Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. Üyelerimizin yazdığı ve bizlerle paylaştığı şiir, öykü, deneme ve diğer yazınsal türler.

Ahmet Ünal Çam- Öyküler

Yanıt
Konu Notu: 2 oy, 5,00 ortalama. Değerlendirme: Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 29-05-2007, 14:56   #1
ozanyazar

 
Varsayılan Öyküler - Ahmet Ünal ÇAM

İçinde güzel bir öykü de bulunan,bir şiir kitabını tavsiye ediyorum :
"BIRAKIP GiTTiN BENi YARALI"
Old 29-05-2007, 15:02   #2
ozanyazar

 
Varsayılan Öyküler



Genç adam, hergün işe giderken, yolunun üzerindeki, güllerle dolu bahçeye bakmadan geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller, içini neşeyle, sevinçle dolduruyordu.

Günler geçtikçe güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya başladı. Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin gerisinde bir genç kızın silüetini görüyordu. Her geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.

Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı. Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini, içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu.

Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri kaçtı. Adam, genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın diye gayret eder gibi, gözlerini bir güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin etkisinde kalmış sevdalandığını düşünüyordu.

Genç adam, artık her gün bir öncesine göre biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm, umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan bir silüetten başka şey göremiyor, kahroluyordu.

Genç kız da her sabah heyacanla tüller arkasına geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.

* * * *

Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi. Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün, daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.

* * * *

Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş müydü !. .

Genç kız yine her gün tüllerin arkasına geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de, artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.

* * * *

Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden. Kaza geçirip, aylardır yattığı hastaneden sonunda çıkmış, ilk iş olarak ta, güllü bahçenin önüne gelmişti. Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara perdelerle sımsıkı kapatılmıştı.

Genç adam yolda oynayan çocuklara sordu; "-Bu evde kimse yaşamıyor mu? ". Bir çocuk; "-İhtiyar bir kadın yaşıyor. " dedi. Genç adam cevabını duymaktan korkarcasına, başka bir soru sordu; " -Burda yaşayan genç kız ne oldu? " Çocuklardan biri atıldı; "-o öldü. " dedi, genç adamın yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden başka bir çocuk atıldı; "-Verem olmuş, dün öldü. "

* * * *

Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyecanla annesiyle babasının yanına koştu, güller arasında, sallanan sandalyede oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı; "-Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !. . " Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi, yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı. . .

****************



Yazar : Ahmet Ünal ÇAM Yazılış : 1990
Old 29-05-2007, 15:18   #3
ozanyazar

 
Varsayılan BELEDİYENİN BAŞKANI (Özürlüler haftası için öykü)

BELEDİYENİN BAŞKANI
(Özürlüler haftası için öykü) Yazılış : 08-05-2007 08:30-09-30

Belediye başkanı, geniş-rahat makam koltuğunda huzursuzca kımıldandı. Sesine daha bir otorite katarak kapıdaki ihtiyara seslendi;

-Ne istiyorsan, söyle amca !

-Şey, efendim. Benim bacaklarından özürlü bir torunum var.

-Anlaşıldı anlaşıldı. Belediye aracılığıyla dağıtılacak tekerlekli sandalyeleri duydun, ondan istiyorsun. Kusura bakma, sayısı az. Başvurular alınacak, sonra kura çekilecek. Şansına artık.

-Yok efendim, onun için gelmedim. Torunumun tekerlekli sandalyesi var.

-Eee… derdin nedir öyleyse ?

-Tekerlekli sandalyesi var da, rahatça dolaştıramıyoruz. Başka şehirlerde belediyeler yardımcı oluyormuş. Onlara uygun otobüsleri veya dolmuşları oluyormuş. Ama bize şimdilik kaldırımları düzenleseniz yeter. Kaldırımların başlangıcıyla sonuna bu arabalarla kolayca geçilecek yerler yapsanız diye talepte bulunacaktım.

-Oooo amca, her gelenin bir talebi var. Belediye boş mu duruyor sanıyorsun. Çoğu yerin kaldırımı bile yok, önce onlarla uğraşmalıyız. Hele bir eskisi şekliyle tüm kaldırımları bitirelim, birkaç sene sonra da ek bütçe olursa, kaldırım girişlerine baktırırız. Öyle he demeyle olmaz her iş.

-Ama birkaç sene demek, torunumun ve onun gibi yaşamak zorunda olanların, en güzel çağlarını evde hapis geçirmesi demek.

-Bak amca, ben koskoca belediye başkanıyım. Herkese bu kadar vakit ayırırsak işimiz var.

O sırada başkanın yardımcısı telaşlı bir halde içeri girdi;

-Efendim trafikten aradılar !

-Noldu büyük bir kaza mı olmuş? Çok ölen mi olmuş, nedir bu telaşın?

-Bir çocuğa araba çarpmış.

Başkan sakinleşerek, koltuğuna doğru adım attı.

-Ne yapayım yahu, her kazaya belediye başkanı mı koşacak. Amca sen de çık artık. Görüyorsun işlerimiz var.

İhtiyar adam, boynu bükük dışarı yürüdü. Başkanın yardımcısı devam etti;

-Efendim, …çocuk, …çocuk sizin torununuzmuş.

Belediye başkanı, sendeleyerek koltuğuna oturdu. Gözünün önünde önce torununun gülen yüzü canlandı, sonra da tekerlekli bir sandalyede ağlayışı.

Titrer gibi bir sesle ;

-Az önce çıkan ihtiyarı çağırın çabuk.

İhtiyar adam kapının önündeki koltukta başı önde oturuyordu. Çağrılınca içeri biraz heyecan, biraz çekingenlikle girdi;

-Buyrun.

-Amca, söz veriyorum kaldırımları yaptıracağım ama nolur beddua ettiysen geri al.

-Kırıldım ama beddua etmedim.

-Nolur o zaman, torunum için dua et.

O esnada telefon çaldı, başkanın uzanmayacağını anlayan yardımcısı telefonu açtı, sonra başkana uzattı;

-Kızınız arıyor efendim.

Kötü haber bekleyen başkan, dudaklarını ısırarak konuştu;

-Aaa..aloo

-Baba, az önce kızıma araba çarptı ama…

-Eee..evet, durumu nasıl? ..ba..bacak..ları

-Merak etme, sadece burnu kanamış. Biz hastanedeyiz, duyar da merak edersin diye aradım.

Başkan ağlayışı duyulmasın diye hızla kapattı telefonu.

Yardımcısı diğer telefonu uzattı;

-Efendim diğer telefonda emniyetten arıyorlar. Kazayı yapan şöförü tutuklamışlar. Şikayet tutanağı için bekliyorlarmış, aileden birinin gelmesi gerekiyormuş.

Başkan, hâlâ kapıda bekleyen ihtiyara dalgın dalgın baktıktan sonra;

-Bıraksınlar, gitsin. Makamın hırsına kapılıp, burnumuz büyüyünce, mevlamın bizi ikaz için gönderdiği bir vesile o. Biz alacağımız dersi aldık, onun bir suçu yok, suç bizim. Şikayetçi değiliz, bıraksınlar…









Ahmet Ünal ÇAM
(Kendince) Şair-yazar
ahmetunalcam@gmail.com
Old 29-05-2007, 15:26   #4
Av. Şehper Ferda DEMİREL

 
Varsayılan Gül kız

Paylaşımınız için teşekkürler...

Ortaokuldayken bildiğimiz bir masalı, uyarlayarak yeniden yazacaktık. Ben "Kibritçi Kız" ı seçmiştim. Masalı yazarken de, sınıfta okurken de, ödülü alırken de hüzün yakamı bırakmamıştı. (Ortaokul çocuğunda hüzün ne arıyorsa artık Hep Kemalettin Tuğcu yüzündendi bence bunlar, hep söylerim )

Sonraları kendi kendime demiştim ki, paylaşıldığında güzel olan ama yararı olmayan bu duygu, yaşamın ayrılmaz bir parçası mıydı, yoksa onu bizler mi yaratıyorduk?

Öykünüzü çok beğendim, ama hüznü hiç beğenmedim

Saygılarımla...
Old 29-05-2007, 16:00   #5
ozanyazar

 
Varsayılan

Ferda hanım, hüznü sevmiyorsanız, ismimi gördüğünüz sayfadan kaçın. Öykülerim için "Günümüz Kemalettin TUGCU'su gibi" diye yorumlayanlar oldu.

Alıntı:
Yazan Av.Şehper Ferda DEMİREL
Paylaşımınız için teşekkürler...

Ortaokuldayken bildiğimiz bir masalı, uyarlayarak yeniden yazacaktık. Ben "Kibritçi Kız" ı seçmiştim. Masalı yazarken de, sınıfta okurken de, ödülü alırken de hüzün yakamı bırakmamıştı. (Ortaokul çocuğunda hüzün ne arıyorsa artık Hep Kemalettin Tuğcu yüzündendi bence bunlar, hep söylerim )

Sonraları kendi kendime demiştim ki, paylaşıldığında güzel olan ama yararı olmayan bu duygu, yaşamın ayrılmaz bir parçası mıydı, yoksa onu bizler mi yaratıyorduk?

Öykünüzü çok beğendim, ama hüznü hiç beğenmedim

Saygılarımla...
Old 29-05-2007, 16:19   #6
uSaRe01

 
Varsayılan

Tam türk filmine konu olacak bir öykü dersem alınmayın Sayın ozanyazar. Zira bu bir şaka idi. Her şey bir yana güzel bir öykü.Devamını bekleriz.

Alıntı:
Yazan Av.Şehper Ferda DEMİREL
Öykünüzü çok beğendim, ama hüznü hiç beğenmedim

Bence hüznü diğer duygulardan ayrı tutmamanız gerekir Sayın Şehper Ferda hanım. Hüzün tek başına elbette iyi değildir ama, bu hüznü çıkardığınızda Sayın ozanyazar bu öyküyü asla yazamazdı. Şairlerin ilham kaynağının çoğunu hüzünden aldıklarını söyleyebilirim.Tanıdığım tüm şair ve yazarlar hayatlarını acılar ve zorluklar içinde geçirmiş, çilenin her türlüsünü sofrasında katık etmiş kişilerdir.Fildişi kulelerde yaşayan ve gönülleri fetheden bir şair veya yazar tanımıyorum.Şahsi fikrimdir. Saygılar
Old 29-05-2007, 17:04   #7
ozanyazar

 
Varsayılan ozanyazar

Yürekteki Yanık

Genç kız, el aynasında makyajını kontrol etti; “-Gayet iyi.” dedi. Güzelliğinden emindi.Çevresindeki erkeklerin pervane olmasından zaten biliyordu güzel olduğunu. Hayatın tadını çıkaran, rahat yaşayan biriydi.
Cep telefonu çaldığında , akşam arkadaşlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı, arayan annesiydi.
- Alo…kızım, nasılsın ?
- İyiyim anne. Ne oldu *
- Sana bir surprizim var.
- Surpriz mi ?
- Evet.Çok eski bir arkadaşım, dostum şehrimize gelmiş….
- Eee kimmiş.
- Kim olduğu surpriz. Fakat, onu senin almanı istiyorum.
- Ben mi ?
- Evet, senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı istiyorum.
- Anne, ben böyle şeyleri sevmem, kendin halletsen.
- Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ayrıca seni bebekliğinden tanıyan bir arkadaşım. Seni görünce mutlaka çok sevinecektir.
- Amaaan. Peki peki… Nasıl tanıyacağım.
-Evden çıkarken üzerine giydiklerini tarif ettim.O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın sinema tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O gelince seni bulacak.
-Tamam anne ..tamam…
- Kızım senden her gün mü bir şey istiyorum.Üniversiteyi bitireli, hele de işe gireli bir fatura yatırmaya bile göndermedim.
- Hemen darılma, tamam dedim ya…
- O nasıl tamam demekse… neyse, hadi o zaman, izin al da çık, bekletme. Ben de işlerimi bitirip hemen geleceğim.
**** **** **** **** **** **** **** **** **** ****
Genç kız , izin alıp çıktı.Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Bu parkta daha önce hiç oturmadığını farketti. Arkadaşlarıyla hep paralı,lüks eğlence yerlerine giderlerdi.
Annesinin tarif ettiği, girişteki ilk masayı buldu, boş olan kısmına oturdu. Masanın diğer tarafında bir köylü kadınla, küçük kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti. “-Annemin arkadaşı çabucak gelse de, şunlardan kurtulsam” diye düşündü.
Köylü kadın çekinerek seslendi;
- Afedersin kızım, bir şey sorabilir miyim ?
“Kızım” diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu.
- Ne var, adres mi soracan !..
Sert çıkış karşısında kadın sesini alçalttı;
- Hayır kızım, başka bir şey soracaktım.
- Sizin gibi cahiller ya adres sorar, ya para ister.
Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli, orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını gördü. “-Nihayet.” diye düşündü. Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken, kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.
Yanındaki küçük kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördü.Kadın gözyaşını saklamak için diğer tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü;
- Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun, yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla… Fakat ağlamaya benden bir şey koparacağını sanma, tamam mı…
Kadın dayanamadı;
- Cahil deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir kadına, torununun yanında hakaret mi ettim !
- Oooo... laf yapmayı da biliyormuş
-Anlaşıldı kızım, sen üniversite bitirmiş, çok şey öğrenmiş olabilirsin ama insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim.
Yaşlı kadın, küçük kızı alıp masadan kalkarken, boşalan yere doğru şık giyimli bir kadın yaklaştı. Cevap vermek için hazırlanan genç kız zengin giyimli, şık kadını görünce uzaklaşan yaşlı kadına cevap vermekten vazgeçti. Yaşlı kadın geriye bakmaya çalışan küçük kızın başını eliyle engelledi.
**** **** **** **** **** **** **** **** **** ****
Bir süre sonra, genç kızın annesi parkta yanına geldi.
- Merhaba kızım, Zeynep teyzen nerde ?
- Kimse gelmedi anne. En son bir bayan geldi, yanıma oturdu. O da sadece dinlenmek için gelmiş biriymiş.
- Allah Allah !... giyindiklerini çok iyi tarif etmiştim, seni nasıl bulamadı anlamadım. Yanında küçük bir kız olacaktı.
Genç kız bir an durakladı.
-Küçük bir kız mı ?
- Evet
- Anne !. biz zengin, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da zengin, kültürlü biridir, değil mi ?
- Kültürsüz değil ama zengin değil.
- Sakın bana köylü bir kadın olduğunu söyleme.
- Köyden gelen kadına ne denir ki !..
- Oh… iyi iyi, köylü kadınları karşılamaya beni gönderiyorsun.
- Kızım, o kadına bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. " - Gün gelir, bir ihtiyacım olduğunda , ben kapınızı çalarım". Dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı.
-Ne istiyormuş ?
- Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi arabayla gelip hepimizi alacak, kayıt için okula götürecek.
- Anne , o köylü kadına ne borcun olabilir ki, anlayamadım ?
Annesi, kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı;
- Kızım, sen bebekken biz köydeydik.
- Eee…
- Sana yıllar önce bahsetmiştim, köydeyken evimiz yandı, biz de inekleri,atları,tarlaları neyimiz varsa hepsini satıp köyden göçtük, demiştim.
-Evet, hatırladım.
- O yangınla ilgili bir ayrıntıyı, seni üzülebilir veya seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık.
- Herhalde şimdi anlatacaksın…
- Baban evde yoktu, ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz, işte o rüzğar bazen ters esiyormuş, yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rüzğar bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış, yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler heryeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak gibi görünen eve yine de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olduğu halde dışarı fırladı. O sahneyi hiç unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu…
- Niçin ?
- Seni kurtarırken, sağ tarafı yanmıştı. Gelince görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Çok acı çekti çook. Dur ağlama, seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım, bak makyajın akıyor, ağlama. Hah !.. baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı…
Old 30-05-2007, 10:23   #8
ozanyazar

 
Varsayılan o.yazar

Annenin Gözyaşları


Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu.


Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, annler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.


Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu;” Bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.


Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de..” İçinde sıkıntı armaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”

Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu.

Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?

Açtı telefonu;

-Alo..

-Alo, nasılsın anneciğim?

-Sağol yavrum, sen nasılsın?

-İyiyim anneciğim.

-Ne yapıyorsun, işler nasıl?

-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.

-Öyle mi yavrucuğum.

Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;

-İzin aldın mı yavrum?

-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.

-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?

-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.

-Sen sen.. bunun için izin almadın mı?

-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.

Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.

-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?

-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.

-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.

-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?

-Dışardaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi.

-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzüelinin kapısındayım.

-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.

Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.

Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.





Şair-Yazar Ahmet Ünal ÇAM
ahmetunalcam@gmail.com

http://ahmetunalcam.googlepages.com/huzur.htm
Old 30-05-2007, 14:14   #9
suskun_juliette

 
Varsayılan

Ay Kıyamam Ya..!Çok Güzel Bir Öykü..Paylaştığınız İçin Teşekkürler Sayın Ozan Yazar...İki Yıldır Bir Öksüz Gibi Anneler Gününü Uzak Şehirlerde Geçiriyorum..Anneme Hediyeler Alıyorum,Avuntu Mu?-Belki...
Biliyorum Yollar Yine Kavuşacak..Aylar Oldu Annemi Görmeyeli...Teknoloji Bile Dindiremiyor Hasretimi..Evime Bir Yabancı Gibi Bakıyorum,Bir Sinema Perdesinde Oynayan Figürler Misali Onları İzliyorum...Annem Güzel Yüzlü,Güzel Gözlü,İpek Saçlı Kızım ,Seni Çok Özledim Deyince 'Yüzümü Hatırlıyor Musun?' Demek Geliyor İçimden..Son Anda Yutuveriyorum Sözümü...Hassas Kalbini Yine Bir Acıya Daha Teslim Etmek İstemediğimden Susuyorum..Belki De Onun Yüzünü Hayal Edemediğimden,Belki De 'Sen Benim Yüzümü Hatırlıyor Musun' Diye Soracak Diye...Susuyorum İşte...İçim Ancak Bu Kadar Konuşabiliyor,Teşekkürler Tekrar Öyküyle Konuşabildim....
Old 30-05-2007, 14:29   #10
ozanyazar

 
Varsayılan

ÇİTLEMBİK
22-10-1997(07:30)
Mutlu olmaz ama
Hayal kurar Çitlembik
Bir zalimin elinde
Yanar durur Çitlembik

Yıkılmış hayalleri
Umut arar Çitlembik
Maziyi aralar da
Kimi arar Çitlembik

Çitlembik kara kaşlı
Çitlembik kara gözlü
Çitlembik karabahtlı
Karalar bağlar Çitlembik

Yıllar sonra nihayet
Yüzünü gördüm Çitlembik
Gülen yüzünde yazık ki
Hüzünü gördüm Çitlembik

Ağır yürür Çitlembik
Mahzun durur Çitlembik
Gözyaşı dökmese de
İçten ağlar Çitlembik

Çitlembik kara kaşlı
Çitlembik kara gözlü
Çitlembik karabahtlı
Karalar bağlar Çitlembik

Yüreği engin Çitlembik
Kocası zengin Çitlembik
Önceden şen idi
Şimdi dingin Çitlembik

Rüzğarlarda savrulur
Yaman saçların Çitlembik
Kor ateşte kavrulur
Aman yüreğin Çitlembik

Çitlembik kara kaşlı
Çitlembik kara gözlü
Çitlembik karabahtlı
Karalar bağlar Çitlembik
Old 31-05-2007, 10:36   #11
ozanyazar

 
Varsayılan ozanyazar

Gönlümün Gülüydü Nurten


Ne kadar güzeldi Nurten. Onu görünce içime erken baharlar gelir, güller açardı. Gönlümün güzeliydi, hayallerimin sahibi, …o bilmezdi. Çekip gitmekten bahsederdi, kırardı kalbimi bilmeden, aldırmadan. Gezmek isterdi diyar diyar durmadan. Kendince resim yapar, şiirler yazardı. Aşk romanları okur, hayaller kurardı, çok uzaklardan. ...Şarkılarında yerim yoktu. O güz, ondördündeydim henüz. O, onbeşinde bir dünya güzeli. Bambaşkaydı düşleri, bambaşkaydı hayali.

Okul dönüşlerinde, kapımızdan geçerdi. Biraz yorgun, biraz dalgın, daha çok kederli. Bazen, gecekondularının önünde bekler, annesi bakkaldan gelirdi. Çok zaman, mahallenin fakirliğinden şikâyet ederdi, ablam Asuman’a. Ben hayallerimde, dönüşürdüm onu kurtaran kahramana. Bilmezdim ki; hayaller, biz yaklaştıkça uzaklaşır, bilmezdim ki; fakirler için mutluluk düşlerde yaşanır.

Mahallemizin, az sayıdaki zenginlerinden Mithat amcaların oğluna bakardı. Nurten, Ah! Nurten, bu bakışlarıyla içimi yakardı. O yaşta fakirlik yakama yapışır, beni yerden yere yıkardı. Oğlanın adı Lütfüydü galiba. Silinmedi içimden, bu ilk acı hatıra.

Sevdiğin başkasını sevdi mi, anlarsın. Ateşe dokunmadan, cayır cayır yanarsın.

Okulu bitirdiği gün, ağlamıştı Nurten, Ah! içimi dağlamıştı Nurten. Anlamamıştım önce. Meğer, evleniyormuş Lütfü, aşık olmuş bir güzele; saçları sarı, beli ince.

Dalga dalga saçlarını kıp kısa kesmişti Nurten, yanmıştı benim gibi günlerce içinden.

Nurten’in babası, sarhoşun biriydi, yakmış yaptığı resimlerini, şiirlerini. Nurten ağlamış, annesi ağlamış, anlattı Asuman’a, ben de ağladım, duydum kederini.

“-Ressam olacağım” derdi, “-Ressam olacağım Asuman! , mutluluğun resmini çizeceğim”, gülerdi, gülüşüne beni katmadan.

Oysa babasının hayalleri bambaşkaydı. Sanki koca bir fırçayla Nurten’in hayallerini sildi,. Sadece gözyaşları kaldı yırtılmamış tek tabloda.

Nurten, tanımadığı biriyle nişanlanırken, resim yapan parmakları gülüş çizemedi yüzüne. O, sarılıp ağlarken Asuman’a, ben kaçtım, sokaklara. İçime sonbaharlar gelmişti erkenden, göç etmişti kuşlar gönlümden.

Ertesi gün hicranı arttı Nurten’in, benim de. Lütfü dönmüştü, eşi terkedip gitmiş de.

Karşılıksız sevdalar içinde, kimse çizememişti resmini mutluluğun. Gittikçe uzaklaştığını hissediyordum umudun, huzurun.

“- Daha onbeşinde, çocuk yaşta olmaz ki” dedi Ayla teyze. “Yazık bu güzele, yazık bu güzele!”

Elinde, kâh içki şişesi, kâh sigarası dolandı durdu, kimseyi dinlemedi babası, damat zengindi, kendince turnayı gözünden vurdu. Oysa Nurten ağlıyordu…

Ya onbeşindeydi, ya onaltı. Sonunda Nurten gelin oldu, üşüdüm, dünyam karardı. Oysa gündüzdü, oysa bahardı. Giderken de ağlıyordu, gözleri kızardı. Fark ettim, son anda bile pencerelerde Lütfüyü arıyordu.

Yıllar sonra duydum ki, söyleyememiş Lütfü de, severmiş onu. Başkasıyla evlenmesi; …‘baba zoru’.

Her gönülde başka yara, her gönül harap. Düşündükçe delirdim, hangimizin ki en büyük ızdırap.

Nurten, hayaller kurarak uyurdu. Nurten, erken tüketti umudu. Nurten, çocuklarıyla büyüdü. Nurten, bakamadı yıllarca ne resme ne fırçaya, gönülden bağlanamadı yaşama.



Asuman, “Nasılsın? ” diye, sormuştu “Eh işte!” deyip, büktü boynunu.

Hep yarım kaldı şiirleri, hep yarım şarkıları. Nurten, Nurten, Nurten bilmeden kendisi bile, ağladı içimdeki şairle bakıp bakıp ufuklara, bakıp bakıp gelmeyecek yarınlara.


ADI NURTEN
Ne çok sevmiştim onu, ne çok.
Fark etmezdi bile beni.
Onun için ha varım, ha yok.

Bense, yüzündeki bir gülüşe hayran.
Ölçülemezdi o varken geçen zaman.

O güldüğünde mevsim bahardı,
Konuştuğunda çöllere yağmur yağardı.

İçimde kopardı fırtınalar, yokluğunda.
Yokluğunda gönlüm bir küçük kayıktı dalgalarda.

Varlığında, sığınırdım sakin limanlara,
Varlığında, bir asude bahar kucak açardı,
Bir kelebek uçardı güllerden
Bir umut kıpırtısı, kurumuş gönlümden
Yavaşça inerdi, pınar başlarına.


Böyleydi sevdam, böyleydi işte.
Onu görürdüm hayalde, düşte
Dudağımda oydu niyaz
Gözleri yeşil, elleri beyaz
Teni nur, Adı Nurten
Ağlattı beni giderken.
Giderken aldı gülüşümü,
Sanki yaşadım ölüşümü

Gönlüm ezilmiş,
İçim dolmuştu artık
Ümit tükenmiş
Bahar solmuştu artık.
Her şey bitmiş,
Al bir duvak, gözlerinde nem
Nurten gelin olmuştu artık.

Uzaktan gördüm, yıllar sonraydı
Başkentin tozlu sokaklarındaydı

Kimse bilmez, bunca yıl sevdiğimi,
… Nurten de
Yıllar gelip geçmiş işte,
Ayrı ayrı, ondan hep uzakta
Neye yarar söylesem de
İki çocuk yanında, biri de kucakta

Bakışlarında yok,
Ne eski heyecan, ne huzur
Bu mudur, canım senden kalan,
bu mudur!

Şair-Yazar Ahmet Ünal ÇAM

---- S O N ---
Old 04-06-2007, 13:35   #12
ozanyazar

 
Varsayılan Bir hüzünlü Veda

Bir hüzünlü Veda
11-Şubat-2007 17:20

Fakültede rakiptik, isimlendiremezdim içimdeki duyguyu; öfke, kızgınlık, nefret ya da kıskançlık. Hepsi sandığım da olurdu. Ya o birinciydi ya ben. Kendi notumdan önce ona bakardım. Belki de bu okulda tek önemli eğlencemizdi, fakirdim, fakirdi, fakirdik. Çoğu derste olduğu gibi Dil Bilgisinde de iyiydik.

Her şeyde rekabet vardı ya, önce o öyküler yazdı, sonra ben. Önce ben şiirler yazdım, sonra o. Gizlice okurdum onun şiirlerini, öykülerini. Okudukça görürdüm; bir hüzünlü hava, geliştikçe gelişen bir tarz.

Bakışlarında hep hüzün, bir kırılganlık, bir naz.

Tam da sınav zamanıydı, iki sene önceydi. Memlekete gitti, dönmedi, birkaç sınava girmedi. Önce sevinmiştim, sonra duydum; ‘Fakirlikten gelemedi’.

İçimde soğuk rüzğarlar esti, kalbim kendime küstü. Çankırı’da, bir soğuk köyde babası ölmüştü.

Anası kalakalmış, üç işsiz çocukla, dul. Ne bir çalışan, ne para-pul. Yol parası bile bulamamış, yok yok içinde, bırakıp gelememiş. Tel tel zülüflerinde baharlar solmuş.

Sonra duydum, onu seven bir öğretmen burs bulmuş.

Ah! Gözleri hançer, yüreği pamuk Zülfiye o gün mü başladım seni sevmiye, yoksa o, anladığım gün müydü sade.

Silip tüm rekabeti ve soğukluğu, “Hoş geldin” demiştim, başım eğik, suçlu suçlu.

O sene uğraşıp, didinip toparlamış, geçmişti. Son sınıfa da başı dik girmişti.

Son sınıfta, içimde konuşma umudu, uğraşıp durmuştum. Yiyip kendi kendimi, kendimi yormuştum.

Anlamıştım, baharlar gülüşünde gizlenmişti. Tüm güzellikler, gözlerinde dinlenmişti. Günlerin gelip-geçtiğini farketmeden, mutluydum yanında. Onunla güzeldi kış, onunla güzeldi yaz, en güzelini onunla yaşadım baharın da.

Heyhat, baktığı her gençte, içimde büyüyen korku; Başkasını mı seviyordu ! Yığıldı durdu,yığıldı, her ümidin ardında bir korku, bir sıkıntı.

Korkularla ve yersiz ümitlerle geçivermişti koskoca aylar, geçivermişti bir anda. Söyleyememiştim, kalmıştı sevgim, gönlümün yalnızlığında.

Son sene de Zülfiye olmuştu birinci. O sevinirken paylaştım sevinci. İçime ayrılığın acısı düşmeden önce. Vedalaşırken de, saklayıp elemi, toplayıp cesareti, söyleyememiştim, onu ne çok sevdiğimi.

Bir arkadaştan duydum, hemen başvuracakmış öğretmenliğe, “işe ihtiyacım var.” diye.

Bir daha görebilirim diye uğraştım, durdum. Sonunda değiştirip bütün planlarımı, ben de öğretmenliğe başvurdum.

İki ay kadar sonraydı, açıklanmıştı sonuçlar. Asılı kağıtlarda şehir yazmıyordu, gidip, öğrendim kendiminkini. Çıkıp bekledim aynı şehir olsun diye dua ederek onun ilk tayinini.

Gelmişti sonunda, yine yüzünde bir hüzün, yine hançer bakışları. Ceylan gibi ürkek adım atışları. Merhabalaştım, kaçamak baktım evraklarına. Başka başka şehirler alıp götürüyordu onu benden, gönlümün içine, gözümün ise çok uzaklarına.

Gidiyordu işte, içimden kızgın nehirler akıp geçiyordu. Karşılıksız sevdalar oynuyordu kalbimdeki her filmde.

Bir kenara bırakıp nice nice korkularımı, toplayıp birikmiş cesaretimi, söyledim sonunda, onu ne çok sevdiğimi, ayrılığın ilk, umudun son gününde.

Biliyordum oysa karşılıksızdı sevdam, belliydi… belliydi her halinde. Yine de fısıldadım; “Seni seviyorum” diye.

Görür gibi baktı, görülmeyen ufuklara. Susup cevap vermedi sevda ilanıma. Hiç duymamış gibi davranıp gülümsedi; “-Özleyeceğim Ankara’yı” dedi usulca.

Sustuk, dakikalar mıydı geçen, asırlar mıydı ? Bilemedik, sustuk.

İnceden bir yağmur yağıyordu. O benim konuşmamı bekliyordu, ben konuşmaktan
korkuyordum. Yağmur gözlerimize iniyordu, belli etmeden siliyordum. Gözleri, gözlerime değince yanmaktan korkuyor, kaçırıyordum.

Önce bulutla kapandı üzerimiz ve bulutlar benden önce başladı, ağlamaya halimize.

-Yağmur yağıyor , dedi usulca.

-Evet , diye fısıldadım.

Yıllardır herkes biliyor gibiydi, sevgimi, ama yıllardır o anlayacak diye korkuyordum. Oysa, onun da yıllardır bildiğini de şimdi anlıyordum. Kimsesiz bir aşkı yaşamıştım, yanıbaşında sessizce.

Bir yağmur yağıyordu inceden ince. Şimşekler çakacak gibi geliyordu, gözlerimiz birbirine değince. Sustuk, konuşmak isterken delice.

Gökkuşağını gördü ,

-Ne güzel , dedi usulca.

-Evet , dedim yine.

İnceden bir yağmur yağıyordu gözlerimize. Bir şey söylemek ister gibiydi, vazgeçti sanki. Bir soğuk rüzgarla titredik. Fakirdim, fakirdi, fakirdik.

“Acaba” dedim, seviyor da korkuyor mu geçimden. Ah, neler söylemek geçiyordu, neler içimden. Başlamadan biten bir şarkı, ayrılıktan bir fasıl.

Fısıldadı yine usul usul; “Gitmem lazım, otobüs saati yakın.”

Ah, canım, ne çok yakışır saçlarına, güller takın. Ben özlerken seni uzak memleketlerde, gül, Ki yakışır güzelliğine. Gülümsedi, güldü gül yüzü.

-Bir gün döneceğim.

Bir umut yakalamış gibi çırpınırken kalbim, dudaklarımdan umutsuzluk döküldü; “Belki !. “

-Döneceğim. . .

Sustuk, dakikalar mıydı geçen, asırlar mıydı ? Bilemedik, sustuk.

İnceden bir yağmur yağıyordu gözlerimize.

Elini uzattı, bu eli ilk defa tutmayı istemedim, tuttum. Bir an bütün hüzünleri unuttum.

-Görüşürüz , dedi. “Belki” bile diyemedim.

Gözlerindeki yağmurları gördüm. Döndü gitti. Önce gökkuşağı kayboldu, sonra yağmur durdu. Yanaklarım hâlâ ıslanıyordu.

**** **** ****

Uzak diyarlarda özledim durdum onu. Bir umut verse koşardım belki. Sonra, …sonra dayanamayıp mektuplar yazdım, mektuplar ki hep cevapsız.

Mektuplar yazdım ona, hiç mi sevmedi beni diye ağladım, bakıp bakıp uzaklara, sessizce, usulca. Cesaretime şaşmıştım oysa, söylerken aşkımı veda anında.

Yıllarca rakip olmuştuk, ne zaman başladı sevdam, ne zaman başladı yangınım, bilemedim. Ondan sonra kimseyi böylesine sevemedim.

Sana bu son mektubum

Sana bu son mektubum olacak. . . . bir dahakine kadar. Hep öyle olmuyor mu!. .
"Bu son. . . "diyerek kaç mektubu bitirdim. Kalemi bırakırken bulduğum
kişiliğimi, hasret uzadıkça yitirdim.

"Bu son, bu son. . . " Neyin sonu, mektubun mu, ağlayışların mı, vefasızlığının
mı ? " Bu son. . " yazdığımda içimden geçen ince bir sızı hatırlatıyor, ne son
mektubum olduğunu, ne de cevapsızlığının son olduğunu.

Burda akşam erken iniyor, dağlardan süzülerek. Uyku geç giriyor gözlerime.
Uykusuz kalıyorum gecelerce, gözlerin gözlerimden gidene dek. Uykularım baykuşlarınkine denk.

Gözlerim ufukta, Ilgaz’a doğru dalıyorum. ‘Sen yaşadın’ diye, Seni görecekmiş gibi
Memleketine Çankırı’ya bakıyorum.

Dağlardan gelen kurt ulumaları bölüyor uykumu sonra. Sonra, sonra. . . yine yalnızlığım yanıbaşımda ve gözlerimde sen, veda edişinle Ankara.

Sabahlar erken oluyor burada. Kuş sesleri, köpek havlaması ve horoz sesi
delicesine uyandırıyor beni. Bakıyorum, hüzün kollarımda, sen uzaklarda.

Memuriyetimin kaçıncı yılı burada, bilemiyorum. Çünkü, senden ayrı olunca,
yalan söylüyor takvimler, yalan söylüyor saatler. Asırlar geçiyor beş dakkada.
Gönlümde nice kış yaşanıyor bahar günü. Biliyor ağaçlar, çiçekler, kuşlar seni
düşündüğümü, baharı bensiz yaşıyor. Ben de tufanlar, kar, boran, fırtına. Bende
gün hep kış günü.

Güvensem sana, alıp başımı düşeceğim yollarına. Bahar demeden kış demeden.
Yolların uzak, demeden, dereden-tepeden. Korkuyorum kî, sen hayâlimdeki kadar
bile bakmayacaksın yüzüme, uzanmayacaksın uzanan ellerime. Bu satırları yazma
hakkım bile kalmayacak. Gözlerin beni yine yakacak, bu kez sönmemecesine. Ve
korkuyorum sana gelmekle, taş yüreğine kibirler taşırım diye.

Bitiriyorum sözümü yine sitemle, yine gözlerim hayâlinde ve ezikliği
umutsuzluğun, yüreğimde. Ama unutma, duygularım büyüyecek. Bir gün
vefasızları unutmayı öğreneceğim; sen koşsan bana yıllar sonra, ben döneceğim,
sen gelsen ben gideceğim. Elbet, elbet gün olacak sensiz de güleceğim, şimdi
inanamasam da. . .


öyle bir gurbetteyim kî
sen yoksun.
Bu şehirde rüzğarlar eser
senin kokunu getirmez.
Kızlar dolaşır caddelerinde
hiçbiri sana benzemez.
İçim burkulur, baktıklarımda
seni göremedikçe.
Birikir birikir, kaçar
yaşlar gözlerimde.


Anlamam lazım diye düşündüm, anlamam; ‘karşılıksız sevda’ dan. Son mektubumu gönderip, kestim ümidimi postadan.
**** **** ****
Günler kovaladı günleri, bahar bitti yaz bitti. Ne haber, ne mektup gönderdi gönlümün güzeli, gönlümün dilberi. Her akşam posta yolu gözleyi gözleyi, umutlarım tükendi gitti.
**** **** ****
Yolum bir gün Ankara’ya düştü, rastladım bir eski arkadaşa. Dayanamayıp sordum tek tek, sıra geldi ona; ”-Duymadın mı?” dedi toplayıp acıları bakışlarına. Kötü haber, müjdecisi gibi, uzaklarda bir baykuş öttü. “-Aylar oluyor, aylar!” dedi, “Eğitim askeri gibiydi, şehit düştü”.
**** **** ****
Göç etti gönlümden ümitler bir anda, son bakışı canlandı karşımda, küçük çocukların başını okşar gibiydi yine, yine mum gibi ışıtıp çevresini eriyordu işte. Çölde açan bir güldü, Önce ailesi için yaşadı, sonra çocuklar için öldü.

Orda da fedakarmış. Bir yaramaz yakmış, soba parlamış. Kurtarmış çocuğu ama , ağır yanmış yanağından. Ölünce, ağıtlar yakmış talebeleri ardından, tabutu görünmemiş güllerden.

“Niçin?” diye sordum, olmalıymış gibi bir sebep. Önce mırıldandı; “-Zalim zalimdir hep, zalim zalimdir hep.” Sonra anlattı usulca, suçu öğretmen olmakmış doğuda.

Bir sabah vaktiymiş, sehpada bir Kuran, bir şiir kitabı yatakta ve gönlünde büyük ümitler, ümitler ki, şimdi çok uzakta. Bir teröristin hain kurşunuyla, vurulmuş işte. Bir göz soğuk lojmanındaymış, tam da uzanmış, alnı secde de. Koynunda annesinin resmi, masada kalemler ve ABC.

11-Şubat-2007 17:20

Ahmet Ünal ÇAM
ahmetunalcam@gmail.com
http://ahmetunalcam.googlepages.com/huzur.htm
Old 07-06-2007, 15:26   #13
ozanyazar

 
Varsayılan Ahmet Ünal Çam- Öyküler

BELEDİYENİN BAŞKANI (Özürlüler haftası için öykü) Yazılış : 08-05-2007 08:30-09-30

Belediye başkanı, geniş-rahat makam koltuğunda huzursuzca kımıldandı. Sesine daha bir otorite katarak kapıdaki ihtiyara seslendi;

-Ne istiyorsan, söyle amca !

-Şey, efendim. Benim bacaklarından özürlü bir torunum var.

-Anlaşıldı anlaşıldı. Belediye aracılığıyla dağıtılacak tekerlekli sandalyeleri duydun, ondan istiyorsun. Kusura bakma, sayısı az. Başvurular alınacak, sonra kura çekilecek. Şansına artık.

-Yok efendim, onun için gelmedim. Torunumun tekerlekli sandalyesi var.

-Eee… derdin nedir öyleyse ?

-Tekerlekli sandalyesi var da, rahatça dolaştıramıyoruz. Başka şehirlerde belediyeler yardımcı oluyormuş. Onlara uygun otobüsleri veya dolmuşları oluyormuş. Ama bize şimdilik kaldırımları düzenleseniz yeter. Kaldırımların başlangıcıyla sonuna bu arabalarla kolayca geçilecek yerler yapsanız diye talepte bulunacaktım.

-Oooo amca, her gelenin bir talebi var. Belediye boş mu duruyor sanıyorsun. Çoğu yerin kaldırımı bile yok, önce onlarla uğraşmalıyız. Hele bir eskisi şekliyle tüm kaldırımları bitirelim, birkaç sene sonra da ek bütçe olursa, kaldırım girişlerine baktırırız. Öyle he demeyle olmaz her iş.

-Ama birkaç sene demek, torunumun ve onun gibi yaşamak zorunda olanların, en güzel çağlarını evde hapis geçirmesi demek.

-Bak amca, ben koskoca belediye başkanıyım. Herkese bu kadar vakit ayırırsak işimiz var.

O sırada başkanın yardımcısı telaşlı bir halde içeri girdi;

-Efendim trafikten aradılar !

-Noldu büyük bir kaza mı olmuş? Çok ölen mi olmuş, nedir bu telaşın?

-Bir çocuğa araba çarpmış.

Başkan sakinleşerek, koltuğuna doğru adım attı.

-Ne yapayım yahu, her kazaya belediye başkanı mı koşacak. Amca sen de çık artık. Görüyorsun işlerimiz var.

İhtiyar adam, boynu bükük dışarı yürüdü. Başkanın yardımcısı devam etti;

-Efendim, …çocuk, …çocuk sizin torununuzmuş.

Belediye başkanı, sendeleyerek koltuğuna oturdu. Gözünün önünde önce torununun gülen yüzü canlandı, sonra da tekerlekli bir sandalyede ağlayışı.

Titrer gibi bir sesle ;

-Az önce çıkan ihtiyarı çağırın çabuk.

İhtiyar adam kapının önündeki koltukta başı önde oturuyordu. Çağrılınca içeri biraz heyecan, biraz çekingenlikle girdi;

-Buyrun.

-Amca, söz veriyorum kaldırımları yaptıracağım ama nolur beddua ettiysen geri al.

-Kırıldım ama beddua etmedim.

-Nolur o zaman, torunum için dua et.

O esnada telefon çaldı, başkanın uzanmayacağını anlayan yardımcısı telefonu açtı, sonra başkana uzattı;

-Kızınız arıyor efendim.

Kötü haber bekleyen başkan, dudaklarını ısırarak konuştu;

-Aaa..aloo

-Baba, az önce kızıma araba çarptı ama…

-Eee..evet, durumu nasıl? ..ba..bacak..ları

-Merak etme, sadece burnu kanamış. Biz hastanedeyiz, duyar da merak edersin diye aradım.

Başkan ağlayışı duyulmasın diye hızla kapattı telefonu.

Yardımcısı diğer telefonu uzattı;

-Efendim diğer telefonda emniyetten arıyorlar. Kazayı yapan şöförü tutuklamışlar. Şikayet tutanağı için bekliyorlarmış, aileden birinin gelmesi gerekiyormuş.

Başkan, hâlâ kapıda bekleyen ihtiyara dalgın dalgın baktıktan sonra;

-Bıraksınlar, gitsin. Makamın hırsına kapılıp, burnumuz büyüyünce, mevlamın bizi ikaz için gönderdiği bir vesile o. Biz alacağımız dersi aldık, onun bir suçu yok, suç bizim. Şikayetçi değiliz, bıraksınlar…



(Kendince) Şair-yazar : Ahmet Ünal ÇAM
Old 08-06-2007, 03:44   #14
Doomswar

 
Varsayılan

Sayın Ahmet Ünal Çam;
Yazınız çok ama çok güzel kendimce yararlı anlamlar çıkardım fakat,
Yazının sonunu başlardayken az çok tahmin edebildim ama çok merak ettiğim bir durumu sizlerle paylaşamadan edemeyeceğim ki bence yazıda bu çok önemliydi.Hepimiz yaşadığımız olay sonucunda bir ders alır ve o girdiğimiz şok itibariyle güzel davranışlarda bulunabiliriz.Burada belediye başkanının yaşanılan olaydan ders aldığı konusunda şüphelerim var çünkü belediye başkanı şahsa verilen sözü gerçekleştirmemiş ve yazıdan belediye başkanının karakterini analiz edecek olursak gerçekleştirmeyecekte sorum şu bu kadar makam hırsına bürünmüş bir insanı bu denli hafif bir uyarı makam hırsından kurtarabilir mi?
Old 08-06-2007, 12:55   #15
ozanyazar

 
Varsayılan Hukuk da maalesef hükümler geneldir.

Hukuk da maalesef hükümler geneldir. Oysa kişiden kişiye değiştiği gibi, aynı kişi için farklı zamanlarda bile tepkiler değişebilir.

Yani gerçek hayatta insan dersini çabuk da alabilir (Olaydan derin etkilenerek), kendisini etkileyici olay geçer geçmez, herşeyi unutup 'aynen' devam da edebilir.

Fakirken 'Zengin olanlara yardımcı olacağım' deyip de, zenginleşince, 'Ben bunları hak ettim, arabanın en iyisin, evin en iyisini almaya, en iyi tatile gitmeye' deyip, eski sözlerini unutan insanlar, ( Bu vb. sözlerini) hatırlayanlardan çoook daha fazla.

Yargıda(Avukatlık,hakimlik,savcılık vs.de) gözümün olmamasını 1. sebebi adil olmamak değil (Ki insan beşer) ama adil olamamaktır. Ben çocuğum bir başka çocuğa haksızlık yaptığında (çoğunlukla) kızıyor, engel oluyor vs.. adaleti denemeye çalışıyorum. Ama bir çok insanda gördüm ki, başka çocuk kazayla çocuğuna çarpsa 'BÜYÜK SUÇ', kendi çocuğu başkasının kafasına taş atsa 'ÇOCUKTUR OLUR' savunması. Yani (gerçek hayatla çoğu zaman örtüştüğü gibi) Nasrettin hocanın fıkralarından biri ayna oluyor;
-Hoca senin öküz benim öküzü öldürmüş.
-Hayvandır, kitapta hükmü yok.
-Dilim sürçtü hoca, benim öküz senin öküzü öldürmüş.
-Haaa!... O zaman kara kaplı kitaba bakmak lazım.


Velhasıl, söz başka ayrıntılara doğru yol aldı, sonuç her kişide aynı olmasa da, böyle sonuç vereceği kişiler de var.
Old 13-06-2007, 09:31   #16
ozanyazar

 
Varsayılan

Elveda aşkım
13-06-2007 10:12
Elveda aşkım
Gitmek vakti,
Korkma sana bıraktım,
..tüm güzellikleri
Elveda aşkım

Sonbahar rüzğarlarında
Titreyince dallar
Şarkımı söyleyecek
Kuru yapraklar
Sil, varsa gözünde yaşlar
Hatırla beni
Güzel bir anı gibi,
Elveda aşkım
Elveda aşkım

Yolum uzak,
Yolum tuzak,
Yolum sensiz artık
Her aşktan bir yara,
Seninki bir başka
Ah bu gönlüm
Ahh… hep yara, hep yara
Elveda aşkım elveda
Düştüm bilinmez yollara

Elveda aşkım, elveda
Beni güzel hatırla
Mutluymuşum gibi
Düşününce beni,
Bir gülümseyen yüz
Belirsin gözlerinde
Ne olur arada bir hatırla beni
Akşam huzurla,
Çekilirken insanlar evlerine
Sarılırken sevdiklerini
hatırla beni
Mutluymuşum gibi…
Mutluymuşum gibi…

Elveda aşkım, elveda
Gönlümden senden
…… binlerce hatıra
Hepsi ateş hala
Hepsi yakar
Ben giderim,
Kalbim geriye bakar
Ben seni hep uzaktan sevmedim mi güzelim,
Gitmişim, ne çıkar
Elveda, elveda,…içim yanar
Old 25-06-2007, 10:02   #17
ozanyazar

 
Varsayılan Bahar Bİtmedİ

BAHAR BİTMEDİ
Aman aman, bu ne heyecan. Kendimi liseli âşıklar gibi hissediyorum. Gül ile buluşacağımız gün geldi-çattı. Daha üçüncü buluşmamız, henüz yeterince birbirimizi tanımıyoruz. İşin daha da beteri ona olan ilgimin aynı derecede karşılık görüp görmediğini de bilemiyorum. Yani sınava girecek öğrenci gibiyim. Alışkanlığım olmayan şeyler yapmaya başladım; örneğin bu buluşma için güzel bir koku sürdüm.
Öğleden sonra ikide buluşacağız. Hay Allah! vakit geçmek bilmiyor, hala dört saat var. Bekleyip otobüsle gitmektense, yavaş yavaş yürüyerek gitsem yine yetişirim. Hem vakit geçer hem de hava almış olurum.
Parka doğru yürüyorum, bir yandan da düşünüyorum. Neyi mi? Gül’ü. Ama düşüncelerim fazla süremedi, yüreğimi sızlatan bir olayı görünce düşünemez oldum. Ana cadde üzerinde, bir araba bisikletli bir çocuğa çarptı. Çocukların saflığına inanan, çocuklara karşı fazlasıyla duygusal olan, çok seven bir insan olarak bu olayı görmek beni kahretti. Çocukla beraber ben de düştüm, ben de acı çektim. Gözlerim bir an arabasıyla uzaklaşan genç adama takıldı; insan nasıl bu kadar acımasız olabiliyor ki, anlamıyorum. Yaralı çocuğa bakmadan kaçıyor.
Koştum çocuğu tuttum, fazla kımıldatmadan başına baktım; alnı kanıyordu.
Acele ile araba çevirmeye çalıştım, birkaç araba çocuğun kanlar içindeki halini görünce geçip gitti. Sonunda birisini durdurabildim. Bu şoför diğerlerinin aksine, bir de arabadan inip çocuğu arabaya koymam için yardıma geldi. Kırık bir tarafı olabilir diye çekiniyorduk ama beklersek çok kan kaybedeceği açıktı. Kırık olmadığını ümit ederek çocuğu arabaya yerleştirdik. Çocuğun başını dizime yasladım. şoför sireni açmıştı bile, hastaneye doğru yola çıktık. şoför sordu;
-Hayrola birader, kendi mi düştü, araba mı çarptı?
-Bir araba çarptı. Hemşerim, acele edersen belki bir can kurtarırız.
-Ağır mı yarası?
-Görünüşte sadece alnı kanıyor ama daha kötü bir iç kanama olabilir.
-Sağolsunlar, bu gün sireni duyan arabalar hemen yol açıyor, hızlı gidebiliyoruz. Ya... yol vermeyenlere de kızamıyorum ki, önüne gelen arabasına mavi lamba takıyor, açıyor sireni acil bir işi varmış gibi.
-Ne yazık ki haklısın.
-Eee... keyfi siren çalanları gören diğer şoförlerin haklı olarak kafası
bozuluyor. Bizim gibi acil işi olanları da onlar gibi zannedip yol vermiyor.
... çocuk neyin oluyor, kardeşin mi?
-Hayır, tanımıyorum.
Şoför şöyle bir göz ucuyla, dikiz aynasından bana baktı. Sonra dudaklarında sevindiğini gösteren bir gülümseme dolaştı. Bu sırada hastane önüne gelmiştik. şoför;
-Hastaneye geldik abi, hemen acil servisin önüne çekeyim arabayı.
Arabayı acil servisin önünde durdurdu, iki görevlinin getirdiği sedyeye
baygın haldeki çocuğu yatırdık. Görevlilere kazayı aceleyle anlattım, çocuğu
ameliyathaneye götürdüler.
Arabadan inerken taksimetrenin 6000 TL. yazdığını görmüştüm, parayı çıkarıp şoföre uzattım;
-Olmaz birader, koy o parayı cebine.
Şoför parayı almak istememişti;
-O ne demek, o kadar benzin harcadın, vaktini ayırdın.
-Olmaz dedim mi olmaz. Sen tanımadığın bir çocuk için o kadar didin, biz
üç kuruş para peşinde koşalım, olur mu ya. Ben kardeşin filan zannettiğim
için taksimetreyi açmıştım, şimdi başka.
-Söylediklerin için sağol ama sen yine de al şu parayı... almıyorsun ha...
Bu sefer de benim canım sıkılacak, bu araba senin ekmek kapın hemşerim. Hep
iyilik için kullansan sen aç kalırsın. Hadi... hadi hiç olmazsa yarısını ben
vereyim, yarısını...
Israrım karşısında yumuşadı, şöyle bir yan gözle baktı;
-Yarısını ama.
-Tamam, fifti fifti.
Aceleyle eline dört bin lirayı sıkıştırdım, gülümsedim;
-Benden biraz fazla fifti.
İtirazına vakit bırakmadan bize doğru yaklaşan görevliye yöneldim. Bu sedyeyi taşıyanlardan biriydi, yanında ise bir polis memuru vardı. Sordum;
-Çocuğun durumu nasıl?
-Bilmiyorum, ameliyata yeni girdiler. Alnında ki açılmayla ilgili bir ameliyat yapacaklarmış. Şeyy... siz çocuğun nesi oluyorsunuz?
-Hiçbir şeyi, çocuğu tanımıyorum.
-Çocuğun cebinden çıkan küçük defterde birkaç telefon vardı. En başa yazdığı numaraya doktorlar haber vermiş. Birazdan bir akrabası gelir herhalde.
Görevli uzaklaşırken polis bana döndü;
-Çocuğu getiren sizsiniz herhalde.
-Evet.
-Çocuğun velilerinden biri gelene kadar, gitmemenizi rica edecektim. Her
ne kadar düşünmek bile istemesek de çocuk ölebilir, o zaman ifadeniz gerekebilir.
-Ama benim saat iki'de önemli bir randevum var.
-Saat henüz 11. 30
Saate baktım, henüz vakit vardı.
-Neyse biraz bekleyelim bakalım, zaten çocuğun durumunu da merak ediyorum. Adını öğrenebildiniz mi, cüzdan filan var mıymış yanında?
-Cüzdan değil de, bir küçük not defteri bulduk, telefon numaralarını bulduğumuz defter. Defterin ilk sayfasında "Can Uğur" yazıyordu, zannederim bu çocuğun adı.
-Şey... bari şoför arkadaşı bekletmeyelim, gidebilir değil mi?
-Tabii, ama adını ve araç plakasını alalım bir zahmet, sonra gidebilir.
Polis arabanın plakasını yazarken şoför kendini tanıttı;
-Adım Kemal İnce... Ben de bekleyeceğim, çocuğun durumunu öğrendikten sonra giderim.
Biz konuşurken bir araba yanımızda durdu, arabadan yaşlıca bir erkek, bir kadın ile orta yaşlı başka bir kadın indi. Kadınlar ağlamaklı, adam sinirliydi. Yaşlı adam bir görevliye bir şeyler sorup, konuşmaya başladı, görevli bizi gösterince bize doğru yürüdü, yanımıza geldi. Polise sordu;
-Memur bey, ben Can'ın büyükbabasıyım. Torunum ameliyattaymış. Olay nasıl olmuş?
Polis, adamın sinirli, sabırsız halini hoş görmeye çalışarak, bildiklerini sık sık sözünün kesilmesine rağmen anlattı. Benimle ilgili kısmı da anlatınca, teşekkür edeceğini sanmıştım ama bana öfkeyle bakmaya başlamıştı. Ben bir an önce gitmek istiyordum;
-Beyefendi, zannederim artık benim yapabileceğim bir şey yok, izninizle gidebi...
-Para mı istiyorsun?
-Efendim, anlamadım!..
-Can'ı buraya getirdin diye şimdi de para mı istiyorsunuz? Ne malum sizin çarpmadığınız?
-Bakın beyfendi, üzüntülüsünüz, hoş görmeye çalışıyorum. Ben para filan istemiyorum. Ayrıca arabam olmadığından Can'a çarpma ihtimalimde yok. Can'ı bu şoför arkadaşın arabasıyla getirdik.
-Para alamayacağını anlayınca, biran önce gitmek istiyorsun.
-Bakın ben vicdani bir görevimi yerine getirdim, para için yapmadım.
Polis arkadaş, ihtiyarın bu hoş olmayan konuşması karşısında beni kurtarmak istedi;
-Beyefendi, herhangi bir şikâyetiniz yoksa adını, adresini alıp arkadaşı gönderelim, işi varmış beklettik.
-Şikâyetçiyim.
Yanlış duyduğumu zannettim, tekrarladı;
-Şikâyetçiyim, dün torunumun eline harçlık olarak 80 bin TL vermiştim Hepsini bir günde harcamış olamaz. Bu genç adam torunumun cüzdanını alıp, sonra bizden de para koparabilmek için torunumu hastaneye getirmiş olabilir. İlla da arabayla çarpmış olması gerekmiyor herhalde şikâyetçi olmam için.
-Bakın beyfendi, ileri gidiyorsunuz. Benim saygı sınırlarımı zorlamayın lütfen. Hırsızlık çok ağır bir suçlama.
-Ağır, mağır... nerde öyleyse benim torunumun cüzdanı.
Polisle şoför bana kuşkuyla baktı. Hele şoförün gözündeki bir arkadaşı tarafından aldatılmış ve yıkılmış biri ifadesi beni kahretti. Benim hırsız olduğuma inanmış görünüyordu. Polis bana döndü;
-Üzgünüm, karakola gitmeliyiz. Olay açıklığa kavuşana kadar orada kalmalısınız.
Ben hiç ummadığım bu durum karşısında şaşkına dönmüştüm;
-Nasıl açıklığa kavuşacak, çocuk kendine gelip konuşunca mı?
-Şimdilik başka çare görünmüyor.
-Ya, Allah korusun çocuk ölürse, ben hırsız damgasını mı taşıyacağım? Ya da çocuk cüzdanı daha önce düşürmüş ama fark etmemişse yine ben mi suçlanacağım?
-Benim diyebileceğim bir şey yok. Çaresiz, ya durum lehinize olarak aydınlanmalı, ya da bu beyfendi hırsızlık suçlamasından vazgeçmeli.
İhtiyar adam yine öfkeli konuştu;
-Hayır vazgeçmiyorum.
İhtiyar tekrar konuşmamıza fırsat vermeden uzaklaştı. Çaresiz polis arabasına bindim. Polis, şoför Kemal'e döndü;
-Bu durumda ifadeniz gerekiyor, lütfen sizde gelin.
Kemal taksisine bindi, bizi takip ederek karakola geldi. Hırsızlıkla suçlanmak kadar, bu iyi kalpli şoförün gözünde düştüğüm durum da beni üzüyordu.
Birden aklıma bir ayrıntı geldi, Kemal'e yaklaştım;
-Sen geldiğinde ben çocuğun yanındaydım, sonra senin arabana bindik. Yani cüzdanı alsaydım hala üzerimde olmalıydı, değil mi?
-Evet...
Bizimle gelen polis memuru üzerimi aradı. Üzerimden cüzdan çıkmayınca Kemal'in sevinmesi, yüzünde pişmanlıkla karışan özür diler gibi ifade içimi ısıttı. Ama sevincimiz uzun sürmedi; polis bizim yüzlerimizdeki mutluluk ifadesine baktıktan sonra, bir suç işler gibi konuştu;
-Bu bir şeyi ispatlamaz, taksiyle gelirken cüzdanı camdan atmış olabileceğinizi iddia edebilirler.
Polis üzgün bir ifadeyle yanımızdan ayrılıp bir odaya girerken, Kemal ile benim yüzümdeki mutluluk kaybolmuştu bile.
Karakolun salonunda beklemeye başladık. Artık parkı, saat ikiyi, Gül'ü düşünecek halim kalmadı. Zaten saat ikiye yirmi dakika var. Çaresiz, elim-kolum bağlı bekliyorum.
Kemal'in ifadesini alıp gönderdiler, ben ise geceyi nezarethanede geçireceğim. Bu arada, Can'ın ameliyattan çıktığını, yoğun bakımda olduğunu öğrendik telefonla. Henüz kendine gelmemiş olsa da ölüm tehlikesini önemli ölçüde atlattığını söylediler. Hem çocuk için hem de söyleyecekleri beni kurtarabileceğinden sevindim.
Nezarethanedeki yerime geçmeden, telefon etmeme izin verdiler. Gül'ü aradım, randevuya gelemediğim için özür dilemek istiyordum. Ancak telefonu açan olmadı.
* * *


--- DEVAMI VAR ---
Old 21-08-2007, 12:44   #18
ozanyazar

 
Varsayılan Bahar Hikayeleri (Ahmet Ünal ÇAM)

Nezarethanedeki yerime geçmeden, telefon etmeme izin verdiler. Gül'ü aradım, randevuya gelemediğim için özür dilemek istiyordum. Ancak telefonu açan olmadı.
* * *

PARMAKLIKLAR ARASINDAN GÖKYÜZÜ

Saat akşamın sekizi, nezarethane dedikleri odadayım. Ranzama uzandım, düşünüyorum. Gül'ü düşünüyorum, Kemal'i düşünüyorum... Gül anlattıklarıma ya inanmazsa... Onu inandırmak için karakola getirip kayıtları mı göstereceğim! Saçma... Bu düşüncelerime sinirle güldüm. Sözlerime inanmazsa zaten aramızda bir arkadaşlık kalmaz ki. Kim bilir bu kez de randevuya gelmedim diye çok kızmıştır, benimle konuşmak bile istemeyebilir. Tabi neden olmasın, bana bağlı değil ki henüz, vazgeçmesi de zor olmaz.
Kemal... Kemal ayrı bir dert. Sadece adını biliyorum ama benim için önemli biri. İyi insanlar o kadar azaldı ki, iyi insanlarla karşılaşmak o kadar zor ki. Kemal'in değeri benim için çok fazla. Suçsuzluğumu en azından ona ispatlayabilsem. Onun dostluğunu kazanmalıyım. Menfaate, çıkara dayanmayan dostlukları böyle özlemişken ona boş veremem. Kemal, kendi açısından benim hırsız olabileceğimi düşünmekte haklı, aksini ispatlayamadım ki... üzülüyorum... bunalıyorum.
Gözlerim tavana dikildi, kendimi Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Han Duvarları" şiirinde buldum; benden önce bu handan geçenleri düşündüm. Öyle bir an geldi ki; Maraşlı Şeyh oğlu Sarılmış’la kendimi özdeşleştirdim, onda kendimi buldum. Bir kaç mısrayı hatırladım;
" Hancı, dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkulu burkulu kaldı bende.
Dedi: “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende! " Ben de bu nezarethaneye sağ girdim ama hırsız damgasıyla çıkarsam, "Sağ çıktım" diyemeyeceğim.
* * *
Düşünceler içinde uyuyakalmışım. Saat sabahın altısı, henüz uyandım. Burası bekâr odamdan daha sıcak ama sulayacak bir çiçeğim bile yok.
Kalktım, parmaklıklı penceremden sokağa baktım; sokaktan çok az insan gelip geçiyordu. Sabah mahmurlukları yüzlerinde, çeşitli yönlere yürüyor. Özenecek hiçbir şey kalmamış gibi, bu gezinen, erkenden işe giden ya da kahvaltı için ekmek almaya çıkmış insanlara özendim. Dört duvar arasında olmak kötü, çok kötü. Gözlerim uzaklara kaydı, ufukları dolaştı. Güneş doğmak üzere, ufuklar pembeleşmiş. Manzaranın romantikliği, şiir yazmak için çok güzel ama içimdeki sıkıntı şiir namına iki satır bile yazmama engel oluyor.
Yalnızlık düşünmek için çok uygun bir ortam oluşturuyor. Hayallerin, umutların zamanla nasıl değiştiğini düşünüyorum. Çocukluğumda bisiklet en büyük hayalimken, bir gün baktım umurumda bile değil. Bir gün gitar isterken başka bir gün önemi kalmamış. Çok şey bu şekilde bir gün önemliyken başka bir gün önemsiz hale gelince zamanla yaşamı güzelleştiren en önemli şeyin, diğer insanlarla olan ilişkilerimin, sevginin ve paylaşabilmenin olduğunu kabul ettim. Maddi isteklerin sonu yok; arabam olsa, ev isteyeceğim, evden sonra belki uçak, belki fabrika istememem için bir sebep yok ki. Bunlar istenmesin diye düşünmüyorum ama yaşamın amacı daha çok kazanmak olmamalı, sonu gelmez maddi isteklerin, yetmez. Oysa dostluklar, sevgiler öyle mi! Kıymetini bilene şöyle bir içten gülüş veya candan bir halini sormak hatta samimice selam vermek ne kadar güzeldir.
Bunları düşündükçe Kemal'in dostluğuna verdiğim önem artıyordu. Bir polisin gelmesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Polis geldi, kapıyı açtı;
-Komserim sizi çağırıyor.
Polisle birlikte yürüdük, koridoru geçip komiserin odasına girdik. Odaya
girince komiser ile beni tutuklayan polis gülümseyerek bana baktı. İçime
umutla karışık tatlı bir huzur yayıldı.
Can'ın dedesi Ziya beyin köşedeki koltukta oturduğunu sonradan fark ettim. Onu görmemiş gibi yaparak komiserin gösterdiği koltuğa geçip oturdum. Komiser;
-Ümit bey suçsuzluğunuz ortaya çıktı, size boş yere rahatsızlık verdik.Ama elimizde değildi.
Çok rahatlamıştım, sevinmiştim. Heyecanımı belli etmemeye çalışarak cevapladım;
-Siz görevinizi yaptınız.
Komiser Ziya beyi göstererek;
-Ziya beyi tanıyorsunuz, Can'ın dedesi. Ziya bey söyledi, Can kendisine gelmiş.
-Nasılmış?
-İyiymiş, bu gün akşama hastaneden çıkarılabilirmiş.
-Sevindim.
-Hastaneye zamanında getirilmese kurtarılamayabilirmiş.
Ziya bey söze karıştı;
-Bu yüzden size minnettarız.
Bir an sustu, benim bir şeyler söylememi bekler gibi. Ben konuşmayınca devam etti;
-Can kendine gelince konuştu, cüzdanını evde unuttuğunu söyledi, odasında bulduk.
Ziya beye bakmamaya çalışıyordum. Son söyledikleri beni sevindirmişti. Cüzdanın bulunuşuyla suçsuzluğum kesinleşmişti. Cüzdan bulunmasa belki yine de suçsuz kabul edilirdim ama şüphe altında kalırdım. Allaha şükürler olsun.
-Suçsuzluğum ispatlandığına göre izninizle gitmek isterim komserim.
-Tabii gidebilirsiniz. Faydamın dokunacağı herhangi bir sorununuz olursa beni hatırlar, ararsanız elimden geleni yaparım.
Komiserin bu sıcak davranışları beni mutlu etmişti.
-Sağolun.
Ziya bey yerinden kalktı, bana yaklaştı. Elinde bir tomar para vardı, bana doğru uzattı. Para vererek kendini affettirmek istiyordu. Acıyarak yüzüne baktım;
-Daha öncede söyledim, ben torununuza para için yardım etmedim. İlla bir karşılık vermek istiyorsanız, bana yaptıklarınızı kimseye anlatmayın.
Niçin der gibi yüzüme baktı.
-Yoksa başka bir çocuğun başına aynısı gelirse, kimse yardım etmez.
Komiserle polis arkadaşın elini sıkıp, hızla çıktım odadan. Salondaki bir polisten Kemal'in adresini rica ettim, komserine danıştıktan sonra adresi bana verdi.
Karakoldan çıktım ilk iş olarak Gül'ü aradım, şansımdan telefona Gül çıktı.
-Gül, ben Ümit. Nasılsın?
Kısa bir şaşkınlıktan sonra konuştu;
-Sağol, iyiyim... niçin gelmedin randevuya?
-Kusura bakma elimde değildi. Randevuya gelmek için yola çıktıktan sonra başıma bazı olaylar geldi...
İki gündür yaşadıklarımı anlattım Gül'e.
-Hay Allah! Ben de neler düşünmüştüm.
Haber vermek için akşam seni aradım, telefonu açan olmadı.
-Akşam evde değildik.
-Kusura bakmazsan kapatıyorum, biran önce Kemal dediğim arkadaşı bulmak istiyorum.
-Yine ararsın değil mi?
-Ararım, hadi hoş çakal!
-Görüşürüz.
* * *
Kemal'i bulmak için aldığım adrese göre yola çıktım. Otobüse atladım. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra adresteki mahalleye geldim; burası bir gecekondu mahallesiydi. Otobüsten inince gördüğüm bir kahvehaneye girdim, Kemal'i sordum;
-Kemal İnce adında bir şoförü arıyordum.
Orta yaştaki bir adam eliyle göstererek tarif etti;
-Şu ilerdeki evden sağa dön, dördüncü ev, ikinci kat.
-Sağolun.
Köşeyi dönünce evi gördüm. Güzel bir görüntüsü vardı. Ev ile yol arasında güzel bir bahçe var, bahçede birkaç meyve ağacı, çiçek ekili bir köşe ve bahçeden ikinci kata uzanan merdiven. Bahçede oynayan iki çocuk bu güzelliğe hayat katıyor. Bu görüntülerle bir geçmişe özlem dalgası esti gönlümde, çocukluğumu hatırladım. Böyle yeşil bahçelerde yemek yiyişlerimiz, içtiğimiz çaylar, oyunlar... eh.. biraz da yaptığımız yaramazlıklar. Ve bazen çöken akşamla başlayan, esrarengiz olayları konu eden sohbetler.
Merdiveni çıkıp kapının zilini çaldım, genç bir kadın çıktı;
-Buyrun, ne istemiştiniz?
-Rahatsız ettim, burası Kemal İnce'nin evi mi? Kendisiyle görüşmek istiyorum mümkünse.
-Evet, burası, ama şu anda evde değil.
-Ne zaman gelir acaba?
Kapı aralığından evde yaşlı bir adamın oturduğunu gördüm, meraklı bir bekleyişle bize doğru bakıyordu. Kemal veya hanımının babası herhalde. Genç kadın sorumu cevapladı;
-Akşam yedi civarında geleceğini söyledi.
-Teşekkür ederim, yedi civarında gelirim.
-İsterseniz burda bekleyebilirsiniz, buyrun.
-Sağolun, ben daha sonra gelirim. Uğramam gereken bir yer var.
-Beyim geldiğinde kim olduğunuzu sorarsa...
-Ümit, deyin. İyi günler.
Ben merdivenden inerken, bahçede oynayan iki çocuk hızla yanımdan çıktı. Önde koşan çocuk annesinin önünde düştü.. Çocuklara öfkeyle bakan kadının yüzüne baktım, sevindim; o öfkeli yüzün arkasındaki şefkati, sevgiyi görmüştüm. Çocuklarını her fırsatta döven, sevgisiz kadın ifadesinden zerre yoktu yüzünde. Çocukları adına sevindim.
Merdivenden indim, evden uzaklaştım. Aslında yapacak bir işim filan yoktu ama evde sıkılırım, hem biraz dolaşmak mahalleyi tanımak istedim. Rasgele bir yöne yürüdüm. Bir ara sokağa dalmıştım ki, onbeş-onaltı yaşlarında gençlerin futbol oynadığı topları başıma çarptı. Aklıma bir muziplik geldi, başımı tutarak kendimi yere doğru bıraktım, bulunduğum yere çömeldim, baygın-halsiz gözlerle baktım gençlere. Yanıma koşarak geldiler, telaşlanmışlardı;
-Bir şeyin yok ya abi?
-Nasılsın abi?
-Çok mu sert geldi abi?
-Kusura bakma abi, istemeden oldu.
Hem soru soruyor hem de beni tutuyorlardı. Onlar düşmemem için beni tutunca, kendimi iyice bıraktım.
-Çok fenalaştım aahhh!..
-Ne yapabiliriz abi, kolonya getirelim mi?
-Benim için tek bir şey yapabilirsiniz.
Meraklandılar;
-Nedir o, abi ne yapabiliriz?
Yavaşça doğruldum, gülümseyerek yüzlerine baktım;
-Benimde sizinle futbol oynamama izin verebilirsiniz.
Hepsinin endişe dolu yüzleri rahatladı gülmeye başladılar.
-Tamam, abi, istediğin bu olsun ya...
Hemen montumu çıkardım, kenara koydum, gömleğimin üstünden iki düğme çözdüm paçalarımı da çorapların içine topladım, artık hazırım. "Eh.. şimdi bu gençlere o müthiş futbolumla amma hava atarım" dedim, kendi kendime. "Sen neymişsin abi!.. " sesleri şimdiden kulağımda.
Maça başladık, pas verdiler, topu aldım. Topla iki adım atmıştım ki birisi kaptı topu. "Olur, böyle şeyler" dedim. Ama böyle şeyler peş peşe iki defa daha olunca, hele benden kaptıkları son topla, rakip takım gol atınca çok fena bozuldum. Bağırdım; “Arkadaşlar bu senaryoda yanlışlık var; çalımları ve
golleri ben atacaktım. "
Gençler gülüştü ama sözümü pek dinlemediler, çalımı atan geçiyor. Baktım iş sıkı, rezil olacam

---DEVAMI VAR---
Old 30-11-2007, 12:07   #19
ozanyazar

 
Varsayılan Bahar Hikayeleri (Devamı)

Gençler gülüştü ama sözümü pek dinlemediler, çalımı atan geçiyor. Baktım iş sıkı, rezil olacam, daha fazla koşmaya başladım. Madem gençler benden yetenekli, hızlı koşarak belki bir şeyler yaparım, diye düşündüm. Bizim kaleciyle kaş-göz işaretiyle anlaştım, ileri doğru koştum. Kalecimiz topu tam benim koştuğum yere attı, önüme doğru süzülen topa bir ayak salladım gençlerin(ve tabii benim) şaşkın bakışlarımız arasında top ağlara gitti, gol oldu. Eh... tabii bende havalar, her gün böyle gol atıyormuş gibi bakışlar. Neyse, bir-iki şık hareket daha yaptım tesadüfen bir gol daha attım ve itibarımı kurtardım. Ama gel gör ki, yoruldum. Mecburen bir daha tiyatro kabiliyetimi konuşturdum;
-Ah.. ayağım, aahhh...
-Ne oldu abi ayağına?
-Burkuldu off... acıyor. Siz oynayın, biraz sonra geçer nasıl olsa.
-Geçmiş olsun abi.
-Sağolun.
Gençlerden birisi, numarayı çaktı, güldü;
-Abi, çok da yorulmuştun hani yani, neyse ki ayağın burkuldu.
Ben de gülümsedim;
-Ayak işte ne zaman burkulacağı belli mi olur!.. bazen böyle en gerekli zamanda burkuluverir.
-Hadi öyle olsun bakalım.
Gençler yanımda uzaklaşıp tekrar oyuna başladı. "Gençler" deyince aklıma geldi; Çalıştığım yerde benden sadece iki yaş küçük olanlara bile "Gençler" diye hitap etmeye alıştım. Ben böyle hitap edince hafiften kızmaya başladılar;"Biz mi çok küçüğüz, sen mi çok yaşlısın" dediler. Ben hemen klasik sözümle kendimi savundum “İnsan hissettiği yaştadır, ben kendimi yetmiş yedi yaşında hissediyorum"
Biraz kenarda oturup onları seyrettim. Sonra montumu aldım, gençlere veda
edip, ara sokaklara daldım.






UFKU UZAK ŞEHİRLERE AÇILAN BALKONUM
Evleri inceleyerek dolaşmaya başladım. Mimarisi güzel değildi, insanların sıcak ilişkilerinin güzelleştirdiği semtlerimizden biriydi. Evlerin özentisiz mimarisini görünce, iki yıl önce gittiğim Afyon'un güzel evlerini hatırladım. Afyonu birkaç arkadaşla geziyorduk, hep ana caddede dolaşıyorlardı. Oysa ben, ara sokaklarını dolaşmadan bir şehri tanımanın mümkün olmadığını düşünüyordum. Bence, ana caddeler şehrin vitrini, ara
sokaklar, mahalleler ise ruhudur.
Başka bir gün tek başıma Afyonun ara sokaklarını dolaştığımda ise bambaşka bir dünya bulmuş, mutlu olmuştum. O gün ara sokaklardan sonra da, Afyonun meşhur kalesine tırmanmış, o yüksek yamaçlı, dik kayalardan oluşan kaleden Afyonu seyretme mutluluğuna erişmiştim.
Düşünüyorum da; politikacılarımızdan kaç tanesi lüks arabalarla gelip geçtikleri ana caddelerden kurtulup, halkı daha iyi anlamak için, kılık değiştirerek ara sokaklara dalmış, halkla konuşmuş, sorunlarını incelemiştir! Canım sıkılıyor, canım. Ana caddelerdeki yılda birkaç defa değişen kaldırım taşlarını ve şu tozlu, baharda, kışta çamurdan geçilmeyen yolları düşündüm. Düşündüm de ne oldu, canım sıkıldı, canım.
Vakit daha erken, ayaklarım da yoruldu, isyanda. Gördüğüm bir çocuk parkına girdim. Bir kenara oturdum. Kuş seslerine çocuk sesleri karışıyor. Birbirinden güzel sesler kulağımda dans ederken, cebimden şiir defterimi çıkardım. Gül'e bir güzel şiir yazarsam gönlünü daha alırım diye düşünüyorum. Ama yazamıyorum. neyse bir süre uğraştıktan sonra küçük bir dörtlük yazabildim;
" Her şeymişsin gönle meğer. Yoksan yanımda eğer, Olmuyor ki gönül rahat. Çekilmiyor sensiz hayat. "
Bu sırada, Kemal'in taksisiyle yoldan geçtiğini gördüm. Saat henüz dört. Biran önce gidip, konuşayım. Kalktım, bakkala uğrayıp çocuklar için çikolata aldım. Yeni yerler göreyim diye, giderken değişik sokaklar takip ettim. Eve yaklaştığımda, kucağında çocuklarıyla balkondaki Kemal'i gördüm. Beraber top oynadığım gençlerden ikisi beni görüp yaklaştı;
-Abi, bizimle arasıra yine top oynar mısın?
-Kusura bakmayın cimboma transfer oldum, size vakit ayıramam.
-Galatasaray’da mı oynayacaksın?
-Oynayacağım sayılmaz, derslere gireceğim.
Gülümsediler;
-Ders mi vereceksin?
-Yok, futbol nasıl oynanmamalı derslerinde örnek olarak beni gösterecekler.
Gençler gülüşürken, merdivenleri çıktım, geldiğimi gören Kemal kapıyı açtı. Bana nasıl davranacağına karar verememiş olduğu belliydi.
Old 07-07-2008, 13:29   #20
ozanyazar

 
Varsayılan Bahar

-Oynayacağım sayılmaz, derslere gireceğim.
Gülümsediler;
-Ders mi vereceksin?
-Yok, futbol nasıl oynanmamalı derslerinde örnek olarak beni gösterecekler.
Gençler gülüşürken, merdivenleri çıktım, geldiğimi gören Kemal kapıyı açtı. Bana nasıl davranacağına karar verememiş olduğu belliydi.
-Hoş geldin, dedi.
-Hoş bulduk, dedim. İçeri buyur etti, girdim. İçerdeki yaşlı amcayı görünce selam verip, elini öptüm.
Kemal ailesiyle tanıştırdı, elini öptüğüm amca babasıymış, hanımının adının
Ayşe, çocuklarının ise Erol ve Birol olduğunu söyledi.
Fazla vakit kaybetmek istemiyordum, Kemal'e döndüm; " -Kemal, suçsuzluğum
ispatlandı. Senin de öğrenmek isteyebileceğini düşündüğüm için geldim. "
Kemal kuşkuyla sordu; “Nasıl ispatlandı?"
Sabah olanları anlattım, yüzünde beliren mutluluk dolu tebessüm benim de içimi ısıttı, rahatlattı. Kemal özür diler gibi bakarak konuştu; “Kusura bakma, sana inanmamıştım, insanoğlu çiğ süt emmiş, deyip üzülmüştüm. Şu anki mutluluğumu sana anlatamam.
-O günkü kısa görüşmemize rağmen iyi bir insan olduğunu düşündüm, eğer kabul edersen seni arkadaşlarımdan, dostlarımdan kabul etmek isterim.
Kemal kalktı beni kucakladı, elimi sıktı;
-Bundan mutluluk duyarım.
Bir süre bakıştık tekrar sarıldık, babası ve hanımı gülümseyerek bize bakıyorlardı. Olayı onlara da anlattığı belli oldu. Oturduk, Ayşe hanım çay yapmıştı. Çayları aldık, içerken çocuklara aldığım çikolata aklıma geldi, kalktım, çocuklara çikolataları verdim.
-İyi ki çayları getirdin yenge, yoksa çikolataları vermeyecektim.
Ayşe hanım gülümsedi. Kemal; “Zahmet etmeseydin, zaten çocukların dişlerini çürütüyor. " dedi. Ben kurnaz kurnaz gülerek; “Keh.. keh.. amcam dişçi de. "
Çayımı sehpadan aldım, balkonlarına baktım; “Çayları arka balkonda içebilir miyiz, sakıncası yoksa?" Kemal “Tabii. "dedi. “Umarım rahatlığımı, yüzsüzlük olarak karşılamazsınız. Bana geçmişte yaşadığım mahalledeki evlerin bahçelerini hatırlattı da bahçeniz. " Kemal; “Ne demek Ümit, lütfen rahat ol" “Eh bu sözüne güvenerek sana adınla hitap edebilir miyim?" Kemal;”Tabii, sadece Kemal demen yeterli. “Peki, öyleyse sadece Kemal. " Gülümsedi.
Kemalle balkona geçtik, babası da geldi. Çocukları bahçeye inmiş oynuyordu. Tatlı bir atmosfer vardı, konuşmadan da burda saatler hiç sıkılmadan geçebilirdi. Ama biz ordan burdan konuştuk. Nerde, nasıl yaşadığımı sordular, adresimi aldılar.
Kemal'i evime davet ettim;”Ara sıra uğrarsan, özellikle ailece gelirseniz sevinirim. Bekâr yaşadığıma bakmayın çok güzel yemek yaparım. " “İnşallah. "
-Kemal, yenge hanım akşam yedide geleceğini söylemişti, daha erken geldin. Hayrola, çalışırken bir şey mi oldu?
-Baktım müşteri çıkmıyor, akşama da misafir gelecek, erken gelip istirahat edeyim, dedim. Akşam yemeğine kalırsın umarım.
-Yok, çok sağol, başka zaman. Zaten ben de kalkacaktım, gideyim. Çay çok güzeldi, eline sağlık.
Gülümsedi; “Çayı Hanım yaptı, ben bulaşıkları yıkayacağım. "
-Öyle mi, öyleyse yenge hanımın ellerine sağlık.
-Afiyet olsun, ama acelen ne yemekten sonra gidersin.
-Bu günlük bu kadar rahatsız ettiğim yeter.
-Rahatsızlık ne demek, memnun oluruz kalırsan.
Ayağa kalktım; “Başka zaman iki yat yemek yerim. Allaha ısmarladık. "
* * *
Bir yaz yağmuru sokakları ıslatmış, mis gibi toprak kokusu havayı kaplamış. Otobüse atladım, eve geldim. Kapımı açarken, yaşlı komşum Nebahat teyze geldi; “Ümit evladım, bu gün seni bir arayan oldu. Arabasıyla geldi seni sordu. "
-Kimmiş?
-İsmi Mustafa’ymış, ”Ümit bey beni tanımaz, ben yarın yine gelirim. "dedi.
-Allah Allah!.. Neyse, yarın anlarız. Sağol.
-Yemek yedin mi? Yemediysen ben de tam Ayhan amcanla yemeğe oturuyordum, gel istersen.
-Sağolun, aç sayılmam.
-Sen bilirsin evladım, hadi iyi akşamlar.
-İyi akşamlar. Ayhan amcaya selamlar.
Evime girdim, hemen ocağa çayı koydum, teybe de enstrümantal bir kaset. Sonra domatesler ve yumurtalarla başbaşa kaldım.. İki gün önce aldığım domatesler tam menemenlik olmuş. Nebahat teyzeleri rahatsız etmek istemediğimden aç olmadığımı söyledim ama oldukça acıkmışım. Domatesleri doğradım, sıra yumurtaları kırmaya geldi. Gerçi annem "İki yumurtayı kıramaz. "der benim için ama geçen değil iki, otuz yumurtayı birden kırdım, bunu telefonda anneme söyleyince de “Yerleri temizlemesi zor olmuştur. " demişti. Neyse bu kez yumurtaların üçünü domateslerin üstüne kırmayı başardım ama... amma ve lakin zil çalıyor. Ne yapalım her kimse kaynanası sevecek, sıcağı sıcağına menemene geldi.
Kapıyı açtım, şık giyimli, orta yaşlı biri vardı kapıda. Buyur ettim; “Buyrun. " “Ümit bey mi?" “Evet" "Ben, Can'ın babası Mustafa. " “Memnun oldum, içeri buyrun, kapıda kaldınız. " “Teşekkürler. " İçeri girdi, bir sandalyeye oturdu. Yemeğe davet ettim; “Hadi iyisiniz, ben de yeni menemen yapmıştım. " Gülümsedi, tepsiyle önüne getirdim yemeği, ben de bir sandalye çektim. Elleriyle, “yemem” gibilerden bir işaret yapmaya çalıştı, ben hemen itiraz ettim; “Yoo, almazsanız darılırım, alın iki lokma. Üstüme yoktur, çok iyi darılırım"
Fazla direnmedi, beraber harika lezzette... olmasa da yine de güzel olan menemeni yemeye başladık. Bir yandan da konuşuyoruz; “Babam olanları anlattı, size karşı çok mahcubuz. Özellikle de babam kendisini affetmenizi rica ediyor. " “Sadece biraz kızmıştım, geçti. Artık kızmadığımı söylersiniz. " “Bunu bize bir gün gelip siz söylerseniz memnun oluruz. " “Gelmiş sayın, selam söyleyin. " “Bakın, gelmenizi gerçekten çok istiyoruz. Beni yormayın, nasıl olsa kabul edene kadar ısrar edeceğim. " Biraz düşündüm, sonra; “Bakın bu gün olayları tekrar düşündüm, babanıza kızgınlığım azaldı ama üzüntüm arttı çünkü yalnız babanızın o günkü davranışı değil toplumun genelinde her şeyi maddiyatla değerlendirme arttı. Gerçekten sırf içinden geldiği için iyilik yapanlar azaldı, onlarda toplumda alaya alınma endişesiyle ya iyilik yapamaz ya da yaptıklarını saklar hale geldiler. Kendim için konuşmuyorum ama toplumda ön plana çıkmasa da gerçekten karşılıksız iyilikten mutlu olanlar var ve gittikçe azalıyor, çünkü haksız kazanç sağlayanlar açıkgöz, haram yemeyenler enayi sayılıyor. Babanız gibi toplumun daha iyi olduğu zamanları bilenler de bu halleri gördükçe topluma güvenini kaybediyor, herkese karşı kuşkulu oluyor. Ama böyle düşünmeme rağmen çok fazla kırıldığımı da yine ifade edeyim. Can'a yardım edipte bunlar olunca, daha zayıf karakterli olsaydım bir daha iyilik yapmaktan çekinirdim, neyseki herkesin tepkisi aynı olmuyor ve Kemal gibi insanlar hala var. " "Kemal mi, o kim?" “Can'ı hastaneye getiren şoför arkadaş. Zaten ben görmesem de Kemal görseydi Can'ı o halde yine yardım ederdi. "
Yemekten kalktık, “Ümit bey, sonuçta, bize gelmeyi kabul ettiniz değil mi?"
“Evet. "“Mesala, yarın akşam gelirsiniz, hem Can'a da geçmiş olsun dersiniz. "
“Tamam. " “Adresimizi, telefonumuzu şu kağıda yazdım, buyur. " “Tamam, telefonu yazdığınız iyi oldu, bir aksilik çıkar da gelemeyecek olursam sizi ararım. Çay demledim, yemeğin üstüne iyi gider. " “Sizi kırmamak için bir bardak içip gideyim, geç oldu, merak etmişlerdir. Aslında size yarın uğrayacaktım. " “Komşu teyze de yarın geleceğinizden bahsetmişti. " “Yarın belki evde bulamam diye düşündüm. " “iyi yapmışsınız, yarın okul arkadaşlarımdan birine uğrayacaktım. Sınavlar yaklaştı. " “Üniversite mi, hangisi? "
“Edebiyat. "
Saatine baktı, çayını aceleyle yudumladı; “Sohbete devam etmek isterdim ama çok geç kaldım. Hadi, yarın akşam görüşürüz, iyi akşamlar. " “İyi akşamlar"
* * *
Hava güzel, pencereyi açtım, teybi kapattım, pencere kenarına yaslandım. Orhan Veli'nin bir şiiri aklıma geldi;

" Ve bilhassa, parmaklığına dayandığın zaman
Ufku uzak şehirlere açılan balkonunun
Günahların geçecek hafızanın arkasından
Günahların... sonu gelmez kafilelerden uzun. "

Yaşayıp gidiyorum işte, neler umuyorum hayattan ve neler yapıyorum. En iyisi okulu bir an önce bitireyim, askerliğimi de hayırlısıyla yapıp, hayatımı bir düzene sokayım.
Neyse, ilerde hatırlayınca bu günü, boşa gitmiş bir gün saymayacağım. Bakalım yeni gün neler getirecek bana. Neler mutluluk, neler hüzün getirecek ve ben ne kadarından bir şeyler öğrenip ders alabileceğim. Zaman kimseyi beklemiyor, geçip gidiyor. Düşünceler içinde yatağa uzandım, uyumuşum.
Old 04-09-2008, 15:40   #21
ozanyazar

 
Varsayılan Eskİmeyen Dost

ESKİMEYEN DOST


Çay bahçesinde oturan 55-60 yaşlarındaki adam, yanına yeni gelen aynı yaşlarındaki arkadaşına öfkeyle söyleniyordu;
-Biraz daha gelmeseydin canım, kök salıyordum yavaş yavaş.
-Aziz bey, insan arkadaşını böyle mi karşılar.
Aziz bey, ayağa kalkıp arkadaşına sarıldıktan sonra sitemli konuşmalarına devam etti.
-Ahmet bey, beni saatlerce bekletmen doğru mu!
-Aziz bey, iyice yaşlandın. Ne saatlercesi yahu. Beklediğim otobüs geç geldi, sonra da trafiğe takıldı işte
-Bir önceki otobüse binseydin.
-Bak kırmaya başlıyorsun beni.
Aziz bey, nazını götürdüğünü bildiği arkadaşına yüklenmeye devam etti;
-Kırmak mı! Asıl kırılan benim yahu. Buluşalım, bir çay-kahve içelim diyen sensin, geç kalan yine sen.
-Tamam yahu ettik bir kusur. Unut artık.
-'Unut' muş, hani edebiyat sohbeti yapacaktık, şiirler okuyacaktık. Bu moralle oku okuyabilirsen. Heves mi bıraktın!
-Azizim Aziz, unut moral bozan konuları, kapat artık. Çevrene bak; çiçekler açmış, kuşlar şen-şakrak, bir bahar rüzgarı yüzümüzde. Neşelen, kahveciye rica ederim şimdi, senin sevdiğin bir eski şarkının plağını da çalar. Daha ne istersin şu üç günlük dünyadan.
Sözü biterken kahveciye doğru el salladı. Kahveci, bu iki ihtiyarın hemen hemen her hafta gelmesine, eski şarkılar dinleyip, şiirler okuyarak sohbet etmesine alışmıştı. Alıştığı işareti alan kahveci, uzaktan onların hafif atışmalı hallerini görünce, kendi kendine mırıldandı; “Aziz bey yine öfkeli, uygun bir şarkı çalmalı”. Diyerek plakları karıştırmaya başladı.

Kahvecinin koyduğu plaktan, “Sen benim eski değil, eskimeyen dostumsun” şarkısı kulaklarından ruhuna yayılırken, Aziz bey yumuşadığını belli eden bir ses tonu takınsa da yine sitemli konuştu;
-Senin keyfin yerinde, bekletilen sen değilsin.
-Bak kalbimi kırmaya devam edersen, bir dahaki sefer daha da geç gelirim.
-Aha!..bir de tehdit ha, “Daha da geç gelirim ha!...”
-Kızma canım hemen, şaka yaptım, bir daha geç gelir miyim!
-Ha şöyle yola gel.
-…hiç gelmem.
-Bak bak bak. Gelme de gör bakalım bir daha yüzüne bile bakmam.
Ahmet bey gülümsemeye, Aziz beyin öfkesini neşesiyle savuşturmaya devam etti.
-Neyse Azizim, bir öykü yazıyorum. Sanırım bu gece bitiririm. Seni darıltmak istemem, bir daha ki buluşmamızda yorumlarına ihtiyacım var.
-Seni gidi seni, zayıf tarafımı biliyorsun değil mi!
-Öfkenin çabuk geçmesi de olmasa çekilecek adam değilsin.
-‘Adam değilsin’ den önce virgül mü var?
-Yok yok, o kadar da değil. Yine kavga mı çıkaracaksın.
Aziz bey güldü;
-Şaka yaptım canım, sen şaka yaparken iyi de ben yapınca mı kötü. Neyse, bu günkü okuyacağımız şiirlere başlamadan kararlaştıralım, çarşamba mı uygun, perşembe mi sana?
-Çarşamba hastane randevum var, Perşembe buluşalım.
-Hastane mi, yok ya önemli bir şey?
Ahmet bey, bakışlarını başka tarafa çevirdi.
-Önemli bir şey yok canım. İhtiyarladık, bir kontrolden geçeceğiz.
-Tamam ama sakın gecikme köprüleri atarım ha!
Ahmet bey yine güldü;
-Atarsan at yahu, ben seni kolay bırakmam, yeni köprüler kurarım. Senin gibi aksi ihtiyarın arkadaşsız kalmasına gönlüm razı olmaz.
-Gül bakalım gül. Öykün kötüyse böyle gülemeyeceksin. En ufak hatanı yüzüne çarpacam, yerden yere vuracağım seni.
-Yahu eski dostuz insaf et.
-Neyse bırak bunları o güne kadar gülsün yüzün. Sen yeni şiirlerini oku bakalım.
Ahmet bey, çantasını karıştırdı, bir şiir defteri çıkarıp okumaya başladı;

NE KALDIİçimde gençlikten bir ses kaldı,
Doymadım dünyaya ah! ... heves kaldı
Neylesem, ne yapsam nafile
Alacak bitti de verecek son nefes kaldı.


Birbirlerine şiirler okuyarak vakit geçirdiler. Akşama doğru vedalaşıp ayrıldılar.

**** **** **** **** **** **** **** ****
Son edebiyat sohbetinin tadı damağında kalan Aziz bey, perşembeyi nerdeyse iple çekmişti. Elinde son dergilerden bir demet, dostuyla okumak için hevesle kahvehanenin bahçesine geldi. Bahçeye geldiğinde yüzü asıldı, arkadaşı henüz gelmemişti. Öfkeli biriydi, yine içinde öfkenin kabardığını hissediyordu;
-Gelsin bakalım, bu kez gerçekten kırıcı konuşacağım.
Beş dakka, on dakka derken iyice sabırsızlanmıştı;
-Yazıklar olsun, geçen o kadar kızdığımı bildiği halde yine gecikti. Eminim yine otobüsü bahane edecektir. Hele bir gelsin, kalp kırmak nasıl oluyormuş göstereceğim.
Bekledi bekledi… saatine baktı, yarım saat geçtiğini görünce yüzü öfkeden kızarmış halde kalktı yürüdü gitti.
Eve vardığında öfkesinden kimse yanına yaklaşamadı. Girer girmez yüksek sesle bağırdı;
-Ben odama geçiyorum, Ahmet’ten telefon gelirse hemen beni çağırın.
-Arkadaşın Ahmet amcadan mı?
-Arkadaşım, dostum filan değil artık.
Hışımla odasına geçti. Oda da bir aşağı, bir yukarı yürüyor, Ahmet özür dilemek için aradığında söyleyeceği öfkeli sözleri düşünüyordu. Arada bir odadan çıkıp soruyordu;
-Ahmet aradı mı?
-Hayır, aramadı.
-Arayınca hemen haber verin.
Ne kadar beklese de aramadı, ertesi gün de;
Önce, aramaya utanıyor diye düşünüyordu ama ertesi gün de aramayınca kalbinde büyük bir hüznün ağırlığını hissetti. İşte perşembeden sonra cuma günü de akşam olmuş, hala aramamıştı.
-Yazıklar olsun Ahmet, bir arayıp özür bile dilemedin. Köprüleri atan sen oldun, yazıklar olsun, yazıklar olsun.
İki gündür öfkesi, söyleyeceği sözler içini bunaltmıştı. Eli telefona uzandı, numaraları çevirmeye başladı. Bir yandan da, eski bir dostluğu bitirişin acısı boğazında düğüm düğüm düşünüyordu;
-Son sözümü söyleyeceğim Ahmet, son sözümü ve bir daha yüzüne bile bakmayacağım.
Telefonun açılma sesinden sonra karşıdan genç bir kızın sesi geldi;
-Alo.
Genç kıza karşı öfkeli konuşmamaya çalıştı, sesini yumuşattı;
-Ahmet beyle görüşecektim kızım, evde mi?
Genç kız zor konuştuğunu belli eden bir sesle cevap verdi;
-Arkadaşı mısınız? uzun süredir kalbinden rahatsızdı, çarşamba günü vefat etti, bu gün de cuma namazından sonra Çankırı’da defnettik.



Ahmet Ünal ÇAM 09-01-2007 09:00
Old 31-12-2008, 12:48   #22
ozanyazar

 
Varsayılan

Taksi



Taksisi ile cadde ışıkları altında yol alıyordu. "İki-üç müşteri daha bulursam eve dönüp uyuyacağım. "diye düşündü, yorgundu. Taksisine bir an sevgiyle baktı, mırıldandı; "Ekmek teknem" Gözü önce yolda sızmış bir sarhoşa sonra da çöpleri karıştıran birine takıldı. Kendisini kıyasladı sevindi; "İyisin, iyisin!. . "
Saatine baktı, bir Of çekti, "Bir müşteri çıksa artık, boşa dolanıp duruyorum. " Ertesi gün abisine gidecekti, erken kalkacağı
için, evine erken dönmek istiyordu. Fakat herşey insanın istediği gibi gitmiyordu ki. İçinde hafif bir öfke ile abisini düşündü; "Ah!. . abi, bırakmadın şu kumarı, borçlanırsan tabi yakana yapışır tefeciler. "
Bir daha derinden of çekti, "Gerçi parayı bu gün bul diyordun ama olmadı, sabah borç-harç parayı bulup seni tefecilerden kurtaracağım ama böyle devam edersen beni de yakacaksın, aileni de !. . "
Tam böyle düşüncelere dalmışken tali yoldan çıkan bir adamın el salladığını gördü, sevindi. Taksisiyle hemen adamın önünde durdu. Adam taksiye bindi ve telaşla anlatmaya başladı; "Lütfen acele edin, şu ara sokakta" Taksici rahatsızlanan birini alacaklarını zannetti ama adam konuşmaya devam ettikçe canı sıkıldı; "Aman Allahım, korkunç birşey adamı dört yerinden bıçaklamışlar. Adam nerdeyse kan kaybından ölecek. Kimse yardım etmiyor, herkes toplanmış seyrediyor. Ne kadar duygusuz, umursamaz bir toplum olduk, seyrediyorlar!. . " taksicinin canı sıkıldı; "Arabam kan içinde kalacak. " diye düşündü. Diğer adam devam ediyordu; "Hele iki araba yaralıyı almayınca şok oldum, hâlâ inanamıyorum. Düşünebiliyor musunuz? Bir adam kan kaybından ölmek üzere ve iki araba gaza basıp gidiyor. Düşündükçe deli oluyorum. Hah geldik, yaralı olan şu kalabalığın içinde" Taksici yumuşak bir sesle "Hadi siz yaralıyı getirin, ben de arabanın yönünü çevireyim de vakit kaybı olmasın" "Tamam" diyerek adam indi, kalabalığın arasına koştu, bağırdı; "Açılın, açılın taksi geldi" Ama daha yaralının yanına varmadan uzaklaşan araba sesiyle irkildi, hızla döndü; plakası görünmesin diye ışıklarını söndürmüş halde taksinin hızla uzaklaştığını gördü. İçinde birşeylerin koptuğunu hissetti, ağlar gibi bir sesle inledi; "Yarabbim!. . Yarabbim!. . Ne oldu bize, ne oldu? " olduğu yere ümitsizce çömeldi.
Taksici dikiz aynasından geriye son bir kez baktı, bağrışmalara küfürlere aldırmadan tekrar gaza bastı. "Bana ne yav, işin yoksa yaralıyı al, arabayı kirlet. . . başka taksi mi yok? Nasıl olsa şimdi bir
tane bulurlar. " Vicdanını da susturduktan sonra cebinden çıkardığı yabancı sigaradan bir tane yaktı. Sonra kendince bir espiri yaptı; "Hem işin ne ta buralarda? Rica etseydin katillerden, seni hastane önünde filan bıçaklasalardı. " Gözü elindeki sigaraya takıldı; "Ulan biz hakkaten geri kalmış ülkeyiz be, adamlar kendi ülkelerinde çoğu mekanda yasaklıyorlar bu mereti, bizim yasaklamamıza müsade etmiyorlar. Eee onlarda haklı, kendi insanları gözünü açmış, biz de akıllanırsak nereye satacaklar. Ulan, sigaralar bu kadar pahalıyken tarlada domatesini bin liraya satamayanlar varmış. " Sonra keyifle bir nefes daha çekti, "İç aslanım, iç Amerika`ya senin de katkın olsun. "
El sallayan bir müşteri görünce düşüncelerinden sıyrıldı. "-Hah müşteri dediğin böyle kılığı düzğün olacak, bahşiş bile bırakır. "
Taksici o gece bir süre daha çalıştıktan sonra evinin yolunu tuttu. İçi huzur dolu evine yaklaşmıştı ki evinin önünde bekleşenler olduğunu gördü. Meraklandı. Arabasını garaja çekip daha sonra ne olduğunu öğrenmek istedi ama bir komşusu onu durdurdu; "-İstersen arabayı yerleştirme, lazım olabilir. " Şaşkın indi, kapının önünde ağlaşan hanımı ve çocuklarına yaklaştı; "-Ne oluyor? " Hanımı ağlayarak boynuna sarıldı; "-Abin öldü. " Baştan aşağı titredi, "-Abim mi? . . . nasıl? " "-Bıçaklamışlar, kan kaybından ölmüş. " Taksicinin içi korkuyla sarsıldı; "-Nerede, ne zaman? " Karısının cevabıyla yıkıldı. Gözünde farlarını kapatarak kaçtığı sokak ve kalabalık canlandı; kalabalığın içinden kanlar içinde tanıdık bir yüzün kendisine baktığını görür gibi oldu. Baygın yere yığıldı. . .

Yazan : AHmet Ünal ÇAM
Old 31-12-2008, 14:02   #23
ozanyazar

 
Varsayılan Öykü : Bbörek Nakli ....Yazan : Ahmet Ünal ÇAM

BÖBREK NAKLİ

-Merhaba Recep hoş geldin.[/color]
-Hoşbulduk abi.
-Eee… neticeleri aldın mı?
-Aldım abi. Birimizin neticeleri iyi ama birimizde sorun çıktı.
Ağabey olan Zeki yerinde rahatsızca kıpırdandı.
-Bana bak, “ Doktor arkadaşım, ucuza, baştan aşağı muayene edecek, ikimiz beraber gidelim” dedin gittik. Karnımın altında sıkıştıran ağrından başka birşeyim yoktu. Şimdi bana bir de kötü haber verme.
-Merak etme abi, Allah çaresiz dert vermesin. İyi ki kontrole gitmişiz.
-Niye ki. Önemli bir şey mi var.
-Doktor arkadaşım Selim, böbreklerde sorun çıktığını söyledi.
Zeki iyice telaşlandı;
-Ben de mi?
Recep abisinin telaşlı haline baktı, kısa bir sessizlikten sonra gülümsemeye çalışarak devam etti;
-Yok yok… merak etme sende değil, bende.
Recep, oturduğu yere yerleşti, ağırdan ağıra, yavaş yavaş konuştu;
-Neyse, çaresi var demiştin. Neymiş çaresi.
-Böbrek nakli.
-Öyle mi! Böbrek bulmak kolay değil diye duymuştum. Sana ne çabuk bulundu böyle.
-Beraber gittik ya abi.
-Eeee…
-Senin de her türlü bulguların hastanede kayıtlı ya, senin böbrek bana uyuyormuş.
Zeki, kaşlarını çattı;
-Ne diyorsun sen Recep. Ben nasıl vereyim sana böbreğimi, ben ne olacağım.
-Abi bilmiyor musun, sağlam olduktan ve kendine dikkat ettikten sonra bir böbrek de yetiyormuş.
-Olmaz, olmaz Recep. Bak sen benden genç olduğun halde iki böreğinde göçmüş, başkasından böbrek istiyorsunBenim ne garantim var? Sana bir böbreğimi verdikten sonra ya diğeri de işini yapamazsa. Sen benim böbreğimle rahat rahat gezerken, ben diyaliz makinelerinde mi ömür tüketeceğim..
Recep’in bakışlarındaki gülümseme kaybolmaya başlamıştı.
-Şaka yapıyorsun değil mi abi.
-Bu işlerin şakayla filan ilgisi olmaz Recep. Tamam kardeşimsin, tamam zor günümde çok borç verdin ama bu iş başka.
-Sen benim yerimde olsaydın, düşünmeden verirdim abi. Eğer beni denemek için yapıyorsan, yapma. Sen böyle konuştukça gerçekten üzülmeye başladım.
-Bak Recep, açık söylüyorum, eğer borcumu başıma kakıp da isteyeceksen, hemen bir takvime bağlayalım, birkaç senede ödeyim. Borç çok, hemen ödeyemem ama borcumu kullanıp bana boşuna baskı kurmaya kalkma.
-Ben sana borç lafı açtım mı! Her zaman demedim mi, “Ne zaman müsait olursan, o zaman ödersin.” Diye. Bu iş başka abi, kardeş kardeşe böyle durumda yardımcı olmazsa, başka ne zaman gösterecek kardeşliğini.
-Hiiiiç boşuna çeneni yorma. Sen de bekle biri organ bağışlasın diye, başkaları nasıl bekliyor.
-Organ bağışlayan o kadar azken, yıllarca bekleyenler varken, insan kardeşinin diyaliz makinelerinde sürünmesine nasıl göz yumalbilir ki.
-Son sözüm bu Recep, benim ki de can.
Recep yüzü asık, morali bozuk ayağa kalktı.
-Pekala abi, seni bir daha rahatsız etmeyeceğim. Ama ameliyat işlemlerine başlaması için kimliklerimizi doktor Selim’e bırakmıştım. Ona uğrayıp kimliğini alabilirsin.
-Güle güle, güle güle !…
***** ***** *****
Ertesi gün Zeki hastanedeydi. Biraz da eleştirmesindençekine çekine, doktor Selim’in odasına girdi;
-İyi günler doktor bey!
-Ooo hoşgeldiniz Zeki bey. Nasılsınız?
-İyiyim iyiyim.
-Az önce Recep de telefon etmişti, yarın tam ameliyat saatinde hastanede olacağını söyledi.
-Öyle mi! Aslında ben de o konuda konuşacaktım doktor bey.
-Buyrun.
-Bu ameliyat olmasın diyecektim.
-Olur mu! Siz ne diyorsunuz, diyaliz makinelerinde dolaşmak, o ağrıları çekmek, her hafta, bazen haftada iki kez hastaneye koşmak, üstelik çoğu zaman ağrı içinde sıra beklemek kolay mı sanıyorsunuz. Üstelik sizlerin durumu çok güzel, iki kardeşten biri böbrek hastası çıkıyor, aynı gün muayene olan kardeşinin de böbrekleri hem sağlam, hem de kardeşine uyumlu çıkıyor.
-Doktor bey, kusura bakmayın, tartışmak istemiyorum. Kimliğimi alıp gideceğim, bu ameliyatı istemiyorum.
Doktor çok şaşkındı;
-Zeki bey, karar sizin, zorla bir şey yaptırma imkanımız yok ama bir doktor olarak bu durumu kabullenemiyorum. Gelin bir daha düşünün, bu yaptığınızın hiçbir mantıklı tarafı yok. Ameliyat masasına yatmaktan korkuyorsanız, günümüzde bu ameliyatlar oldukça başarılı yapılıyor.
Kimliği uzattı;
-Evraklar önümde hazır, sadece sizin imzanız kalmıştı. Bakın kardeşiniz de yarın vaktinde burda olacağını söyledi, daha ne istiyorsunuz ki, anlayamıyorum.
-Doktor bey, bey eninde sonunda bir organ bağışlayan çıkacaktır.
-Korkarım ki sizin o kadar vaktiniz yok.
Zeki, içinde inceden bir sızı duyar gibi oldu.
-Kardeşimin durumu o kadar mı kötü?
-Kardeşinizin mi! …Recep size söylemedi mi, sizin böbreklerden biri hiç çalışmıyor, diğeri de iflas etmek üzere.
Zeki’nin gözlerinde korku, acı, hüzün toplanırken, durumu yeni anlayan doktor bir an Zeki’nin gözlerinin içine öfkeyle baktıktan sonra ayağa kalktı;
-Zeki bey, kardeşiniz böbreğini size vermek için yarın burda olacak. Size tavsiyem, bu evrakları imzalayıp sekreterliğe bırakın ve yarın ameliyat için burda olun.


25-04-2007 02:00




Ahmet Ünal ÇAM
ahmetunalcam@gmail.com
Old 05-03-2009, 17:56   #24
ozanyazar

 
Varsayılan Güle Güle Ağladım

Direksiyon başına geçenlerin, gerçekten de bir tür değişime uğradığını gördüm. Benzetmek belki abes olacak ama yaya iken sakin, mülayim denecek sessizlikte, engin bir hoşgörü içerisinde olan insanlar, direksiyon başında kuzu postundan kurtulmuş kurt gibi, hatta aslan gibi oluveriyor.

“Ben de böyle olur muyum? Kaba, bencil davranışlara geçer miyim?” sorularıyla bir süre rahatsız olmuştum aslında ama sonra farkına varmadan yaptığım hareketleri tarttığımda rahatladım. Yolda gördüğüm bir kaplumbağa için arabayı durdurup, yolun sonuna geçirdim. Sonra dönüp, yola çıktıktan sonra fark ettim bencilce davranmadığımı. “Demek ki her direksiyon başına geçende kişilik değişikliği olmuyormuş” diye sevindim. Bundan sonra trafikteki iyi insanları, kibarları, bencillikten uzakları gözlemler oldum. Meğerse benciller daha çok göze battığı için çok zannediliyormuş. O kadar çok efendice araba kullananlar var ki, sessizce, dikkat çekmeden. Bazen yavaşlayan bir araba görüyorum, “Trafik lambası filan da yok, niye yavaşladı?” diye bir bakıyorum, yaşlı bir teyze o şoföre el sallayarak teşekkür edip, yorgun adımlarla yoldan geçiyor. Başka birinde bakıyorum, önümdeki araba sağ sinyali yakıyor, “Hayırdır, sol şerit bomboş niye kenara yanaşıyor?” diyorum. Sonra fark ediyorum ki, epey geriden gelen ambulansın ışığını görmüş, gecikmeden sol şeridi boşaltmaya çalışıyor.

Bu tür olaylara rastlamak günümün huzurlu, neşeli geçmesine çok katkı yapıyor. Bazen aynalarda kendimi gülümserken yakalıyorum. Nedenini düşünüyorum, sonra o gün yaşadıklarımı bir filmi geri sarar gibi düşüne düşüne inceliyorum ve sonunda böyle güzel bir olaydan sonra içimde kalan güzellikten neşeli, mutlu olduğumu keşfediyorum.
Bu gün yine hem dikkatli araba sürmeye çalışıyorum, hem de güzel bir olaya rastlarsam kaçırmayım çabasındayım. Çünkü, iş yerinde yapacağım sunum için moral ihtiyacım var. Moralli, neşeli olmak özgüvenli olmayı sağlıyor. Ki bu da başarının en önemli anahtarı.

Bu düşünceler içindeyken, her şey bir saat gibi tıkır tıkır güzelliklere doğru yol alıyor gibiyken, ihtimalinden bile korktuğum, aklımın ucundan bile geçmesini engellediğim bir olay oluverdi. Önce bir çarpma sesi, uzun süredir içimde birikmiş korkuyla refleksleri birikmiş bir ani fren ve ben de şok.

Çevreden koşanlar, bazıları arabamın hemen önüne koşarken, birkaç kişi de kapımı açıp beni dışarı çıkardı. Beni arabamdan çıkaranların yardım için değil, kaçmamam için kolumu sıkıca tuttuklarını anladım. Bunun rüya veya bir gün ortası kabusu olduğunu görmek ve gerçek hayata dönüp, aslında bir şey olmadığını anlayıp rahatlamak istiyorum ama olmuyor işte bitmiyor bu işkence.

Kolumdan tutanlar beni de arabamın önüne doğru götürdüğünde bunun gerçek olduğunu anlıyorum; Başı kanayan bir çocuk ve içindekiler yerlere saçılmış bir okul çantası…

Dizlerimin bağı çözülüyor, bunu kaçma hamlesi sananlar daha sıkı kavrayıp beni ayağa kaldırıyor. Gözlerimin bir kararıp, bir düzeldiği esnada çocuğun kolundan tutup, oturttuklarını görüyorum. “Başı kanayan bir çocuk için bu hareket doğru mu caba?” düşüncesiyle, “Allah'ım, çocuk ağlıyor, demek ki yaşıyor! ” düşüncesinin beynimde çarpışmaları gözümden yaşlara yol açıyor.

Ağladığımı gören bir kaç kişi susmaktan vazgeçiyor sanki ve ilk defa o sesleri duyuyorum; “Adamın suçu yok, çocuk birden yola fırladı”. Bu sözleri birkaç kişi daha tekrar edince ve onaylayanlar artınca kolumu bıraktılar, arabama dayanarak zorlukla ayakta durabildim.

Koşarak gelen kadının gözündeki yaşlar ve acı feryadı annesi olduğunun habercisiydi sanki. Çocuğuna sarılırken bana bakışındaki nefreti bana göndermeyi de unutmamıştı. Allah’tan çevredeki insaflı insanlar onun yanında da yüksek sesle suçsuz olduğumu söylediler. Bunun üzerine kadıncağız benden bakışlarını çekti.

Bu gelişmeden sonra bakışlar benden çok çocukta yoğunlaştı ama kimse bir şey yapmıyordu. Dizinde de kanama vardı ama ordan geçen biri, “Başı kanıyor, içten beyin kanaması olabilir, acele hastaneye kaldırılmalı !” deyince ancak kendilerine geldiler. Hemen ambulans için telefon ettiler ama bu saatlerde hastane tarafından gelen trafik çok yoğundu. Oysa hastaneye doğru trafik akışı daha rahattı. Kendimi toparlamaya çalışıp, seslendim;
-Çocuğu arka koltuğa yatırın, ben götüreyim!

Kısa süreli bir şaşkın bakışlardan sonra çocuğu arka koltuğa taşıdılar, annesi de yanına oturdu. Birisi kulağıma eğildi;
-Suç mahallinden arabanı hareket ettirirsen ceza alırsın.
Gülümsedim, cevap vermedim. Kalabalığa seslendim;
-Komşuları veya tanıdığı bir kişi daha bizle gelsin.

Kalabalıkta bir kadın aceleyle “Arayan olursa hastaneye gittiğimi söylersin.” Diye çevresindekiler tembihlerde bulunarak bindi arabaya.

Annem, her işinde Allah’a sığın. Senin şer zannettiğinde de bir hayır olabilir, dua et” derdi her zaman. Ama düşünüyorum düşünüyorum, bulamıyorum. Sadece daha kötü bir netice karşıma çıkmadığına, çocuğun şu anda iyi göründüğüne şükrediyorum. İnşallah iç kanama da yoksa, işte asıl o zaman rahatlayacağım.

Hastanenin aciline çocuğu teslim ettik. Sonrasında polisler ifademi almak için tuttular ama çekip gitmek zaten uygun olmazdı. Çocuğun babası da yanıma geldi, öfkeli, öldürmek isteğinin aşikar olduğu bakışlar filan zaman zaman devam etti. Polis gözlemi altında koridorda bekledim.

Epey bekledikten sonra, beyin tomografisinden sonra ameliyata alındığı haberini zorlukla duyabildim. Aile ile sonradan hastaneye koşan akrabalar, hatta tanıdıkları perişan halde ağlaşmaya başlamışlardı. Bu görüntü kötü bir gelişmenin habercisiydi ama gidip soramıyordum. Polis memurundan rica ettim. O da sormaya cesaret edemediği gibi, bu ağlaşmalardan, çocuğun durumunun umduğumuzdan da kötü olduğunu düşünüp, beni koridordan alıp, hastane polis bürosuna götürdü.

Yıkılmıştım işte. Durumunu bir türlü öğrenemiyordum. Sonunda çocuğun babasının polis merkezine doğru geldiğini gördüm. Suç bende olmasa da bu babasına ne ifade edecekti ki…

Başımı öne eğdim, kaderime razı beklemeye başladım. Çocuğun babasının geldiğini fark eden tecrübeli bir polis memuru, öylesine ayağa kalkmış gibi gelip, önüme dikildi. Beni bir saldırıdan korumaya çalıştığını anladım.

Adam, bana bir an boş gözlerle bakıp, diğer memurlara doğru yürüdü. Ağlamaktan kızarmış gözlerini görmem için bu bakış yeterliydi.

İlerdeki masa başında bazı evrakları imzaladığını gördüm. İster istemez içimde bir huzursuzluk oldu. Sanırım şikayet dilekçesini imzalıyordu. Şikayetten sonra, çocuğu hastaneye getirmek için bile olsa, arabamı olay yerinden hareket ettirmem de cezamı artıracaktı.

Adam yanında başka bir polisle bana doğru yaklaştı. O polisin gözle işaret vermesiyle, beni korumaya çalışan polis kenara çekildi. Ayağa kalktım, çocuğun babası karşımdaydı işte. Kaderime razı, boynumu büktüm. Dayanamayıp bir yumruk atacağını tahmin ediyordum. Bana doğru bir adım daha atınca, gayri ihtiyari gözlerimi yumdum.

Islanmış yanaklarını yanaklarımda hissettim. Bana sarılmıştı. Bir şeyler söylemek istedi ama konuşamadı. Bunun üzerine polisin sesini duydum;
-Beyefendi, sizden şikayetçi olmayacağına dair evrak imzaladı. Bu kaza sayesinde çekilen beyin tomografisinde, gecikilse ölümcül olabilecek bir tümör ortaya çıkmış.

Şaşkınlık içindeydim.
- Ameliyat için ne dediler?
-Merak etmeyin, erken değil, çok erken bir teşhise yol açmış bu tomografi. Doktorlar ameliyattan sonra hiç bir etkisinin kalmayacağını söylemişler.

Annemin sözleri aklıma geldi; “Senin şer zannettiğinde de hayır olabilir!” . Göz yaşlarımı tutmaya çalışmaktan yorulmuştum artık. Hiç ağlamak bu kadar güzel olmamıştı, hiç ağlarken bu kadar mutlu olmamıştım…

Yazan : Ahmet Ünal ÇAM
02-03-2008 12:20
ahmetunalcam@gmail.com
Old 14-04-2010, 10:51   #25
ozanyazar

 
Varsayılan Kısa Öykü : " Bu Belki Son Günündür "

(Son günlerde en çok dağıtılan kısa öyküm)

Yazan : Ahmet Ünal ÇAM


Adam, telaşlı, öfkeli bir halde hanımına bağırıp, çağırıyordu. Babalarının sesini duyan iki çocuk ise yataklarından kalkıp salona gelmişti. Babalarının öfkesini görünce, korkmuş, sinmiş halde birer koltukta sessizce oturup kalmıştı.

Adam, çocuklara, hanımın üzüntüsüne aldırmadan söylenip duruyordu;
-Söyledim değil mi, söyledim. Bu gün toplantı olduğunu, açık mavi gömleği ütülemeni söyledim. “Kahverengi gömlekle gidiversen nolur!”muş. Bu gün sunum yapacağım, karamsar bir görüntü mü vereyim, dinleyenlerin içi kararsın, bu da projeye verecekleri oyu etkilesin! Bunu mu istiyorsun?
-Tamam bey, bitti işte.

Adam açık mavi göleği hışımla aldı;
-Bitti, tabi bitti ! Ama ben geç kaldıktan sonra bitmiş neye yarar.

Hanımı çocukların korkmuş yüzlerine baktıktan sonra, yine eşini sakinleştirmeye çabaladı;
-Dün bundan da geç çıkmıştın, vakit var, yetişirsin.
-Anlamıyor ki, anlamıyor ki. Bu gün sunumu ben yapacağım. Herkesten önce gitmeliyim ki, gelecek önemli konuklara ‘Hoş geldin’ demeliyim.

Adam bir sürü söz daha söylenerek, bağırarak çıktı, arabasını çalıştırıp uzaklaştı. Hanımı, direksiyon başında da öfke saçan eşinin halinden endişelendi, “Bir kaza yapmasa bari…”

Eşi uzaklaşınca, çocuklarının yanına gidip sarıldı, rahatlatmaya çalıştı.
-Madem erkenden kalktınız, hemen size sultanlara layık bir kahvaltı hazırlayıp getireceğim.

Mutfağa geçti, zihnindeki huzursuzluğu dağıtmak için hemen neşeli müzikler çalan bir radyoyu açtı. Ocağa haşlamak için yumurta koydu, cezvede süt ısıtmaya başladı. Masaya zeytin, peynir, reçel koymayı da ihmal etmedi.

Biraz sonra çocuklarına seslendi
-Kahvaltınız hazııır!

Çocuklar kahvaltıya otururken, radyoda müziğin birden kesilmesi dikkatini çekti. Son dakika haberi anonsuyla, radyonun sesini biraz daha açtı. Radyo’da zincirleme bir kaza haberi vardı. Ayrıntılarla biraz sonra birlikte olacağız demişti spiker ama kazanın yerini söylediği andan itibaren o sandalyesine yığılıp kalmıştı. Spikerin bahsettiği kaza yeri, kocasının her gün işe giderken geçtiği dörtlü kavşaktı.

Eşinin bu kavşaktaki trafikten şikayetçi olduğunu, her sabah yoğun bir trafik olduğunu söyleyişi aklına geldi. “Geç kaldım diye acele edip acaba o da…” Aklına gelen düşünce içini daha da yaktı, hemen ayağa kalktı.
-Çocuklar, unutmayın ocağa yaklaşmak yasak. Kahvaltınızı yapıp salona geçin, oynayın. Benim acil bir yere uğramam gerek, kapıyı da kimseye açmayın tamam mı?
Çocukları uslu, söz dinler olduğu halde, çok kısa süreli de olsa evde yalnız bırakmak zorunda kalsa tekrar tekrar tembihte bulunurdu.

Sokağa çıkmak için üzerine bir şeyler aldı, cebine de bir taksi parası aldı. Kapıya yöneldiğinde kocasının bu kazada ölmüş olabileceği endişesiyle kabaran yüreğine daha fazla dayanamayıp, ağlamaya başlamıştı. Göz yaşlarını çocukları görmesin diye, açık olan mutfak kapısına sırtını dönmeye özen gösteriyordu. İçindeki acının kocasının ölmüş olma ihtimali kadar, giderken kendisini kırması ve çocuklarının önünde bağırıp çağırmasından da kaynaklandığını anladı. Oysa her zaman böyle öfkeli değildi.

-Eğer ölürse, çocuklarım babalarını, son gördükleri haliyle mi hatırlayacak? Kalp kıran, öfkeli bir baba olarak mı kalacak akıllarında?

Kapıdan çıkarken, çocuklarına bir kez daha seslenecekti ama artık akan gözyaşları saklanamayacak haldeydi. Hemen kapıyı açıp dışarı çıkmak için hamle yaptı ama karşısında eve doğru adım atmakta olan kocası vardı.

Adam, bir an karısının ıslak yanaklarına baktı; “Haberleri mi dinledin?” diye sordu. Hanımı, konuşamadan sadece başıyla onayladı. Adam, önce sarıldı, sonra eşinin yanaklarını sildi.Hanımı zorlukla sordu;

-Hani önemli bir toplantına geç kalmıştın, niye döndün?
-Kaza benim hemen yakınımda oldu. O anda toplantıdan daha önemli bir şeyi unuttuğumu hatırladım. Eğer o kazada ölseydim…
O anda çocuklar da yanlarına gelmiş, babalarının yine öfkeli olabileceğini düşünerek, annelerinin yanında çekingenlik içinde durmuştu. Adam, bütün içten, samimi gülümsemesiyle çocuklarını yanına çağırdı, boyunlarına sarıldı, yanaklarından öptü.

-Ben bu gün büyük bir hata yaptım ve evden çıkarken, sizleri ne kadar sevdiğimi söylemeyi unuttum. Böyle önemli bir şey unutulur mu hiç. Ne yapalım, ben de geri döndüm.



Ahmet Ünal ÇAM Yazılış : 09-02-2009 09:00
Old 14-04-2010, 13:24   #26
ozanyazar

 
Varsayılan Öykü : YAKINA DÜŞEN BOMBA


İstanbul'da kenar mahallede bir kahvehanede, bir kaç günlük sakalıyla sert bir görüntü veren adam, televizyona doğru ellerini sallayarak sert sert konuştu.
-İşte böyle yapacaksın ki, zenginler de rahat oturamazsın.
Yakınındaki düzgün giyimli adam cevap verdi;
-Olmaz böyle şey, masum insanların arabasını yakmayla hak aranmaz.
-Yok ya, nasıl aranırmış, çok bilmiş gazetecimiz.
-Sen başkasına haksızlık yapıyorsan, 'Bana haksızlık yapılıyor' diye bağırma hakkın kalmaz.

Sert görünüşlü adam,çevresindekilere 'Şunun söylediğine bakın' der gibi yine ellerini kollarını sallayarak dalga geçer bir halde güldü. Kısa bir süre susup televizyona baktı. Sonra çevresindekilerin dikkatinin kendilerinden uzaklaştığını fark edince, gazeteci gence döndü, alçak sesle;
-Bana bak, 'gazetecisin, gün gelir işe yararsın' diye sana dokunmuyorsak, bu her zaman böyle olacak demek değildir. Kendine dikkat et! .

Gazeteci korkmadığını göstermek ister gibiydi ama yine de sesindeki endişe belli oluyordu;
-Ne var ki sözlerimde, hem bana ne yapabilirsin ki?
-Dağa örgüte bir sürü aileden giden var, senin ailenden yok...Henüz yok. İster misin senin de kız kardeşini gönderelim !

Gazeteci genç ayağa kalktı;
-Bana bak Selo, gencecik çocukları kandırıp arabaları yaktıranların içinde senin de olduğunu biliyorum. Şansını daha fazla zorlama.
Yanındaki arkadaşına döndü;
-Yürü Mehmet, gidelim. Bir saate kadar gazetede olmamız gerekiyor.

Selo dediği, Selahattin arkalarından seslendi;
-Memet, sen ona fazla takılma, onun yolu yanlış, heh heh he !

Mehmet;
-Ben gideceğim yolu iyi bilirim Sülo. Ama bir yanlışın var, iyi düşün ateş düştüğü yeri yakmazmış aslında, çevresini de yakar.

-De git la, sen de yanındakinin ağzıyla konuşuyon. Sizden adam olmaz oğlum. Gör bak, siz olduğunuz yerde sayarken biz nerelere geleceğiz.
Çok sevdiği şekilde yine elini kolunu salladı, sonra İlerdeki bir kaç gence doğru seslendi;
-Şiişt..hoop... bana iki bira kapın da gelin biriniz. (Sonra sesini alçaltarak) Sonra da toplanın, akşama iş var.

**** **** ****

Genç gazeteci aynı kahvehaneye girdi. Yüzü asık Tv’deki habere bakarak bir sandalye çekti. Selahattin de haberleri seyrediyordu, onun geldiğini görünce ;
-Ooo, Fırat bey gelmiş. Naber gazeteci.
-Selamünaleyküm.
-Bırak şimdi selamı filan, görmüyon mu, bira içiyoz ! Eeee haberlerde ne var ne yok gazeteci…
-Haberleri seyrediyorsun ya işte.
-Bakıyom bakıyom bir haber yok ki.
-Anlaşılan sen Ümraniye'den, Beyoğlu'ndan bir haber bekliyorsun.

Selahattin dişlerini göstererek güldü;
-Nerden anladın ?
-Şimdi anlıyorum, niye güldüğünü. Az önce gelirken Mehmet’in telefonu çaldı, “Kameranı kap koş, Ümraniye ve Beyoğlu'nda araba yakmışlar. Hangisine yakınsan oraya koş” demişler. Bunları bana söyleyip, aceleyle gitti.

-Hayda…, bak şu işe. Haberlere yetişmemiş bir olay olduğu nasıl da içime doğmuş.

-Bir daha gençlere söyle de, daha erken yapsınlar bu pisliklerini.

-Hoop, orda dur öyle konuşma bakalım.

-Vatandaşın biri çıkar da arabasını yakanlara ateş ederse ne olacak. Dünkü görüntülerden tanıdım, Celal, Zeki, Murat da vardı. Eminim onları sen gönderiyorsun.

-Hepsini değil canım, günahımı alıyorsun.

-Yıllardır aynı mahalledeyiz, hepsinin annesini babasını tanıyoruz. Birisi vurulsa, annesi babası yakana yapışsa, “Sen ne namussuzmuşsun, çocuğumuzu ülkesine hain yaptın, sonunda senin yüzünden vuruldu” derse, ne yapacaksın.
-Bana ne ya… çocuklarına sahip çıksalardı. Ben onlara hep diyorum, “tabanca çeken olursa hemen kaçın” diye
-Yanlış yoldasın Selo, sen yanlışta olduğun gibi gençleri de yakacan. Çok can yanar, dur artık, dur.
-Aha da işte tam burda duruyorum.

O sırada Fırat’ın telefonu çaldı, arayan Mehmet’ti. Fırat, Mehmet’le konuştukça suratı asıldı. Telefonu kapatıp Selahattin’e döndü. Selahattin biraz merakla da olsa, daha çok dalga geçerek sordu;

-Ne oldu, suratın asıldı. Bu kez fazla mı araba yakmışlar, ona mı canın sıkıldı.
Fırat ağır ağır konuştu;
-Araba için değil, giden can için yüzüm asıldı.
Selahattin, yamuk oturduğu sandalyesinde doğruldu, ciddi bir ifade takınmaya çalıştı;
-Bizim gençlerden biri mi yaralanmış?
-Hayır, daha kötü.
-Şom ağızlı, sen konuştun böyle oldu bak. Ölmüş mü gençlerden biri, Murat mı, Celal mi ? Söylesene be adam.
-Hayır, kundaklanan, molotoflarla yakılan arabalardan birinde ölen olmuş.
Selahattin şöyle bir ‘Oh…!’ çekti ;
-Öyle söylesene. Şom ağzın yüzünden, bizimkilerden biri ölmüş sandım. 'Lan !' dedim, ' Annesi-babası gelirse ne diyecem', diye düşünmeye başlamıştım be.
-Ölen de bizim oralardan, güneydoğulu.
-Hadi ya… Napalım canım, hedefe varmak için, bu ülkeden toprak koparmak için, dağdakilere destek olmak için can da verilir, böyle arada kurban gidenler de olur.
Fırat ağır ağır konuşmaya devam ediyordu.
-Ölen bir bebekmiş.
-Hımm ?
-Bayram ziyaretine gitmişler, ara yolda birine de ayak üstü uğramışlar.
-Niye bu kadar ayrıntılı anlatıyorsun, nerden biliyorsun ?
-Çocuğu ölenleri Mehmet tanıyormuş, ayrıntısıyla öğrenmiş olayı.
-Kesin ben de tanıyorumdur değil mi? Ne diyorsan çabuk de artık, sinirlenmeye başlıyorum.
-Akrabalarından dönerken, ayak üstü bir tanıdıklarıyla da bayramlaşıp çıkacaklarmış, bu nedenle arabada uyuyan bebeklerini çıkarmamışlar. Senin gençler de onlar apartmandayken dalmış sokağa, başlamışlar molotoflarla arabaları yakmaya... Bebek feryatlarını duyunca da kaçmışlar.
-Kim oğlum, kim kim. Ha birine benden bahsedersen leşini sererim , bak şakam yoktur (Silahını göstererek) Ben yanarsam, yakarım seni de.
-Bu saatten sonra kimseye bahsetmem zaten…. Bebeğin annesi-babası ablanla enişten.
Gazeteci gözündeki yaşlarla dönüp kahveden çıkarken, arkasında şimdiye kadar duymadığı şiddette bir çığlık, feryat kahvehanede çınlıyordu.


Ahmet Ünal ÇAM
Yazılış : 25-12-2007 16:10
Old 19-07-2013, 09:37   #27
ozanyazar

 
Varsayılan Kısa Öykü : BÖBREK NAKLİ


-Merhaba Recep hoş geldin.

-Hoşbulduk abi .

-Eee… neticeleri aldın mı?

-Aldım abi. Birimizin neticeleri iyi ama birimizde sorun çıktı.
Ağabey olan Zeki yerinde rahatsızca kıpırdandı.

-Bana bak, “ Doktor arkadaşım, ucuza, baştan aşağı muayene edecek, ikimiz beraber gidelim” dedin gittik. Karnımın altında sıkıştıran ağrımdan başka bir şeyim yoktu. Şimdi bana bir de kötü haber verme.

-Merak etme abi, Allah çaresiz dert vermesin. İyi ki kontrole gitmişiz.

-Niye ki. Önemli bir şey mi var.

-Doktor arkadaşım Selim, böbreklerde sorun çıktığını söyledi.

Zeki iyice telaşlandı;
-Ben de mi?

Recep abisinin telaşlı haline baktı, kısa bir sessizlikten sonra gülümsemeye çalışarak devam etti;

-Yok yok… merak etme sende değil, bende.

Recep, oturduğu yere yerleşti, ağırdan ağıra, yavaş yavaş konuştu;

-Neyse, çaresi var demiştin. Neymiş çaresi?

-Böbrek nakli.

-Öyle mi! Böbrek bulmak kolay değil diye duymuştum. Sana ne çabuk bulundu böyle.

-Beraber gittik ya abi.

-Eeee…

-Senin de her türlü bulguların hastanede kayıtlı ya, senin böbrek bana uyuyormuş.

Zeki, kaşlarını çattı;
-Ne diyorsun sen Recep. Ben nasıl vereyim sana böbreğimi, ben ne olacağım.


-Abi bilmiyor musun, sağlam olduktan ve kendine dikkat ettikten sonra bir böbrek de yetiyormuş.

-Olmaz, olmaz Recep. Bak sen benden genç olduğun halde iki böreğinde göçmüş, başkasından böbrek istiyorsun. Benim ne garantim var? Sana bir böbreğimi verdikten sonra ya diğeri de işini yapamazsa. Sen benim böbreğimle rahat rahat gezerken, ben diyaliz makinelerinde mi ömür tüketeceğim..

Recep’in bakışlarındaki gülümseme kaybolmaya başlamıştı.

-Şaka yapıyorsun değil mi abi.

-Bu işlerin şakayla filan ilgisi olmaz Recep. Tamam kardeşimsin, tamam zor günümde çok borç verdin ama bu iş başka.

-Sen benim yerimde olsaydın, düşünmeden verirdim abi. Eğer beni denemek için yapıyorsan, yapma. Sen böyle konuştukça gerçekten üzülmeye başladım.

-Bak Recep, açık söylüyorum, eğer borcumu başıma kakıp da isteyeceksen, hemen bir takvime bağlayalım, birkaç senede ödeyim. Borç çok, hemen ödeyemem ama borcumu kullanıp bana boşuna baskı kurmaya kalkma.

-Ben sana borç lafı açtım mı! Her zaman demedim mi, “Ne zaman müsait olursan, o zaman ödersin.” Diye. Bu iş başka abi, kardeş kardeşe böyle durumda yardımcı olmazsa, başka ne zaman gösterecek kardeşliğini.

-Hiiiiç boşuna çeneni yorma. Sen de bekle biri organ bağışlasın diye, başkaları nasıl bekliyor.

-Organ bağışlayan o kadar azken, yıllarca bekleyenler varken, insan kardeşinin diyaliz makinelerinde sürünmesine nasıl göz yumalbilir ki.

-Son sözüm bu Recep, benim ki de can.

Recep yüzü asık, morali bozuk ayağa kalktı.
-Pekala abi, seni bir daha rahatsız etmeyeceğim. Ama ameliyat işlemlerine başlaması için kimliklerimizi doktor Selim’e bırakmıştım. Ona uğrayıp kimliğini alabilirsin.

-Güle güle, güle güle !…

***** ***** *****

Ertesi gün Zeki hastanedeydi. Biraz da eleştirmesindençekine çekine, doktor Selim’in odasına girdi;
-İyi günler doktor bey!

-Ooo hoşgeldiniz Zeki bey. Nasılsınız?

-İyiyim iyiyim.

-Az önce Recep de telefon etmişti, yarın tam ameliyat saatinde hastanede olacağını söyledi.

-Öyle mi! Aslında ben de o konuda konuşacaktım doktor bey.

-Buyurun.

-Bu ameliyat olmasın diyecektim.

-Olur mu! Siz ne diyorsunuz, diyaliz makinelerinde dolaşmak, o ağrıları çekmek, her hafta, bazen haftada iki kez hastaneye koşmak, üstelik çoğu zaman ağrı içinde sıra beklemek kolay mı sanıyorsunuz. Üstelik sizlerin durumu çok güzel, iki kardeşten biri böbrek hastası çıkıyor, aynı gün muayene olan kardeşinin de böbrekleri hem sağlam, hem de kardeşine uyumlu çıkıyor.

-Doktor bey, kusura bakmayın, tartışmak istemiyorum. Kimliğimi alıp gideceğim, bu ameliyatı istemiyorum.

Doktor çok şaşkındı;
-Zeki bey, karar sizin, zorla bir şey yaptırma imkanımız yok ama bir doktor olarak bu durumu kabullenemiyorum. Gelin bir daha düşünün, bu yaptığınızın hiçbir mantıklı tarafı yok. Ameliyat masasına yatmaktan korkuyorsanız, günümüzde bu ameliyatlar oldukça başarılı yapılıyor.

Kimliği uzattı;
-Evraklar önümde hazır, sadece sizin imzanız kalmıştı. Bakın kardeşiniz de yarın vaktinde burada olacağını söyledi, daha ne istiyorsunuz ki, anlayamıyorum.

-Doktor bey, bey eninde sonunda bir organ bağışlayan çıkacaktır.

-Korkarım ki sizin o kadar vaktiniz yok.

Zeki, içinde inceden bir sızı duyar gibi oldu.

-Kardeşimin durumu o kadar mı kötü?

-Kardeşinizin mi! …Recep size söylemedi mi, sizin böbreklerden biri hiç çalışmıyor, diğeri de iflas etmek üzere.
Zeki’nin gözlerinde korku, acı, hüzün toplanırken, durumu yeni anlayan doktor bir an Zeki’nin gözlerinin içine öfkeyle baktıktan sonra ayağa kalktı;

-Zeki bey, kardeşiniz böbreğini size vermek için yarın burada olacak. Size tavsiyem, bu evrakları imzalayıp sekreterliğe bırakın ve yarın ameliyat için burada olun.


25-04-2007 02:00


Ahmet Ünal ÇAM
ahmetunalcam@gmail.com
Old 15-03-2018, 12:28   #28
Av. Hatun Olguner

 
Varsayılan

Öykülerimiz sıradan...Nar taneleri gibi doğadan...Herbiri birer hüzün damlası gibi içine düştükleri yaşamın gözyaşı olup akıyorlar...(15 yıl önce söylediğim sözler)
Old 15-03-2018, 13:50   #29
ozanyazar

 
Varsayılan

Eklediğiniz cevaplarınız 15 yılda bir moral veriyor :-)
(Tabi 2. kelime hariç)
Old 15-03-2018, 15:43   #30
Av. Hatun Olguner

 
Varsayılan

Ahmet Bey ;

''sıradan'' kelimesini çok sayıda öykülerin,insan sayısınca öykülerin benzerliği anlamında kullanıyorum.
sıradaki öykü bir öncekinin benzeri der gibi...Ya da her bir öykü bir damla gözyaşı ve toplam öyküler yaşamın gözyaşları der gibi...

selamlar...
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Ders alınacak bir öykü ankara7406 Site Lokali 23 29-06-2011 22:30
2007 yılı için tanıkla ispat sınırında bir değişiklik var mı? (Acil) av-gülen Meslektaşların Soruları 9 11-04-2007 14:26
ÖykÜ / Mektup güler ataş Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. 2 25-09-2006 17:46
küçük bir öykü Merhaba Site Lokali 7 12-04-2006 09:48


THS Sunucusu bu sayfayı 0,11210704 saniyede 16 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.