içinden kayısı kıvamında pişmiş yumurta sarısı rengiyle görünüverdi, üstüste binaların yığıldığı tepenin ardındaki korunun ardından,,, martı hadi bana eyvallah dedi, bir günaydın bile yok, ben kaçtım, kanatlarının açıklığı bir metre kadar vardı, beni de al dedim, sen beni masal kazı norton mu sandın dedi, uçtu, bakakaldım ardından bir şarkı gibi,,, banka oturdum hâlâ ıslaktı, ürperdim,,, burnumun ucunda bir karton bardak belirdi, arka fondan bir ses, al iç şunu, üşümüşsün belli diye konuştu, dönüp baktım, oradaki meczup balıkçılardan biriydi, sağol deyip aldım, çay sıcaktı ama önce banktan kalkıp ona sarıldım, başını çevirip uzatma dedi, günaydın de yeter.
|
05-01-2017, 13:35 | #57 |
|
Nar
her gün
yeni hayallerle açılmalı hayata ve hayata yeni cepler açmalı sadece umut sadece cesaret sadece insan biriktirmek için her gün |
27-01-2017, 15:44 | #58 |
|
Tiyatronun hâlleri
Utandım, kıskandım ama daha çok sevindim, kıvanç duydum, umutlandım,,, çünkü çoğunun varlığından haberim yoktu, adını bile ilk kez duyduklarım var aralarında,,, her biri öyle insanların gözüne batacak yerlerde değil, aksine dar sokak aralarında, köhne binaların ya bodrum katlarında ya da üst katlarından birinde,,, tiyatroya laf olsun diye değil uğruna demircilik, marangozluk, badanacılık yapmaya girişip onları da öğrenip nerdeyse yoktan var ettikleri tiyatrolarına tepeden tırnağa gönül veren gencecik insanlar bunlar. Terk edilmiş bir bilardo salonunu, bir tekstil atölyesini, bir fırını o güzel gönülleri, sevdaları ve yaratan elleriyle günlerce uğraşarak hepbirlikte tiyatro salonları haline getirip, kendi tiyatrolarını yapmışlar,,, birinin içinde büyük beton kolonlar var, kalsın demişler, hayatta da yok mu böyle kolonlar, istediğimizi istediğimiz gibi görebiliyor muyuz ki,,, sonra sahne diye seyircisinden yükseklerde platformlar oluşturmamışlar, ayırmamışlar kendilerini, oyuncusu ve seyircisiyle içiçe gönülgönüle, nefesnefese yaşayan, birlikte heyecanlanan, kederlenen, keyiflenen, soluk alıp veren sanat vahaları yaratmışlar,,, her biri söyleşiye, dertleşmeye, eleştiriye-özeleştiriye, görüş alışverişine kısaca demlenmeye açık,,, kafeleri de var hemen yanıbaşında, bir alt katında ya da üstünde,,, hele biri yok mu, üç gencin kurduğu tiyatronun kafesine bu üç gencin üç annesi sahip çıkıvermiş, kekler, kurabiyeler evlerde yapılıp burada sunulur olmuş,,, anne eli değince başka türlü oluyor tabii her şey…
Tiyatronun alternatif dünyasında sanat ve hayat başka türlü yaşanıyor,,, onlar anlı şanlı şehir tiyatrolarından, devlet tiyatrolarından, onların gençlere, yeniliğe açık duygularına sırt çevirmiş hallerinden gına getirip, yeni ve alternatif bir dünya yaratmanın sahnelerinden çıkmışlar yola, kolkola… Moda Sahnesi, Emek Sahnesi, 2.kat, D22, Kumbaracı50, TiyatroHâl, Şermola Performans ve diğerleri,,, kıskandım sizleri, utandım bihaberiniz olmaktan,,, ama sevindim daha çok, kıvanç duydum, umutlandım, size döndüm yüzümü! |
02-03-2017, 13:35 | #59 |
|
Hiç dedi şairin biriymiş, geldiydi, durdu durdu, taşduvarlara bakıp durdu, ses etmedim hiç, dur bakalım dedim, bir derdi var ya bunun,,, çok dedi, içimden geçenleri anlamış gibi, derdim çok benim,,, vah vah dedim, ama ne diye soramadım, soru sormaları sevmez bir hali vardı çünkü,,, kendi haline bırakıverdim, yeni gelenler vardı çünkü, zeytin bakmıştık da,,, tabii buyrun,,, şunlar sele, şunlar da salamura, çizikler de var,,, bunlar yağlı galiba, kuru sele yok mu,,, olmaz mı şu kavanozdakiler, alın alın tadına bakın,,, pardon, şu siyahbeyaz fotoğraf… ha evet bu evin eski hali, kaptan Filip’in, alt kat taş üstü ahşap, geçen yıl elden geçirip boya yaptılar,,, postane yazıyor altında,,, evet, bir ara postane olarak kullanılmış,,, kendisi oturur bir başına,,, şimdi yok, yazları gelir üç ay kalır, koca evde bir başına, odasında bir duvar saati var kocaman, ona bakar durur öyle,,, vardır bir hatırası,,, bilmem vardır herhal,,, ayna da vardır mutlaka,,, bilmem,,, vardır, vardır,,, “(*)Buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak; sen şahane bir okursun. Mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun. N’olcak ki, bırak patronlar seni kovsun!”,,, ne mesaisi, ne okuru, ne patronu,,, ama şiir okuyordu mutlaka,,, bilmem okurdu herhal,,, sen de okur musun,,, yok, mani bilirim ben,,, “Zeytin kara ben kara/ Zeytine vermem para/ Gel yarim konuşalım/ On bire çeyrek kala.”,,, pardon, bu kuru seleyi yağlayıp da mı saklasak,,, yok, öylece kalsın, yerken belki, biraz,,, hımm,,, peki biz biraz dolaşalım, yine geliriz,,, gelmezsiniz dedim içimden, hep öyle der ama gelmezler, halbuki gelseler, fiyatta indirim de yaparım ama kendileri bilir artık,,, ah, izmaritleri sokağa atmayın,,, affedersiniz, çöp kutusu göremedim de,,, var var, ilerde köşede,,, şey kaptan ne zaman gelir demiştiniz yani ay olarak,,, mayıs sonu burda olur,,, ama ben olamam o tarihte…
Sonra gitti, geldiği gibi, dertlerini de yanında alıp götürdü, kaptanı niye o kadar merak etti bilmem, uzaktan bir akrabası falan mıydı acaba, soramazsın ki,,, bir de saat, bir de ayna, bir de şiir dediydi,,, şair işte! (*)Birhan Keskin’den |
04-04-2017, 16:32 | #60 |
|
Kuşlar giderken
Kuşlar gitmişti, ne çatıların yağmur olukları üzerinde ne ağaçların çıplak dallarında bir tek kuş yoktu, güneşin hiç uğramadığı mavi badanalı evin balkonuna bu sabah çamaşır asılmamıştı, yan taraftaki terasın kapısının üstünde hep yanan eflatun renkli lamba sönüktü, kiremitleri yosun tutmuş kurşuni evin hep açık duran zamanla duvar rengine dönüşmüş tül perdeleri sımsıkı kapatılmıştı, bitişik daireden müzik sesi duyulmuyordu pencerenin önüne de ekmek kırıntıları bırakılmamıştı.
Kuşlar giderken şehrin şu kuytu bölgesinin anılarını da alıp götürmüşlerdi, şimdi henüz ortalıkta görünmeyen ama birazdan pencerelerden, kapılardan başlarını çıkarıp günyüzüne gösterecek insanlar, hayata dair her şeyi silbaştan öğrenmeye başlayacaklar kendilerine yeni anılar yazacaklar onlarla yeniden yaşamayı deneyecekler ve kuşların gelmelerini bekleyeceklerdi. |
Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk) | |
|
Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir. |