Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun]

Taşınmaz devrinde Gabin

Yanıt
Konuyu Değerlendirin Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 21-10-2011, 18:11   #1
qendal21

 
Varsayılan Taşınmaz devrinde Gabin

selamlar;
müvekkil, yaklaşık 15 yıl önce, acil paraya ihtiyaç duyduğundan ötürü, çok yakın bir dostuna taşınmazlarını devretmiştir. aralarında yazılı bir anlaşma olmamakla birlikte "paran olduğunda paramı öder, bende taşınmazları geri veririm" şekliyle sözlü olarak anlaşılmıştır. tabi arazi, değerinin çok çok altında bir rakam ile satılmıştır.
Bu gün parasının tümünün faizi ile birlikte geri ödenmesi ve taşınmazların geri iadesi talebi karşı tarafça reddedilmektedir. Biz bir dava açmayı düşünmekteyiz ancak hangi nedene dayanacağımızı açıkça kestiremiyoruz. Gabin durumuna mı yoksa muvazza veya hileye mi karar veremedik. Yardımcı olacak arkadaşlara şimdiden teşekkür ederim.
saygılarımla.
Old 22-10-2011, 00:14   #2
hukuk işçisi

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan qendal21
Gabin durumuna mı yoksa muvazza veya hileye mi karar veremedik.

1-Gabin olamaz.Akdin üzerinden 1 yıllık zaman çoktan geçmiş.

2-Muvazaa düşünülebilir.Bu defa da muvazaa taraflardan birince ileri sürüldüğünden yazılı ispata muhtaç.Elde asgari, bir delil başlangıcı yoksa bu da olmaz.

3-Hile, İspat nokatasında bir nebze daha ağır basıyor.

Fakat anlattığınız olaylara binaen tararlarca yapılmış olan, inançlı temlik sözleşmesidir ve bu dahi yazılı ispata muhtaçtır.Hile ise aslında inançlı temlik anlaşmasının kurulması için yapılmıştır kanımca.(sonradan iade etmek vaadi ile kandırarak almış taşınmazı)Burada dahi yine önce bir inanç anlaşmasının varlığının ispatı gerekir.Bu nedenle hileyi inançlı satış sözleşmesinden görünürdeki satış sözleşmesine kaydırmak yönünde vakıalar anlatılmalıdır.

Tabi illa ki bir hukuksal nedene dayanmak gereksiz.Olayları detayları ile hakkaniyet kapsamında samimi bir şekilde aktarmanız yeterli olacaktır.Hukuki değerlendirme yapmak zaten hakimin görevi.
Old 22-10-2011, 02:08   #3
magistra175

 
Varsayılan

Muvazaaya dayanmak yukarıda belirtildiği üzre yazılı ispat şartı dolayısıyla sizin için bir avantaj oluşturmayacaktır. Ayrıca inançlı temlik bakımından da temlik edilenin bir taşınmaz olması dolayısıyla temlik sözleşmesinin tapu memuru önünde resmi şekle uyularak yapılma zorunluluğu vardır. Dolayısıyla inançlı bir sözleşmenin varlığı yönünde ki iddianız resmi aykırılık gerekçesiyle kesin hükümsüz addedilecektir. Bütün bu iddialardan öte bu olay bakımından asıl olan hukuki müessese kanuna karşı hiledir. Roma'da Lex Commissoria yasağı olarak bilinen ve Türk hukuku bakımından da hala benimsenen(MK m.873/II) yasak dolayısıyla taraflar sözleşmede kararlaştırsalar bile, rehnedilen malın paraya çevrilmesi yerine, borcun ödenmemesi halinde alacaklıya geçeceğine ilişkin kayıtlar hükümsüzdür. bu hüküm emredici bir hükümdür. Olay bakımından ise tarafların asıl iradesi verilen ödünce karşılık bir teminat sağlamaktır.Teminatın konusu ise taşınmazdır. Ancak hukukumuz bakımından teminat konusunun alacaklıya devri yasaklanmış, bunun yerine taşınmaz üzerinde alacaklı lehine rehin tesis etmek suretiyle, alacağın vadesinde ödenmemesi halinde alacaklıya rehin konusu satıp satış bedeli üzerinden alacağını tahsil etme imkanı tanınmıştır. dolayısıyla tarafların verilen ödünce karşılık taşınmaz üzerinde alacaklı lehine rehin tesis etmek yerine, taşınmazın alacaklıya devredilmesi lex commissoria yasağına aykırılık teşkil etmektedir. İlk bakıldığında bir kimsenin maliki olduğu taşınmazını bir başkasına bütün kanuni şartlara uyarak rızasıyla devretmesi kanuna uygun bir hukuki işlem gibi görünebilir. ancak yapılan bu hukuki işlemle aslında kanunun yasakladığı bir sonuç elde edilmek istenmiş ve elde edilmiştir. Bu sebeple burada bir kanuna karşı hile söz konusudur. son olarak kanuna karşı hilenin müeyyidesi:"Böyle bir işlemin müeyyidesi, kanunun doğrudan doğruya yasak ettiği işleme ilişkin müeyyidenin aynısıdır."
Old 22-10-2011, 09:28   #4
Av.Nevra Öksüz

 
Varsayılan

Sayın magistra175,

Alıntı:
Yazan magistra175
...Ayrıca inançlı temlik bakımından da temlik edilenin bir taşınmaz olması dolayısıyla temlik sözleşmesinin tapu memuru önünde resmi şekle uyularak yapılma zorunluluğu vardır. Dolayısıyla inançlı bir sözleşmenin varlığı yönünde ki iddianız resmi aykırılık gerekçesiyle kesin hükümsüz addedilecektir...

Bahsettiğiniz husus, inançlı temlikin 4721 S.K. m.736'daki (Tapu kütüğüne şerh verilen alım ve geri alım hakları, şerhde belirtilen süre içinde her malike karşı kullanılabilir. Şerhin etkisi, her durumda, şerhin verildiği tarihin üzerinden on yıl geçmekle sona erer.) "vefa hakkı" ile -kurulabilmesine- ilişkindir.

İnançlı temlik, sadece vefa hakkı ile kurulur şeklinde bir kaide olmamakla inançlı temlik hallerinde yazılı delille (resmi şekil değil) ispatın da mümkün olduğuna ilişkin:
http://www.turkhukuksitesi.com/serh.php?did=4350
"...Sonuçta oylara başvurularak yukarıdaki sebeplere binaen namı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatı caiz olduğuna..."

Saygılar...
Old 22-10-2011, 12:00   #5
magistra175

 
Varsayılan

Efendim, bahsettiğim tapu memuru huzurunda resmi şekle uyularak sözleşmenin yapılması, bir sıhhat şekli olup buna uyulmaması halinde sözleşme hüküm ifade etmeyecektir. Yoksa sizin bahsettiğiniz üzre sözleşmeden doğan nisbi hakkı kuvvetlendirilerek üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilmesini sağlayan şerh niteliğinde değildir. Dolayısıyla bahsettiğiniz hükümde sözü edilen 10 yıllık zamanaşımı, söz konusu sözleşmeye uygulanamayacaktır. Zira ortada sıhhatli bir sözleşme yoktur. Yukarıda da belittiğim üzre davanın kanuna karşı hile üzerinden incelenmesi isabetli ve taşınmazını devredenin menfeatine olacaktır. Ayrıca belirtmek gerekir ki lex commissoria yasağı nedeniyle taşınmazın devrine ilişkin yapılan tescil yolsuz addedilmekle beraber, yapılan tescilin tahvil yoluyla taşınmaz rehnine çevrilmesi mümkün olacaktır. Rehin hakkı, ayni bir hak olması dolayısıyla herhangi bir zamanaşımı ve hak düşürücü süreyede tabi değildir.
Old 23-10-2011, 03:46   #6
hukuk işçisi

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan magistra175
Dolayısıyla inançlı bir sözleşmenin varlığı yönünde ki iddianız resmi aykırılık gerekçesiyle kesin hükümsüz addedilecektir.


Sayın meslektaşım.
Bu konuda size katılmıyorum şöle ki;
1-Taraflar gayelerini başkalarından gizlemek için inançlı temlik yaparlar.
2-Medeni Kanun gereği tapuda yapılan satış resmi şekle tabidir ve aksi ispatlanana kadar da geçerlidir.
3-Resmi şekle tabi işlemlerin aksinin ispatı ise resmi şekle tabi değildir.(resmi şekil kanunda sınırlı sayılıdır)
4-Zaten inanç sözleşmesinde resmi şekil aranırsa tarafların gizlilik gayesi, aleni olan tapu sicili ile mevta olur.

Alıntı:

tarafların verilen ödünce karşılık taşınmaz üzerinde alacaklı lehine rehin tesis etmek yerine,taşınmazın alacaklıya devredilmesi lex commissoria yasağına aykırılık teşkil etmektedir.

lex commisesorria yasağının amacı; aldığı borcu teminen taşınmazını rehin veren borçluyu korumaktır.Eğer vade gününde taşınmaz değerlenerek borcu geçmiş ise amaç doğrultusunda taşınmazın mülkiyeti yerine borç miktarının tahsili ile kalanı borçluya iade edilecektir.

Olayda var olan işlem ise kanundaki şekliyle yasağa konu rehin verilmesi değil satıcıya güvene dayalı inançlı bir işlem ile geri alım hakkının tanındığı, üzerinde anlaşılan gerçek bir satış işlemidir.Geri alım hakkı ise zaten kanunen verilmiş bir haktır.Kanunun bir hükmünün, başka bir hükmünün uygulanmasını engelleyici şekilde yorumlanamayacağını düşünüyorum.Yani kanuna karşı hile kanımca olayda yoktur.

Konu ile ilgili detaylı makalelerin linkleri:
http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/442.pdf
acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5427/6080.pdf
auhf.ankara.edu.tr/kitaplar/.../kanuna-karsi-hile-hamide-topcuoglu/


Old 23-10-2011, 13:05   #7
magistra175

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan hukuk işçisi
Sayın meslektaşım.
Bu konuda size katılmıyorum şöle ki;
1-Taraflar gayelerini başkalarından gizlemek için inançlı temlik yaparlar.
2-Medeni Kanun gereği tapuda yapılan satış resmi şekle tabidir ve aksi ispatlanana kadar da geçerlidir.
3-Resmi şekle tabi işlemlerin aksinin ispatı ise resmi şekle tabi değildir.(resmi şekil kanunda sınırlı sayılıdır)
4-Zaten inanç sözleşmesinde resmi şekil aranırsa tarafların gizlilik gayesi, aleni olan tapu sicili ile mevta olur.



lex commisesorria yasağının amacı; aldığı borcu teminen taşınmazını rehin veren borçluyu korumaktır.Eğer vade gününde taşınmaz değerlenerek borcu geçmiş ise amaç doğrultusunda taşınmazın mülkiyeti yerine borç miktarının tahsili ile kalanı borçluya iade edilecektir.

Olayda var olan işlem ise kanundaki şekliyle yasağa konu rehin verilmesi değil satıcıya güvene dayalı inançlı bir işlem ile geri alım hakkının tanındığı, üzerinde anlaşılan gerçek bir satış işlemidir.Geri alım hakkı ise zaten kanunen verilmiş bir haktır.Kanunun bir hükmünün, başka bir hükmünün uygulanmasını engelleyici şekilde yorumlanamayacağını düşünüyorum.Yani kanuna karşı hile kanımca olayda yoktur.

Konu ile ilgili detaylı makalelerin linkleri:
http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/442.pdf
acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5427/6080.pdf
auhf.ankara.edu.tr/kitaplar/.../kanuna-karsi-hile-hamide-topcuoglu/


Görüşlerinize tamamen katılmıyorum. Şöyle ki; Muvazaa ile inançlı temlik farklı şeylerdir ve sizin bahsettiğiniz "Taraflar gayelerini başkalarından gizlemek için inançlı temlik yaparlar." ibaresi inançlı temlikin değil, muvazaanın bir özelliğidir. Ayrıca olay bakımdanda üçüncü kişilerden gayenin saklanaması gibi bir amaç değil, verilen ödünce karşılık bir teminat gayesi güdülmektedir. İnançlı temlikin muvazaadan farkını daha çok aydınlatmak gerekirse; İnançlı sözleşme muvazaadan farklı olarak göstermelik değildir. İnançlı sözleşmenin sonuçlarını doğurması taraflarca gerçekten istenir; fakat taraflardan biri böyle bir sözleşmenin kendisine sağladığı hukuki durumu, ancak belli bir amaçla kullanacağını ve bu amaç gerçekleştikten sonra terk edeceğini diğer tarafa taahhüt eder. Ayrıca inançlı temlikte üçüncü şahısları aldatmak iradesi yoktur. Bundan dolayıdır ki, mülkiyetin devrine esas olan temel ilişkinin gerçeğe aykırı olarak mesela bir bağışın satım sözleşmesi gibi gösterilmesi inançlı sözleşmede bahis konusu değildir. Kısaca inanç sözleşmesini muvazaadan ayıran tek ölçüt tarafların ortak iradesidir. İnançlı sözleşmede bu irade gizli sözlemenin dışarıya yansıyan hukuki durumla çelişmesini hedef almaz; sadece inanılan tarafın devraldığı hakka bağlı olan yetkilerin kısıtlanmasını amaçlar.
Ayrıca 2 ve 3 numaralarıyla belirttiğiniz görüşler için ise kuralı doğru belirlemekle beraber, çok açık bir yorum yanılgısına düştüğünüzü belirtmek isterim. Şöyle ki; MK'nın 706. maddesi "Taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşmelerin geçerli olması, resmi şekilde düzenlenmiş bulunmalarına bağlıdır." şeklindedir. Dikkat edilirse kanun ifadesinden "taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşme"den bahsedilmektedir. Bu sözleşmenin taşınmaz satış sözleşmesi, taşınmaz bağışlama sözleşmesi ve nitekim taşınmazın inançlı temlik sözleşmesiyle devri sözleşmesi olmaları bakımından bir fark gözetilmemektedir. BK'nın 11. maddesinde de açıkça ifade edildiği üzere kural olarak şekil serbestisi benimsenmekle beraber kanunun açıkça şekil şartı aradığı sözleşmeler bakımından aranan şekil şartı kural olarak geçerlilik şartı olmakla beraber, bu şekil şartına uyulmaması sözleşmenin kesin hükümsüz olması müeyyidesine bağlanmıştır. Dikkat edilirse inançlı sözleşme bakımından da aranan bir ispat şartı değil geçerlilik şartıdır. Tapuda ki devre sebep teşkil eden bir inançlı sözleşme değil satım sözleşmesi olmuştur. Dolayısıyla taraflar arasında her ne kadar sözlü olarak inançlı temlik sözleşmesi yapılsa da bunun MK m.706 gereğince bir anlamı olmayacaktır. 4 numarayla belirttiğiniz görüş için ise başta belirttiğim muvazaa-inançlı temlik farkına ilişkin yaptığım açıklamaya atıf yapmakla yetiniyorum. Son olarak yapılan işlemin Lex commissoria yasağına aykırılık teşkil etmeyeceğini belirtmişsiniz. Sizin de belirttiğini gibi söz konusu yasağın amacı zayıf olan borçluyu korumaktır. Acil paraya ihtiyacı olan borçlu, söz konusu olayda da olduğu gibi, borç verenin ortaya koyduğu bütün şartlara pervasızca evet demek durumundadır. Kanun koyucuda bu sebeple ortaya çıkabilecek ağır sonuçları engellemek adına söz konusu yasağı ihtiva etmektedir. Bu yasağa aykırı olarak kararlaştırılan sözleşme hükümlerinin de hükümsüz olacağı açıkça belirtilmiştir. Durum böyle olunca sözleşme tarafları söz konusu yasağı aşmak adına kanunun cevaz verdiği diğer bir hukuki yol olan taşınmaz satışına yönelmişlerdir. Ancak tarafların gerçek iradeleri, bir satım akdi kurmak değil, verilen ödünce karşılık bir teminat sağlamaktır. Hukukumuz bakımından ise konusu taşınmaz olan teminat rehindir. Taraflar taşınmaz üzerinde borç veren lehine rehin hakkı tesis etmek yerine, taşınmaz mülkiyetini kanunun açıkça yasak etmesine rağmen borç verene devretmeleri kanuna karşı hile değil de nedir üstadım? Bu konuda Yargıtayında verdiği çok isabetli kararlar vardır. Örneğin: Bankaların verdikleri kredi karşığı, borçlunun taşınmazına rehin koymak yerine, borçludan taşınmaz satış vaadi almaları çok isabetli olarak kanuna karşı hile sayılmış ve satış vaadi sözleşmesi hükümsüz sayılmıştır.
Old 23-10-2011, 20:55   #8
hukuk işçisi

 
Varsayılan

Alıntı:

Görüşlerinize tamamen katılmıyorum. Şöyle ki; Muvazaa ile inançlı temlik farklı şeylerdir ve sizin bahsettiğiniz "Taraflar gayelerini başkalarından gizlemek için inançlı temlik yaparlar." ibaresi inançlı temlikin değil, muvazaanın bir özelliğidir.

Muvazaa ile inançlı temlik farklı iki kavramlar olsa da benzer noktaları vardır.Benzerliklerden en önemlisi ise tarafların ortak gizli bir gayesinin olmasıdır.Ancak muvazaada; muvazaalı işlem ile gayeyi gizlemek amaç iken yani görünürdeki işlemin hiç olması istenmez iken, inançlı temlikte; inanç anlaşması gayenin gizlenmesi için bir araçtır ve görünürdeki işlemi hükümsüz kılmak için değil tamamlamak veya sınırlandırmak için yapılır.Yani gizli bir gayenin varlığı yalnızca muvazaa için geçerli bir olgu değildir.Olayda teminat gayesi tapu sicilinden anlaşılamamaktadır.Bunlardan başka inançlı temlike ilişkin yazdıklarınıza aynen katılıyorum.

Uyuşamadığımız hususlar ise;

1-İnançlı temlik anlaşmasının resmi şekilde yapılmamasının, inançlı temlik anlaşmasının hükümsüzlüğüne neden olup olmayacağıdır.
Cevap: Daha öncede söylediğim gibi sözleşme özgürlüğü kapsamında inanç anlaşmasının geçerliliği bir şekle bağlı değildir.Fakat miktar senetle ispatı gerektirdiği durumlarda adi yazılı ispat yeterlidir bence.Bu nedenle resmi şekilde yapılmaması hükümsüzlüğünü doğurmaz.

2-Teminat amaçlı inançlı temlikin lex commissoria yasağına aykırılık teşkil edip etmediği,bu nedenle kanuna karşı hile olup olmadığıdır.
Cevap:Teminat amaçlı inançlı temlikte teminat konusu şeyin mülkiyetinin iadesi yükümlülüğü vardır.Borç doğurur niteliktedir ve sahibine şahsi hak bahşeder.Eğer inançlı temlik sözleşmesinde vadede borç ödenmediği takdirde teminat konusu taşınmazın borca karşılık kesin olarak alacaklıda kalacağı kararlaştırılırsa sizin dediğiniz gibi yasağa aykırılık ve kanuna karşı hile oluşur.Olayımızda ise sözlü olarak dahi olsa teminat konusunun borç ödendiğinde iade edileceğine dair inanç anlaşması vardır.Bu nedenlerle olayda ne yasağa aykırılık vardır, ne de kanuna karşı hile kastı vardır.

Sonuç olarak inançlı temlik ispat edilse bile zamanaşımı süresi dolduğundan meslektaşım hile müessesesini denemelidir.Hileden kastım kanuna karşı hile değil şahsa karşı hiledir.
Old 23-10-2011, 22:06   #9
magistra175

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan hukuk işçisi

Muvazaa ile inançlı temlik farklı iki kavramlar olsa da benzer noktaları vardır.Benzerliklerden en önemlisi ise tarafların ortak gizli bir gayesinin olmasıdır.Ancak muvazaada; muvazaalı işlem ile gayeyi gizlemek amaç iken yani görünürdeki işlemin hiç olması istenmez iken, inançlı temlikte; inanç anlaşması gayenin gizlenmesi için bir araçtır ve görünürdeki işlemi hükümsüz kılmak için değil tamamlamak veya sınırlandırmak için yapılır.Yani gizli bir gayenin varlığı yalnızca muvazaa için geçerli bir olgu değildir.Olayda teminat gayesi tapu sicilinden anlaşılamamaktadır.Bunlardan başka inançlı temlike ilişkin yazdıklarınıza aynen katılıyorum.

Uyuşamadığımız hususlar ise;

1-İnançlı temlik anlaşmasının resmi şekilde yapılmamasının, inançlı temlik anlaşmasının hükümsüzlüğüne neden olup olmayacağıdır.
Cevap:Daha öncede söylediğim gibi sözleşme özgürlüğü kapsamında inanç anlaşmasının geçerliliği bir şekle bağlı değildir.Fakat miktar senetle ispatı gerektirdiği durumlarda adi yazılı ispat yeterlidir bence.Bu nedenle resmi şekilde yapılmaması hükümsüzlüğünü doğurmaz.

2-Teminat amaçlı inançlı temlikin lex commissoria yasağına aykırılık teşkil edip etmediği,bu nedenle kanuna karşı hile olup olmadığıdır.
Cevap:Teminat amaçlı inançlı temlikte teminat konusu şeyin mülkiyetinin iadesi yükümlülüğü vardır.Borç doğurur niteliktedir ve sahibine şahsi hak bahşeder.Eğer inançlı temlik sözleşmesinde vadede borç ödenmediği takdirde teminat konusu taşınmazın borca karşılık kesin olarak alacaklıda kalacağı kararlaştırılırsa sizin dediğiniz gibi yasağa aykırılık ve kanuna karşı hile oluşur.Olayımızda ise sözlü olarak dahi olsa teminat konusunun borç ödendiğinde iade edileceğine dair inanç anlaşması vardır.Bu nedenlerle olayda ne yasağa aykırılık vardır, ne de kanuna karşı hile kastı vardır.

Sonuç olarak inançlı temlik ispat edilse bile zamanaşımı süresi dolduğundan meslektaşım hile müessesesini denemelidir.Hileden kastım kanuna karşı hile değil şahsa karşı hiledir.




Sevgili Meslektaşım,
Karşı görüş beyan ettiğiniz her iki kaleminde mesnedini, taraflar arasında var olduğunu iddia ettiğiniz inançlı temlik sözleşmesi teşkil etmektedir. Ben görüşümde ısrarcıyım ve taraflar arasında inançlı sözlmeşmenin geçerli olarak kurulmadığını yineliyorum. Keza, görüşümü destekler nitelikte bir pozitif kanun hükmünü de yukarıda beyan ettim. Ayrıca inanç sözlemesinin konusunun taşınmaz olması halinde resmi şekle bağlı olduğu tartışmaya yer olmaksızın doktrinde de benimsenmektedir. Bunun aksini iddaa eden bir yazarla ve yahut mahkeme kararıyla karşılaşmanız durumunda beni de bundan haberdar ederseniz sevinirim. Bu konuyu daha iyi idrak edebilmek adına, imkanınız olursa çok değerli bir başucu kitabı olan, Tekinay Borçlar Hukuku Genel Hükümler kitabını edinmenizi tavsiye ederim.
Old 24-10-2011, 13:01   #10
hukuk işçisi

 
Varsayılan

Alıntı:
Ayrıca inanç sözlemesinin konusunun taşınmaz olması halinde resmi şekle bağlı olduğu tartışmaya yer olmaksızın doktrinde de benimsenmektedir. Bunun aksini iddaa eden bir yazarla ve yahut mahkeme kararıyla karşılaşmanız durumunda beni de bundan haberdar ederseniz sevinirim.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

Tarih : 14.11.2007
Esas No : 2007/1-756
Karar No : 2007/848


818 - BORÇLAR KANUNU 19 / 20 / 81
1086 - HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU ( HUMK ) 287
818 - BORÇLAR KANUNUNUN YÜRÜRLÜKTEN KALDIRILMIŞ HÜKÜMLERİ 19 / 20 / 81

ÖZET : DAVA, İNANÇ SÖZLEŞMESİNE DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİL TALEBİNE İLİŞKİNDİR. İNANÇ SÖZLEŞMESİ, İNANAN LA İNANILAN ARASINDA YAPILAN, ONLARIN HAK VE BORÇLARINI BELİRLEYEN, DEVREDİLEN HAKKIN, İNANILAN TARAFINDAN İNANANA GERİ VERME ŞARTLARINI İÇEREN BORÇLANDIRICI BİR MUAMELEDİR. UYUŞMAZLIK, İNANÇ SÖZLEŞMELERİNİN ŞEKLE TABİ OLUP OLMADIĞI NOKTASINDA TOPLANMAKTADIR. İNANÇ SÖZLEŞMELERİ TARAFLARIN İMZALARINI İÇEREN VE EN GEÇ SÖZLEŞMEYE KONU İŞLEM TARİHİNDE DÜZENLENMİŞ YAZILI BELGE İSPAT EDİLEBİLİR. İNANÇLI İŞLEM İDDİASI, ŞEKLE TABİ OLMAYAN YAZILI DELİL İLE İSPAT EDİLEBİLİR. DOSYA KAPSAMINDAN DAVAYA DAYANAK BELGENİN TAŞINMAZIN TEMLİKİNDEN SONRA DÜZENLENDİĞİ ANLAŞILMAKTADIR. SÖZ KONUSU BELGE İSPAT VASITASI OLARAK KABUL EDİLEMEZ. AÇIKLANAN NEDENLERLE DAVANIN REDDİ GEREKİR.
DAVA : Taraflar arasındaki "inançlı işleme dayalı tapu iptali ve tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Muğla Asliye 2. Hukuk Mahkemesi'nce davanın kabulüne dair verilen 29.03.2005 gün ve 20041154 E., 2005/128 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesi'nin 20.04.2006 gün ve 2006/2474 E., 2006/4504 K. sayılı ilamı ile;

( ... Dava, inançlı işleme dayalı tapu iptal ve tescili isteğine ilişkindir.

Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme ( iade ) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya iade olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla, taşınmazın mülkiyeti inanılana ( alacaklıya ) geçmiştir.

Taşınmazda inanarak satanın ( borçlu ) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.

Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.'nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulu'nun 23.05.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir ( Borçlar Kanunu mad. 81 ). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabi ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanunu'nun 19. ve 20. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi "ifa uğruna edim " olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Mer'i hukuk sistemimizde herhangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edile gelen bir olgudur.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde, inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun'un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, "kötü niyetli ve haksız gizlemeler" dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı, zira Borçlar Kanunu'nun "müvekkil vekili ne karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur" hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasası'nın 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı Bileştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.

Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararı'nda da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

İçtihadı Birleştirme Kararı'nın sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme Kararı'nın kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz. Belirtilen bu düşünceler dairenin yerleşik uygulamasına yansıdığı gibi Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenmiştir ( HGK. 28.12.2005 tarih 2005/14-677-774 ).

Somut olaya gelince; çekişme konusu 61 parsel sayılı taşınmazın 16.07.1991 tarihinde davaya katılan H.1.'ye onun tarafından da 26.12.2002 günü davalı Abdulllah'a satış suretiyle temlik edildiği anlaşılmaktadır. Davaya dayanak yapılan belgenin ise 03.11.1992 tarihinde, temlikten sonra düzenlendiği görülmektedir. Söz konusu belgenin yukarıda ifade edilen 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı'nda öngörülen ispat vasıtası olarak kabulü olanaksızdır. Bu durumda davanın reddi gerekirken kabulü doğru değildir... ),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının özel daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 14.11.2007 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY :

Dava, inanç sözleşmesi iddiasına dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, dava konusu 61 parsel sayılı taşınmazın 16.07.1991 tarihinde temlik edildiği; temlikin teminat amaçlı olduğunun 03.1 ı. 1 992 tarihli teminat sözleşmesi ile anlaşıldığı gerekçesiyle verilen kabul kararı, karar düzeltme isteği üzerine sayın daire çoğunluğunun anılan belgenin " ... temlikten sonra düzenlendiği ... " görüşüyle davanın reddi gerektiğinden söz edilerek bozulmuş, mahkemece hükümde direnilmiştir.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, inanç sözleşmesinin geçerlilik şartı olmayıp bir kanıtlama aracı olduğu, öğretide ve uygulamada oybirliğine yakın bir çoğunlukla kabul edilmektedir ( Örneğin Bkz. Açıklamalı - İçtihatlı İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, Eraslan Özkaya, 2. Baskı sayfa 34; İnançlı İşlemler, Güray Öztürk, Yetkin Yayınları 1998, sayfa 58, 89, 160, 167; Doç. Dr. Ergün Özsunay - Türk Hukukunda ve Mukayeseli Hukukta İnançlı Muameleler, Cezaevi Matbaası 1968 basım, sayfa 98, 99 ). Nitekim bu husus 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı'nda açıkça belirtilmiştir. Kazandırıcı işlem resmi şekilde yapılsa dahi inanç sözleşmesinin resmi şekilde yapılması gerekli olmayıp sadece yazılı yapılması zorunlu ve yeterlidir.

Esasen, Yüksek 1. Hukuk Dairesi sözcüsü, somut olaydaki 03.11.1991 tarihli belgenin, inanç sözleşmesi olduğunu, ne var ki akit tarihinden sonra düzenlenmesi nedeniyle itibar edilmemesi gerektiğini savunmuştur. Sonuç olarak, tapulu taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılmasının gerekli ve yeterli olup yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı'nın bir gereğidir.

İnançları Birleştirme Kararı'nın konusu inançlı işlem belgesinin akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesine ilişkin değildir. İnanç sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği. İçtihadı Birleştirme Kararı'nın doğal bir sonucudur. Sözü edilen kararın gerekçesinde yazılı belgenin akitten önce veya sonra düzenlenmesi gerektiğine; diğer bir deyişle akitten sonraki tarihi taşıyan belgenin geçerli olamayacağına dair bir ifade ya da hüküm yer almamaktadır. Sonuç bölümünde de yalnızca İnançları Birleştirme Kararı'nda, "nam-ı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatı caiz olduğuna" hükmedilmiştir.

İnançları Birleştirme Kararı'nın içeriğinde yer almayan belgenin akit tarihinden önce düzenlenmesi gerektiği yönündeki ek koşulun yorum yolu ile de olsa İçtihadı Birleştirme Kararı kapsamına alınması mümkün değildir, kanısındayım. ( İnanç anlaşmasının kazandırıcı muamele ile aynı anda yapılması şart değildir ... devirden önce veya sonra yapılabilir ( Ergun Özsunay - sayfa 121, Gülay Öztürk - sayfa 56 ).

Kaldı ki, haricen düzenlenen ve herhangi bir resmi makamın onayını taşımasına gerek bulunmayan bir belgeye akit tarihinden sonra düzenlenmesine rağmen önceki tarih atılması durumunda geçerli olabilmesi, aranan şekli niteliğin verildiğinin kabulü çelişki doğurmaktadır.

Diğer yandan olayın çözümünde esas olan yanların iradesidir. İnançlı işlemlerde inanan belirli bir amaç için ( olayımızda teminat amacıyla ) taşınmazı satış biçiminde temlik etmekte, fakat taraflar amaç gerçekleştiğinde, taşınmazın iade edilmesinde sözleşmektedirler. Yanlar satış ( temlik ) işleminin yapıldığı sırada koşulların oluşması durumunda taşınmazın, iade edildiğini kararlaştırmaktadırlar. Olaya bu açıdan bakıldığında, iradelerin yazılı biçime bağlanmasının zamanının diğer bir deyişle resmi sözleşmenin yapılmasından önce veya sonra olmasının sonuca bir etkisi olmamalıdır. Zira, temliki işlemin yapıldığı tarihte varolan irade akitten önce; akit tarihinde ya da akit tarihinden sonra yazılı belge ile teyit edilmiş olmaktadır.

Esasen, yazılı şeklin, kanıtlama aracı olduğu ilkesinden hareketle uygulamada, yine ispat vasıtası olarak yemin, ikrar ve kabul, tarafı bağlayıcı kabul edilmiş davanın ( iddianın ) kanıtlanabileceği sonucuna varılmıştır.

Uygulama bununla da yetinmemiş yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belge ve vakıaların tamamlayıcı kanıtlarla, inanç sözleşmesinin varlığını ve iddianın kanıtlanabileceğini kabul etmiştir.

Y.H.G.K 23.05.1990 tarih 1990/1-2002-315 "İnanç sözleşmesi inanılan tarafın elde ettiği hakkı taraflarca güdülen amaç sona erdikten veya belirli bir süre geçtikten sonra inanana veya üçüncü kişilere devretme taahhüdünü içeren bir anlaşmadır.

05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı'na göre inanç sözleşmelerine ilişkin iddialar yazılı delille kanıtlanmalıdır."

Y.H.G.K 17.10.1990 tarih 1990/14-325-492 "İnanç sözleşmesinden kaynaklanan iptal ve tescil davaları ancak yazılı delille kanıtlanabilir.

Yazılı delil başlangıcının varlığı halinde iddia her türlü delille kanıtlanabilir." 14. Hukuk Dairesi 17.01.1995 tarih 1995/5248-274 " .. .inançlı işlemin varlığı hakkındaki davalının beyanı kendisini bağlar."

14. Hukuk Dairesi 25.06.1993/10181-5771 " ... Başlangıçta düzenlenmese bile, daha sonra düzenlenen ve onaylanan ortak imza taşıyan belgede inançlı işlemin varlığı kabul edilmiştir. Sonradan ölen inanılanın mirasçılarını bağlar."

1. Hukuk Dairesi' 25.10.1988/11597-11161 "muvazaa, nam-ı müstear, inanç sözleşmesinden kaynaklanan davalar yazılı delille kanıtlanmalıdır.

İkrar ve kabul beyanı sahibini ve mirasçılarını bağlar."

Y.H.G.K 29.06.2005/14-395-421 " ... mahkemece davacı tarafa yemin teklif etme hakkı olduğu hatırlatılarak sonucuna göre karar verilmesi gerekir."

Tüm bu ve benzeri kararların, iyi niyetin hukukumuzun çatısı olduğu kadar, hakkaniyete ilişkin kuralların da hukukun temeli olmasının bir sonucu olduğu kanısındayım.

Bu düşüncelerle somut olayda son alıcının mevcut duruma göre durumu bilen konumunda bulunduğu gözetilerek TMK'nın 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanamaması nedeniyle davanın kabulüne ilişkin mahkeme kararının yerinde olduğu görüşüyle Yüksek Daire ve Yüce Kurul çoğunluğunun bozma yönündeki kararına katılamıyorum.
Old 24-10-2011, 17:44   #11
magistra175

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan hukuk işçisi
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararı'nda da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
Paylaştığınız kararın asıl konusu inaç sözleşmelerinin ispat aracı olmaları bakımından özel bir şekil şartına tabi olup olmadığıdır. Bizim tartışma konumuzu ise inaç sözleşmesinin konusunun taşınmaz olması halinde geçerlilik şekli bakımından resmi şekle tabi olup olmadığıdır. Yine paylaştığınız kararın atıf yaptığı İçtihadı Birleştirme Kararında da isabetle belirtildiği üzere "inanç sözleşmeleri... mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bilindiği gibi taşınmazların devrine ilişkin sözleşmeler illidir ve bunun sonucu olarak da borçlardırıcı işlemin geçersizliği tasarruf işleminin de geçersizliği sonucunu doğurur. Bu bağlamda kararda da belrtildiği üzere inanç sözleşmeleri bir taşınmazın devrinin sebebini teşkil etme niteliğini haizdir. Durum böyle olunca hala daha inanç sözleşmesinin taşınmaz devrine sebep teşkil ettiği hallerde resmi şekle tabi olmadığını iddaa etmek isabetli değildir. Zira daha önce de belirttiğim üzere MK. m.706'nın da açıkça belirttiği gibi " Taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşmelerin geçerli olması, resmî şekilde düzenlenmiş bulunmalarına bağlıdır." Bu açık hüküm karşısında aksini iddaa etmek ne kadar hukukidir, anlamış değilim açıkçası.
Old 25-10-2011, 10:40   #12
Av.Nevra Öksüz

 
Varsayılan

Yargıtay 1. Hukuk Dairesi, 16.06.2010 T., Esas: 2010/5118, Karar: 2010/7031: "...Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.


Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı inançları Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Sözkonusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun'un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, "kötü niyetli ve haksız gizlemeler" dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu'nun "müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur" hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasası'nın 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı Bileştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.

Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararı'nda da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

İçtihadı Birleştirme Kararı'nın sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir, inanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme Kararı'nın kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz..."

Kararda anılan İBK'nın bulunduğu link 4 no'lu mesajımda eklenmiştir.

Saygılar...
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Gabin mi vekiil muvazası mı? Güldal Meslektaşların Soruları 3 20-06-2011 14:27
Gabin seyitsonmez Meslektaşların Soruları 1 04-06-2009 16:33
ltd şirketlerin devrinde sorumluluk avnihal Meslektaşların Soruları 6 23-09-2008 20:26
Gabin mi Hile mi? Brusk Meslektaşların Soruları 5 01-11-2006 09:07
Şirket Devrinde Sorumluluk erence Hukuk Soruları Arşivi 1 02-03-2002 11:18


THS Sunucusu bu sayfayı 0,08207703 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.