Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun]

Bağ-Kur tedavi gideri zamanaşımı

Yanıt
Konuyu Değerlendirin Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 12-12-2007, 14:36   #1
ekinheval

 
Varsayılan Bağ-Kur tedavi gideri zamanaşımı

Bağ-Kur aleyhine tedavi giderlerinin ödenmesi için açılacak davada zamanaşımı süresi kaç yıldır?
(Müvekkil trafik kazası sonrası özel bir hastanede tedavi görmüş, tedavi sonrası tedavi giderlerinin ödenmesi için bağ-kura yazılı başvuruda bulunmuş, bağ-kur tarafından hastalığın sağlık yardımları yönetmeliğinin 7. maddesine girmediğinden masrafların ödenmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir)
Old 13-12-2007, 23:37   #2
ali ekmekçi

 
Varsayılan

Sayın Meslektaşım aksi bir durumda Bağkur için talep zamanaşımı 10 yıl olarak düzenlendiğine göre Müvekkiliniz yönüğnden de böyle olmalı diye düşünüyorum.Aşağıdaki kararlar bu düşünceye sevk etti beni

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E:1989/10-121
K:1989/228
T:05.04.1989

· SAĞLIK HİZMETLERİ
· GİDERLERİN KARŞILANMASI
ÖZET : Yönetmelikteki hüküm ile yasadaki hüküm çelişkili ise, yasa maddesi uygulama önceliğine sahiptir.
Bağ-Kur Yasasının geçici 17. maddesi hükmüne göre, acil olsun olmasın diğer sağlık kuruluşlarında yapılan tedavi ve diğer giderler Kurum tarafından ödenir. Ancak, S.S. Yardım Bakanlığı'nın resmi sağlık kuruluşları için saptadığı ücret tarifeleri esas alınır.
(1479 s. Bağ-Kur K. m. geçici m.17)

Taraflar arasındaki 'alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Manisa İş Mahkemesi)nce davanın reddine dair verilen 11.5.1988 gün ve 1987/166-1988/100 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onuncu Hukuk Dairesi'nin 20.10.1988 gün ve 5295-5794 sayılı ilamiyle; (... Davacının hastalığı nedeniyle ameliyat olmasında tıbbi bir zaruret mevcut olduğu olayın meydana gelişiyle sabittir. Ne varki, bu ameliyatın yasa ve tüzük hükümleri gereğince Sosyal Sigortalar Hastahaneleri'nde yapılması gerekir. Ancak anılan hastahanelerde bu tür ameliyatların yapılıp yapılmadığı öncelikle araştırılmalıdır. Bu yön olumlu saptandığında Ankara Yüksek İhtisas Hastahanesi'nde yapılan masraflarla, ameliyatın Sosyal Sigortalar Kurumu Hastahanesinde gerçekleştirilmesinde yapılması gereken masraflar araştırılıp tesbit edilmeli ve bulunacak miktar taleple bağlı kalınarak kabul edilmelidir. Mahkemece, açıklanan doğrultuda araştırma yapılmaksızın sonuca etkili olmayan gerekçe ve nedenlerle davanın reddine karar verilmesi usul ve kanuna aykırıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden davacı vekili.
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davada, Bağ-Kur emeklisi olan davacının kalp hastalığı nedeniyle Salihli Devlet Hastahanesi'ne başvurduğu, buradan aciliyet kaydıyla Ankara Yüksek İhtisas Hastahanesi'ne sevkedildiği, orada kendisine kalp ameliyatı yapılıp 4.670.000 TL. masraf çıkarıldığı, bu masrafları hastahaneye ödemek zorunda kaldığı ileri sürülmüş ve ödenen miktarın davalıdan tahsilen karar verilmesi istenmiştir.
Davalı Bağ-Kur, savunmasında Bağ-Kur sözleşme yaptığı hastahanelerden başka bir sağlık tesisinde yapılan masrafların ödenebilmesi için hastalığın acil olduğuna dair rapor alınması ve bu raporun Bağ-Kur İdaresi tarafından kabul edilmesi gerektiğini, oysa davacının hastalığının acil olmadığını söylemiş ve davanın reddini istemiştir. Başka bir anlatımla Bağ-Kur Sağlık Sigortası Yardımları Yönetmeliğinin 7. maddesinde öngörülen koşulların oluşmadığı ifade edilmiştir. Bu koşulların neler olduğu az Önce açıklanmıştır. Hemen söylemek gerekirse, anılan Yönetmeliğin 7. maddesi Bağ-Kur Yasasının geçici 17. maddesine aykırı düşmektedir. Zira 17. madde aynen "Sağlık hizmetlerinin gerektirdiği giderler ek 11. maddede sayılan kuruluşların yataklı tedavi kurumlarında yapılacak muayene, tedavi, tahlil, müdahale, ameliyat tedavilerine ait fiyat tarifeleri esas alınarak Kurum tarafından ilgili kuruluşlara Ödenir. Ancak, diğer sağlık kuruluşlarında yapılan tedavilerde, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'nın, resmi sağlık kuruluşları için tesbit ettiği ücret tarifeleri esas alınır" hükmüne yer verildiği görülmektedir. Yasa maddesinde açıkça acil olsun olmasın diğer sağlık kuruluşlarında yapılan tedavi ve sair masrafların Kurum tarafından ödeneceği öngörülmektedir. Bu durumda sağlık sigortasından yararlanma bakımından yasal olarak daha geniş haklar verilmekte iken yönetmelikle bu hakların daraltılması yönüne gidilmesi hukuka ve kanuna aykırıdır. Başka bir deyişle yönetmelikteki hüküm ile yasadaki hüküm çelişkili ise mevzuat hiyerarşisi bakımından yasa maddesi uygulama önceliğine sahiptir. Hal böyle olunca davacının Yüksek İhtisas Hastahanesine ödediği ameliyat tedavi vesair masrafların Bağ-Kur' dan az sonra açıklanan ilkeler çevresinde talep edilebilir. Bilindiği gibi, Bağkur, sağlık hizmetini 1479 sayılı Kanunun ek 11. maddesi uyarınca, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sosyal Sigortalar Kurumu, Mahalli idareler, Üniversiteler, Kamu İktisadi Teşekküllerine ait sağlık tesisleri ile, diğer Sağlık tesislerinden satın almak suretiyle yürütür.
Sağlık hizmetinin hangi sağlık kuruluşlarından satın alınacağının tesbitine Bakanlar Kurulu yetkilidir. Olayda davacının kalp hastalığı nedeniyle ameliyat olmasında tıbbi zaruret mevcut olduğu, Kurumun Salihli Devlet Hastanesi'yle anlaşma yaptığı hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Ne var ki bu ameliyatın ek. 11. maddede sayılan ve Kurumca anlaşma yapılan sağlık tesislerinde yapılması gerekir.
Ancak, 17. madde hükümlerine göre diğer sağlık kuruluşlarında yapılan tedavilerde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'nın resmi sağlık kuruluşları için tesbit ettiği ücret tarifeleri esas alınır. Bu durumda mahkemece gereken araştırma yapılmalı ve bulunacak miktar taleple bağlı kalınarak kabul edilmelidir. Bu tür ameliyatın Kurumun anlaşma yaptığı hastanelerden hiç birinde yapılmaması halinde talebin evveliyetli kabul edilmesi gerektiği hususunda kuşkuya düşülmemelidir.
Mahkemece açıklanan ilkeler doğrultusunda gereken araştırma ve inceleme yapılmaksızın yazılı düşüncelerle davanın reddedilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir. 0 halde, davacının bu yönlen amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
Sonuç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 5.4.1989 gününde oybirliğiyle karar verildi.

T.C.
YARGITAY
İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu
E. 1992/3
K. 1994/3
T. 1.7.1994
İŞ KAZASI VE MESLEK HASTALIKLARI
GELİR ARTIŞLARININ RUCUAN TAHSİLİ
DAVASI
ON YILLIK ZAMANAŞIMI

ÖZET: İş kazası ve meslek hastalığına maruz kalan sigortalılara ya da bunların hak sahiplerine, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası kolundan, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanan gelirlerde; kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılacak artışların, 506 sayılı Kanunun 26 /1. maddesi çevresinde, sorumlulardan geri istenebileceği, bu bağlamda açılacak rücu davalarının kanundan doğan ve temelinde geri alma hakkı bulunan ve kendine özgü nitelikte haleflik hukuki temeline dayandığı ve on yıllık akdi zamanaşımına tabi olduğu ve zamanaşımının, her bir gelir artışın, Kurum 'un yetkili organının onayladığı tarihten başlar.

(506 s. SSK. m. 26, 133)
(818 s.BK. m. 74, 125, 128,332/1)
(1479 s. Bağ-Kur K. m. 63)
(2709 s. Anayasa m. 26,65,5,49,50,60)


Sosyal Sigortalar Kurumu vekili, Yargıtay Birinci Başkanlığı'na verdiği dilekçede, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 27.3.1991 tarih ve 603/156 sayılı kararı ile, Yargıtay Onuncu Hukuk Dairesi'nin birçok kararında; "506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 26/1. maddesinde, sigortalı ve haksahiplerine bağlanan gelirlerde meydana gelen her artışın ayrı bir olgu sayıldığı ve onay tarihi itibariyle on yıllık zamanaşımına tabi bulunduğu" kabul edildiği halde; Hukuk Genel Kurulu'nun 29.1.1992 tarih ve 1991/549 esas ve 1992/20 karar sayılı ilamında; "gelirlerde meydana gelen artışlardan dolayı Kurumca açılacak alacak davalarında, zamanaşımı süresinin işçi veya hak-sahiplerini işveren aleyhine açacakları davanın zamanaşımı süresi kadar alacağı ve olay tarihinden başlayacağının kabul edildiğini ileri sürerek, benzer konularda birbirine aykırı hükümle tesis edildiğinden, Yargıtay Kanununun 45/2. maddesi gereğince, içtihatların birleştirilmesini istemiştir.

Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu; ".... Rücuen tazminat davası diye adlandırılan davaların hukuki dayanağının ne olduğu, zamanaşımının olay tarihinden mi, onay tarihinden mi başlayacağı..." konularında içtihat uyuşmazlığı bulunduğuna; farklılığın, İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nda giderilmesine ve raportör üye görevlendirilmesine" karar vermiş, 3.12.1993 günü toplanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nda, raportör üyenin açıklamaları dinlendikten sonra, aykırılığın; ... iş kazası ve meslek hastalığına maruz kalan sigortalılara, ya da hak sahiplerine, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortasından Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanan gelirlerde, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılacak artışların, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesi çevresinde, asıl sorumlulardan geri istenip istenemeyeceği, madde bağlamında açılan rücu davalarının hukuki dayanağının ne olduğu, diğer bir değimle klasik halefiyete mi,yoksa kanundan doğan temelinde rücu hakkı bulunan (Suigeneris = Kendine özgü = nevi şahsına münhasır) halefiyete mi dayandığı, bu davaların tabi olduğu zamanaşımının türü ve hangi tarihte başlayacağı ve özellikle zamanaşımının başlangıç tarihinin, sigorta olayının meydana geldiği tarih mi, yoksa sigortalı ve hak sahibine gelir bağlanmasını Kurum'un yetkili organının onayladığı tarih mi olması gerektiği..." konularında olduğu ve bu çevrede inceleme yapılmak üzere, raportörün görevini sürdürmesi oybirliğiyle kararlaştırılmış ve 1.7.1994 günü toplanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nda, raportör üyenin yeni açıklamaları dinlendikten sonra, işin esasının görüşülmesine geçilmiştir.

Görüşmelerde, kimi üyeler, akte aykırı davranışın geniş manada haksız fili olduğunu. Zaman aşımının da, fiilin vukuu, yani olay tarihinden başlaması gerektiğini, katsayı artışlarının iş gücü kaybı artışı sözkonusu oldukça yeni bir olgu sayılamayacağını, sözkonusu 26. maddenin salt halefiyet ilkesine dayandığını, 17.1.1972 tarih ve 2/1 sayılı ve 31.3.1954 tarih ve 18/11 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararlarında da; "... sigortacının, sigortalıya ödediği tazminat nisbetinde sigortalının yerine geçip halef olacağı, sigortalının kendisine halef olan sigortacıya sahip bulunduğu hak ve selahiyetlerden daha fazlasını devredemeyeceği gibi, halefiyet kaidesinin sigortalının zarardan sorumlu olan kimselerin hukuki durumunu ağırlaştırmayacağı..."nın kabul edildiğini, sigortacının sigorta ettirenin tediye tarihinde mevcut mutalebe hakkını devir alacağını... aynı olay sebebiyle zarar gören ile onun halefleri bakımından iki türlü zamanaşımı kabul edilemeyceğini, on yıllık zamanaşımının sigortalı işçi veya hak sahibi için hangi tarihte işlemeye başlamış ise, sigortacı için de o tarihte işlemeye başlayacağını, onay tarihinin zamanaşımına başlangıç olamayacağını, gelir artışları halinde, her bir artış için ayrı zamanaşımı ve başlangıcı sözkonusu olamayacağını, ancak ilk gelir için zamanaşımı ne zaman işlemeye başlamışsa, sonrakiler için de o tarihte işleyeceğini" zarar görenin zarar verici durumunu öğrendiğinde zamanaşımının işlemeye başlayacağını, Kurum'un rücu hakkının halefiyete dayandırılamayacağını, zira sigortalı veya hak sahiplerinin işveren aleyhine açtıkları giderim davası risk nazariyesine dayanırken, Kurum'un rücu davasının kusur nazariyesine dayandığı, sigortalı ve hak sahipleri kusursuz işverene karşı dava açabilirken, Kurumun kusursuz işverene dava açamadığı ve bunun gibi kusurlu sigortalıya rücu edemediği, eğer ilişki halefliğe dayansaydı bunların mümkün olması gerektiği, Kurum'un rücu hakkının halefiyete dayandığı konusunda, yasada hiçbir hüküm bulunmadığını, temelinde ücu hakkı bulunan bir hatefiyetten de yasalarda söz edilmediğini, 26. maddenin salt kanundan doğan bağımsız bir rücu hakkına dayandığını, bir olay nedeniyle önce kısmi ve sonra ek davalar açılmasının adaleti geciktirdiği, işleri çoğalttığı, adil yargılanma hakkına ters düştüğü, bu nedenle, rücu işinin dava tarihine kadarki kesim, bilinen dönem ve ondan ötesi varsayıma' dayanılarak rücu tazminatının hesaplanabileceği ve böylece adil yargılanma hakkının potansiyel bir tehlikeden kurtarılacağını, iş kazası ve meslek hastalığına dayalı tazminat davalarının akte aykırı hareketten doğması bakımından Borçlar Kanununun 125. maddesindeki on yıllık zamanaşımına tabi iseler de, işçi veya haksahiplerinin alacağının iş kazası veya meslek hastalığının meydana geldiği tarihte muaccel olacağı ve bu nedenle zamanaşımının olay tarihinden başlayacağını, Kurum'un gelir bağlamakta gecikmesinin sonucu etkilemeyeceği ve zamanaşımını uzatamayacağını, her gelir artışının ayrı bir olgu sayılamayacağını, haleflik kuralının da zamanaşımının olay tarihinden başlamasını gerektirdiğini, aksi halde on yıllık sürenin çok uzayacağı ve kişilerin uzun süre dava tehdidi altında kalacakları, Anayasa Mahkemesi'nin de 26. maddenin kanun, kararnamelerle yapılan artışları kapsamadığı kanaatinde olduğu ve bu yoruma öncelik tanınması gerektiğini, Sosyal Sigortalar Kurumu'ndan daha güçsüz olan Bağ-Kur'da gelir artışlarının rücuen tahsilinin kaldırıldığını ve bu durumun gelir artışlarının 26. madde çevresinde istenemeyeceğinin kanıtını teşkil ettiğini ileri sürmüşlerdir.

Görüşmelerden, öncelikli konunun, iş kazası veya meslek hastalığına uğrayan sigortalılara, yada hak sahiplerine, iş kazası, meslek hastalıkları sigortası kolundan, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanan gelirlerde, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılan artışların 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesi çevresinde Kurumca asıl sorumlulardan geri istenip istenmeyeceği sorunu olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu nedenle, ilk önce bu konunun çözümlenmesi gerekmektedir.

Anayasanın 5, 49, 50, 60. maddelerinin buyurucu kuralları istikametinde, sosyal devlet, hizmet aktiyle çalışanlar yönünden iş hayatının risklerini karşılamak amacıyla, 506 sayılı Kanun ile iş kazalarıyla meslek hastalıkları sigortası ihdas etmiştir. Sigortalı, bir iş kazası veya meslek hastalığına maruz kalırsa, ilk önce, bu mecburi sigortanın kuralları devreye girmekte ve sigorta yardımları sağlanmaktadır. Bu yardımların en önemlisi, sigortalıya veya o sigorta olayında hayatını kaybetmişse, hak sahipleri kişilere, bu sigorta kolundan gelir bağlanmasıdır.

Bu gelirlerde, zaman içerisinde değişiklikler olmakta, artışlar gerçekleşmektedir. Zira, zamanla hak sahipleri değişmekte, kimileri ölmekte, kimileri evlenmekte, bunların gelir payları artmakta, değişmekte, sigortalının malüllük oranı yükselebilmekte, başkasının bakımına muhtaç olunabilmekte, ya da kendisi sonradan ölmekte, hak sahiplerine gelir bağlanmakta kanun ve kararnamelerle, aylık katsayısı ya da gösterge rakamı, ya da gelir oranı değiştirilmekte, sosyal yardım zammı ödemelerinde, sosyal içerikli, iyileştirmeler yapılmakta sonuçta, sigortalı veya hak sahibine bağlanan gelirlerde artışlar olmaktadır. Öte yandan, sigortalı, ya da hak sahiplerinin, sözkonusu iş kazası ve meslek hastalığı nedeniyle uğradığı iş göremezlik ve destekten yoksunluk zararlarının giderimi için asıl sorumlular aleyhine açtıkları maddi tazminat davalarında, Sosyal Sigortalar Kurumu'nun bu kişilere bağladığı yukarıda açıklanan gelirlerin ve gelir artışlarının peşin sermaye değerleri toplamı dikkate. alınarak düşülmekte ve o davalarda, sigorta tahsislen ile karşılanmayan zararların giderimi sağlanmaktadır. Diğer bir deyimle, o davalarda, asıl sorumlular, Sosyal Sigortalar Kurumu'nun ödemeleri nispetinde borçtan kurtulmaktadırlar. Böylece çalışma hayatının düzenli işlemesi, ekonomik yönden güçsüz olan sigortalıların iş hayatının risklerine karşı sosyal güvencesi sağlanmış olmaktadır. Aslında i kazası ve meslek hastalığı geliri ve onun artırılmış hali, iş kazası ve meslek hastalığından sorumlu olanların ödeyeceği ve gidereceği zarar bölümünden ibarettir.

Yasa koyucu 506 sayılı Kanun madde 26/1 'de, peşinen alınan ödemeleri yapılan Sosyal Sigortalar Kurumu'nun kusurlu işverene rücuu konusunu, özel bir şekilde düzenlemiştir. Borçlar Kanunu ve Türk Ticaret Kanunundaki rücuya ilişkin hükümlerin varlığına rağmen bu özel düzenlemeyi yapmıştır. Üstelik, 506 sayılı Kanun madde 133'de; "... özel sigortalara ilişkin kanunlardaki hükümler Sosyal Sigortalar hakkında uygulanmaz" diyerek, bu düzenlemenin özel niteliğini vurgulamıştır. Bunun gibi, 29.3.1985 tarih ve 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında, Türk Ticaret Kanunu ve Borçlar Kanununda yer alan can sigortası kurallarının, Bağ-Kur'da uygulanmayacağının kararlaştırılmış olması da, konuya ışık tutmaktadır. Bu nedenle, bu konuda, 506 sayılı Kanun madde 26/1 'deki özel rücu hükmünün uygulanması zorunludur.

Bilindiği gibi, Medeni Yasanın 1. maddesine göre; kanun lafzıyla veya ruhuyla temas ettiği bütün meselelerde mer'idir. Bu nedenle, öncelikle kanunun lafzına önem vermek lazımdır. 506 sayılı Yasanın 26/1. maddesinde, bu konuda açıkça; Kurumca sigortalıya veya hak sahibi kimselerine yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarları ile gelir bağlanırsa bu gelirlerin sermaye değerleri toplamı işverene ödettirilir..." denilmiştir. Bu sözcükler, gayet kapsamlı ve çoğul sözcüklerdir. Çeşitli zamanlarda, değişik nedenlerle bağlanan tüm gider ve gelir artışlarını kapsamaktadır. Maddede, gelir artışlarının nedenleri yönünden hiç bir ayrım yapılmamış, ödetme konusunda, kanun,kararname ve katsayı artışlarıyla gerçekleşen gelir artışı ödetilmez, öteki nedenlerle gerçekleşenler ödetilir şeklinde bir ayrım yapılmamış; istisnai bir kurala yer verilmemiştir. Mantık ve dil-bilgisi kuralları, maddenin kapsamını bu şekilde belirlemeye zorunlu kılmaktadır. Zira, sigortalıya veya hak sahibine başlangıçta ilk kez bağlanan gelir, yukarıda değinilen her türlü sebeplerle değiştirilebilir. Yeni duruma göre, yeniden gelir bağlanır. Konunun doğasında bu değişkenlik var olduğu için, ödetme konusundaki kural da, bu şekilde, ayırımsız ve istisnasız bin biçimde konulmuştur. "Gelirler", Sermaye değerleri", "Toplamı", gibi çoğul ve kapsamlı sözcüklerin kullanılmasına özen gösterilmiştir. Bu nedenle, yasa metni açıktır. Kanun, kararname, katsayı artışı nedeniyle gerçekleşen artışları içermektedir.

Kaldıki, aşağıdaki nedenlerden ötürü de, yukarıdaki yargıya ulaşmak zorunludur.
Bir defa işverenin kusurlu eylemiyle oluşan iş kazası ve meslek hastalığı ile, gelir artışı arasında, uygun neden ve sonuç bağı vardır. Çünkü, işverenin eylemi olmasaydı sigorta olayı olmayacak, sigortalı ya da hak sahiplerine gelir bağlanması veya bu gelirlerin değiştirilmesi ve artırılması gerekmeyecektir. Herkes, kusurlu eyleminin sonuçlarına katlanmaya mecburdur. Maddeye göre; işveren kusursuzsa, olay üçüncü kişinin, ya da sigortalının karşılıklı kusurundan veya kaçınılmaz nedenlerden meydana gelmişse, esasen işverene rücu edilemeyecektir. Buna karşılık işverenin kastı varsa, suç sayılır eylemi mevcut ise, ya da işçilerin sağlığını koruma ve işgüvenliği ile ilgili mevzuata aykırı davranmış ise, ancak bu gibi hallerde işverene. rücu edilebilecektir. Kanun, böyle hallerde sigorta primi ödemenin işvereni sorumluluktan kurtaramayacağını belirlemiştir. Gerçekten, kast mertebesinde ağır kusurlu olan, ya da suç işleyen, ya da işgüvenliği ve sağlığı kurallarını çiğneyen ve böylece, işçinin ölümüne ya da meslekte kazanma gücünü yitirmesine yol açan bir işvereni, sırf prim ödedi diye, böyle eylemlerinden sorumsuz tutmak, ödeme yükümünden kurtarmak, hem böyle davranışlar göstermeyen işverenlerle eşitsizliğe, hem de işkazaları ve meslek hastalıklarını teşvik etme sonucunu doğuracağı belirgindir. Bu sonucu önlemek amacıyla, yukarıdaki eylemleri gerçekleşen işverene, gelirlerin ve artışlarının ödetilmesi yasa! ilkesi, kabul edilmiştir.

Öte yandan, işverenin açıklanan nitelikteki eylemleri sonucu sakatlanan ve ya ölen sigortalı ve haksahiplerine yardım etmek ve gelir bağlamak görevi Sosyal Sigortalar Kurumu'na kanunla yükletilmiştir. Anayasanın 65. maddesine göre Devlet, Sosyal Güvenlik Yardımlarını, mali durumunun elverdiği ölçüde yapar. Başlangıçta, bu nedenle düşük ve yetersiz olan veya sosyo-ekonomik koşullara göre yetersiz kalan yardımlar, zaman içinde iyileştirilebilir. Bu, Anayasanın ve yasaların buyruğudur ve bu istikamette Kuruma verilen görevin sonucudur. Bütün bu biribirine bağlı işlemler, işverenin kusurlu eylemleri nedeniyle gerçekleştiği için, rücuan ödetilmesine imkan sağlanmıştır.

Kaldı ki, yukarıda değinildiği üzere, tüm gelir artışları, işçinin veya hak-sahiplerinin işverene yönelttiği maddi tazminat davalarında düşülmekte ve orada, sigorta tahsisiyle karşılanmayan zararlar için, işveren tazminata mahkum edilmektedir. Sigorta tahsisleri kusurlu işverenden alınmaz ise, işveren aslında sorumlu olduğu miktardan tahsisler nisbetinde kurtulmuş olacağı gibi, sigortalı ve haksahipleri de, icabında her işverenden tazminatın tümünü almak, hem de Kurumdan gelir almak yoluyla haksız iktisapta bulunan kişiler durumuna düşürülebilirler. Bu sebeple, mükerrer ödemeleri önlemek bakımından artışlar rücuan istenilebilmelidir.

Öte yandan, 3395 sayılı Kanunun 2. maddesiyle, 26. maddeye getirilen tavanla sınırlı ödetme yöntemi dahi, artışların istenebileceğinin diğer bir kanıtıdır. Zira, yasakoyucu, tavan sınırına kadar her türlü gelir artışının rücuan tahsilini mümkün kılmıştır. Hiçbir ayırım yapmadan sigortalı ve haksahiplerinin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere Kurum'ca işverene ödettirilir" demiştir. Yasakoyucunun böyle bir düzenleme yapması zorunluydu. Çünkü, Kurum'un gelir bağladığı oranda tazmin sorumlusu işveren ödeme yükümünden kurtuluyor ve Kurum'un Ödediklerinin kusurlu işverenden geri alınması gerekiyordu. Ayrıca, sözkonusu tavanın, ilk bağlanan gelire matuf olduğu da söylenemez. Öyle olsa, ilk gelir için diye, madde metnine açıkça yazılırdı. İlk gelir ve artış nedeniyle bağlanan gelir, şeklinde bir ayrımın, yapılmadığı, madde metninde açık-seçik bellidir. öte yandan kanun, kararname, katsayı artışı nedeniyle arttırılan gelir, ya da sair nedenlerle artırılan gelir şeklinde bir ayırımın yapılmadığı da ortadadır. Aslında, bu tavan sınırlamasının, özellikle kanun, kararname ve katsayı yükseltilmesi şeklindeki artışlara yönelik olduğu, ayrıca anlaşılabilmektedir. Sair sebeplerle artışlarda, örneğin meslekte kazama gücü kayıp oranının artmasında, tavan,yani sigortalının işverenden isteyebileceği miktar, esasen yükselen sakatlık derecesi oranında kabaracak, dolayısıyla sınırlama, kısıtlama sözkonusu olamayacaktır. Oysa, kanun, kararname, katsayı değişikliği nedeniyle gelir artmalarında, tavan değişmeyecek tavan ile sigorta tahsisleri toplamı arasındaki fark azalacak, dolayısıyla rücu tazminatının sınırlanması sözkonusu olabilecektir.

Yasakoyucu, 3396 sayılı Kanunla, Bağ-Kur Kanununun 63. maddesine dayanan rücu davalarında, gelir artışlarının rücuan tahsilini engellemiştir. Bunun hemen öncesinde kabul edilen 3395 sayılı Kanunda ise, Sosyal Sigortalar alanında böyle bir engellemeye gitmemiş, rücu davalarına tavan sınırı getirmekle yetinmiştir. Bu durumun, kimilerince, finansal açıdan zayıf Bağ-Kur'da artış istenemezken, daha güçlü Sosyal Sigortalar Kurumu'nda artışın istenebilmesinin çelişki yarattığı, ya da Sosyal Sigortalar Kurumu'nda da istenemeyeceği şeklinde yorumlanıp değerlendirilmesi de tamamen yanlıştır. Bağ-Kur'da işçi-işveren ilişkisi yoktur. Hizmet akdi sözkonusu değildir. Bağ-Kur sigortalısını zarara uğratanlar işverenler değil üçüncü kişilerdir. Bunların takibi ve bunlardan rücu tazminatının tahsili konularında, Bağ-Kur başarılı olamamıştır. Ayrıca orada, işverenlerin işçi sağlığı ve güvenliğine ilişkin önlem almaya teşviki amacı da yoktur. Onun için yasakoyucu, Bağ-Kur konusunda siyasi takdirini anıları gerekçelerle böyle kulanmıştır. Fakat, biraz önce kabul ettiği 3395 sayılı Yasada, bu yola gitmemiştir. Sosyal Sigortalar alanında da artışların istenemeyeceğini düşünseydi, Bağ-Kurda olduğu gibi "ilk peşin değer için" rücuya imkan verir, anılan nedenlerle gelir artışlarının rücuan geri alınmasını yasaklardı. Böyle yapmayarak, Yargıtay içtihatlarıyla yaratılan tavan sınırını 26. madde metnine sokarak, bu konulardaki Yargıtay uygulamasını ve görüşünü benimsemiş, Anayasa Mahkemesi'nin son üç kararındaki görüş ve gerekçelere iltifat etmemiştir. Bu durum dahi, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle gerçekleşen artışların, 506 sayılı Kanun madde 26/1 çevresinde istenilebileceğinin başka bir kanıtıdır.

Kaldı ki, gelir artışlarından önceki ödemeler için, daha önce dava açılmış ve kesinleşmiş olmasının müddeabih farkı nedeniyle, sonraki gelir artışlarına ilişkin davalar için kesin hüküm engeli yaratmayacağı da ortadadır.

Açıklanan gerekçelerle, iş kazası ve meslek hastalığı gelirlerinde, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle gerçekleşen gelir artışlarının, tavanla sınırlı olarak istenebileceği sonucuna varılmış, aksini Öngören görüşler kabul edilmemiştir.

Bu sonuca ulaşıldıktan sonra, açıklığa kavuşturulması gereken ikinci tartışmalı konu, açıklanan nedenlerle gerçekleşen gelir artışlarının rücuan tahsiline ilişkin davaların, hukuki temelinin, dayanağının ne olduğu hususudur. Burada, temelinde rücu hakkı bulunan kanunun çizdiği sınırlarla kayıtlı ve kanundan doğan, kendine özgü bir halefiyet hali mevcuttur. Burada, Sosyal Sigortalar Kurumu, sigortalıya veya haksahiplerine bağladığı veya artırdığı gelirler ölçüsünde, sigortalının haklarına halef olmaktadır. Bu ölçüde, işvereni tazmin sorumluluğundan kurtarmaktadır. Ve ödediklerini kanunun verdiği cevaz hükmüne dayanarak, işverenden isteyebilmektedir. Doğal olarak bu haleflik, sigortalı veya haksahiplerine gelir tahsis edildiğinde, bunların kazanç kayıpları giderildiği tarihte gerçekleşmektedir. Bir ödeme ve giderim yapılmadan, salt sigorta olayı tarihinde, haleflik gerçekleşmez. Bu yön, gerek sistemin mahiyetinden, gerekse 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesinin açık hükmünden anlaşılmaktadır. Sosyal Sigortalar Kurumu büyük bir kuruluştur. işlerini, ajanları-memurları marifetiyle görmektedir. Herhangi bir sigorta olayı meydana gelince, araştırılacak, evrak düzenlenecek, yasal dayanak ve bağlanacak gelir belirlenecek, yetkili organca onaylanacak, bundan sonra gelir bağlanacak, ödenecek veya masraf yapılacaktır. İşte bu tarihte haleflik gerçekleşecektir. Yoksa, olay tarihi, Kurum'u halef yapmaz. Sigortalı, olay tarihinden sonra, işverenden hemen tazminat isteyebilir. Fakat Kurum, bu masrafları yapmadan, gelirleri bağlamadan halef olamaz. Ve henüz yapmadığı masraflar, bağlamadığı gelirler için, işverene rücu edemez. Bu nedenle, sigortalı işçinin hakkından bağımsız olarak, Kurum, ancak görevini yaptığında, işverene rücu edebilir. 0 zaman, Kurum'un bağımsız rücu hakkı doğar. Bu nedenledir ki, Kurum'un rücu hakkı, yasal koşullar gerçekleştiğinde doğan, kanunun saptadığı halefiyete dayanan, işçinin hakkında bağımsız nitelikte, kendine özgü bir haleflik hakkıdır. Bu hakkın niteliği, Sosyal Güvenlik Sisteminin özelliklerine bağlı olarak düşünülmek ve saptanmak gerekir. Borçlar Kanunu ve Türk Ticaret Kanununun klasik kurallarıyla bunu açıklamak ve kavramak mümkün değildir. Bu yöntem, esasen, 506 sayılı Kanun madde 133 ile engellenmiş bulunmaktadır.

Bu konudaki mevzuatın seyri itibariyle gözden kaçırılmaması gerekli, önemli bir konu da şudur:

Gelirlerin peşin sermaye değerinin işverenden rücuen tahsili ilkesi, 18.2.1957 tarih ve 6917 sayılı Kanun ile 4772 sayılı Kanunun 37. maddesine eklenmiştir. Oradan, 17.7.1965 tarihinde 506 sayılı Kanun madde 26'ya aktarılmış, tavan sınırı ise Yargıtay içtihatlarının benimsenmesiyle 1 987'de 3395 sayılı Kanun ile getirilmiş ve sistem bugünkü haline, işbu 3395 sayılı Kanunla ulaşmış bulunmaktadır. Bu itibarla, 18.2.1957 tarih ve 6917 sayılı Kanundan sonraki dönemde, gelirlerin ve gelir artışlarının rücuen tahsili davaları, yasal koşullar gerçekleştiğinde doğan, özel yasa maddesinin kapsadığı halefliğe dayanan, işçinin hakkından bağımsız nitelikte, suigeneris bir rücu hakkıdır. 6917 sayılı Kanundan beri temelinde rücu hakkı bulunan kanuni ve kendine özgü bir halefiyete dayanmaktadır. 31.3.1954 tarih ve 18/11 sayılı içtihadı Birleştirme Kararı, sonradan çıkan bu kanuni düzenlemeler karşısında dayanak yapılarak ve o karara dayanılarak klasik haleflik tezi savunulamaz.

Bu nedenlerle, aksini savunan görüşler benimsenmeyerek anılan nedenlerle gerçekleşen gelir artışlarının, rücuen tahsili davalarının, kanunun özel hükmünden doğan ve temelinde geri alma hakkı bulunan, kendine Özgü nitelikte haleflik hukuki temeline dayandığı kabul edilmiştir.

Sözkonusu gelir artışına ilişkin rücu davalarının tabi bulunduğu zamanaşımının türü ve süresinin belirlenmesine gelince;

506 sayılı Kanunda, bu davaların hangi tür zamanaşımına tabi olduğu ve süresi hakkında bir hüküm yoktur. Böyle bir özel hüküm bulunmamasından ötürü, bu konunun, genel hükümler ve özellikle Borçlar Kanununa göre çözümlenmesi zorunludur.

Sosyal Sigortalar Kurumu'nun halefi olduğu, sigortalı işçi ile tazmin sorumlusu işvereni arasında hizmet akti ilişkisi vardır. Sigorta olayının meydana gelmesinde işverenin, 506 sayılı Kanun madde 26/l'de sayılan kastı, suç sayılır eylemi, işçi sağlığı ve güvenliğine ilişkin mevzuata aykırı hareketi neden olmuştur. Bu davranışlar Borçlar Kanununun 332/1 inci maddesinde belirtilen akte aykırı durumları oluşturur. Borçlar Kanununun 332 nci maddesine 1.1.1957 tarih ve 6763 sayılı Kanunun 41/F maddesiyle eklenen ikinci fıkra gereğince, işverenin bu davranışı nedeniyle açılacak tazminat davaları dahi, akte aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkında hükümlere tabidir. Borçlar Kanunu madde 1 25'e göre ise, akdi mürürüzaman on senedir.

O halde, 1.1.1957 tarih ve 6763 sayılı Yasadan bu yana, sözkonusu gelir ve gelir artışlarına ilişkin rücu davaları, Borçlar Kanununun 125. maddesindeki on yıllık akdi zamanaşımına tabidir.

Zamanaşımının hangi tarihten başlayacağının belirlenmesine gelince;

Bu tür rücu davalarının akti zamanaşımına tabi olduğu yukarıdaki şekilde belirlendikten sonra, bu zamanaşımının hangi tarihte başlayacağı konusunda dahi, özel kanun olan 506 sayılı Kanunda, bir hüküm mevcut olmadığından, başlangıç tarihinin de Borçlar Kanununa göre belirlenmesi gerekeceği ortadadır. Bu konuda Borçlar Kanununun 128. maddesi hükmü açıktır. Mürürüzamanın, alacağın muaccel olduğu zamandan başlayacağı belirtilmiştir. Burada sözkonusu olan, Kurum'un alacağıdır. Sigorta Kurumu'nun alacağı ise, gelir bağlandığı ve bu işlem yetkili makamca onaylandığı tarihte ödenebilir hale gelebileceği için, getir bağlanmasının onaylandığı tarihte muaccel olur. Kurum'un halefliği de o tarihte gerçekleşir.

Olay tarihinde haleflik gerçekleşmez, ödeme yapılmadan rücu hakkı da doğmaz. Sigortalıya tahsis ve masraf yapılarak onun kazanç kayıpları Kurum'ca giderilmedikçe, Kurumun isteyebileceği bir alacak gerçekleşmez. Sigorta sistemi böyle kurulmuştur. Borçlar Kanununun 74. maddesinde işaret edildiği gibi, burada ecel, "işin mahiyetinden" anlaşılmaktadır. Başka bir değimle, gelir bağlanmasının onaylanması, masrafların yapılması tarihi, eceldir. Yoksa, hemen ifa, derhal icra, sözkonusu değildir. Sigorta sisteminde böyle bir anlayışa yer yoktur. Sigorta olayının meydana gelmesiyle, sigorta Kurumu'nun rücu alacağı muaccel olmaz. Getir artırımları yönünden de, her gelir artışı olgusunda, artışın onayı tarihinde, o kısım için rücu alacağı doğar, muaccel olur ve o tarihten zamanaşımı işler.

Bu nedenlerle, her bir gelir artışının rücuen tahsiline ilişkin davanın zamanaşımının, artışı, Kurum'un yetkili organının onayladığı tarihten başlayacağı kabul edilmiş, tersini öneren görüşlere katılınmamıştır.

Oylamaya 142 üye katılmış; 119 üye, Hukuk Genel Kurulu'nun 27.3.1991 tarih ve 603/1 56 sayılı kararı ile Onuncu Hukuk Dairesi'nin benzer nitelikteki müstekar içtihatları doğrultusunda oy kullanmış ve içtihat bu yönde birleştirilmiştir.


S o n u ç: iş kazası ve meslek hastalığına maruz kalan sigortalılara ya da bunların hak sahiplerine, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası kolundan, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanan gelirlerde; kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılacak artışların, 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesi çevresinde sorumlulardan geri istenebileceği, bu bağlamda açılacak rücu davalarının, 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesinden doğan ve içeriğinde geri alma hakkı bulunan kendine özgü nitelikteki haleflik hukuki temeline dayandığı ve on yıllık akdi zamanaşımına tabi olduğu ve zamanaşımının her bir gelir artışının Kurum'un yetkili organının onayladığı tarihten başlayacağına, içtihatların bu yolda birleştirilmesine, 1.7.1994 gününde yapılan ilk toplantıda üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verildi.

KARŞI OY

Gerek özel sigortalarda, gerekse sosyal sigortalarda, sigortalının zararını karşılayan sigortacı,sigortalının kanunen halefi olur (1 7.1.1972 gün, 2/1 sayılı; 31.3.1954 gün ve 18/11 sayılı; 31.3.1954 gün ve 17/10 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları....). Türk-İsviçre Hukuk Sisteminde halefiyetin kaynağı daima kanundur.

Sosyal Sigortalar yönünden halefıyet 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 26. maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde hükmü uyarınca; iş kazası veya meslek hastalığına, işverenin (26. madde fıkra 1) veyahutta üçüncü bir kişinin (26. madde fıkra 2) kusuru yol açmışsa, Sosyal Sigortalar Kurumu, sigortalıya veya haksahiplerine yasada öngörülen sigorta yardımlarını yapar ve sigortalının veya haksahiplerinin. zararına neden olanlara karşı sahip olduğu haklara (kanun hükmü gereği) halef olur.

506 sayılı Kanunun 26. maddesinin 1. fıkrasında; (Borçlar Kanununa atıf yapılmaksızın) . Kurum'ca işverene ödettirilir-" denilmektedir. Hal böyle olunca, buradaki halefiyeti "salt halefıydt" olarak kabul etmek gereklidir. 20.6.1987 gün ve 3395 sayılı Kanun ile fıkra metnine (sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sinirli olmak üzere) hükmünün ilave edilmiş olması da bu sonucu doğrulamaktadır; esasen kanuni halefiyeti kabul eden Yargıtay'ın bu yoldaki uygulaması.3395 saydı Kanun ile birinci fıkra hükmüne ithal edilmiştir.

Kurum 'un üçüncü kişilere karşı dava hakkını düzenleyen aynı maddenin 2. fıkrasında ise; "-... Borçlar Kanunu hükümlerine göre rücu edilir-" hükmüne yer verilmiştir. Bu hal, temelde rücu hakkına dayanan halefiyet halini ifade etmektedir. Bunun yasal dayanağı Borçlar Kanununun 51, 147/1. maddeleridir (Dr. Ahmet M. Kılıçoğlu, Türk Borçlar Hukukunda Kanuni Halefiyet, Ankara 1979, sh. 88).

Salt halefiyet halleriyle temelde bir rücu hakkının varlığını gerektiren halefiyet arasındaki en önemli fark, birincisinde alacağa ait bir hakkın intikal etmesi, ikinci halde ise rücu hakkı sahibinin şahsında yeni bir hakkın doğmasıdır. Her iki halefıyet hali arasındaki bu farktan şu sonuç doğmaktadır: Halefiyetin temelde bir rücu hakkına dayanmadığı hallerde "salt halefiyet" alacak hakkı daha önce işlemeye başlamış olan zaman aşımı ile birlikte intikal eder. İkinci halde ise, rücu hakkı sahibi lehine, alacaklının hakkından bağımsız ,yeni bir hak meydana geldiğinden, bu andan itibaren yeni bir zamanaşımı süresi işlemeye başlayacaktır .(Kılıçoğlu, aynı eser, sh. 15 vd.).

506 sayılı Kanunun 26. maddesinin 1. fıkrasında olduğu gibi, Türk Ticaret Kanununun 1301 ve 1361. maddelerinde de salt halefiyet hali düzenlenmiştir. Özel sigorta şirketlerinin halefiyete dayanarak zarar verene karşı açacakları davalarda uygulanacak zamanaşımı başlangıcı tarihini belirleyen 17.1.1972 gün ve 2/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da; (... Halefiyet ile ilgili olarak 31.3.1954 tarih ve 18111 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararındaki "sigortacı, sigortalıya ödediği tazminat nisbetinde sigortalının yerine geçer ve onun halefi olur. Sigortalı kendisine halef olan sigortacıya sahip bulunduğu hak ve selahiyetlerden daha fazlasını devredemiyeceği gibi, iş, bu hale/iyet kaidesi sigortalının zararından sorumlu olan kimselerin hukuken durumlarını ağırlaştıramaz-" kuralı, bugün için doğru olarak belirtilmiştir tediye halefiyetin bir şartıdır; bu suretle sigortacı tediye tarihinde sigorta ettiren şahsın mevcut mütalebe hakkını devir almaktadır. Bu itibarla mevcut. bir hakkın, başka bir deyişle esasen muaccel olan bir alacağın, tekrar muaccel hale gelmesi olanağı yoktur. Sigortacı, başlamış olan zamanaşımı ile birlikte sigorta ettirenden dava hakkını devir almakta ve kalan zamanaşımı süresi içinde halef sıfatıyla dava açmak durumunda bulunmaktadır. Zarara sebebiyet veren aleyhine aynı olay sebebiyle, zarar gören ile onun halefleri yönünden başlangıç ve sona erme tarihleri farklı iki türlü zamanaşımı kabul edilemez..., sigorta ettiren ile zarara sebebiyet veren arasındaki hukuki ilişkinin niteliğine göre, ...zamanaşımı süresi işlemeye başlar ve sigortacı halef olduktan sonra da işlemeye devam eder. Eğer halefiyetten önce zamanaşımı gerçekleşmiş ise,' sigortacıya karşı bu yön ileri sürülürse, rücu davası zamanaşımı bakımından reddedilir. Çünkü halef, halefiyet yolu ile nasıl bir hak iktisap etmiş ise, o hakka sahip olur; halefiyet, hakkın genişletilmesine ve sorumlu şahsın durumunun ağırlaştırılmasına sebep olamaz...) gerekçesiyle "-sigorta tazminatını ödeyen sigortacının zarara sebebiyet veren aleyhine sigorta ettirenin halefi sıfatıyla açacağı davanın zamanaşımının, sigorta ettirenin aynı şahıs aleyhine açabileceği davanın zamanaşımına tabi ve aynı tarihte başlayacağı-" sonucuna varılmıştır.

31.3.1954 gün ve 18/11 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da belirtildiği üzere, Sosyal Sigortalar Kurumu'nun 506 sayılı Kanunun 26. maddesi uyarınca açacağı tazminat davaları, sigortalının ve hak sahiplerinin madde metninde yazılı kimselere karşı açabilecekleri davaların zamanaşımı müddetine tabidir. Sigortalı ile işveren arasındaki ilişki hizmet sözleşmesine dayanmakla, halef olunanlar gibi halef olan Sosyal Sigortalar Kurumu'nun 506 sayılı Kanunun 26. maddesinin birinci fıkrası uyarınca işverene karşı açacağı bu davalar (Borçlar Kanununun 332/2, 125. maddeleri uyarınca) on yıllık zamanaşımına tabidir. 125. maddedeki on yıllık zamanaşımı alacağın muaccel olduğu zamandan başlar (BK. in. 128). 26. maddenin birinci fıkrasındaki halefıyetin niteliği (salt halefiyet hali) itibariyle, Kurum'un bu fıkra hükmüne dayanarak işverene karşı açtığı davada on yıllık zamanaşımı süresi, sigortalı işçi veya hak sahipleri için hangi tarihte başlamışsa o tarihte işlemeye başlar ve bu sonucu benimsemek yukarıda açıklanan 1 7.1.1972 günlü İçtihadı Birleştirme Kararının icabıdır. Yoksa sigortalı veya hak sahiplerine gelir bağlanmasını Kurum'un yetkili organının onayladığı tarih zamanaşımına başlangıç olarak kabul edilemez. Bu hal ancak, 26. maddenin 2. fıkrası uyarınca üçüncü kişilere yöneltilecek davalar için söz konusu olabilir. Çünkü, yukarıda açıklandığı gibi, maddenin ikinci fıkrasına dayanan Kurum 'un davası, salt halefiyet haline değil, temelinde rücu hakkına dayanan halefiyet haline dayanır ve 2. fıkradaki halefiyet rücu hakkının bir fer'idir.

Öte yandan, (kanun ve kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle) sigortalısına veya hak sahiplerine bağladığı gelirlerde artış yapan Sosyal Sigortalar Kurumu'nun bu artış yüzünden açtığı davalar için zamanaşımı yeniden cereyan etmeye başlamaz (Dr.Reşat Atabek, İş Kazası ve Sigortası, İstanbul 1978, Sh. 407; Yargıtay 10. HD. 'nin 28.5.1974 tarih ve 2453/3806 sayılı ve 11.3.1976 tarih, 8523 /1756 sayılı kararları...). Sosyal Sigortalar Kurumu, bağladığı gelirde sonradan yürürlüğe giren kanunlar gereğince yaptığı artışları dahi, ancak ilk bağladığı gelir için işlemeye başlayan (on yıllık) zamanaşımı süresi içinde talep edebilir. Aksinin kabulü halinde davalı geçen on yıllık zamanaşımı süresinden sonrası için de dava tehdidi altında kalır ki, bu hal zamanaşımı müessesesi ve amacıyla bağdaşmaz. 26. madde hükmünde bu davalar için (tavan sınırının) getirilmiş olması da bunu haklı kılamaz. Esasen bu artışlar konu-muz yönünden hukuki bakımdan bir olgu olarak da kabul edilemez; hukuki olgu ancak iş kazası veya meslek hastalığı sonucu malül kalan sigortalının malüliyetinde (aynı iş kazası veya meslek hastalığına bağlı olarak) artma olması halinde söz konusu olur ve böyle hallerde Kurum önceden bağladığı geliri artırır ve bu artma nedeniyle ve farkı için yeniden mütalebe hakkına kavuşur. Yalnızca yasa ve kararname ile yapılan gelirlerdeki artışlar ise Kurum 'un evvelki zararının devamıydı. Prof Dr. İsmet Sungurbey'in de ifade ettiği gibi; zarar verenin başkaca bir katkısı olmaksızın, haksız bir fiille yaratılmış olan zarar verici durum yalnızca devam ediyorsa, haksız filin devamı ya da teki-arı söz konusu olmadığından, zarar görenin zarar verici durumu öğrendiği anda zamanaşımı işlemeye başlar. Zararın birliği prensibi gereğince, zarar gören, zarar verici durumun öngörülebilen "mümkün diye bilinebilen" sonuçlarını da öğrenmiş sayılır; böylece, bu tür zararlı sonuçlar için de gene aynı zamanaşımı süresi işlemeye başlar; yoksa, bu türlü zararlı sonuçlar için ayrı bir zamanaşımı süresi işlemez-" (Medeni Hukuk Sorunları, Birinci Cilt, İstanbul-1973, Sh. 119, No: 6).

Yukarıda açıklanan nedenlerle Sosyal Sigortalar Kurumu'nun 506 sayılı Kanunun 26. maddesinin birinci fıkrası uyarınca işverene karşı açacağı davalarda zamanaşımının (gelir bağlamanın Kurum'un yetkili organının onayladığı) tarihten itibaren işlemeye başlayacağına; gelir artışlarına ilişkin davalarda da onay tarihinden itibaren yeni bir zamanaşımı süresinin işleyeceğine ilişkin karar bölümüne katılamıyorum.

M. Cahit KESKİN

4.- Hukuk Dairesi Başkanı


KARŞI OY YAZISI

506 sayılı Yasanın 26. maddesinden kaynaklanan Kurum'un rücu hakkının niteliğinin belirlenmesine dair öğretide ve uygulamada üç esaslı görüş vardır:

1- Halefiyete dayanan görüş,

2- Kanundan kaynaklanan rücu hakkına dayanan görüş,

3- Hem halefiyete hem de rücu hakkına dayanan karma görüş. Hemen /söylemek gerekirse öğretide birinci ve ikinci görüş tartışılmakta, üçüncü görüşe itibar edilmemektedir. Üçüncü görüş, Yargıtay'ın ve uygulamanın görüşüdür.

1- Kanundan kaynaklanan rücu hakkına dayanan görüş

Alacak ve borç münasebeti borcun ödenmesi ile son bulur. Üçüncü bir kişi tarafından borcun ödenmesi halinde de durum aynıdır. Ancak, kanunda veya sözleşmede öngörülen hallerde borcu eda eden üçüncü kişi, bazen borçludan gayrı bir şahsa, bazen vekaletsiz işgörmede veya sebepsiz zenginleşmede olduğu gibi borçluya müracaat ederek ödediği meblağı talep etmek imkanına sahip bulunmaktadır. Bu tür talep haklarına rücu hakkı denmektedir. Rücu hakkı, eda ile son bulan hukuki ilişkiyi ihya etmez. Onu yenilemez. Eda ile itfa olan borç imtiyazlı bir borç ise, rücu hakkı ile doğan talep hakkı imtiyazlı hale gelmez. Çünkü, itfa olan münasebetten farklı bir bağlantının husule geldiği kabul edilir. BKnun 51, 54, 55, 58 ve MKnun 320. maddeleri, borcu eda eden üçüncü şahsa rücu hakkı tanımaktadır. Rücu hakkı görüşünü savunanlara göre, Kurum 'un her türlü rücu hakkını halefiyete dayandırmak mümkün değildir. Zira, halefiyet ilkesi kabul edildiği taktirde Kurum 'un sigortalının tüm haklarına sahip olması gerekir. Oysa, 506 sayılı Yasanın 26. maddesi uyarınca Kurum ne kadar gelir bağlamış ise tazmin sorumlusundan o kadarının peşin değerini isteyebilmektedir.

Öte yandan, Devletin tapu sicilinin yanlış tutulması nedeniyle ödediği tazminatı tapu sicil muhafızına, BKnun 55. maddesi uyarınca istihdam eden kişi, müstahdeminin üçüncü kişiye kusuru ile verdiği zarardan kaynaklanan tazminatı üçüncü kişiye ödediği hallerde müstahdemine rücu ederken, rücu hakkını halefiyet ilkesine göre kullanmazlar. Keza, sigortalının tazmin sorumluları aleyhine açtığı dava kural olarak risk nazriyesine dayandığı halde, Kurum kusur esası çevresinde dava açmaktadır. Şayet rücu hakkının halefiyete dayandığı kabul edilecek olursa, o takdirde Kurum 'un dahi risk nazariyesine göre dava açabileceği kabul edilmeliydi. Diğer taraftan, ayni iş kazasında ölen kusurlu sigortalının mirasçılarına karşı Kurum 'un dava açma hakkı mevcut değilken, kazaya uğrayan sigortalının iş kazasında ölen sigortalının mirasçıları aleyhine dava açma hakkı mevcuttur. Şayet halefiyet ilkesi kabul edilecek olursa, Kurum 'un iş kazasında ölen sigortalının hak sahiplerine karşı dava açabileceği gerekirdi.

Diğer taraftan, sonradan yürürlüğe giren kanun ve kararnamelerle sigortalıya veya ölümü halinde hak sahiplerine bağlanan gelirlerin peşin değerinin tahsili için Kurum'un ek dava açma hakkı mevcut iken, sigortalının veya hak sahiplerinin böyle bir dava açma hakkı mevcut değildir.

Üzerinde önemle durulması gereken en önemli konu şudur: Bir davanın, bir hakkın halefiyet ilkesine dayandığının kabulü için mutlaka yasada açık hüküm bulunmalıdır. Örneğin, BK m. 109, 147, 496, TK. m. 151, 813, 907, 915, 920, 933, 936, 1301, 1361.

Oysa, ne içtihadı birleştirmeye konu edilen 506 sayılı Yasanın 26. maddesinde, ne de sosyal güvenlik mevzuatında rücu hakkının halefiyete dayandığına dair herhangi bir hüküm vardır.

Sonuç itibariyle yukarıda açıklanan görüşü savunanlar 506 sayılı Yasanın 26. maddesinden kaynaklanan rücu hakkının halefiyet ilkelerine dayanmadığını, bağımsız ve yasal bir rücu hakkı olduğunu öne sürmektedirler.

2- Kurumun rücu hakkının hukuksal niteliğini halefiyet ilkesine bağlayan görüş

Halefiyet, başkasına ait bir borç dolayısıyla alacaklıyı tatmin eden üçüncü kişinin onun haklarını kanunda belirtilen hallerde ve tatmin ettiği oranda kendiliğinden elde etmesine denir.

Halefiyet halinde, asıl borçlu durumunda olmayan bir başka kişi tarafından ifa edilmesine rağmen borç sona ermemekte, alacak ise ona bağlı bulunan fer'i haklar ifada bulunan üçüncü kişiye geçmektedir.

Bu görüşü savunanlara göre, 26. maddeden kaynaklanan rücu hakkının halefiyet ilkesine dayandırılması,. daha isabetli olacağı, zira Kurum 'un yaptığı bu yardımları işverenden isteyebileceğinin yasadan kaynaklandığı, Kurum'un başvurma hakkının ancak halefıyet ilkesiyle açıklanabileceği. halefivet ilkesi kabul edildiği taktirde işverenin sigortalı karşısındaki durumunun ağırlaşmayacağı, bu halin çıkarlar dengesine daha uygun düşeceği, 26. maddede rücu hakkının halefiyet ilkesine dayandığına dair herhangi bir hüküm yoksa da özel sigorta ilişkilerini düzenleyen Ticaret Kanununun kıyas yoluyla 26, maddenin uygulamasında kullanılabileceği ileri sürülmektedir.

3- Rücu hakkının hem halefiyet ilkesine, hem de kanundan kaynaklanan rücu hakkına dayandığı görüşü

Bu görüş, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi ile, içtihadı birleşmeye sebep olan HGK 'nun 29.1.1992 gün ve 991/10-549 esas ve 992/20 karar sayılı ilamı dışındaki tüm HGK kararlarında savunulmaktadır. Hemen söylemek gerekirse, sözü edilen bu görüş hem haleftyet ilkesini, hem de kanundan doğan rücu hakkı ilkesini içeren karma bir görüştür.

Yargıtay'ımızın tek bir HGK dışında kalan kararlarında 26. maddeden kaynaklanan rücu hakkının temelinde rücu hakkı bulunan ve yasanın çizdiği sınırla kayıtlı ve yasadan 4oğan, suigeneris-kendine özgü bir halefiyet olduğu perçinlenmiştir. Sosyal Sigortalar Kurumu, sigortalıya bağladığı veya artırdığı gelir ölçüsünde sigortalının haklarına halef olmakta ve bunları asıl sorumlu işverenden kanunun verdiği cevazla isteyebilmektedir. Bu halefiyet sigortalının aslında işverenin tazminle sorumlu olduğu kazanç kayıplarını giderdiği tarihlerde gerçekleşmektedir. Sosyal Sigortalar Kurumu, bir kanun hükmi şahsiyetidir. Ajanları marifetiyle iş görür. Gelir bağlamanın evrakı müsbitesi oluşacak, yasal dayanağı belirlenecek ve bağlanacak gelir saptanacak, yetkili organca onaylanacaktır ki, sigortalının zararı o tarihten itibaren Kurum 'ca giderilmeye başlanmış olur ve o tarihten itibaren Kurum, sigortalının haklarına halef olarak işverenden rücuan ödediklerini isteyebilir.

İçtihadı birleştirme görüşmelerinden sonra çoğunluk, yukarıda değinilen karma görüşe itibar etmiştir. Yani özetle, Kurum'un 26. maddede öngörülen rücu davasının dayanağının hem halefiyet ilkesine, hem de kanundan doğan bağımsız rücu hakkı ilkesine dayandığı kabul edilmiştir. Oysa, ne sosyal güvenlik mevzuatında ne de diğer yasalarda, temelinde rücu hakkı bulunan bir halefiyet türünden sözedilmemiştir. Yasaları uygulamak zorunda bulunan hakimin, kendiliğinden oluşturacağı bir hukuk normunu önüne gelen davada uygulama yetkisi mevcut değildir. Bir hakkın kullanılmasında halefiyet ilkesi benimsenmiş ise salt halefiyet hali uygulanır. Temelinde rücu hakkının bulunduğu suigeneris haleı etten söz edilemez. Nitekim öğretide bu ürü ün savunulduğuna rastlanmamıştır. Gerçekten bir hakkın halefiyet ilkesine dayandığı sonucuna varılabilmesi için yasalarda özel hüküm bulunmalıdır.

Örneğin; Alman Sosyal Sigorta Yasası RVO'nun 1542. paragrafında, rücu hakkının halefiyet ilkesine dayandığı açıkça kabul edildiği gibi İsviçre Sosyal Sigorta Yasaları UVG md: 41, BTG md: 48, VVG md: 72, IVG md: 52, KUVG md: 100 hükümlerine göre de rücu hakkrnın halefiyet ilkesine dayandığı düzenlenmiştir (Bknz: Sosyal Sigortalar Kurumu'nun İşverene ve Üçüncü Kişiye Rücuu, GU. İİBF Öğretim Üyesi Aydın Başbuğ, Ankara-1992).

S o n u ç: Baştan beri açıklanan nedenlerle Kurum 'un, 506 sayılı Yasanın 26. maddesine dayanan rücu hakkının çoğunluğun kabul ettiği gibi temelinde rücu hakkı bulunan suigeneris halefiyet ilkesine dayanmadığı, salt kanundan doğan bağımsız rücu hakkına dayandığı görüşündeyim.

İçtihadı birleştirme kararında benimsenen diğer görüşlere katılıyorum.

Resul ASLANKOYLU
10. Hukuk Dairesi Üyesi


KARŞI OY

Türk Yargı düzeninde, alacağın kapsamı belirli veya belirlenebilir olduğu halde bir tek dava yerine önce kısmi daha sonra da ek davalarla uyuşmazlığın çözümlenmesi yeğlenmektedir İnançları Birleştirmeye konu olan olayda da Sosyal Sigortalar Kurumu, iş kazası geçiren işçiye bağladığı ilk aylıkla birlikte açtığı kısmi davadan sonra aylıkların her artışıyla birlikte sorumlu kişilere karşı yeni davalar açmaktadır.

İster yasalardan, isterse bilinçsizce gelişmiş ve yerleşmiş bir gelenek-ten kaynaklansın bireylerin bir olay veya ilişkiden birden çok yargılanması yargının iş yükünü artırmakla kalmaz evrensel bir hukuk kuralı olan "adil (doğru ve güvenli) yargılanma hakkını" olumsuz etkiler.

Ülkemizde davaların ve yargının iş yoğunluğunun artmasından sürekli sızlanılmaktadır. Bunda, olayımızda olduğu gibi, bir olay nedeniyle birden çok dava açılması geleneğinin yerleşmiş olmasında azımsanmayacak payı vardır. Kuşkusuz kısmi ve ek dava açılmasının gelenek haline gelmesi nedeniyle yasa koyucunun yeni bir düzenlemeyle bu hatalı durumu düzeltmesi düşünülebilir. Nevar ki; yargı reformu adı altında Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasa Tasarısı'nda bu sorun üzerinde hiç durulmaması düşündürücüdür; İnançları birleştirme konusu olayda bu hatalı yöntemi yorum yoluyla değiştirme olanağı vardır.

Diğer taraftan; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi 'nin 6. maddesi, "medeni hak ve yükümlülükleri veya hakkında herhangi bir suçlama karara bağlanırken herkesin, yasayla kurulmuş bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından makul süre içinde adil ve açık yargılanmaya hakkı olduğu" kabul edilmiştir. Ülkemiz açısından da bir iç hukuk kuralı durumuna gelmiş bu hakkın her yargılamada öncelikle ve özenle gözetilmesi gerekir. Aksi durumda ülkemiz, yurttaşlarına adil yargılanma hakkını sağlamadığı ve güvenceye almadığı gerekçesiyle İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi önünde hesap vermek zorunda kalabilir.

Yargıtay çoğunluğunun benimsediği görüşe göre; SSK, iş kazası nedeniyle işçilere bağladığı aylığın her artışında sorumlu kişiye karşı yeni bir bağımsız dava açabilecektir. Her ne kadar dava açma hakkı, işçinin haksız eylem failinden isteyebileceği ile sınırlı -üst sınır- ise de; bu şekilde açılacak davalarda kişinin aynı olay nedeniyle sekiz, on yıl veya daha fazla süre içinde yargılanması söz konusudur.

Kişinin, senelerce sürekli dava beklentisi ve tehdidi altında olması ve makul süreyi aşar şekilde yargılanması onun manevi değerlerinden olan ruhsal bütünlüğüne saldırıdır; adil yargılama hakkının dışlanarak yapılacak bir yargılamanın savunulacak yanı olmamalıdır.

o halde, İnançları Birleştirme yoluyla uyulması zorunlu duruma gelecek bir kural koyarken aynı olay nedeniyle birbiri ardından açılacak davalarla bireylerin adil yargılanma hakkı üzerinde de durulmalıydı.

Bu konuda ortaya çıkan, açıkladığımız olumsuzlukları iki ayrı yöntem ve yorumla gidermek olanağı vardır.

Zarar gören kişi tarafından açılan tazminat davalarında, karar tarihine kadar bilinen artışlar olduğu gibi dava tarihinden sonraki artışlar da varsayıma dayanarak, olasılıklar gözetilerek, belirli bir oranda zarar ve tazminatın belirlenmesinde esas alınmaktadır. Nitekim Sosyal Sigortaların rücu hakkını sınırlayan üst sınır bu şekilde belirlenmektedir.

İşte bu yöntemden hareketle, Sosyal Sigortalar Kurumu'nun rücu yoluyla istediği alacağını bir dava ve yargılamayla belirlemek ve sonuçlandırmak olanağı vardır. Karar tarihine kadar işlemiş alacak (ödemeler) olduğu gibi değerlendirmeye alınırken karar tarihinden sonraki artışları karşılayacak varsayıma dayanan bir oranda artış kabul edilebilir. Bedensel zararlardan doğan davalarda bu yöntem uygulandığına göre birlikte sağlanmış ve birbiri ardına açılan davaların Türk yargısında yarattığı sorunlar da ortadan kalkmış olur.

Diğer bir yorum tarzı da Anayasa Mahkemesi'nin konuyu anayasa denetimi açısından incelerken temel aldığı gerekçe olabilir. 26. maddedeki "ilerideki yapılması gerekli bulunan giderler" sözcüklerinin ortaya koyduğu kural "iş kazası nedeniyle işçinin uğradığı zararın kapsamının kesin belirlenemediği, gelişen durumlar için" uygulanmalıdır. Bu durumda; dava, aylık bağlanması sırasındaki verilere göre değerlendirileceğinden İnançları Birleştirme konusu olan tartışmalar güncelliğini yitirecektir.

Tüm bu nedenlerle çoğunluk görüşüyle getirilen yoruma "kişilerin adil yargılanma hakkını potansiyel bir tehlike altına alacağı" düşüncesiyle katılmıyorum; İnançların Birleştirme, bir insan hakkı olan adil (doğru ve güvenli) yargılanma hakkı gözetilerek yapılmalıydı.

Çetin AŞÇIOGLU
4. Hukuk Dairesi Üyesi


KARŞI OY YAZISI

İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nda alınan karara aşağıda açıkladığım nedenlerle katılamıyorum:

506 sayılı Yasanın 26. maddesinde yazılı kurala dayanılarak SSK'ca açılan rücu davalarında zamanaşımının başlangıcı üzerinde durmak gerekir. Anılan yasa kuralında, kusura dayanan sorumluluk esas alınmıştır.

Nitekim, orada işverenin kastından, işçilerin sağlığını koruma ve iş güvenliği ile ilgili mevzuat hükümlerine aykırı hareketinden ve suç sayılabilir davranışından sözedilmiştir.

İkinci fıkrasında da açıkça kusura işaret edilmiştir.
Şu durumda olay sırf kusur (haksız fiil) sorumluluğu şeklinde ele alınsa idi, zamanaşımı yönünden BKnun 60. maddesindeki bir ve on yıllık zamanaşımı uygulanacak ve on yıllık zamanaşımının başlangıcı olarak da fiilin vukuu tarihi alınacaktır.

Ancak haleflik esasından da aynı sonuca varılır.

Gerçekten 31.3.1954 gün ve 18/11 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ile haleflik esası kabul edilmiştir.

Buna göre, işverene rücuda Kurum, sigortalıya veya ölümü halinde hak sahiplerine yaptığı .yardım ve sağladığı gelirler bakımından sigortalının halefidir.

Öyleyse, işçi ve işveren arasındaki ilişki bir hizmet sözleşmesidir.

İş kazası veya meslek hastalığına dayalı tazminat davaları, akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları olup, BKnun 125. maddesindeki on yıllık zamanaşımına tabi olması gerekir.

Öte yandan, akde aykırı davranış geniş manada bir haksız fiil sayılır.

İş kazalarında zarar ve zararın tazminini talep hakkı, iş kazasının meydana geldiği tarihte doğar. Diğer bir ifade ile, tazminat alacağı iş kazasının meydana geldiği tarihte muaccel olur. Bunun sonucu olarak iş kazalarında on yıllık zamanaşımı başlangıcı olay tarihi olarak alınır. Şimdiye kadar Yargıtay İçtihatları bu yönde oluşmuştur.

Kurum, sigortalının halefi kabul edildiğine göre, haleflik esası uyarınca 26. maddeye dayanan rücu davalarında da on yıllık zamanaşımının iş kazasının meydana geldiği tarihten itibaren hesaplanması gerekecektir.

Sigortalının veya ölümü halinde haksahiplerinin gelir bağlanması için Kurum 'a başvurma hakları da, iş kazasının meydana geldiği tarihte doğmuş olur.

Katsayılar nedeniyle her gelir artışı yeni bir olgu mudur? Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Cismani zararlarda yeni bir olgu için, işgücü kaybında artmaya sebep olabilecek yeni bir olayın oluşması yani fiziki ve biyolojik bir değişimin ortaya çıkması gerekir. Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında bu görüş kabul edilmiştir.

Böyle bir değişiklik olmadıkça yalnız katsayıya bağlı gelir artışlarını bu anlamda yeni bir olgu olarak kabul etmek mümkün değildir.


Devlet, gelir artışlarıyla sadece Kurum 'a risk yüklemiş olmaktadır. Bu riski Kurum'un kendi gelirleriyle karşılaması Sosyal Sigorta Hukukunun getirdiği bir zorunluluktur. Bu yüzden katsayı artışları sebebiyle Kurum 'un işverene rücu etmemesi gerekir.

Ekrem SERİM
9. Hukuk Dairesi Üyesi


KARŞI OY

İçtihadi Birleştirmenin konusu "iş kazası ve meslek hastalığına maruz kalan sigortalılara, yada hak sahipleri ne, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortasından Sosyal Sigortalar Kurumu 'nca bağlanan gelirlerde, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılacak artışların, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca 506 sayılı Kanunun 2611. maddesi çevresinde asıl sorumlulardan geri istenip istenemeyeceği, madde bağlamında açılan rücu davalarının hukuki dayanağının ne olduğu, diğer bir deyimle klasik halefiyete mi, yoksa kanundan doğan temelinde rücu hakkı bulunan (Suigeneris-Kendine özgü-Nevi Şahsına münhasır) halefiyete mi dayandığı, bu davaların tabi olduğu zamanaşımının türü ve hangi tarihte başlayacağı ve özellikle zamanaşımının başlangıç tarihinin, sigorta olayının meydana geldiği tarih mi, yoksa sigortalı ve hak sa4ibine gelir bağlanmasını Kurum 'un yetkili organının onayladığı tarih mi olması gerektiğinin belirlenmesidir" şeklinde tesbit olıınmuş, görüşmeler de buna göre yapılmıştır.

Görüldüğü gibi, Onuncu Hukuk Dairesi kararı ile Hukuk Genel Kurulu kararı arasındaki ilk aykırılık, anılan artışların istenip istenemeyeceği noktasındadır. Görüşmeler sırasında bu konuda ayrık görüşler açıklandığı halde genelde ağırlıklı uyuşmazlık zamanaşımı başlangıcına teksif olunmuş bulunduğundan ve bu çevrede oylama yapıldığından ve esasen artışların istenebileceği hususundaki daire kararına da katıldığımdan karşı oyumu anılan artışların istenmesinde sözkonusu olan zamanaşımı türü ve süresinin başlangıcı, 506 sayılı Yasanın 26/1. maddesine dayalı rücu davalarının hukuki dayanağının ne olduğu hususlarında açıklayacağım.

Sosyal Sigortalar Kurumu'nun açtığı rücüan tazminat davalarında zamanaşımının süresi ve türü konusunda yasalarımızda özel bir hüküm mevcut değildir. Genelde bu hususta 31.3.1954 gün, 18/11 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı esas alınmaktadır. Bu kararda, ."sigortacı, sigortalıya ödediği tazminat nisbetinde sigortalının yerine geçer ve onun kanuni halefi olur. Sigortalı kendisine halef olan sigortacıya sahip bulunduğu hak ve selahiyetlerden daha fazlasını devredemiyeceği gibi, iş bu halefiyet kaidesi sigortalının zararından sorumlu olan kimselerin hukuken durumlarını ağırlaştıramaz. Halefiyetin kanunda zikredilmiş olması da bu esastan ayrılmayı icap ettirmez... İşçi Sigortaları Kanununun 4772 sayılı Kanunun 37. maddesine müsteniden zarardan sorumlu olanlar aleyhine rücuan açacağı tazminat davalarının, sigortalının bu gibi kimselere karşı açabileceği davalının müruruzaman müddetine tabi bulunduğuna..." karar verilmiş olup, bu karar 506 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra da önemini korumuştur.

Buna göre, işverene rücuda 5.8. Kurumu sigortalıya veya ölümü halinde hak sahiplerine yaptığı yardım ve sağladığı gelirler bakımından sigortalının halefidir. Bu sebeple sonuca ulaşabilmek için işçi ve işveren arasındaki hukuki ilişkinin mahiyetini belirlemek gerekir. İşçi ve işveren arasındaki ilişki hizmet aktidir. İş kazası ve meslek hastalığına dayalı tazminat davaları, akte aykırı hareketten doğan davalar olup doktirin ve içtihatlarda benimsendiği gibi BKnun 125. maddesinde düzenlenen on yıllık zamanaşımına tabidir.

İş kazalarında işçinin veya ölümü halinde hak sahiplerinin tazminat alacağı iş kazasının meydana geldiği tarihte muaccel olur. Zarar ve zararın tazminini talep hakkı bu tarihte doğar. Bu nedenle iş kazalarında on yıllık zamanaşımı başlangıcı olay tarihi olarak alınmaktadır. Yargıtay'ın İçtihatları bu yönde istikrar kazanmıştır.

Sigortalının veya ölümü halinde hak sahiplerinin gelir bağlanması için S.S.Kurumu'na başvurma hakları iş kazasının meydana geldiği tarihte başlamaktadır. Sigortalının veya hak sahiplerinin gelir bağlanması için Kurum 'a geç müracaatları veya tahkikatın gecikmesi gibi nedenlerle Kurum 'un gelir bağlamakta gecikmesi sonuca etkili değildir.

S. S. Kurumu, sigortalının halefi kabul edildiğine göre, haleflik esası gereği 506 sayılı Yasanın 26/1. maddesine dayanan rücu davalarında da on yıllık zamanaşımının işkazasının meydana geldiği tarihten başlaması gerekecektir.

Temelde bir rücu hakkının varlığını gerektiren halefıyet halleri ile salt halefiyet arasındaki en belirgin farklılık birincisinde rücu hakkı sahibinin şahsında yeni bir hakkın doğması ikincisinde ise alacağa ait bir hakkın intikal etmesidir. Bunun sonucu olarak birinci halde rücu hakkı sahibi lehine, alacaklının hakkından bağımsız yeni bir hak meydana geldiğinden bu andan itibaren yeni bir zamanaşımı süresi işlemeye başlamakta, "salt halefiyet" halinde ise alacak hakkı daha önce işlemeye başlamış olan zamanaşımı ile birlikte intikal etmektedir. Bu nedenle daha önce muaccel olan bir alacağın yeniden müaccel olması mümkün değildir.

Kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle meydana gelecek her gelir artışının yeni bir olgu kabul edilip bunun Kurum 'ca onay tarihini yeni bir zamanaşımı başlangıcı olarak kabul etmek yerinde görülmemiştir.

Cismani zararlarda yeni bir olgu için, işgücü kaybında artmaya sebep olabilecek yeni bir olayın ortaya çıkması, fiziki ve biyolojik bir değişimin sözkonusu olması gerekir. Böyle bir değişiklik olmadıkça sırf yasa, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle meydana gelecek gelir artıları yeni bir olgu olarak kabul edilemez.

Bunun sonucu olarak bu gelir artışları ile ilgili on yıllık zamanaşımının başlangıç tarihi onay tarihi değil, asıl hak sahibinin tabi olduğu iş kazası tarihi veya cismani zararlarda yukarıda açıklandığı gibi işgücü kaybında artmaya sebep olabilecek yeni bir olayın ortaya çıkması gibi bir olgu halinde bu tarihtir.

Aksinin kabulü halinde bu tür davaların, davalılarını çok ağır bir suç işleyen sanıklardan daha uzun süre dava tehdidi altında bırakmış oluruz ki, bu sonucu ne milli hukuk ne de uluslararası hukuk ilkeleri ile bağdaştırmak mümkün görülmemiştir.

506 sayılı Yasanın 26/ 1. maddesinde yapılan son değişiklikle önceki içtihatlara uygun olarak getirilen "...sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı" sorumluluk ilkesi de görüşümüzün değişmesine etken olamaz. Zira bu tavanın tesbiti için açılmış bir dava olması gerekir. Bu tür davaların kaza tarihinden on yıl sonra açılması veya on yıllık süre içerisinde dava açılmakla birlikte bağlanan gelirlerin saptanan istenebilecek peşin sermaye tavanının on yıllık sürede meydana gelen artışlarla karşılanmaması mümkündür. Bu gibi hallerde olay tarihinden itibaren on yıllık süre geçtikten sonra da davalılar, dava tehdidi altında kalacaklardır.


Açıkladığım nedenlerle sayın çoğunluğun Sosyal Sigortalar Kurumu'nun 506 sayılı Yasanın 26/1. maddesi uyarınca açacağı davalarda zamanaşımının gelir bağlama kararının Kurum yetkililerince onandığı tarihten itibaren işlemeye başlıyacağına, gelir artışlarına ilişkin davalarda da her gelir artışının onay tarihin in yeni bir zamanaşımı başlangıcı sayılacağına ilişkin görüşlerine katılamıyorum.
Osman Güven ÇANKAYA
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Üyesi


KARŞI OY YAZISI
Ön Bilgi

Sosyal Sigortalar Kurumu, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu gereğince, iş kazası sonucu yaralanma, meslek hastalığına uğrama ve ölüm hallerinde, kaza sonuçlarının gereği ve niteliğine göre; tedavi masrafları, geçici işgöremezlik yardımları, ölümü halinde cenaze masrafları türünde ödemelerde bulunduğu gibi işçinin % 10'dan fazla kazanma gücünü kaybetmesi halinde kendisine, ölüm halinde yakınlarına gelir bağlamakta, yasada belli koşullarda da yaptığı ödemeler ve bağladığı gelirin peşin sermaye değeri için işverene ve kazaya sebep olan üçüncü kişilere rücu etmektedir. Kurum 'un işveren veya üçüncü kişiler aleyhine açtığı bu davalara yaygın uygulama ile' "Rücu Davası" adı verilmektedir.

Yukarıda andan ödemeler ve bağlanan gelirler iş kazası ve meslek hastalığının meydana geldiği tarihteki esaslara göre olmakta, ancak, bağlanan gelirler-de zamanla artışlar yapılması durumları doğmaktadır. Bu artışları sebeplerine göre iki grupta değerlendirmek mümkündür:

Birinci gruptaki artmalar, iş kazası ve meslek hastalığının meydana geldiği tarihteki esaslara göre gelir bağlanmış iken, bu işlemde yapılmış bulunan hatalar ve özellikle işçinin kazanma gücündeki kayıpta veya sağlık durumunda, o iş kazası veya meslek hastalığına bağlı olarak meydana gelen gelişmeler sonucu kazanma gücündeki artmalara bağlı olan artışlarıdır.
İkinci gruptaki artışlar ise, birinci gruptaki gibi bir sebebe dayanmayan yasa, kararname ve katsayı artışlarındaki değişiklikler nedeniyle yapılan artışlardır.
Birinci gruptaki artışlar konumuzun dışındadır. Zira, işin doğasından kaynaklanan, başlangıçta tesbit edilemeyen, veya sonradan ilerleyen rahatsızlığa bağlı "gelişen durum" diye adlandırabileceğimiz sebeple işgücü kaybındaki artış ve buna bağlı gelir artışlarından doğan istekler hukukun genel ilkeleri içinde çözülmekte, genellikle sorun yaratmamaktadır.

Konumuz olan ikinci gruptaki artışlarda ise, işgücü kaybında değişiklik olmadığı halde işçiye, daha ötesi işçinin ölümü halinde yakınlarına yapılan peşin sermaye değerli gelir bağlamalarında kanun, katsayı artışı ve kararnameler nedeniyle yapılan gelir artışlarından doğan Kurum zararları için, bu gelir bağlama işleminin onay tarihi zamanaşımı başlanıcı kabul edilerek işverenden talep edilmekte, ödenmemesi halinde dava açılmaktadır.

İşte tartışmalı olan husus son paragraftaki isteklerde tazminat isteğinin hukuki dayanağının ne olduğu ve zamanaşımının olay tarihinden mi, yoksa, her yeni gelir bağlamanın yeni bir olgu olarak kabul edilip bağlanan gelirin onay tarihinden mi başlayacağıdır. Abartmalı örnekle, 1.1.1963 tarihinde meydana gelen bir işkazası sonucu 1.1.1983 tarihinde yapılan katsayı artışı nedeniyle meydana gelen gelir artışlarından dolayı 'Kurum 'un rücu alacağının zamanaşımı başlangıcı, kaza tarihi olan 1.1.1963 tarihi mi olacaktır,yoksa 1.1.1983 tarihli Kararnameye göre 1w-men bağlanan ve 1 .2.1983 tarihinde SSK Genel Müdürü'nün onayladığı tarih mi olacaktır.

Sosyal Sigortalar Kanununun 26. Maddesinin Mahiyeti Ve
Uygulama Koşulları

Sosyal Sigortalar Kanununun 26. maddesindeki işverenin sorumluluğu, tamamen kendine özgü, özel bir sorumluluktur. En önemli özelliği, işverenin prim ödemesi nedeniyle geniş ölçüde sınırlandırılmış olmasıdır. Bu doğrultuda işverenin daha önce prim ödemesi ve 3. kişinin (trafik kazası sorumlusu gibi) sorumluluğundan da az nisbette sorumlu olması Anayasa Mahkemesi'nce doğal bulunmuş ve Anayasa'ya aykırılık iddiaları kabul edilmemiştir.
İşveren 26. maddenin 1. fıkrası gereği aşağıdaki hallerde sorumlu tutulmuştur:
1- İşverenin Kastı
Kast, hukuka aykırı eylemin bilerek ve isteyerek işlenmesidir. Burada dikkat edilmesi gereken husus işverenin sorumluluğu için kusuru en ağırı olan kast ile sınırlı olmasıdır.


2- İşverenin İşçilerin Sağlığını Koruma Ve İşgüvenliği İle
İlgili Mevzuat Hükümlerine Aykırı Davranışı

işverenin bu alandaki sorumluluğu Anayasa, Borçlar Kanunu, iş Kanununda düzenlenmiş olup esas konumuz olan SSK bakımından sorumluluk da işverenin iş güvenliği ve işçi sağlığı için düzenlenmiş mevzuat gereği üzerine düşen görevler ve önemleri belirleyen, hatta; işin doğası gereği herhangi bir düzenleme olmasa bile alınması gereken tedbiri almamış olması da bu alanda işverenin sorumluluğunun kaynağını teşkil edecektir.

3-İşverenin Suç SayılırEylemi

İş kazası veya meslek hastalığı işverenin suç sayılır eylemi sonucu olmuşsa SSK işverene rücu edecektir. Suç yeterli olup türü önemli değildir. Af, ortadan kaldırma, zamanaşımı gibi nedenler etkili değildir. Ancak; suçun unsurlarının oluşmaması nedeniyle takipsizlik kararı verilen veya beraat eden kimse için sorumluluk sözkonusu değildir.

Yukardaki hallerde işveren sorumlu olduğu gibi, bazı hallerde de işverenin dolaylı sorumluluğu sözkonusu olur. Yanında çalıştırdığı kişilerin yukardaki üç hale uyan sorumluluklarında olduğu gibi. Ancak; bu hallerde aynı zamanda işverenin de kusuru olmalıdır. Yani tek başına istihdam etmek yeterli değildir.

1ş kazası veya meslek hastalığı izah edilen sebeplerle olmuşsa SSK. işveren aleyhine rücuan tazminat davası açarak, sigortalı veya ölümü halinde haksahiplerine yaptığı ödemeler ve bağladığı gelirlerin peşin sermaye değerleri tutarlarını geri alabilir.

Zamanaşımı Türü Ve Süresi

Sosyal Sigortalar Kurumu'nun açtığı rücuan tazminat davalarında zamanaşımının türü ve süresi konusunda Sosyal Sigortalar Kanunu, iş Kanunu ve Borçlar Kanunu'nda özel bir hüküm yoktur. İçtihat ve öğreti sözbirliği etmişcesine bu konuda da 31.3.1954 gün ve 18-11 sayılı içtihadı Birleştirme Kararını temel almaktadırlar. Bu esastan hareketle işçinin halefi olan Kurum'un açacağı tazminat davasında işçi ile işveren arasındaki ilişki BKnun 332. maddesi gereği sözleşme ilişkisi olduğundan, işçinin haiefi olan Kurum da bu ilişki gereği, sair hususlarda olduğu gibi akdi zamanaşımına tabi bulunmaktadır. BKnun 125. maddesine göre zamanaşımı on yıllıktır. Sözleşme esasının gereği kural olarak zamanaşımının başlangıcı zararlandırıcı olayın meydana geldiği andır. Zararlandırıcı olayın sonuçları ilerde meydana çıkar ve sonuçları artıran yeni bir durum meydana gelirse zamanaştmı ona göre değerlendirilecektir. Zararlandırıcı sigorta olayı bir başka yasanın uygulama alanında ise ve o yasada zamanaşımı için özel bir hüküm varsa zamanaşımı için o yasanın uygulanması tabiidir. Zamanaşımı konusundaki genel ilkelerin burada da geçerli olduğunu vurgulamak doğru olur.

Esas konıımuz olan 26. maddenin 1. fıkrasına uygun zamanaşımı konusundaki bilgilere 2. fırkadaki zamanaşımının haksız fil zamanaşımı olduğunu, BKnun 60. maddesi gereği bir ve on yıllık sürelere tabi bulunduğunu, özel kanunlar ve ceza zamanaşımından da etkilendiğini belirtmek suretiyle bu bölüme son vermek uygun olur (Çenberci, İş Kanunu Şerhi ve Sosyal Sigortalar Kanunu Şerhleri ile Uygur, Giderim Davalarında Zamanaşımı, TNB Hukuk Dergisi, Sayı: 5, s: 14).

Gerekçeler Ve Meclis Görüşme Tutanakları

506 sayılı Kanunun öncüsü olan 4772 sayılı Kanundan günümüze kadar tüm kanun değişiklikleri dahil, kanunların teklif gerekçe ve Meclis görüşmelerinin tutanakları sosyal sigorta fikri ve işverenin sorumluluklarının genel şartları dışında, özellikle konumuz olan "ilerde yapılması gereken her türlü giderler" konusuna dikkat ve işaret etmemektedirler.

Yargıtay'ın Görüşü

1- Günümüze Kadar Süregelen Uygulama

Yargıtay'ın İçtihadı Birleştirme Kurulu, Hukuk Genel Kurulu ve Daire kararlarında, işveren sigorta karşılaşmasında hukuki dayanağın halefiyet olduğu esasından hareket ederek işe başlamış ve zamanla görüşünde aşağıdaki gelişmelere ulaştığı gözlenmiştir.

Hangi mahkemenin görevli olması gerektiği, ödenceden indirim ve zamanaşımının ne olması gerektiği hıısuslarında oluşmuş olan 22.3.1944 gün, 37/9; 31.3.1954 gün, 17/10; 31.3.1954 gün, 18/11 ve 29.6.1960 gün, 13/15 sayılı İçtihadı Birleştirme Kıırul Kararları 'nda hukuki dayanağın halefiyet olduğu hususu açıkça kabul edilmiş bulunmaktadır.

506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu 'mm öncüsü olan 4772 sayılı Kanunun yürürlükte olduğu sırada çıkmış bulunan ve günümüze kadar en önemli dayanak olarak geçerliliğini sürdüren 31.3.1954 gün ve18/11 sayılı İçtihadı Birleştirme Kurulu Kararının bazı kısımları önemi nedeniyle aşağıya alınmıştır.

"Sigortacı, sigortalıya ödediği tazminat nisbetinde sigortalının yerine geçer ve onun kanuni halef olur. Sigortalı kendisine halef olan sigortacıya sahip bulunduğu hak ve selahiyetlerden daha fazlasını devredemeyeceği gibi işbu halefiyet kaidesi sigortalının zararından sorumlu olan kimselerin hukuken durumlarını ağırlaştıramaz. Halefiyetin kanunda zikredilmiş olması da bu esastan ayrılmayı icap ettirmez İşçi Sigortaları Kurumu'nun 4772 sayılı Kanun'un 37. Maddesine müsteniden zarardan sorumlu olanlar aleyhine rücuan açacağı tazminat davalarının, sigortalının bu gibi kimselere karşı açabileceği davaların müruruzaman müddetine tabi bulunduğuna

İçtihat aykırılığı doğmasına sebep olan kararlardan HGK 'nun 29.1.1992 gün ve 91110-549 E., 92/29 K sayılı kararında; zamanaşımının olay tarihinden itibaren başlayacağına dair Genel Kurul Kararına muhalif kalan Onuncu Hukuk Dairesi Başkanı Sayın Teoman Ozanoğlu'nun muhalefet yazısında, Yargıtay'ın bu güne kadarki uygulamasını aksettiren dayanaklar geniş olarak izah edilmiş olup, bunlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

"İşçi için sosyal güvence, sosyal devletin görevidir. Borçlar Kanunun klasik kuralları bu meseleyi yorumlayıp çözmeye yeterli değildir. Kurum, sosyal riski tek başına göğüsleyemez. İşverene rücu etmelidir. İşveren risk almak istemiyorsa işçinin zarar görmesine engel olmaya çalışmalıdır. Bu suretle işçi sağlığı da tam güvenceye alınmış olur. İşçi işveren karşılaşmasında işçi topluluğu ve onun koruyucusu olan Kurum'un menfaatlerini gözetmek sosyal devlet ilkesinin gereğidir. Bu doğrultuda 26. maddenin gelir artışlarını kapsamadığını düşünmek mümkün değildir. Tavan sınırına kadar her türlü artışın rücuan tahsihi mümkündür. 3395 ve 3396 sayılı Kanunlar ile benzer konularda Bağ-Kur Kanunu ve Sosyal Sigortalar Kanununda yapılan değişikliklerde yaratılan uygulama farklılıkları bilerek yaratılmıştır. 26. maddedeki rücu hakkında temelinde rücu hakkı bulunan, yasanın çizdiği sınırlarla kayıtlı, yasadan doğan, kendine özgü bir halefiyet hali sözkonusudur. Halefyet aslında kazanç kayıplarının giderildiği tarihte doğar. Ancak; Sosyal .Sigortalar bir kuruluş olup işleyişi gereği isteme hakkı, yetkili organın (GenelMüdür) öğrendiği tarihte başlar.



506 sayılı Kanunun 26. maddesi ve 1954 tarihli IBKK. gereği Kurumun halefi olduğu sigortalı ile işveren arasındaki ilişki hizmet akti den doğduğundan BK.nun 125. maddesindeki on yıllık zamanaşımı uygulanacak, 128. madde gereği de alacak muaccel olduğu tarih itibariyle zamanaşımı işleyecektir."

Gerek 4772 sayılı Kanun, gerekse yürürlükteki 506 sayılı Kanun, rücu davalarının hukuki dayanağı, ek gelirlerin geri istenip istenemeyeceği konusunu açıkça tayin etmemiştir. Bu nedenle anlaşmazlıklarda İçtihadı Birleştirme Kararlarında kabul edilen Iıalefiyet esası kabul edilegelmiştir. Yargıtay bu kabulü ile Kurum'un bir sigortacı durumunda olduğunu düşünmekte ve sigortalıya halef ol masını TTK nun 1301. maddesine dayandırarak açıklamaktadır.

Yargıtay, yukarıda görüş ve kabulüne ek olarak, maddenin sosyal sigortalar hukukunda geçerli özel bir sorumluluk kuralı oluşturduğunu ve Kurum'un açacağı tazminat davalarında öncelikle bu yasanın uygulanacağını, yasadaki boşlukların genel yasa hükümleri ile,, ancak; bu hükümler sosyal sigorta hukuku gerekleri ve ihtiyaçlarına uygun düştükleri oranda doldurulabileceğini kabul etmektedir. Bu düşüncenin sonucu, halefiyeti esas almakla birlikte rııcu ve kanundan doğan rücu ilkesinden de uygun biçimde yararlandığı kararlarına da rastlanmaktadır. Daha doğu deyişle, Yargıtay'ın önüne gelen işte; sosyal sigorta hukuku gerekleri, genel hukuk prensiplerini ve Sosyal Sigortalar Kurumu'nun görevlerinin gereklerini gözönünde tutarak kararlarını oluşturduğu gözlenmektedir. Bu konuda çarpıcı örnek işçinin işvereni ibra etmesini, yardım ödevini yerine getiren Kurum'un işveren aleyhine tazminat davası açmasına engel saymamasıdır.

Sonradan yürürlüğe giren yasalar vs. ile gelirlerdeki artışlar nedeniyle Kurıım 'un rücu hakkına sahip bulunup bulunmadığı ve zamanaşımının ne zaman başlayacağı konusunda da Yargıtay değişik tutum göstermiştir. Başlangıçta olaya kesin hüküm esasından yaklaşmış, "önceki hüküm kesinleşmiştir, hüküm kesinleştikten sonra değişiklik davasına ancak BKnun 46/2. maddesine göre hüküm tesisi halinde imkan vardır, önceki davada böyle bir hüküm bulunmadığı halde ek davanın reddi gerekir" (9. HD., 26.4.1971, 1331-8915) demiş iken, daha sonra olaya mükerrer ödeme ve hakkaniyet ilkeleri ile yaklaşarak (9. .HD., 8.2.1972, 20961-2033) ek ödemelerden dolayı rücu hakkının bulunmadığını kararlaştırmış idi. Sonradan Yargıtay bu ek ödemelerin de istenebileceğini ancak on yıllık zaman aşımının olay tarihinden başlayacağını (10. HD., 11.3.1976, 85234756) kabul etmiş, daha sonra genel kurul kararına kadar, daire ve genel kurul kararları ek ödemelerin istenebileceği miktar ve özellikle tavan sınırı kaydı ile istenebileceğini kabul etmiş, hatta -Yargıtay 'ın bu tavan sınırı uygulaması maddeye yasa ile eklenmiştir.

Bu suretle, 29.1.1992 tarihli Genel Kurul Kararına kadar uzun süren uygulamada Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından bağlanan her türlü gelirlerin işverenden istenebileceği, hukuki dayanağı temelinde rücu hakkı bulunan, kanundan doğan, kendine özgü halefıyet olduğu ve zamanaşımın da onay tarihinden başlayacağı kabul edilmiş bulunmaktadır.

2- Karın Görüşler

Son yıllara kadar genel uygulama yukarıda izah edilen gibi olmasına rağmen, giderek zamanaşımının başlangıcının olay tarihi olması gerektiğini savunan görüşlere rastlanmaya başlanmış ve son Genel Kurul Kararı da bu doğrultuda olmuştur.

Karşı görüşlerin genel içeriği aşağıda pasajlar halinde verilmiştir:

- Zamanaşımının başlangıcı olarak onay tarihi değil, olay tarihi alınmalıdır. Gelişen durum, kesin raporun alınamaması gibi durumlarda ise kesin raporun alındığı tarih esas alınabilir.

- İlerde meydana gelen artışlar sözcüğünden, işin doğasından kaynaklanan,, gelişen durum nedeniyle doğan artışlar anlaşılmalı, ancak, bunlarda da BKnun 46/2. maddesi sınırlandırılmasına dikkat edilmelidir.

- Sigortalı işçinin sağlık durumunda hiçbir değişiklik olmaması halinde ne artan bir zarardan ne de yeni doğmuş bir zarardan bahsedilemeyeceği için, dolayısıyla sigortalının faile karşı bir talep hakkı olmaya-cağından, kanun, kararname ve katsayı artışı nedeniyle Kurum kayıplarından dolayı halefiyet ilkesi gereği rücu hakkının varlığı kabul edilemez.

- Bu tür artışları yeni bir durum olarak kabul etmek mümkün değildir. Sosyal amaçlı artışlardır. Olayın oluşu nedeniyle sonucuna da katlanmak gerekir şeklindeki neden sonuç bağı, uygun neden sonuç bağı değildir.


- Anayasa Mahkemesi adli yargının aksine 26 /1. maddenin bu tür artışları kapsamadığı görüşündedir. Kararların gerekçesinden ak8i düşünceye vardıkları takdirde iptal kararı verecekleri sonucu çıkmaktadır. Anayasa 'a uygun yorum kuralı gereği bu tür artışların maddenin kapsamında olmadığını kabul etmek gerekir.

- Bağ-Kur Kanunu'nun 63. maddesi ve Sosyal Sigortalar Kanununun 26. maddesinin eski şekilleri ile bu maddelerde 3396 ve 3395 sayılı Kanun 'larla yapılan değişikliklerle, 26. maddenin artışları da kapsadığı sonucuna varmak için haklı neden yoktur. Zira Bağ-Kur, Sigorta'ya nazaran daha güçsüz bir kurumdur. Kanun koyucunun amacı artışların da istenebileceği şeklinde olsa idi öncelikle Bağ-Kur lehine hüküm kurması gerekir idi.

- Bu tür artışlar için hiç talep hakkı yoktur ki zamanaşımı olsun. Bir an için talep hakkının varlığını kabul etsek bile bu hakkın esas hak sahibi sigortalının halefi olan sigorta için de sigortalının hak ve yetkileri içinde, özellikle onun kullanabileceği sürede kullanılabilmelidir.

- 40-50 yı1, hatta 80-90 yıl dava tehdidi zamanaşımı prensiplerine aykırıdır.

Sonuç itibariyle; kanun, kararname ve katsayı artışları nedeniyle, gelirlerde meydana gelen artışlar 506 sayılı Kanun'un 26. maddesine göre değil, anılan içtihadı birleştirme kurulu kararları ve salt halefiyet ilkesine dayanılarak Kurum'ca tazminat sorumlularından istenebilir. Zamanaşımı, sigortalı ve hak sahipleri açısından hangi tarihte başlamış ise, artışlar nedeniyle Kurum'un açacağı tazminat davalarında da zamanaşımı aynı tarihte başlar.

Anayasa Mahkemesi'nin Yaklaşımı

Özellikle konumuz olan fıkrayı içeren 26. madde ile ilgili Anayasaya aykırılık iddiası nedeniyle verilmiş dört karar vardır.

Bu kararlar aşağıda tarih sırası ile alınmış yayınlandığı Resmi Gazete 'de gösterilmiş bulunmaktadır.

1- 23.5.1972 gün, E. 1972/2, K 1972/28; RG., 21/12/1972 gün,14368 sayılı,

2- 18/3/1976 gün, E. 1975/198, K 1976/18;RG., 15/7/1976 gün,15647 sayılı,


3-20/12/1983 gün, E. 1982/4, K. 1983/17;RG., 15/4/1984 gün, 18373 sayılı,

4- 2/5/1991 gün, E. 1990/88, K. 1991/11; RG., 16/10/1991 gün, 21023 sayılı.

Kararların uzunluğu, önceki kararlardan alıntılar, yollamalar ve özetlemek suretiyle de olsa tekrarları içerdiklerinden karar aynen alınmamış konumuz ile ilgili özetlemeler yapılmak suretiyle yetinilmiştir.

Yüce Mahkeme'nin Görüşüne Göre

1- Özel hukuk sigorta şirketleri ile ŞSK arasında Kurum lehine eşitsizlik yarattığı iddiasını içeren iptal istemi hakkında Yüce Mahkeme; her zaman SSK. lehine fark bulunmadığı, aksine Kurum'un aldığından çok ödemek zorunda kaldığı durumlara da rastlandığı, bir an için SSK 'na üstünlük tanındığı var sayılsa bile bunun aşağıdaki gerekçeleri bulunduğunu bildirerek şu gerekçeleri saymıştır:

a) Özel hukuk sigorta şirketleri kazanç için çalışırlar. Bu alanda çalışmayı uygun bulmazlarsa çalışmama seçenekleri vardır. Halbuki SSK, yasalara bağlı olarak, sosyal ödevlerini yapmak zorunda olan müessesedir. Kazanç amacı yoktur. Bu farklılık nedeni ile eşit kurallara tabi olmaları beklenemez.

b) Kurum 'un işverenden tazminat istemesinin bazı koşulları vardır. Bunlar yasada açıkça belirtilmiştir. İşveren yasaya uymak suretiyle sorumluluktan kurtulabilir. Yani, yasaya uygun hareket ettiği takdirde sorumluluk doğuran durum doğmayacaktır. Sonuçta, işçinin ölüm, yara-'anma veya meslek 'hastalığına uğrama durumu doğmayacağı için işçi sağlığını koruma amacı da tahakkuk etmiş olacaktır.

c) İşçinin canını ve sağlığını korumak için işverenin yerine göre, gerçek zararı aşkın sayılabilecek bir tazmin borcu yükletilmesi Anayasa'nın toplumsal devlet ilkesine de uygun düşmektedir.

Burada bir yanda kasıtlı olarak işçiyi zarara sokmuş veya ağır kusuru ile zarara yo1 açmış bir işverenin yararı, öte yandan da işverenin kasıtlı davranışının veya ağır kusurunun sonucuna katlanmak durumunda bulunan işçi topluluğunun ve onların arkasında Kurum'un yararı sözkonusudur. Bu gibi durumlarda Anayasa gereği işçi topluluğunun ve onların koruyucusu olan SSK 'nun yararının üstün tutulması tabiidir.


2- Yüce Mahkeme, maddedeki "ilerde yapılması gerekli bulunan" sözcüklerinin kapsamını da yorumlamakta ve yukardaki ön bilgiler bölümünde işaret ettiğimiz birinci hali maddenin kapsamında mütalaa etmekte, ikinci halin ise kapsama dahil olmadığını bildirmektedir. Başka deyişle, ilerde yapılması gerekli bulunan giderleri işin doğasından kaynaklanan giderler olarak değerlendirmekte ve daha ziyade sosyal amaçlı olan kanun, katsayı ve kararnameler gereği artışları bu çerçevede görmemektedir.

Yüce Mahkeme 'nin yukarıdaki görüşü ile birlikte değerlendirilmesi gereken diğer görüşü de şudur: Yasaların, Anayasa'ya uygunluk denetimini yaparken diğer mahkemelerin yasaları yorumlamaları ile bağlı değilim, ben yasaları kendi yorumlamam doğrultusunda Anayasa 'ya uygunluk denetimi yaparım demekte ve bu görüşün sonucu, ilerde yapılması gerekli bulunan sözcüklerinin kapsamını Yargıtay'dan değişik yorumladığı için Anayasa 'ya aykırılık görüşünü kabul etmemektedir.

3- Mahkeme, işveren ile üçüncü kişilerin sorumluluk farklarının da Anayasaya aykırı olduğunu kabul etmemektedir.

4- Mahkeme, ek gelirlerin hukuki niteliği ve bunların işverenden istenip istenemeyeceği konusunda da aşağıdaki gibi düşünmektedir.

İş kazası sonucu kesin, değişmeyen bir durum ortaya çıktığında (işçinin ölümü ve % 1O'dan daha fazla işgücü kaybını tevlit eden yaralanmalar gibi) olaya bağlı bir gelişme olmamakta işverenin sorumluluğu ve bunun sınırları kesin olarak ortaya çıkmaktadır. Bu durumda yargı organının görevi usulü dairesinde Kurum'ca bağlanmış gelirlerin ödenmesi gereken miktarlarını belirlemek ve işverenden alınmasına karar vermektir. Bu işlem sonucu işverenin olayla ilgisi kesilmekte, sorumlu tutulduğu yüküm yerine getirilmiş bulunmaktadır.

SSK. nun 26. maddesin4ki sorumluluk maddedeki sebeplere bağlı, kusura dayalı bir haksız fiil sorumluluğudur. Zararlandırıcı sigorta olayının sonuçları kesin biçimde ortaya çıkmış ve taraflar arasındaki uyuşmazlık hükmüne nihai olarak çözümlenmiş ise bu sonucun herhangi bir nedenle bozulmasına hukuk düzeni müsade etmez.

Sosyal Sigortalar Kurumu kuruluş amacına uygun, sosyo-ekonomik koşulların gereği, sosyal görevlerini yapabilmek için bazı ek ödemeler yapmak zorunda kalmaktadır. Ancak; sonradan yürürlüğe giren yasaların geçmiş ve kesin hesaplaşması yapılmış hukuki işlemlere etkili olmaması hukukun temel kurallarından biridir. Sosyal amaçlı ek ödemeler için işverene başvurmak mümkün değildir. Kurum bu ödemeleri öz kaynaklarından ve Devlete başvurarak yapmalıdır.

Doktrin

İçtihadı birleştirme konusu olan SSK nun 2611. maddesi ile ilgili görüş yazılarına dikkat edildiğinde, yazarlarında sözbirliği içinde olmadıkları görülür. İleri sürülen görüşler içtihat aykırılığı paralelinde iki grupta toplanmaktadır. Fikir üretilirken Sosyal Sigortalar Hukuku, Borçlar Hukukundaki müesseselerden ve genel prensiplerden yararlanılmaya çalışılmış, bazen bu müesseselerin bir bölümü ile görüşlere haklılık kazandırılırken, izah edilemeyen, hatta karşı görüştekilerin haklılığını kabul eden fikirlerin ortaya atıldığı görülmüştür. Sonuç itibariyle tartışmalı konu öğreti tarafından da kesin hatları ile halledilemediği için bu konuda daha fazla ayrıntının gerekli olmadığının vurgulanması uygun bulunmuştur.

Gelişme Ve Bulguların Özeti

Zamanaşımının akti zamanaşımı olduğu ve süresinin 10 yıl olup istisnalar dışında olay tarihinden başlayacağı konusunda anlaşmazlık yoktur.

- Yasa, kararname ve katsayı artışlarından doğan ödemelerin geri istenip istenemeyeceği, hukuki dayanağın ne olduğu, özellikle zamanaşımının olay tarihinden mi, yoksa onay tarihinden mi başlayacağı konusunda karar ve görüşlerde birlik yoktur.

Yasal düzenlemelerimiz ve dayanakları özel bölümde de belirtildiği gibi suskundur. 26. madde, hukuki dayanağın ne olduğu, özellikle "ilerde yapılması gerekli her türlü giderlerin" kaynağı ne olursa olsun tüm giderleri mi kapsadığı, yoksa işin doğasından kaynaklanan, olaya sıkı sıkıya bağlı sonuçlardaki değişikleri mi kapsadığı konusunda işaret vermemektedir.

- Mahkeme kararlarındaki gelişmeler değişken bir seyir izlemiştir. Önceleri halefiyetten yola çıkılmış, bu tür giderlerin geri istenemiyeceği (başka gerçekçelerle) kabul edilmiş iken, bilahare geri istemenin mümkün bulunduğu ancak olay tarihinden itibaren 10 yıllık zamana şımının uygulanacağı kabul edilmiş, daha sonra kanundan doğan temelinde rücu hakkı bulunan, kendine özgü halefiyet görüşü ağırlık kazanmış, tüm giderlerin geri istenebileceği, her gelir bağlamanrn yeni bir olgu olduğu, zamanaşımının da onay tarihinden başlayacağı uygulaması uzun süre sürdürülmüş olup, son Genel Kurul Kararı ve kararın dayanakları olan kararlar ile bu doğrultudaki bir kısım muhalefet görüşlerinde ise hukuki dayanağın salt halefiyet olduğu, bu tür gelirlerin geri istenemeyeceği, zamanaşımının da olay tarihinden başlayacağı görüşü benimsenmiş bulunmaktadır.

Anayasa Mahkemesi de madde ve özellikle konumuz olan cümleciği Anayasaya aykırı bulmamakta "ilerde yapılması gerekli giderleri" olayla sebep sonuç ilişkisi içindeki giderler olarak değerlendirmekte ve sosyal amaçlı saydığı, kanun, kararname ve katsayı artışlarından doğan giderleri madde kapsamında saymadığı için iptal isteklerini reddetmiş bulunmaktadır.

Öğreti, Borçlar Hukuku gibi çok geniş alanı kapsamasına, bu genişlikle orantılı bir çok yazar tarafından görüş bildirilmesine rağmen bu çokluk ölçüsünde konuya açıklık getirebilmiş değildir.

Sonuç

1- Anlaşmazlık konusunda madde açık değildir. Yorum yapılmalıdır. Maddenin 2. fıkrasında bu tür bir cümleciğin bulunmaması her türlü giderlerin istenebileceği şeklinde yorumlanamaz.

2-506 sayılı Kanun 1964'de kabul edilmiş olmasına rağmen, kanun, kararname ve katsayı artışlarının 1970 yılında kabul edilen Personel Kanunu uygulamasından sonra yoğunluk kazandığına özellikle dikkat edilmelidir.

3- Her gelir bağlama yeni bir olgu değildir. Olgu'nun sözlükteki karşılığı "yapılan veya olan iş, yaka" şeklinde ifade edilmektedir. Konumuz olan tartışmalı işte olgu, iş kazası veya meslek hastalıklarındaki tabii gelişmelerde birer olgu olarak değerlendirilebilir. Örnek verecek olursak; iş kazası geçiren bir işçinin elinin kesilmesi bir olgudur. Aynı işçinin önce elinin kesilmesi aradan belli bir zaman geçtikten sonra aynı olay sonucu kolunun kesilmek zorunda kalması da bir olgudur. Ancak, tabii sonuçlarda bir değişiklik olmaksızın gelir bağlanması ve bu gelirlerin herhangi bir nedenle artırılması yeni bir olgu değildir.

4- Hukuki dayanağın salt halefıyet olduğu 1954 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararında kabul edildiği gibi sonraki İçtihadı Birleştirme Kararlarında da vurgulanmış Yargıtay'ın tavan uygulamasının esası. da salt halefiyete dayanmış ve bu uygulama maddeye yasa değişikliği ile ilave edilmiştir.

5- Mahkeme kararları değişkenlik arzetmiş olup, son Genel Kurul Kararı zamanaşımı. başlangıcının olay tarihi olması gerektiği şeklinde olmuştur.

6- Yargıtay ile Anayasa Mahkemesi arasında konumuz olan cümleciğin yorumundaki görüş farklılığı son genel kurul kararı. dışında süregelmektedir. Her iki yüce mahkeme de yorumu diğerinden bağımsız yapmaktadır. Şüphesiz derecelendirme bakımından iki mahkemenin birbirinden farklılıkları yoktur. Her iki mahkeme de yasaları. Yorumlarken görüşlerinde serbesttirler. Ancak; mahkemeler mevcut yasa maddelerini uygularken yorumlayacaklar, Anayasa Mahkemesi ise Anayasaya uygunluk denetimi yaparken önce yorumlayacak ve ulaştığı sonuca göre Anayasaya aykırı bulursa iptal edecek, aksi halde yasa maddesi geçerliliğini sürdürecektir. İşlevsel öncelik nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nin yorumuna öncelik tanımak pratik sonuçları bakımından daha adil sonuçlar doğurur sanırız.

7- Son Genel Kurul kararı öncesindeki uygulamaya karşı görüşlerini bildiren sayın üyelerin görüşleri de haklı gözükmektedir.

8- Son Genel Kurul kararından önceki uygulama zamanaşımı müessesesinin amaç ve espirisine ters sonuçlar vermektedir. Tavan sınırı uygulamasının meseleyi halletmediği durumlarda bazen otuz kırk yıla varan, hatta daha uzayan dava tehdidi altında bulunmak uzun vadede teşebbüs gayretlerini önleyici giderek işsizliğe yol açıcı sonuçlar doğurur.

9- Zamanaşımının gelirlerin onay tarihinden başlamasını savunanların en önemli dayanakları Sosyal Sigortalar Kurumunun güçsüzlüğü bu tür gelirlerden Kurum'u mahrum etmemek endişesidir. Bu endişenin de haklılığı için yasada bir işaret yoktur. Nitekim Bağ-Kur Kanununda açıkca bu tür gelirlerin madde kapsamında olmadığı kabul edilmiş bulunmaktadır. Sosyal Sigortalar Kurumu'ndan daha güçsüz olan Bağkur için kabul edilmeyen bir imkanı daha güçlü bir kurum için var saymak mümkün değildir. Özellikle Anayasa Mahkemesi 'nin aksine görüşüde sürdüğüne göre Sosyal Sigortalar Kurumu 'nu güçlü kılmak gerekçesi yargının değil yasama organının konusu olmalıdır.


Yukarda yazılı nedenlerle, iş kazası ve meslek hastalığına maruz kalan sigortalılara, ya da hak sahiplerine, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortasından, Sosyal Sigortalar Kurumu 'nca bağlanan gelirlerde; kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılacak artışların, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca 506 sayılı Kanunun 2611. maddesi çevresinde asıl sorumlulardan geri istenemeyeceği madde bağlamında açılan rücu davalarının hukuki dayanağının klasik halefıyet olduğu bu davaların tabi olduğu zamanaşımının on yıllık akdi zamanaşımı bulunduğu ve zamanaşımı başlangıcının da sigorta olayının meydana geldiği tarih olması gerektiği şeklinde içtihatların birleştirilmesi görüşünde olduğumdan, Yüce Kurul'un görüşüne katılamıyorum.

Salim OZTUNA

4. Hukuk Dairesi Üyesi
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
belirsiz süreli iş sözleşmesinde eğitim gideri shaına Meslektaşların Soruları 7 25-01-2013 12:07
kıymet takdirine itiraz-yargılama gideri Nuriye Değer Meslektaşların Soruları 1 20-11-2007 09:14
Şufa davasında yargılam gideri ekaral Meslektaşların Soruları 2 16-11-2007 19:55
diş tedavi gideri devlet memurları papoose Meslektaşların Soruları 0 27-03-2007 17:46
vekalet ücreti yargılama gideri midir? av.semire nergiz Meslektaşların Soruları 1 20-11-2006 17:12


THS Sunucusu bu sayfayı 0,07594490 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.