Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. Üyelerimizin yazdığı ve bizlerle paylaştığı şiir, öykü, deneme ve diğer yazınsal türler.

Karınca Yolu

Yanıt
Konu Notu: 2 oy, 3,00 ortalama. Değerlendirme: Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 10-01-2007, 10:53   #1
Alper Günay

 
Varsayılan Karınca Yolu

Karınca Yolu

İncir ve limon ağaçlarıyla kaplı bahçeye bakan evimizin verandasında sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra, babam resim atölyesi olarak kullandığı tek katlı binaya doğru yürürdü.
“Burası ölen hizmetçimiz için inşa edildi” derdi babaannem. Sessizce gözlerini yumar, sonra yavaşça gözkapaklarını aralayıp bana bakardı. Geniş bir gülümsemeyle aydınlanırdı yüzü.
Babaannem kahvaltı masasını toplarken, ben de kendime bir oyun arkadaşı arardım. Çokluk, karıncalar olurdu arkadaşlarım. Yuvalarının yanı başına yaptıkları karınca yolu, kesintisizce akan bir trafiğe benzerdi. Bu yol bazen bir ağacın gölgesinde biter, bazen de ağaç dallarına kadar uzanırdı. Bir keresinde, ağaç dallarında ne aradıklarını sormuştum babaanneme.
“Su arıyorlar” demişti.
Bunu öğrendiğimde, çektikleri zahmeti düşünüp üzülmüştüm. Kapısı bahçeye açılan mutfaktan bir bardak su doldurup, karınca yuvasının yakınında açtığım bir çukura boşaltmıştım. Bu sayede susuzluklarını gidereceklerini ve ağaca tırmanmak zorunda kalmayacaklarını düşünüyordum. Toprak, döktüğüm bütün suyu emmişti. Mutfaktan getirdiğim bardaklar dolusu sudan sonra, ne yaparsam yapayım toprağın susuzluğunu dindiremeyeceğimi anlamıştım. Sonraki günlerde, karıncalar için ekmek kırıntıları taşır olmuştum. Mutfaktan aldığım ekmek kırıntılarını karıncaların geçtiği yerlere doğru bırakırdım. Karıncalar, sabahtan öğleye kadarki oyun arkadaşlarımdı.

Babam, öğlenleri atölyeden dışarı adım atmaz ve yemeğini burada yerdi. Benim de atölyeye girmemden rahatsız olurdu. Ne zaman atölyeye girsem, yüzüme bile doğru dürüst bakmadan dikkatini dağıttığımı söyler ve çıkıp gitmemi isterdi. Bu sırada, resim sehpasının karşısında sıkıntılı bir tavırla kıpırdanır dururdu.

Evimize sık sık komşularımız gelir giderdi: Numan Teyze, Asuman Teyze, Bahriye Teyze, Feray Teyze… İçlerinde, Numan’ı hiç sevmezdim. Şişman, küçük gözlü, at suratlı bir kadındı. Ne zaman babaannemi ziyarete gelse, “Torun nasıl teyze?” diye sorardı.
“Hamdolsun iyi. Bahçede oynuyor herhalde.”
Bu sevimsiz kadın, ne yapar eder, bir yolunu bulur yakalardı beni. Elimden tutar, tüm karşı koymalarıma rağmen inatla beni kendisine doğru çeker, “Gel teyzeye, gel teyzeye” diyerek, sırıtkan bir ifadeyle, suratımı kocaman, pis kokulu memelerine bastırırdı. Sonra, yanaklarıma tükrüklü, tiksinti verici öpücükler kondururdu. Kadının elinden kurtulduktan sonra ilk işim lavaboya koşup yüzümü yıkamak olurdu. Pis tükrüğü kalmasın diye, yüzümü büyük bir itinayla yıkardım.

* * *

Sonbahar yaklaştı.
“Büyüdün artık, seni okula kaydettireceğim” dedi babaannem. Söylediğine göre, okulda yazı yazmayı ve okumayı öğrenecekmişim. Bir de, pek çok yeni arkadaş edinecekmişim. Böyle söyledi. Ben de, “Peki” dedim.
Babaannem bir hafta sonra elimden tuttu, beni hiç bilmediğim mahallelere götürdü. Oralarda da bizimkine benzer bahçeli evler gördüm. Hiçbirinde bizimki kadar yüksek, kalın duvarlar yoktu. Bir tek bizim evimiz böyleydi belki de. Bu duvarları babam ördürmüş, annem hayattaymış o zamanlar. Günler sürmüş bu iş, babam duvar işçilerine çok para ödemiş. Kendisini ancak böyle güvende hissedebilirmiş, dış dünyadan soyutlanıp resme yoğunlaşmalıymış, yoksa tüm çabası boşa gidermiş.

“Kış gelince karıncalar da kalmaz artık” dedi babaannem. Bunu duyunca çok üzüldüm, inanmak istemedim. Babaanneme, bunun doğru olup olmadığını sordum defalarca. Oyun arkadaşlarımın beni terk edip gideceğine inanmak istemiyordum. Doğruca babamın resim atölyesine gittim. Bunu bir kere de onun ağzından duymadıkça, böyle bir şeyin doğruluğuna inanmayacaktım.
Kapıya yanaşıp, eşikte dikildim. Babam varlığımı fark etmemişti. Resim sehpasının başındaydı. Arada bir taburesinden kalkıp geri çekiliyor ve sehpanın karşısına geçip, düşünceli bir tavırla yaptığı resmi seyrediyordu. Sonra tekrar gerisin geri gelip, elindeki fırçayı paletteki boyalara daldırıyor, tuvale serpiştiriyor, yarattığı resmi memnunluk taşan bir ifadeyle tekrar seyre dalıyordu. Çekinerek kapıyı çaldım.
“Evet?”
“Baba, sana bir şey soracağım.”
“Ne soracaksın?”
Gözünü resimden bir an olsun ayırmıyordu.
“Babaannem dedi ki, karıncalar kış gelince gideceklermiş.”
“Ne dedin?”
“Dedim ki, karıncalar kış gelince bizi bırakıp gideceklermiş.”
“Öyle mi? Giderken kapıyı ört.”

* * *

Babaannemle okuldan içeri girip, kapısında, ‘Müdür Yardımcısı’ yazılı kayıt odasını bulduk. Odada bıyıklı, solgun bakışlı bir adam oturuyordu. Bizi içeri buyur etti. Bana:
“Okumak istiyor musun? Okuyun okuyun, okumayana bu devirde iş yok. Okulda senin gibi kardeşlerin olacak, aman iyi geçinin ha, öyle kavga dövüş istemem okulumda. Burayı kentin en iyi okulu yapacağım, çiçek gibi olacak, çiçek…” diyordu.

Okullar açıldı. Kaydımı yapan müdür yardımcısı, her sabah karşımızda duran platforma çıkıp emirler yağdırırdı:
“Kollarını uzat, hizaya bak, rahat, hazır ol, rahat… Kim gelecek?” diye sorar, peşi sıra, parmak kaldıran çocuklardan birini seçerdi. Seçilen çocuk, büyük bir onura erişmiş gibi gururla kasılır, berisinde bekleyen kalabalığa küçümseme dolu bir bakış fırlatırdı. Ardından başlardı papağan gibi ötmeye: “Türküm, doğruyum, çalışkanım…”

Sonunda, iyi kötü okumayı sökmüştüm. Evde, babaannemin armağan ettiği büyük yazılı masal kitaplarını okuyordum. Havalar soğumaya başlayınca, karıncalar yuvalarından çıkmaz olmuştu. Tek eğlencem kitaplardı. Masal kitapları, bu sıkıcı yaşamın dışında bambaşka dünyaların varlığından haberdar ediyordu beni. Ben de bu dünyayı keşfedebilmek için, masal kahramanları gibi gezmeye, keşiflere çıkmaya karar verdim. Evden ayrılıp, bir saat uzaklıktaki tepelere doğru yürüdüm. Önce kıraç topraklar geçtim, sonra bakımsız üzüm bağları… Saksağanlar, kargalar, sığırcıklar gördüm. Sonra kevenler, çalılar, badem, ahlat, iğde ağaçları… Tozlu yollardan ayrılıp tepelere doğru çıktım. Yükseldim, yükseldim… Yürürken ne zaman nefes nefese kalsam, hemen oracıkta durup dinleniyordum. Altımda uzanan puslu kente göz atıp evimizi bulmaya çalışıyordum. Bulunduğum yerden yalnızca oturduğumuz mahalleyi görebiliyordum. Yükseldikçe şiddetini arttıran rüzgâr beni coşturuyordu. Rüzgâr şiddetlendikçe, daha bir hırsla tırmanıyordum önümde uzanıp giden tepeye. Meydan okuma duygusunu sevmiştim. Manzaranın değişmesini, yalnızlık hissini, yükseldikçe insanlardan uzaklaşmayı…

Okulu sevmiyordum. Başarılı bir öğrenci değildim. Öğretmenlerin tembel öğrencilere tahammülü yoktu. Kendimi gün geçtikçe değersiz ve işe yaramaz hissetmeye başlamıştım. Bu duygu beni öylesine boğuyordu ki, artık yalnızca dağlarda nefes alabiliyordum. Ama geçici bir rahatlamaydı bu. Dağlarda kapıldığım yoğun coşku, mutluluk, sevinç, kente inmemle birlikte yerini karamsar, zehirli, melankolik düşüncelere bırakıyordu. Her geçen gün daha da içime kapanıyordum.

* * *

Okul çıkışıydı, eve geldim. Eşikte, Numan’ın pabuçlarını gördüm. Okuldayken, derslerin bir an önce bitmesini istemiştim. Bir an evvel evde olmayı istemiştim, babaannemi görmeyi, bahçede bitkilerle ilgilenmeyi, bir masal kitabı okumayı, hayal kurmayı… Ama şimdi Numan’ın ayakkabılarını eşikte görünce tüm keyfim kaçtı. İsteksizce kapıyı çaldım. Babaannemin ayak seslerini işittim. Yaklaşıyordu, daha da yaklaştı, sonra kapı ardında gülen yüzünü gördüm.
“Hoşgeldin Yusuf, nasıl geçti günün?”
“Her zamanki gibi babaanne. Numan mı geldi?”
“Ayıp çocuğum, o nasıl söz öyle! Numan teyzen sakın duymasın öyle dediğini, o senin kaç yaş büyüğün, teyzen… Numan teyzen…”
“Peki, teyze derim bundan sonra. Ama görmek istemiyorum onu, bahçeye çıkacağım.”
“Tamam çıkarsın, önce bir görün istersen. Hoşgeldin de, elini öp. Seni sordu, okulda dedim. Bir göreyim de öyle gideyim yavrucuğumu, dedi.”
Çaresizce salona geçtim. Kadın, şişman kıçını koltuklardan birine güç bela sığdırmış, hiç kımıldamadan, alık alık televizyona bakıyordu. Beni görünce, yüzüne yapmacık bir sevimlilik ifadesi yerleşti. Her zamanki sırnaşıklığıyla beni kolumdan yakalayıp kendisine doğru çekti. Bu kez hiç direnmedim, yüzümü öperken öte yana da çevirmedim. İzin verdim, beni istediği gibi öpsündü. Sonra bir fırsatını bulup elinden kurtulurdum nasılsa. İstese de, bütün ilgisini bana yöneltemezdi. Önünde sonunda dikkatinin dağıldığı, ilgisinin azaldığı bir an bulunurdu elbet. Önemli olan bu anı kollamak, bir punduna getirip kaçmak, soluğu bahçede almaktı.
İşte gene başladı. Islak, ılık, yapışkan tükrüğünü yanağıma konduruyor. Bundan benim de hoşlandığımdan öylesine emin ki, tiksinebileceğimi aklının ucundan bile geçirmiyor. Yanaklarımı mıncıklıyor. Öp bakalım şiş göbeş öp bakalım, ne kadar daha öpeceksin? Babaanneme yaranmak, ona sempatik gözükmek gibi bir derdin olmasaydı, beni gene bu kadar sever miydin, yoksa mahallede toplaşıp ara sokaklarda futbol maçı yapan, camları indiren, gürültü yapan o çocuklara çıkıştığın gibi çıkışır mıydın bana da? Onlara duyduğun öfkeden aynı şekilde nasiplenir miydim ben de? Öğrenmek isterdim bunu. Mümkün olsaydı suratıma maske takar, sokağa çıkıp o çocukların arasına karışırdım. Sonra beklemeye başlardım. Seni saatlerce bekleyebilirdim şişko teyze, hatta bir gün bile bekleyebilirdim, inan bana yapardım bunu.
Yürürken, sağından solundan sallanan löpür löpür yağlara aldırmadan, modası geçmiş daracık giysiler giyersin. Sentetik oldukları için solumaz giydiklerin, domuz gibi terlersin, yüzün kızarır. O zaman pembe domuzlar gelir aklıma. Bir domuzum olsaydı adını Numan koyardım. Babaannem çok kızardı buna, ama ben gene de Numan koyardım adını. Babaannem yanımdayken onu başka bir adla çağırırdım, babaannem uzaklaşınca gene Numan derdim domuza. Babaannem yokken adı hep Numan olurdu domuzumun.
Elbiselerin derine yapışıp kalır Numan. Babaannemden dinlediğim Herakles’i ve tuniğini anımsarım seni görünce. Soyunurken derini de soyup çıkaracağını hayal ederim hep. Elbiselerin şekilsiz, bozuk vücudunla öyle bir bütünleşmiştir ki, aklıma başka bir şey gelmez. Giysilerini çıkarırken derin soyulup çıkmaz, Herakles gibi ölmezsin. Ertesi sabah gene çocuklara bağırırken duyarım sesini, o zaman anlarım ölmediğini. Ölmeni dilemem, ama ölsen şuncacık da üzülmem. Babaannem, insanların ölümünü istememek gerekir, der. Yoksa kötü insan olurmuşuz. Ben kötü insan olmak istemiyorum, ama bundan korkacak da değilim. İnsan hayatında bir iki kez kötü oldu diye, sonsuza dek kötülük içinde kalacak değil, er geç kurtulur kötülük batağından. Kötülüğü hiç tatmamış biri iyiliği de bilmez belki. Bilmiyorum. Bunu bir de babama sormak isterdim, ama soramam, sorarsam kızar, beni atölyesinden kovar, kapıyı kapat bir daha beni rahatsız etme, der.
Şimdi öpmeyi kesti. Beni kucağına almak istiyor, ama bu senin harcın değil, bebek değilim artık. Kollarınla sarma beni, öpme, yanaklarımı mıncıklama, alıkoyma, bırak gideyim. Yanaklarım tükürük içinde kaldı. Kim bilir ne pis kokmuşlardır, Numan’ın ağız kokusundan farksızdır yanaklarımın kokusu. Tükürükler kurumaya başladı, kuruyunca koku yüzüme siner, o zaman suyla bile çıkmaz, iyice sabunlasam da kâr etmez.
“Tuvalete gitmem gerek” dedim.
“Tuvalete mi gitmen gerek, hadi bakalım öyleyse” diyerek bıraktı beni.
Lavaboya gittim, yüzümü yıkadım. Suratımı öyle sert ovuşturdum ki, kıpkırmızı kesildi.
Bahçeye çıktım. Hava soğuduğu için fazla kalamadım. Hava kararırken Numan gitti. Babaannemin onu uğurlamasından anladım gittiğini.
Umarım bir daha gelmezsin Numan, kendine başka bir komşu bul. Babaannemden ve benden uzak dur.

* * *

Beden eğitimi dersi için okulun bahçesinde toplandık. Hava soğuktu.
“Hazır ol!” diye emretti öğretmen. Sonra bana dönüp, “Ne o Yusuf, hazır olda neden kıpırdanıyorsun?” diye sordu.
“Üşüyorum”
“Erkek adam üşür mü?”
“Üşümez!” diye yanıt verdi dört sıra ötede duran biri, üzerine vazifeymiş gibi.
“Madem üşüyorsunuz, sizi biraz koşturalım da ısının” dedi öğretmen. Sonra bizi, bahçenin etrafında tam beş tur koşturdu. Canım çıktı, terledim. Koşudan sonra öğretmen yanımıza geldi ve emirler yağdırdı:
“Hazır ol, rahat, sağaaa dön, solaaaa dön, ileriiii marş! Sol sol sol, sol sağ sol… Kıt’a dur, geriyeeee dön! Solaaa dön!..”

Birkaç ay sonra öğretmenimiz hastalandı. Kansermiş dediler, tedavi görecekmiş, gitti, bir daha da gelmedi. Çok geçmeden, onun yerine başka biri geldi. Bu yeni öğretmen, bize askermişiz gibi davranmadı. Zorla tahtaya kaldırıp matematik problemi çözdürmedi, sayfalar dolusu ödev vermedi, bize okul numaralarımızla değil, adlarımızla hitap etti.

Bir gün babam, okulda yaptığım resimlerden birini gördü. Yüzü allak bullak oldu, gözleri küçüldü. Sonra onu mutfakta babaannemle konuşurken duydum.
“Ressam İbrahim Kırıkkanat’ın oğlu, böyle kötü resim yapıyor dedirtmem insanlara. Bu çocuğa resim yapmayı öğretmeli” diyordu.
Ertesi gün babam beni atölyesine çağırttı. Çekinerek gittim. Kapısı açıktı, resim yapıyordu. Kapıyı çaldım, yüzünü çevirmeden, “Bekle biraz işim var, içeri girme” dedi. Bekledim. Bir ara sıkıntıdan kıvranacak oldum, ama gene de dayandım, babamın buz gibi soğuk, somurtuk atölyesine katlandım.
Babam seslendi. Arkasındaki masanın üzerinde duran kâğıt ve kalemi almamı istedi benden. Söylediğini yaptım. Bana düz, ahşap bir plaka verdi, bir kıskaçla kâğıdı plakaya tutturdu.
“İlk ders…” diyerek, bir fincan koydu önüme.
“İşin bitince dışarı çık, ben uygun bir zamanda resmine bakacağım” dedi.
Uzaklaşıp resmiyle ilgilenmeye başladı. Şövalenin arkasında oturduğum için, üzerinde çalıştığı resmi göremiyordum. Başımı uzatıp göz ucuyla şöyle bir baksam, kızacağını biliyordum. İçimdeki merak duygusunu bastırıp, önümde duran fincana yoğunlaşmaya çalıştım.
Şişik, yuvarlağımsı fincanı çizerken ölçüleri tutturamıyordum. Fincanın sağ ve sol yüzünü eşitlemeye çalıştığımda, orantılar daha da bozuluyordu. Umutsuzluğa kapıldım. Bir taraftan babama yeteneğimi ispatlamak için ortaya iyi bir iş çıkarmak istiyor, öte yandan resmi bir an önce bitirebilmek için sabırsızlanıyordum. Aceleciliğim işleri zorlaştırıyordu. Her çiziş, her siliş, önümde duran kâğıdı tüylendirip yıpratıyordu. Babamdan ikinci bir kâğıt isteyecek cesaretim olmadığı için, hata yapmamam gerekiyordu. Yoksa kâğıt büsbütün yıpranıp incelecek, yırtılıp gidecekti. Bunu göze alamazdım. Sinirden öylesine gerilmiştim ki, ellerimin titremesine engel olamıyordum. Yavaş çizmeye çalıştıkça, ortaya çıkan çizgiler kararsız, titrek bir hal alıyordu. Bunun önüne geçebilmek için hızlı çizmem gerekiyordu. Ama bu sefer de çizgilerin uçları sağa sola savruluyor, üzerinde çalıştığım resmin sınırlarını değiştiriyordu. Taşan çizgileri silerken, silginin küt burnu resmin önemli bir bölümünü yok ediyordu. Aynı hatların üzerinden ikinci kez geçmem de bir işe yaramıyordu.
Bir ara öyle bunaldım ki, kâğıdı ve kalemi orada öylece bırakıp atölyeyi terk etmek istedim. Böyle davranmam babamı haklı çıkarırdı, sabırlı olmalıydım. Tüm resmi silip, baştan çizmeye karar verdim. Rahatlamak için derin bir nefes aldım. Fincanı inceledim. Babamın, resim yaparken kalem ve fırçayla ölçü alışını görmüştüm. Nasıl yapıldığını tam olarak bilmesem de, onu taklit ederek kalemi burnumun ucuna doğru yaklaştırdım. Gözlerimi kısıp, kalemi fincana doğru tuttum, boyunu ölçtüm. Sonra aynı şeyi fincanın diğer yüzü için de yaptım. Aldığım ölçüleri unutunca, tekrar ölçmeye üşendim. Hem zaten, tüm bu ölçümlerin ne işe yaradığını, nasıl kullanılacağını da bilmiyordum. Bütün dikkatimi fincanın yuvarlak hatlarına, üzerine düşen gölge ve ışığa vermeye çalıştım. Umutlarımı yitirmek üzereyken, özensizce attığım birkaç çizikten iyi kötü bir fincan taslağı çıkardım. Bu bana ihtiyacım olan cesareti verdi ve devam ettim. Fincanın ağzını çizdim. Sıra gölgelendirmeye geldi. Çok bastırmadan, elden geldiğince yumuşak geçişlerle gölgeli kısımları da tarayıp resmi bitirdim. Elimdeki kalemi, resimle birlikte masanın üzerine bıraktım, atölyeyi terk ettim.

Babam, ertesi gün akşamüzeri beni tekrar atölyesine çağırttı. Okuldan yeni çıkmıştım, üzerimi değişip hemen atölyeye koştum.
Babamın resmimin karşısında dikilişini, düşünceli bir tavırla elini çenesine götürüşünü, gözlerini kısarak, o çok bildik bakışlarla resmimi süzüşünü görür gibi oluyordum. Acaba babam resmimi hoşnutsuz bir ifadeyle mi süzmüştü, yoksa beğenmiş miydi? Onun kolay kolay beğenen biri olmadığını biliyordum. Gördüğü resimlerde muhakkak bir kusur arar ve ne yapar eder, aradığı kusuru bulurdu. Bu yüzden, babamın resmimi beğenmeyeceğini düşünüp korkuyordum. Atölyeye yaklaştıkça adımlarım yavaşlıyor, gittikçe sarsaklaşıp isteksizleşiyordu. Babamla olan karşılaşmayı olabildiğince geciktirmek istiyordum. Adımlarımı ne kadar yavaşlatırsam yavaşlatayım, biraz sonra, evimizden yalnızca otuz metre ötede bulunan atölyenin önünde buldum kendimi. Kapısı kapalıydı. Kapının altından, sıkıntı veren sarı bir ışık sızıyordu. Elimi yumruk yapıp kapıyı çalacak oldum, duraksadım. Elim kararsızca havada asılı kaldı.
Kapının önünde ileri geri yürüdüm bir süre. İçeri girdiğimde ne söyleyeceğimi, nasıl davranacağımı düşündüm. Babam, “Olmamış, resim böyle yapılmaz” diyecek olursa, ne cevap verecektim?
Kapıyı çaldım. Bir pişmanlık duygusu kapladı içimi. Keşke çalmasaydım, diye geçirdim içimden. Gözlerimi kapattım ve beklemeye başladım.
“Girin!”
Duyduğum ses babama mı aitti, yoksa bu bir yanılsama mıydı, emin olamadım bundan.
Eve gitmek istiyordum. Karnım açtı, yorgundum, üşüyordum. Eve dönmeye karar verdim. Babam, çağırdığı halde neden gelmediğimi soracak olursa, ben geldim, kapıyı da çaldım, uzunca bir süre bekledim, ama sen içerde değildin, çünkü ne ses verdin, ne de kapıyı açtın, diyecektim. O zaman babam söyleyecek söz bulamazdı. Duymadım herhalde, der geçiştirirdi belki. Bana inanmazsa, “İstersen babaanneme sor, atölyeye gittiğimi o da biliyor” derdim. O zaman babam ne derdi? Hiç. Ya susardı ya da “Peki” derdi. Ama somurturdu muhakkak.
Eve doğru yürüyecektim ki aniden kapı açıldı, korkuyla irkildim. Karşımda babamın gölgesi duruyordu.
“Yusuf?”
“…”
“Sana gel dedim, duymadın mı?”
“Duymadım. Atölyede değilsin sandım. Eve gidiyordum.”
“Ben akşamları hep atölyedeyimdir. Gel!”
Yanından süzülerek içeri girdim. Burnuma yoğun bir tiner kokusu geldi. Kovanın içinde duran çamurumsu tinere göz attım. Yürüdüm. Tezgâhın üzerinde boya tüpleri, temizlenmiş fırçalar, paletler, boya lekeleriyle kaplı bir bez ve pastel boya kutuları duruyordu.
“Sehpadan tarafa geçme, resmim daha bitmedi” dedi babam.
Durdum. Arkamı dönüp, bir gün evvel resim yaptığım tezgâha doğru yürüdüm. Babam, arkamdan geliyordu. Resmim, masanın üstünde bıraktığım gibi duruyordu.
“Resmini inceledim. Yetenekli olduğunu biliyordum. Ama teknik bilgin hiç yok. Bunları sana daha sonra öğreteceğim. Şimdi vaktim yok bunun için. Sen de git derslerine çalış, yarın sabah okulun var, erken yat” dedi.
Uzaklaşıp boya ve fırçalarıyla ilgilenmeye başladı.

Eve döndüm. Ödevimi yaptım. Sonra mutfağa, babaannemin yanına gittim. Fırından güzel kokular yayılıyordu. Açlıktan midem kazınıyordu. Babaanneme aç olduğumu söyledim. Sabırlı olmalısın, dedi. Beni içeri, yanan sobanın başına yolladı.
Birkaç dakika sonra elinde bir tepsiyle çıkageldi. Ispanaklı börek ve ıhlamur çayı yapmıştı. Fincanlara çay doldurup yanımdaki mindere oturdu.
Tıka basa karnımı doyurdum, üzerine bir fincan çay daha içtim. Yorgundum. Babaannemden, bana bir hikâye anlatmasını istedim. Bir süre düşündü. Sonra buldu anlatacağı hikâyeyi. Ama hikâyenin sonunu dinleyemeden uyuyakaldım. Babaannem beni uyandırdı, yatağıma yatmamı söyledi. Uykunun tatlı ağırlığı beni bunu yapmaktan alıkoyuyordu. Babaannem gene seslendi, oralı olmadım. Bu kez beni omzumdan tutup hafifçe sarstı, ister istemez gözlerimi açmak zorunda kaldım. Huysuzlandım, rüyamın böyle saygısızca kesilmesinden, uykumun bölünmesinden rahatsız olmuştum. Babaannem ısrarla beni yatağa yollamaya uğraşıyordu. Bu yetmezmiş gibi, yatmadan evvel dişlerimi fırçalamam gerektiğini söylüyordu. Diş fırçalamak bir yana, tuvalete girmeye, oradan odama geçip soyunmaya bile üşeniyordum. Yatağımın buz gibi olduğu aklıma gelince, içimi inatçı bir direnç kapladı. Diretebildiğim kadar direttim, ama babaannem kararlıydı. Sonunda isteksizce söylediğini yapmak zorunda kaldım, kalktım. Sıcak odadan çıkıp soğuk tuvalete girdim. Dişlerimi fırçalamadan yattım.

* * *

Öğleden sonraydı, okuldan eve dönüyordum. Hava kapalıydı. Kurşunî bulutlar gökyüzünü karanlığa boğmuştu. Havada kötücül bir ağırlık vardı.
Yürüdüğüm yol, yaprakları dökülmüş ağaçlarla çevriliydi. Ağaçlardan birine bir karga kondu ve tedirgince başını oynattı. Acı acı öttü. Havalandı, uzaklaştı. Ortalık aniden sessizleşti. Nereden çıktığı anlaşılmayan bir rüzgâr, uzaklardan süpürdüğü tozları yüzüme vurdu. Gözlerime ve ağzıma toz doluştu. Bir süre gözlerimi açamadım.
Eve vardım. Evimizin önünde, çoğunluğu kadınlardan oluşan bir kalabalık toplanmıştı. Alışıldık bir durum değildi bu. Benimle ne konuşuyor, ne de bana gülümsüyorlardı. Donuk gözlerle, yalnızca bakıyorlardı.
Evin kapısı ardına kadar açıktı. İçeriden iç çekmeler, hıçkırıklar işitiliyordu. Tedirginliğim arttı. Telaşla mutfağa koştum. Bir el beni kendisine doğru çekti. Göğsüne bastırdı. Başımı kaldırıp baktım, Numan’dı bu. Yüzünde her zamanki yılışık gülümseyişinden eser yoktu. Suratı allak bullaktı. Gözleri kızarmıştı. Öbür elinde buruşuk bir mendil tutuyordu.
“Zavallı yavrucuğum” dedi bana.
Kalabalıktan, onu onaylayan sözler işittim.
“Babaannem nerde, babaannemi görmek istiyorum” dedim hırçın bir tavırla. Numan’ın çekiştirmesine aldırmadan elinden kurtulabilmek için çırpınıyordum.
“Sakin ol yavrum. Babaannen burada değil.”
“Nerde, nereye gitti?”
“Uzun bir yolculuğa çıktı...”
Duraksadım. Korku dolu gözlerle Numan’a baktım. Ne demek istiyordu, babaannem neden bir yolculuğa çıksındı ki? Bundan bana hiç söz etmemişti, hem beni bırakıp da nereye gidebilirdi? Aklımdan bunları geçirirken, Numan hıçkırarak mendilini yüzüne kapattı.
Numan’a baktım, sonra etrafımı saran kalabalık yüzlere. Yaşamın karanlık bir giziyle karşılaşmış olmaktan duyulan korku, gerçeği kavrayamamanın getirdiği şaşkınlık saklıydı yüzlerde.

* * *

Babaannemin cenazesi, üzerinde ‘Cenaze Arabası’ yazan, yeşil renkli bir arabaya kondu. Mezarlığa gittik. Babaannemin kefene sarılı bedeni, yavaşça çukura indirildi. Yağmur yağmaya başladı. Aceleyle toprak atıldı. Ben son kez, çukurun kenarına gelerek babaanneme baktım, onunla vedalaştım. Çukur kapatıldı, mezarın üstünde bir tümsek oluştu. Üzerine birkaç karanfil bırakıldı. Kalabalık yavaşça dağıldı. Babam hâlâ dua ediyordu. Biraz sonra duasını bitirdi.
“Eve gidelim” dedi.
“Biraz daha kalacağım.”
“Eve gitmemiz gerek.”
“Ben gelmiyorum.”
“Ama yağmur…”
Sustu. Beni ilk kez görüyormuşçasına, tuhaf bir ifadeyle yüzüme baktı. Mezarlığın tepesinden aşağı doğru inmeye başladı.

Yağmur hızlanmıştı. Ortalığı saran toprak kokusunu içime çektim. Çamurlu toprağa diz çöküp babaannemle konuştum.
Aşağıdaki ovaya çöreklenen sis, açgözlü bir canavar gibi kenti yutup içine alıyordu. Oturduğumuz mahalleyi aradım, evimizi… Babamla aramdaki tek bağ da kopmuştu işte.
Doğruldum. Mezarlığın üst kısımlarına doğru yürümeye başladım. Ayakkabılarımın altında yığınla balçık birikmişti. Her şey bulanıklaşmıştı. Tek hatırladığım, önümde uzanan sarı tepelere doğru yürüdükçe arkamda kaygan, yayık bir iz bıraktığımdı.



Alper Günay
Kıbrıs – İstanbul
2005 - 2006
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Ağustos Böceği ile Karınca ve Adalet, Temel Haklar Sorunu mutlakadalet Hukuk ve Felsefe 31 13-11-2007 04:03
Çıkış Yolu Arıyorum inci Meslektaşların Soruları 1 11-04-2003 20:08
Yolu Kapama taskapan Meslektaşların Soruları 8 08-01-2003 22:45
Paramı Almanın Bir Yolu Yok Mu? kitapkurdu Hukuk Soruları Arşivi 8 17-12-2002 18:22
Bağ-kur Ve Yargı Yolu glossator Meslektaşların Soruları 1 03-05-2002 16:15


THS Sunucusu bu sayfayı 0,06399107 saniyede 15 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.