Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun]

Yargıtay Kararı Arıyorum

Yanıt
Konuyu Değerlendirin Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 30-10-2009, 18:03   #1
Av. Cem Arıcıgil

 
Varsayılan Yargıtay Kararı Arıyorum

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2007/11-668 K. 2007/798 numaralı ve 31.10.2007 tarihli kararı gönderebilirseniz sevinirim
Şirketimizini aracı trafik kazası neticesinde kullanılamadığında dolayı 1,5 boyunca taşıma işinin ticari araç kiralamak suretiyle halletmiştir. Şirketimiz yaptığı ticareti ve aldığı hizmetleri belgelendirmemiştir. Biz bu hususlar için tanık dinlettik Aracımızı kullanamadığımız süre için munzam zararı talep edebilir miyiz sonuçta 45 gün aracı kullanamadık. Ticari aracı kullnadığımıza ilişkin bir belgede sunamıyoruz tanıklarımız var Mahkeme hakkaniyete uygun bir tazminat talep eder mi buna ilişkin yargıtay kararı arıyorum
Old 30-10-2009, 18:13   #2
Av. Emrah GELEŞ

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

Esas: 2007/11-668
Karar: 2007/798
Tarih: 31.10.2007

KARAR METNİ:
YARGITAY İLAMI

Taraflar arasındaki "munzam zarar alacağı" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 10.Asliye Ticaret Mahkemesi'nce davanın reddine dair verilen 07.12.2004 tarih ve 2002/521 E, 2004/1287 E,- K. s. kararın tetkiki davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11.Hukuk Dairesi'nin 23.05.2006 tarih ve 2005/3695-6041 s. ilamiyle; (...Davacı vekili, müvekkilinin davalıdan olan alacağını tahsil amacıyla açtığı davanın lehine sonuçlandığını, kararın, Yargıtay 11.Hukuk Dairesi tarafından da onanarak kesinleştiğini, alacağın geç tahsil edilmesi sebebiyle hükmedilen ve davalı tarafından ödenen temerrüt faizinin davacı zararının karşılamadığını ileri sürerek, BK.nun 105. maddesi gereğince 350.000.000.000 TL. munzam zararın faiziyle birlikte davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, müvekkilinin kusuru sebebiyle bir tazminata hükmedilmediğini, sebepsiz zenginleşmesi sebebi ile bedel ödemeye mahkum edildiğini, bunun da taraflar arasındaki sözleşmenin 4302 s. Kanun gereğince kendiliğinden sona ermesi nedeninden doğduğunu, müvekkilinin likit ve muaccel bir bedeli ödeme konusunda temerrüde düşmediğini, munzam zarar koşullarının bulunmadığını savunarak, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece iddia, savunma ve dosya kapsamına göre, BK.nun 105. maddesine dayanan munzam zarar taleplerinde alacaklının uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu, somut olgulara dayanarak, inanılır, kesin ve net şekilde kanıtlamak zorunda olduğu, genel ve soyut nitelikteki enflasyonun yada bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olmasının, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmeyeceği, somut olayda da davacının tahsil edeceği bedelin mevduat hesabına yatırılması halinde daha fazla gelir elde edeceği iddiasına dayandığı, bunun haricinde kanıtlanması bir yana iddia edilen bir zarardan da bahsedilmediği gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir.

Karar, davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Dava, BK.nun 105/1. maddesine dayanılarak açılmış olup, alacağın geç tahsil edilmesi sebebiyle geçmiş günler faizi ile karşılanamayan munzam zararın tahsiline ilişkindir. Davacı alacaklı, borçlunun ilk temerrüde düştüğü tarihten alacağını faizi ile birlikte tahsil ettiği tarihe kadar olan dönem için munzam zararını isteyebilecektir. Öte yandan, Dairemizin bundan önceki kararlarında, Ülkemizde son yıllarda süregelen yüksek enflasyon ve bunun sonucu para değerindeki düşmeler ve alacaklının alacağını geç alması sebebiyle bundan oluşan zararını BK.nun 105 nci maddesi hükümü kapsamında talep etmesinin mümkün olduğu, alacaklının daha yüksek bir zararı konusunda somut deliller getiremediği takdirde en azından paranın zamanında tahsil edilmesi halinde bunun banka mevduat hesaplarında değerlendirilebileceği görüşünden hareketle, üçer aylık vadeli mevduat hesabında bu paranın değerlendirilmesi durumunda elde edilebilecek gelir miktarının munzam zarar adı altında istenebileceği kabul edilmekte idi.

Ne var ki, Yargıtay Daireleri arasında bu yolda oluşan içtihat aykırılığının giderilmesi isteminin Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nca reddolunmasından sonra Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nca 10.11.1999 tarih 1998/13-353 Esas ve 1999/929 Karar s. ilamı ile bu ilke tartışılmış ve yeni esaslara bağlanmış bulunmaktadır. Dairemizce de bu karara iştirak edildiğinden munzam zararın hesaplanabilmesi ilkesi ve ölçütünde bu karar uyarınca değişikliğe gidilmesi zorunlu bulunmuştur.

Buna göre, ayrıca ve daha yükseği kanıtlanamadıkça, veyahut mal sigorta sözleşmelerinden kaynaklanan alacaklarda olduğu gibi tahsil edilecek paranın sarfedileceği amaç ve yer açıkça belirli olmadıkça mahkemece bu tür davalarda munzam zararın tesbit edilebilmesi için yapılacak iş şu olmalıdır. Borçlunun temerrüde düştüğü tarihten, ödemenin gerçekleştirildiği güne kadar geçen süre içerisinde, her yıl itibarı ile gerçekleşen senelik enflasyon artış oranını, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma durumu, mevduat ve Devlet Tahvil'lerine verilen faiz oranları, Türk Lirası karşısında döviz kurlarına ait değişiklik listeleri davacıdan istenmek, gerektiğinde bunları ilgili resmi kurul veya kuruluşlardı araştırmak, bu sahada uzman bilirkişi görüşünden de yararlanılmak suretiyle, bu süre içindeki para değerinin düşmesi, alım gücü azalması sebebiyle alacaklının maruz kaldığı zarar miktarını yukarda değinilen unsurların toplanıp, ortalamaları bulunarak belirlenmek ve istenilen alacağın temel hukuki yapısı sebebiyle bir tazminat alacağı niteliğinde olduğundan ve bu zararın oluşmasında ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik ve sosyal ortamın da etkili bulunduğu ve bundan Ülkede yaşamını sürdüren gerçek veya tüzel kişilerin etkilenmemesinin kaçınılamaz olduğu ve nihayet her olayın özelliği de dikkate alınarak, bulunacak miktarın BK.nun 43 ncü maddesi çerçevesinde mahkemece değerlendirmeye de tabi tutularak belirlenmesi ve bundan sonra bu zarar miktarından davacının alacağını tahsil ederken alması gereken temerrüt faizi miktarı düşülerek hasıl olacak sonuç çerçevesinde hüküm kurmaktan ibarettir. Mahkemece, açıklanan ilkeler ışığında davacının isteyebileceği munzam zarar miktarının belirlenerek, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle davanın reddedilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu sebeple davacı yararına bozulması gerekmiştir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davacı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, munzam zararın tahsili isteğine ilişkindir.

Davacı şirket vekili, İstanbul 6.Ticaret Mahkemesinde, munzam zarardan kaynaklanan talep ve dava hakları saklı kalmak kaydıyla 1999/120 E. s. dosya ile davalı aleyhine açılan dava sorunda 23.05.2000 gün, 2000/470 s. Kararla dava gününden itibaren değişen oranlarda faizi ile birlikte 383.716.666.666 TL.na hükmedildiğini, bu kararın Özel Dairenin 15.03.2001 gün, 2000/10784 E, 2001/1989 s. kararıyla onanmak ve karar düzeltmeden de geçmek suretiyle kesinleştiğini; alacağın 10.04.2001 günü tahsil edilebildiğini; ülkede gerçekleşen enflasyon ve Kasım 2000, Şubat 2001 tarihlerinde oluşan ekonomik krizler, yabancı para değerindeki ve banka temerrüt faiz oranlarındaki artışlar karşısında davacının zararının temerrüt faiziyle karşılanamadığını ileri sürerek, BK.105. maddesi uyarınca 350 Milyar TL. munzam zarar tutarının davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı şirket vekili, munzam zarara hükmedilebilmesi için öncelikle alacağın geç ödenmesinden doğan zararın ispatı gerektiğini, davacı tarafın zararını ispat edemediğini, davanın reddini cevaben bildirmiş; Mahkemece, davanın reddine ait olarak kurulan karar Özel Dairece, yukarda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.

Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; Davacının, geçmiş günler faizinden fazla zararın varlığını somut delillerle ispat etmesinin gerekip gerekmediği noktasındadır.

Davacı bu dava ile; Borçlar Kanunu'nun 105. maddesi uyarınca temerrüt faizini aşan munzam zararını istemektedir. Munzam zararın anlaşılabilmesi için öncelikle temerrüt faizinin hukuksal niteliği üzerinde durulmasında yarar vardır.

Bilindiği gibi temerrüt faizi, borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine Borçlar Kanunu'nun 103. maddesi gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı süresinde varlığını sürdüren bir karşılık olması itibariyle, zamanında ifa etme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içerisindedir. Borçlu kusurlu olsun olmasın, sonuçta borç alacaklıya zamanında ödenmemiş demektedir.

İşte, gerek İsviçre ve gerekse Türk yasa koyucusu alacaklıya zararın varlığını ve miktarını ve borçlunun kusurunu ispat zorunda kalmaksızın temerrüt faizini talep edebilme hakkı tanımıştır.

Giderek, faiz yükümlülüğünün doğumu için borçlunun alıkoyduğu para miktarından yarar sağlaması şart olmadığı gibi, bu yararların iadesi amacını da taşımaz.

Diğer taraftan temerrüt faizi talep edebilmek için borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olması şart değildir. Borçlu bu konuda kendisine hiçbir kusur yüklenemeyeceğini ileri sürerek ve bunu kanıtlayarak faiz ödeme yükümlülüğünden kurtulamaz.

Bunun yanında temerrüt faizi, sözleşmeden doğan para borçlarının yanı sıra, sözleşme dışı hukuki ilişkiden kaynaklanan para borçlarında da uygulama alanı bulabilir.(Dr. Nami Barlas, Para Borçlarının İfasında Borçlunun Temerrüdü ve Temerrüt Açısından düzenlenen Genel Sonuçlar 1992, s:127, YGK. 01.01.1992 tarih E: 1991/11-615, K: 1992/57)

Davamızın konusu olan munzam zarar ise, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan madde hükmüne göre alacaklı, geç ödeme nedeniyle az yukarda açıklanan geçmiş günler için ön görülen faizle karşılanamayacak bir zarara uğramış ise, borçlu geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı karşılamak zorundadır.

O halde, Borçlar Kanunu'nun 103. maddesinde ön görülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın varlığı ile miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ancak kendisinin geç ödemeden dolayı hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmesi halinde bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir.

Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen paranın tarihinde ödenmemesinden doğan zarardır.

Diğer bir deyimle alacaklı davacı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar, paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan "muhtemel kar" yada "farz edilen gelir" değildir. Bu zarar, davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular sebebiyle uğramış olduğu fiili zarardır.

Hal böyle olunca, iddia edilen zararı doğuran somut vakıanın ve bu sebeple uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği, duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur.

Hemen ifade etmek gerekir ki, faiz oranları Borçlar Yasası ve 3095 s. Yasal Faiz ve Temerrüt Faizine Ait Yasa ile düzenlenmiştir.

Yasa koyucu, bir para borcunun tarihinde ödenmemesinden dolayı alacaklının zarara uğrayacağını kabul edip, bu zararın, ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik konjonktürü dikkate alarak belirli bir oranda olacağını benimsemiştir.

Nitekim, Borçlar Kanunu'nun 103. maddesine göre temerrüt faizi oranı %5 iken, 4.12.1984 tarih ve 3095 s. Kanun ile bu oranın %30'a çıkarılması ve yine 3095 s. Yasa'da 15.12.1999 tarih ve 4489 s. Kanun ile yapılan değişiklik sonucu Merkez Bankasının kısa vadeli kredi işlemlerinde uyguladığı reeskont faiz oranı esas alınarak, değişen faiz oranlarının benimsenmesi bunun kanıtıdır.

Bu noktada, ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş) dikkate alınarak, kanun hükmüyle geçmiş günler faizine ait düzenleme yapılmış iken, aynı olguların, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde ön görülen munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluklar, gerçek zarar olarak gösterilemez.

Aksinin kabulü halinde kanun koyucunun bu olumsuzlukların karşılığına dair saptamasının hiçbir anlamı kalmayacağı açıktır.

Yasa koyucu bütün bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların tevlid edeceği zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasa'dan aldığı kanun yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu kabul edilemez.

Yetkili mercii kararını vermiş, yasayla hükmünü vaz etmiştir. Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlediğinden fazla ve bu sebeple 105. maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise, artık o merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı, dikkate aldığı, değerlendirdiği ölçülere ve bunların "maruf ve meşhur" oldukları olgusuna değil, davaya özgü, somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da, elverişli ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır.

Burada, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 238. maddesinin yarattığı istisna uygulanamaz. Zira kanıtlanacak olgular anılan maddede sözü edilen "maruf ve meşhur" olan enflasyon, para değerindeki düşüş yada mevduat faiz oranları değil, az yukarda açıklandığı gibi geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı tevlid eden vakıalar ve bu vakıalar sebebiyle uğranılan fiili zarardır. Örneğin, alacağını tarihinde alamayan alacaklının, aynı tarih vadesi gelmiş bir borcunu ödemek için, borçlunun ödediği geçmiş günler faizi yerine bunun üzerindeki bir faizle borçlanması, yada alacaklısına daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kalması; dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için, alacağını tarihinde tahsil edememesi sebebiyle sonraki günlerde daha yüksek kurdan döviz satın almak zorunda kalması gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar söz konusudur.

Denilebilir ki, Borçlar Kanun'un 105. maddesinde ön görülen munzam zararın, Borçlar Kanunu'nun 103. maddesi ve 3095 s. Yasa ile saptanan faiz oranının dayanağı olan ekonomik olumsuzluklara dayandırılması ve herkesçe bilinenin kanıtlanmasına gerek olmadığı sonucuna varılması mümkün değildir.

Bu itibarla Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde karşılanması ön görülen faizi aşan zararın, genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri) dışında, davacının durumuna özgü, somut vakıalarla ispatlanması gerekir.

Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra, zararın miktarının belirlenmesinde, yukarda açıklandığı gibi, zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, mal varlığında meydana gelen azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede cari sair ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı tabiidir.

Görülmekte olan davada az yukarda açıklanan ilkeler çerçevesinde, somut vakıalara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, kanıtlanmadığından, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği kuşkusuzdur.

O durumda yukarda açıklanan sebeplerle direnme kararı usul ve kanuna uygun olup yerindedir, Onanması gerekir.

SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarda açıklanan sebeplerle ONANMASINA, 31.10.2007 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY

Dava, BK.nun 105/1 inci maddesi uyarınca bir miktar para alacağının geç ödenmesi sebebiyle munzam zararın tazmini istemine ilişkindir.

Mahkemece davanın reddine dair verilen kararının bozulması üzerine verilen direnme kararı davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Direnme kararında iki gerekçeye dayanılmıştır. Birincisi munzam zararın somut olarak kanıtlanması gerektiği durumda görülmekte olan davada bunun kanıtlanamadığı, ikincisi ise, alacağın varlığı yargılamayı gerektirdiğinden, dayalı borçlunun temerrüde düşmekte kusuru bulunmadığı dolayısıyla munzam zarardan sorumlu olamayacağıdır.

Birinci gerekçe ile ilgili olarak, enflasyonun geçmiş günler faiz oranına göre çok yüksek oranlarda seyrettiği dönemler için geçmiş günler faizini (temerrüt faizini) aşan zararın herkesçe bilinen enflasyon olgusu karşısında somut zararın ayrıca kanıtlanması gerekmediğine dair bozma kararı ve birçok HGK. kararı gerekçelerinde yapılan açıklamalara atıfta bulunmakla yetinip, çok bilinen bu tartışmayla ilgili daha fazla açıklama yapmayacağım.

Mahkemece direnme kararına dayanak yapılan ve sayın çoğunluk tarafından benimsenen ikinci gerekçe, taraflar arasındaki sözleşmenin ifasının sözleşme imzalandıktan sonra yürürlüğe giren kanun gereğince imkansız hale geldiği ve davacının alacağının yargılamayı gerektirdiği bu sebeple borçlu davalının temerrüde düşmekte kusurlu olmadığı yolundadır.

Bilindiği gibi BK.nun 105'nci maddesine göre "Alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir."

BK.nun 105'nci maddesinde düzenlenen faizi aşan (munzam) zarar sorumluluğu kusura dayanan temerrüdün hukuki sonucudur ve munzam zarar istenebilmesi için, a)ifada gecikme (borçlunun temerrüdü), b)bu sebeple bir zarar meydana gelmesi, c)gecikme ile zarar arasında illiyet bağı bulunması, d)borçlunun kusurunun gerçekleşmesi gerekir.

Diğer unsurlar bakımından Dairemiz ile Yerel Mahkeme arasında bir uyuşmazlık bulunmadığı somut zararın kanıtlanması bakamından Dairemiz uygulaması konusunda daha önce belirtilen sebeple açıklama yapmaya gerek görmediğimden, bu bölümde yalnızca kusur unsuru üzerinde duracağım.

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, munzam zarar sebebiyle tazminat borcunun doğması için aranan kusur, asıl borcun doğumu ile ilgili kusur değil, borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur. Zararın doğmasına yol açan bir kusur aranmaz. Yine bütün bilimsel ve yargısal içtihatlarda BK.nun 105 nci maddesine göre munzam zarar istenebilmesi bakımından asıl borcun hangi nedenden kaynaklandığı önemli değildir, asıl borç sözleşmeden, sebepsiz iktisap, haksız fil veya kanundan doğabilir. (Bkz. Prof. Dr. Hayri Domaniç Faizle Karşılanamayan Zararların Giderilmesini Sağlayan BK.nun 105 ve Sair Hükümler. İst.1993 sah.64.) Taraflar arasındaki borcun varlığı ve miktarı, borç hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın para alacakları ile ilgili olarak yargılamaya ihtiyaç gösterir. Özellikle haksız fiilden kaynaklanan bir alacağın söz konusu olması halinde bu alacağın varlığı ve tutarının saptanmasının yargılamaya ihtiyaç göstermediği söylenemez ve bu sebeple direnme kararının gerekçesinde davacının alacağının yargılamayı gerektirmesi sebebiyle davalının kusurlu olarak temerrüde düştüğünden söz edilemeyeceğinin kabulü halinde haksız fiilden kaynaklanan hiçbir alacakla ilgili munzam zarar istemi söz konusu olamaz.

Munzam zararın borçlunun temerrüde düştüğü tarihi ile asıl borcun ödendiği gün arasında tarih bu tarih oluştuğu, bunun temerrüt tarihi ile yargılamanın devamı sırasında da devam ettiği ve BK.nun 105/2'nci maddesinde "...munzam zararı derhal takdir olunabilir ise esasa dair karar verir iken bu zararın miktarını dahi tayin edebileceğinin..." öngörüldüğü dikkate alındığında, munzam zararın istenebilme koşullarında olan borçlunun temerrüde düşmekteki kusurunun, alacağın varlığının yargılamayı gerektirdiğinden bahisle oluşmayacağı sonucuna varmak mümkün değildir. Kaldı ki somut olayda asıl alacağın varlığı, dayalı borçlunun bu alacak sebebiyle temerrüde düştüğü ve temerrüt faizinden sorumlu olduğu kesinleşen mahkeme kararı ile saptanmıştır. Bu konuda somut olayın başkaca bir özelliği de yoktur. Buna rağmen mahkeme kararının kusurun oluşmadığı gerekçesinde hakim olan anlayışın kabulü, doktrin ve uygulamada yerleşmiş munzam zarar dışında bambaşka bir munzam zarar kavramı yaratmak anlamına gelir.

Bu nedenle, munzam zarar ile ilgili olarak temerrüde düşen borçlunun temerrüde düşmekte kusursuzluğunu kanıtlayamadığı takdirde sorumluluğu söz konusu olup somut olayda davalının kusursuz olduğuna dair mahkeme kararında dayanılan ve kabulü mümkün olmayan gerekçesinde açıklanan neden dışında bir savunma ileri sürülmediği gibi delil de ibraz edilmediğinden, sayın çoğunluğun aksi yöndeki direnme kararı gerekçesini uygun gören görüşüne katılmıyorum.

Kaynak: Corpus Arşiv

[Copyright © Ced Dağıtım Medya Yazılım - Corpus Mevzuat ve İçtihat Programı]
Old 30-10-2009, 18:52   #3
Av. Cem Arıcıgil

 
Varsayılan

Üstad bu durumda şirketin 1,5 aylık ticari taksi masraflarını alamıyorum tanıkla ispatla bunu elde edemiyorum ve hakkaniyet oranında buna ilişkin tazminata karar vermiyor mahkeme
Old 30-10-2009, 20:34   #4
Av. Emrah GELEŞ

 
Çözüm

BU KARARLARI OKURSANIZ KONU KAFANIZDA NETLEŞECEKTİR.





T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

Esas: 1998/11-34
Karar: 1999/909
Tarih: 03.11.1999

ÖZET: Davacı, dava dilekçesinde ve yargılama sırasındaki açıklamalarında dosyada mübrez bilirkişi raporlarına ve hukuki mütalaalarına dayandığına ve bu rapor ve mütalaalarda davacının en azından vadeli mevduat faizlerine göre munzam zarar isteyebileceği belirtildiğine göre, Mahkemece davalının ödemede temerrüde düştüğü asıl alacak miktarının temerrüt gününden itibaren üçer aylık vadelerle ve vade bozulmadan bir banka hesabına yatırılması halinde getirebileceği faiz geliri bulunarak, bundan sonra hükme bağlanan ve tahsil edilen alacak miktarı bulunan meblağdan düşülmek suretiyle davacının munzam zararı tesbit edilmelidir.

(818 sayılı BK. m. 105)

KARAR METNİ:
KARAR : Taraflar arasındaki "tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 9. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın reddine dair verilen 5.10.1995 tarih ve 1994/136 E-1995/1114 K. s. kararın tetkiki davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 24.12.1996 tarih ve 1996/4892-9072 s. ilamı ile; (... Davacı vekili, müvekkilinin davalılardan alacağı için muhtelif icra takipleri yaptığını, davalıların haksız yere itirazlarda bulunup davalar açtıklarını, bu sebeple alacakların 11-12 yıl sonra tahsil edilebildiğini, enflasyon sebebiyle aşırı zarara uğradığını, hukuki mütalaalarda belirtildiği gibi zararın milyarları aştığını ileri sürerek şimdilik (200.000.000) TL. munzam zararın tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalılar vekili, alacağın temel dayanağının kambiyo senedi olarak gösterildiğinden talebin zamanaşımına uğradığını, asıl borç ilişkisinin şüpheli olduğunu, itiraz ve davaların haklı sebeplerle yapıldığını, davacının zararının bulunmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, iddia ve savunmaya, toplanan delillere, bilirkişi raporuna nazaran, davacının alacağını ileri sürerek kanuni yollara başvurması karşısında davalılarında kanuni itiraz ve dava açmalarının sırf davacıyı zarara uğratmak kastıyla ve kötü niyetle yapıldığı yönünde kanaat oluşturmaya yeterli olmadığı, davacının uğramış olduğunu iddia ettiği munzam zararını ve miktarını somut delillerle kanıtlayamadığı, dayanak yapılan özel hukuki mütalaaların da bunun için yeterli delil niteliğinde olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Karar, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, vadesi 1980-1981 yıllarının muhtelif aylarına ilişkin toplam (54.000.000) TL. bonoya bağlı alacak sebebiyle davalı aleyhine icra takiplerine girişildiğini, ancak, haksız itiraz ve açılan davalar sebebiyle ödemenin yıllarca yapılmadığını, bu arada enflasyon sebebiyle alacağın cüzi bir kaleme indiğini ileri sürmüş olup, bu davada aşkın zararını, başka bir anlatım ile temerrüt faizini aşan zararını istediği anlaşılmıştır. Bilindiği gibi temerrüt faizi, borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine yasa gereği (B.K. nun 103.), kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı müddetince varlığını sürdüren bir karşılık olup, zamanında ifa etmeme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içerisindedir. İşte, gerek İsviçre ve gerekse Türk Yasa Koyucu alacaklıya zararın varlığını ve miktarını ve borçlunun kusurunu ispat zorunda kalmaksızın temerrüt faizini talep edebilme imkanını tanımıştır. Faiz yükümlülüğünün doğumu için borçlunun alıkoyduğu paradan yarar sağlaması şart olmadığı gibi, bu yararların iadesi amacını da taşımaz. Sair yönden, temerrüt faizi talep edebilmek için borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olması şart değildir. Temerrüt faizi alacaklının aksi iddia olunmayan farazi zararının asgari oranda giderilmesine yönelik maktu, götürü bir tazminat niteliği taşır (Bkz. Nami Barlas, Para Borçlarının ifasında Borçlunun Temerrüdü Açısından Düzenlenen Genel Sonuçlar 1992 sh. 127 vd. Y.H.G.K. 1.1.1992 tarih E. 1991/11-615 K: 1992/57 s. içtihadı)

Kişinin zararı, temerrüt faizinin üzerinde olabilir (BK. 105/1). Borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe, bu aşkın zararı da tazmin ile yükümlüdür. BK nun 105. maddesi uyarınca, aşkın zarar istenebilmesi için, alacaklının temerrüt faizi ile karşılanmayan aşkın bir zararının gerçekleşmesi, bu aşkın zararı ile borçlunun temerrüdü arasında uygun illiyet bağının bulunması ve en önemlisi borçlunun kusursuzluğunu kanıtlayamamış olması gerekir. Alacaklının uğradığı zarar bir bütündür. Bu zarar, ilk planda temerrüt faizi ile karşılanacak, zarar miktarının faiz tutarını aşması halinde ise, bu alacaklıya ek (aşkın/munzam) bir tazminat talep etme hakkı sağlayacaktır. Zaten sorumluluk hukukuna egemen olan temel ilke, "(Neminem Zaedere)" "kimseye zarar verme" ilkesidir. Bu ilkeye dayanılarak başkasına zarar verdiği taktirde sorumluluk hukukunun amacı, zararın, zarar gören üzerinde kalmayıp, ondan alınarak zarar verene yükletilmesi, aktarılmasıdır.

Aşkın (munzam) zararın kapsamına gelince; BK. nun 105 maddesinde, zararın niteliği konusunda bir açıklık yoktur. Öyleyse bu zararı genel zarar anlayışına uygun belirlemek gerekir. Buna göre borçlu, borcunu temerrüde düşmeksizin ödeseydi, alacaklının mal varlığı ne halde olacak idiyse, bu varsayımlı durum ile temerrüt sonucu ortaya çıkan gerçek durum arasındaki farkın temerrüt faizi ile karşılanmayan bölümü BK.nun 105. maddesinin kapsadığı ek zararı oluşturur. BK.nun 105. maddesindeki giderimi gerekecek zarar, borçlu temerrüdünden kaynaklanan zarardır. Böyle bir zararın gideriminde güdülen amaç, alacaklının ifaya olan menfaati değil, ifa için ön görülen zamana olan menfaatini sağlamak olacaktır (Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Borçlar Hukuku, c.II. s.1239).

Öte yandan, BK.nun 105. maddesinde, sözü edilen borçlunun aşkın zararı tazmin yükümlülüğü asıl borç ve temerrüt faizi ödeme yükümlülüğünden farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içerisinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Asıl borcun hukuki nedeni kural olarak haksız fiil, nedensiz zenginleşme veya sözleşme olduğu halde, aşkın zararın hukuki nedeni asıl alacağın temerrüde uğraması, borcun ödenmemesi veya zamanında ödenmemesi gibi hukuka aykırılık olup, kanundan doğan bir alacaktır. Hal böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde ve önceki davada aşkın zarar alacağının saklı tutulmasına gerek yoktur ve aşkın zarar zaman aşımı süresi içerisinde aynı veya ayrı bir dava ile her zaman istenmesi mümkündür.

Aşkın zararın ispat konusuna gelince, ülkemizde aylık olarak yayınlanan istatistiklere göre, reel enflasyon hızı senelik ortalama %50 ile %90 oranında seyrettiği bilinen bir durumdur. Böyle bir ortamda, alacağını zamanında elde eden ve ticari hayatın içerisinde bulunan bir tacir, bir an önce paranın alım gücünün azalmasını önleyici mal veya hizmet yatırımlarına yöneltmesi en azından tacirin bu parayı zamanında tahsil etmesi halinde ticari işletmesinde değerlendireceği ve bu halde daha yüksek bir kazanç sağlamayacağı bir gerçektir. Davacının ise, en azından bu parasını banka vadeli mevduat hesabına yatırarak değerlendireceği ve elde etmesi muhtemel faiz geliri kadar munzam zarar isteyebileceği kabul edilmelidir. Dairemizin son uygulamaları da bu yöndedir. (Y.11.H.D. 5.6.1995 E: 1995/3602-K: 1995/4569, Y. 11.H.D. 11.12.1996 E: 8212-K: 8688

Davacı vekili, dava dilekçesi ve yargılama sırasındaki açıklamalarında aşkın zararına ait bilirkişilerden alınmış teknik hesap ve hukuki mütalaalara dayanmış olup, dosyada mübrez mütalaalarda da yukarda açıklanan ilkelere yakın olacak davacının en azından vadeli mevduat faizlerine göre aşkın zarar isteyebileceği belirtilmiştir.

Bu halde mahkemece, davalının ödemede temerrüde düştüğü asıl alacak miktarının 3 er aylık vadelerle (temerrüt gününe göre bu sürede vadeli hesap bulunmaması halinde bunu takip eden ilk daha uzun vade için) ve vade bozulmadan bir banka hesabına yatırılması halinde getirebileceği faiz getirişini bulmak, bundan sonra davacının hükme bağlanan ve tahsil edilen miktarı bu miktardan düşülmek davacının aşkın zararını tesbit ederek buna hükmetmek gerekirken, yazılı biçimde davanın reddi doğru olmamıştır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz eden: Davacı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, mahkeme kararında açıklanan gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve kanuna uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir

Sonuç:

Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarda açıklanan sebeplerle ONANMASINA ve aşağıda dökümü yazılı (941.000) TL. bakiye temyiz ilam harcının temyiz edenden alınmasına, 3/11/1999 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

Kaynak: Ankara Barosu Dergisi - Sayı:2000/1 - Sayfa: 232





--------------------------------------------



T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

Esas: 1998/13-353
Karar: 1999/929
Tarih: 10.11.1999

ÖZET: Davacı, munzam (ek) zararını istediğine göre; öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağın varlığını, bu alacağın geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı temerrüt faizi ile karşılanmayan zarar miktarını; zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını kanıtlamalıdır. Eğer davacı normal durumlar ve fiili karineler ile maruf ve meşhur olaylara dayanıyorsa bunun isbatı istenmemelidir. Bilakis davalı (borçlu) sorumluluktan kurtulmak istiyorsa; ya alacaklının (davacının) bir zarara uğratmadığını yada borcunu zamanında ifa etmiş olsa dahi; değeri düşmeyecek bir yatırım yapamıyacağını ispat ederek sorumluluktan kurtulur.

O halde; ekonomik nedenlerle; para değerindeki düşme, alım gücündeki azalmada gözönüne alınarak toplanan delillere göre; Ek. 42 ve 43. maddesi çerçevesinde munzam zarara hükmedilmesi gerekir.

(743 sayılı MK. m. 6, 7, 29) (818 sayılı BK. m. 42, 43/2, 103, 105) (1211 sayılı MBK. m. 4, 40) (2004 sayılı İİK. m. 8/son) (1086 sayılı HUMK. m. 76, 238/2)

KARAR METNİ:
Taraflar arasındaki "tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Burhaniye Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 25.2.1997 tarih ve 1996/111-1997/53 s. kararın tetkiki davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onüçüncü Hukuk Dairesinin 30.6.1997 tarih ve 1997/5666-5936 s. ilamı ile; (...Davacı, davalı aleyhine açtığı, tazminat davasında verilen 455.200.000 liranın tahsiline dair kararın kesinleştiğini, 20.7.1995 gününde ödendiğini, talep tarihi olan 10.5.1993 ile, ödeme tarihi olan 20.7.1995 tarihleri arasında geçen sürede, munzam zararının oluştuğunu öne sürerek, 1.306.787.964 liranın ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağının varlığını, bu alacağının geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı, temerrüt faizi ile karşılanmayan zararını ve miktarını, zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki, uygun illiyet bağını, ispat etmekle yükümlüdür.

Ülkemizde seyreden reel enflasyonun senelik hızı, ortalama %30 - %90 oranında, hatta daha fazla olmak üzere, seyir takip ettiği bilinen gerçektir. Böyle bir ortamda, alacağını zamanında elde eden alacaklının, bunu bir an önce, paranın alım gücü kaybını önleyici, mal veya hizmet yatırımlarına yöneltmesi, banka mevduat faizine, devlet tahviline yatırması veya dövize dönüştürmesi, yaşanan hayat gerçeklerine uygun bir davranış olarak benimsenmelidir. Enflasyon olgusu, belli düzeylerde devam ettiği müddetçe, buna bağlı olarak para değerinin düşmesi, alım gücünün azalmasından, alacağını geç tahsil eden alacaklının zarar gördüğü, %30 oranlarındaki temerrüt faizinin, bu zararı karşılamaya yetmiyeceği, tartışmasız bir gerçektir. O sebeple hukukumuzda, para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması biçiminde ortaya çıkan zarar istemlerinin, BK.nun 105. maddesi kapsamında yorumlanması kaçınılmazdır. Hal böyle olunca, bu ekonomik olgular, davacının ayrıca zararını ispat yönünden, kanıt getirmesini ortadan kaldırır, normal durumlar ve fiili karineler niteliğinde olduğunun kabulü zorunlu olmaktadır. Davalı bunların aksini ve kusursuzluğunu kanıtlıyamamıştır.

Olayımızda davacı, Burhaniye Asliye Hukuk Mahkemesi´nin 1990/111 esas s. dosyası ile açtığı davada, satışı yapılan taşınmazların, tapuda devredilmemesi nedeniyle, taşınmazların değeri olan 525.000.000 liranın, faiziyle tahsilini, 10.5.1993 günlü dilekçesi ile istemiştir. Mahkemece 455.200.000 liranın, 10.5.1993 gününden itibaren, %30 faizle tahsiline dair verilen karar, 27.6.1995 gününde kesinleşmiştir.

Davacı daha sonra iş bu davayı açarak, temerrüt tarihi olan 10.5.1993 ile, ödeme tarihi olan 20.7.1995 arasında geçen zaman zarfında, enflasyonun etkisi ile, para değerinin düşmesi, alım gücünün azalmasıyla oluşan, munzam zararının ödetilmesini istediği anlaşılmaktadır.

Davalının, 10.5.1993 gününde ödemesi gereken asıl borcu ödemeyerek, temerrüde düştüğü, kesinleşen hükümle çok açıktır. Bu halde mahkemece yapılacak iş; 10.5.1993 temerrüt tarihinden, 20.7.1995 ödeme gününe kadar geçen zaman zarfında, her yıl itibariyle gerçekleşen senelik enflasyon artış oranını, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma durumunu, mevduat ve devlet tahvillerine verilen faiz oranlarını, TL. karşısında döviz kurlarını gösteren listeyi, davacıdan istemek, gerektiğinde ilgili resmi kurul ve kuruluşlardan araştırmak, konusunda uzman bilirkişi düşüncesinden de yararlanmak suretiyle, bu süre içerisinde para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması nedeniyle, ortalama davacı alacaklının maruz kaldığı zarar miktarını, BK.nun 43/2. maddesi hükümü de dikkate alınmak suretiyle tesbit etmek, sonra bulunan zarar miktarından davacının icrada tahsil ettiği temerrüt faizini mahsup ederek, bakiyesine davacının munzam zararı olarak hükmetmekten ibarettir.

Mahkemece, belirtilen biçimde inceleme ve araştırma yapılmadan, yazılı biçimde karar verilmesi usul ve kanuna aykırı olup bozma nedenidir....) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz eden: Davacı Vekili

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Bir davada öne sürülen maddi olgulara uygulanacak kanun maddeleri bulmak ve uygulamak ve davanın hukuki nitelendirilmesini belirlemek hakimin doğrudan görevidir (HUMK. md. 76).

Dava hukuksal nitelikçe BK. 105 den kaynaklanan "munzam zarar" istemine ilişkindir.

Anılan kanun maddesine göre "alacaklının duçar .olduğu zarar, geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemiyeceğini isbat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir".

Munzam zarar sorumluluğu kusura dayanan temerrüdün hukuki bir sonucudur ve borçlunun zararının faizi aşan bölümüdür.

Borçlu para borcunu vadesinde ödemediğinde (temerrüdü oluştuğunda) sözleşme veya yasada belirlenen "gecikme faizi" ödeme yükümü altına girer. Bu halde BK. 103 uyarınca alacaklının mutlak ve tartışmasız bir zarara uğradığı kabul edilmektedir. O sebeple alacaklıya, uğradığı zararı isbat

yükümü verilmeksizin, en önemlisi borçlunun, kusuru olup olmadığı araştırılmaksızın kanun gereği kabul edilen zararı giderme hakkı tanınmıştır.

Bunun dışında, alacaklının uğradığı zarar temerrüt faizinin üstünde gerçekleşmiş olması durumlarında ise davada uygulanması gereken BK. 105 gündeme gelir.

Öncelikle, "munzam zarar"ın hukuki tanımı ve kapsamı üzerinde durulmasında yarar vardır.

Munzam zarar borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Sair bir anlatımla, temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar biçiminde tanımlanabilir.

BK. 105, kaynağı ne olursa olsun, temerrüt faiz yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla tüm para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir. Borcun dayanağı haksız fiil, sözleşme, nedensiz zenginleşme, kanun, vekaletsiz işgörme olabilir.

Bu bağlamda hemen belirtelim ki, munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır.

O nedenle, borçlunun munzam zararı, tazmin yükümlülüğü (BK. md. 105), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içerisinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona ermiyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi (BK. md. 105/2) takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hal böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazi kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile on senelik zaman aşımı süresi içerisinde her zaman istenmesi mümkündür.

Munzam zarar sorumluluğu, kusur sorumluluğuna dayanır. BK. 105 kusur karinesini benimsemiştir.

Munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması için aranan kusur borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur. Farklı bir anlatımla, burada zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz.

Sorumluluk için borçlunun temerrüde düşmekteki kusurunun varlığı asıldır.

Kural olarak munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağının varlığını, bu alacağın geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı temerrüt faizi ile karşılanmayan zararını, zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını isbat etmekle yükümlüdür. Alacaklı borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir. Borçlu ancak temerrüdündeki kusursuzluğunu kanıtlama koşuluyla sorumluluktan kurtulabilir.

Sırası gelmişken belirtelim ki, munzam zarar davalarında alacaklının (davacının) isbat yükümlülüğü çok sıkı kurallara bağlanmamalı genel ispat yöntemlerinde olduğu gibi her olayın kendi yapısı ve özelliği içerisinde değerlendirmeye tutulmalıdır. Örneğin, yaşayan hayatın gerçekleri ve deneyimlerinin zorunlu kıldığı herkesçe bilinen normal durumlar ile fiili karineler, sair bir anlatımla MK. 6 da anlamını bulan genel kuralın istinaları biçiminde ispat yükümünü ortadan kaldıran olgular, ispat hukuku açısından alacaklı yararına değerlendirilmeli, bunların aksini iddia eden borçluya ispat yükünün düştüğü kabul edilmeli en önemlisi hükmedilecek zarar miktarı ve´ kapsamının tesbitinde BK. 43/2 hükmünden yararlanılmalıdır.

Ülkemizde süregelen hiperenflasyonun yüzde yüzlerde seyrettiği, vadeli mevduatların en az bu oranlarda gelir getirdiği, yabancı para değerinin (kurların) her zaman temerrüt faiz oranlarını aştığı, banka kredilerinin yüzde iki yüze kavuştuğu, paranın iç alım (satım) alma değerinin büyük ölçüde azaldığı tartışmasız, yaşanan bir gerçek olduğu çok açıktır.

Böyle bir enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimlerde bulunması örneğin en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirmesi, olayların normal akışına, hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmesi zorunludur.

Gerçekte de, anlatılan enflasyonist ortamda yaşayan makul, normal bir kişinin parasını atıl şekilde elde tutmayacağı, gelir getirici bir yatırıma dönüştüreceği, insan yapısının ve menfaatlerini koruma içgüdüsünün de tabii bir sonucudur.

Hal böyle olunca, enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçları kamuca az veya çok herkesin bildiği, en önemlisi gerekli olduğu taktirde bilinebilmesinin kolayca gerçekleştirilebileceği ve mahkemelerinde bilgisi altında olan vakıalar olarak kabulü gerekir. Kanuni deyimi ile "MARUF VE MEŞHUR" vakıalardır ve bunların isbatına gerek yoktur (HUMK. md. 238/2).

Yine Bankalar Yasasının 37. maddesiyle, 1211 s. Merkez Bankası Yasasının 4 ve 40 maddeleri gereğince, Hükümet ve Merkez Bankasınca ilan edilen vadeli mevduat faizleri ile Resmi Gazetede yeralan "T.C. Merkez Bankası´nca Belirlenen Döviz Kurları ve Devlet İç Borçlanma Senetlerinin Günlük Değerleri" biçiminde gösterilen ve bütün günlük gazetelerde T.R.T. ile özel televizyonlarda da tekrarlanan ilanlar; hukuki güvenlik sebebi ile gerçeği aksettirdiği ve aksi sabit oluncaya kadar yazılı delil oluşturacağı da göz ardı edilemiyecek bir realitedir (MK. md. 7, 29, İİK. md. 8/son f).

Bunların yanında, 20.10.1989 T. K. 3 s. İçtihadı Birleştirme Kararında "para her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır" şeklindeki kabulde az yukarda açıklanan hukuki tespit ve bulguları doğrulamaktadır. Şu durum karşısında, alacaklının davasında dayandığı maddi olgulara uygulanması zorunlu görülen HUMK. md. 238/2 ve MK. 7 anlamında belirlenen delillerle alacaklı zararının kanıtlandığına ait karinenin vücut bulduğu ve böylece davacının zararını isbat yükümünü ifa ettiği açıktır. Bu aşamadan sonra sübut bulan karinenin aksini kanıtlayarak, sorumluluktan kurtulmak isteyen borçlunun; somut olayın özellikleri sebebi ile ya alacaklının bir zarara uğramadığını, yada borcunu zamanında ifa etmiş olsa idi dahi alacaklının borç konusu miktarı değeri düşmeyecek bir şekilde değerlendiremiyeceğini ispat etmesi gündeme gelebilir.

Az yukarıda açıklananların ışığında, mahkemece özel dairenin bozma kararında tespit edilen yöntem ve araştırmalar eksiksiz yerine getirilmeli BK. 42 ve 43/2. maddeleri hükümleri de dikkate alınmak suretiyle toplanan deliller değerlendirilmeli ve hasıl olacak uygun sonuç çerçevesinde belirlenecek munzam zarara hükmedilmelidir,

O sebeple isbat hukuku açısından hatalı gerekçelere dayalı yerel mahkemenin direnme kararı bozulmalıdır.

Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarda gösterilen sebeplerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), istem halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 10.11.1999 gününde, yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

Kaynak: {Corpus Arşiv No:HG-954 & YKD. Ocak-2001 s: 5}


-----------------------------------------------------



T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

Esas: 2000/2-1072
Karar: 2000/1124
Tarih: 05.07.2000

ÖZET: Munzam zarar davalarında alacaklının (davacının) ispat yükümlülüğü çok sıkı kurallara bağlanmamalı, genel ispat yöntemlerinde olduğu gibi her olayın kendi yapısı ve özelliği içerisinde değerlendirmeye tutulmalıdır. Örneğin, yaşayan hayatın gerçekleri ve deneyimlerinin zorunlu kıldığı herkesçe bilinen normal durumlar ile fiili karineler, sair bir anlatımla MK. 6 da anlamını bulan genel kuralın istisnaları biçiminde ispat yükümünü ortadan kaldıran olgular, ispat hukuku açısından alacaklı yararına değerlendirilmeli, bunların aksini iddia eden borçluya ispat yükünün düştüğü kabul edilmeli en önemlisi hükmedilecek zarar miktarı ve kapsamının tespitinde BK. 43. hükmünden yararlanılmalıdır. Enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimlerde bulunması örneğin en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirmesi, olayların normal akışına, hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmesi zorunludur.

(818 sayılı BK. m. 105) (743 sayılı MK. m. 6) (818 sayılı BK. m. 43) (1086 sayılı HUMK. m. 238)

KARAR METNİ:
Taraflar arasındaki "alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kadıköy Asliye 1. Hukuk Mahkemesi´nce davanın reddine dair verilen 17.12.1997 tarih ve 1997/912 E. 1997/1057 K. s. kararın tetkiki davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi´nin 17.5.1999 tarih ve 1999/3271 E. 1999/5315 K. s. Hamiyle; (...Davacının açtığı ve kabulle sonuçlanan ilk dava da davalının kusurlu olduğu belirlenmiştir. Temerrüdü sebebiyle faizle karşılanmayan davacı zararının oluşmasında kusursuzluğunu ortaya koyacak başkaca delil getirilememiştir. Ülke koşulları dikkate alındığında, davacının alacağını özel işlerinde kullanması, en azından finans kuruluşlarında değerlendirmesi, rant yaratacak olan satışlarda kullanması hayatın olağan akışına uygun ve ayrıca ispatı gerekmeyen (HUMK. 238/2) bir davranıştır. Bu sebeplerle temerrüd faiziyle karşılanmayan zararın varlığı konusunda oluşmuş karinenin kabulü de zorunludur. Bu karinenin aksi sabit olmadığına göre, olayın bu çerçevede değerlendirilmesi, sonucuna uygun karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi doğru bulunmamıştır. 5. HD. K. 22.10.1996 tarih 14754 K. s. 13. HD. 13.2.1997-9985-810 sayılı Kararı.... ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davacı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulu´nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Bir davada öne sürülen maddi olgulara uygulanacak kanun maddeleri bulmak ve uygulamak ve davanın hukuki nitelendirilmesini belirlemek hakimin doğrudan görevidir (HUMK. Md. 76).

Dava hukuksal nitelikçe BK. 105 den kaynaklanan "munzam zarar" istemine ilişkindir.

Anılan kanun maddesine göre "alacaklının duçar olduğu zarar, geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir".

Munzam zarar sorumluluğu kusura dayanan temerrüdün hukuki bir sonucudur ve borçlunun zararının faizi aşan bölümüdür.

Borçlu para borcunu vadesinde ödemediğinde (temerrüdü oluştuğunda) sözleşme veya yasada belirlenen "gecikme faizi" ödeme yükümü altına girer. Bu halde BK. 103 uyarınca alacaklının mutlak ve tartışmasız bir zarara uğradığı kabul edilmektedir. O sebeple alacaklıya, uğradığı zararı ispat yükümü verilmeksizin, en önemlisi borçlunun, kusuru olup olmadığı araştırılmaksızın kanun gereği kabul edilen zararı giderme hakkı tanınmıştır.

Bunun dışında, alacaklının uğradığı zarar temerrüt faizinin üstünde gerçekleşmiş olması durumlarında ise davada uygulanması gereken BK. 105 gündeme gelir.

Öncelikle, "munzam zarar" ın hukuki tanımı ve kapsamı üzerinde durulmasında yarar vardır.

Munzam zarar borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Sair bir anlatımla, temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar biçiminde tanımlanabilir.

BK. 105, kaynağı ne olursa olsun, temerrüt faiz yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla tüm para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir. Borcun dayanağı haksız fiil, sözleşme, nedensiz zenginleşme, kanun, vekaletsiz işgörme olabilir.

Bu bağlamda hemen belirtelim ki, munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır.

O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü (BK. md. 105), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içerisinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi (BK. md. 105/2) takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hal böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazi kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile on senelik zaman aşımı süresi içerisinde her zaman istenmesi mümkündür.

Munzam zarar sorumluluğu, kusur sorumluluğuna dayanır. BK. 105 kusur karinesini benimsemiştir.

Munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması için aranan kusur borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur. Farklı bir anlatımla, burda zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Sorumluluk için borçlunun temerrüde düşmekteki kusurunun varlığı asıldır.

Kural olarak munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağının varlığını, bu alacağın geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı temerrüt faizi ile karşılanmayan zararını, zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını isbat etmekle yükümlüdür. Alacaklı borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir. Borçlu ancak temerrüdündeki kusursuzluğunun kanıtlama koşuluyla sorumluluktan kurtulabilir.

Sırası gelmişken belirtelim ki, munzam zarar davalarında alacaklının (davacının) ispat yükümlülüğü çok sıkı kurallara bağlanmamalı, genel ispat yöntemlerinde olduğu gibi her olayın kendi yapısı ve özelliği içerisinde değerlendirmeye tutulmalıdır. Örneğin, yaşayan hayatın gerçekleri ve deneyimlerinin zorunlu kıldığı herkesçe bilinen normal durumlar ile fiili karineler, sair bir anlatımla MK. 6 da anlamını bulan genel kuralın istisnaları biçiminde ispat yükümünü ortadan kaldıran olgular, ispat hukuku açısından alacaklı yararına değerlendirilmeli, bunların aksini iddia eden borçluya ispat yükünün düştüğü kabul edilmeli en önemlisi hükmedilecek zarar miktarı ve kapsamının tespitinde BK. 43. hükmünden yararlanılmalıdır.

Ülkemizde süregelen hiperenflasyonun yüzde yüzlerde seyrettiği, vadeli mevduatların en az bu oranlarda gelir getirdiği, yabancı para değerinin (kurların) her zaman temerrüt faiz oranlarını aştığı, banka kredilerinin yüzde iki yüze kavuştuğu, paranın iç alım (satım) alma değerinin büyük ölçüde azaldığı tartışmasız, yaşanan bir gerçek olduğu çok açıktır.

Böyle bir enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimlerde bulunması örneğin en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirmesi, olayların normal akışına, hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmesi zorunludur.

Gerçekte de, anlatılan enflasyonist ortamda yaşayan makul, normal bir kişinin parasını atıl şekilde elde tutmayacağı, gelir getirici bir yatırıma dönüştüreceği, insan yapısının ve menfaatlerini koruma içgüdüsünün de tabii bir sonucudur.

Hal böyle olunca, enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçları kamuca az veya çok herkesin bildiği, en önemlisi gerekli olduğu taktirde bilinebilmesinin kolayca gerçekleştirilebileceği ve mahkemelerinde bilgisi altında olan vakıalar olarak kabulü gerekir. Kanuni deyimi ile "MARUF VE MEŞHUR" vakıalardır ve bunların isbatına gerek yoktur (HUMK. md. 238/2).

Yine Bankalar Kanunu´nun 37. maddesiyle, 1211 s. Merkez Bankası Kanunu´nun 4 ve 40 maddeleri gereğince, Hükümet ve Merkez Bankası´nca ilan edilen vadeli mevduat faizleri ile Resmi Gazetede yer alan "T.C. Merkez Bankası´nca Belirlenen Döviz Kurları ve Devlet İç Borçlanma Senetlerinin Günlük Değerleri" biçiminde gösterilen ve bütün günlük gazetelerde TRT. ile özel televizyonlarda da tekrarlanan ilanlar; hukuki güvenlik sebebi ile gerçeği aksettirdiği ve aksi sabit oluncaya kadar yazılı delil oluşturacağı da göz ardı edilemeyecek bir realitedir (MK. md. 7, 29, İİK. md. 8/son f).

Bunların yanında, 20.10.1989 T. K. 3 s. İçtihadı Birleştirme Kararında "para her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır" şeklindeki kabulde az yukarıda açıklanan hukuki tesbit ve bulguları doğrulamaktadır. Şu durum karşısında,alacaklının davasında dayandığı maddi olgulara uygulanması zorunlu görülen HUMK. md. 238/2 ve MK. 7 anlamında belirlenen delillerle alacaklı zararının kanıtlandığına ait karinenin vücut bulduğu ve böylece davacının zararını isbat yükümünü ifa ettiği açıktır. Bu aşamadan sonra subut bulan karinenin aksini kanıtlayarak, sorumluluktan kurtulmak isteyen borçlunun; somut olayın özellikleri sebebi ile ya alacaklının bir zarara uğramadığını, yada borcunu zamanında ifa etmiş olsa idi dahi alacaklının borç konusu miktarı değeri düşmeyecek bir şekilde değerlendiremeyeceğini ispat etmesi gündeme gelebilir.

Az yukarıda açıklananların ışığında, mahkemece özel dairenin bozma kararında tesbit edilen yöntem ve araştırmalar eksiksiz yerine getirilmeli BK. 42 ve 43. maddeleri hükümleri de dikkate alınmak suretiyle toplanan deliller değerlendirilmeli ve hasıl olacak uygun sonuç çerçevesinde belirlenecek munzam zarara hükmedilmelidir. O sebeple direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarda gösterilen sebeplerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istem halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 5.7.2000 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

----------------------------------------------------



T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

Esas: 2004/15-349
Karar: 2004/365
Tarih: 16.06.2004

ÖZET: Alacaklı, geç ödeme nedeniyle geçmiş günler için ön görülen faizle karşılanamayacak bir zarara uğramış ise, borçlu geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı karşılamak zorundadır. Munzam zararın varlığı davacı tarafından somut delillerle kanıtlanmalıdır

(818 sayılı BK. m. 105)

KARAR METNİ:
Taraflar arasındaki "munzam zararın tahsili" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Fatih Asliye 2.Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 06.03.2002 tarih ve 2000/575 E. 2002/160 K. s. kararın tetkiki taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 15.Hukuk Dairesinin 24.02.2003 tarih ve 2002/4502-2003/830 s. ilamı ile; (...1-Davada istenen, 377.530 TL. harici satış bedelinin güncelleştirilmiş değeri ikiyüzonmilyar liranın tahsili talebidir. İstemin bu niteliğine göre talebin BK.nun 105.maddesinde hükme bağlanan geçmiş günler faizinden fazla zararın tahsili biçiminde değerlendirilmesi gerekir. Zira, HUMK.nun 76.maddesi hükmünce tavsif hakime aittir. Dairemizin kararlılık kazanan uygulamasına göre ise munzam zarar varlığı somut delillerle kanıtlanmalıdır. Bu zarar bilirkişilerce bulunduğu gibi varsayımlarla hesaplanmışsa kanıtlanmış bir dava olmayacağından açılan bu dava reddolunmalıdır. Mahkemece bu yönler bir yana bırakılarak ortada ispatlanmış bir zarar varmışcasına davanın yazılı bazı gerekçelerle kabulü yanlıştır.

2-Yukarıda açıklanan sebeplerle davacının temyiz itirazlarının tetkiki gerekmemiştir.

Yukarıda 1.bendde açıklanan sebeplerle hükmün davalılar lehine bozulmasına...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDENLER : Taraf vekilleri

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

1)Davalılar vekilinin temyiz itirazları yönünden dosyanın incelenmesinde;

Dava, munzam zararın tahsili istemine ilişkindir.

Davacı vekili; müvekkili ile davalıların murisi arasında yapılan taşınmaz satış vaadi sözleşmesi uyarınca, müvekkiline devri ön görülen dairenin, davalılar murisince tapuda davacıya devredilmediği gibi, muris tarafından müvekkili aleyhine elatmanın önlenmesi istemiyle dava açıldığını; O davada, müvekkilinin ödemiş olduğu 377.530.TL harici satış bedeli üzerinden hapis hakkı tanınmak suretiyle, elatmanın önlenmesine karar verildiğini, anılan hükmün 25.12.1978 gününde kesinleşmesine rağmen, davalı tarafça hapis hakkına konu 377.530 TL.nin davacıya ödenmediğini ileri sürerek; hükmen belirlenen 377.530 TL harici satış bedelinin 24.8.2000 dava tarihi itibarıyla güncelleştirilmiş değeri 210.000.000.000 TL.nin faiziyle birlikte davalılardan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalılar vekili; davacının kesin hükümle tesbit edilen harici satış bedelini artırma çabasında olduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemenin; "Taraflar arasında görülüp kesinleşen dava sonucu hükmedilen 377.530 TL. hapis hakkı bedelinin, 24.8.2000 dava tarihi itibarıyla güncelleştirilmiş değerinin bilirkişi raporunda 8.155.747.000 TL. hesaplandığı" gerekçesiyle, bilirkişi raporunda tesbit edilen değer esas alınmak suretiyle "davanın kısmen kabulüne" dair verdiği karar, Özel Dairece yukarda açıklanan gerekçeyle bozulmuş; yerel mahkemece "enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçlarının herkesçe bilinen "maruf ve meşhur" vakıalar olup, bunların ispatının gerekmediği, böyle bir ortamda davacının parasının

değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir girişimde bulunacağının karine olarak kabul edilmesi ve munzam zararın varlığının kabulünün zorunlu olduğu" gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.

Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; Davacının, geçmiş günler faizinden fazla zararın varlığını somut delillerle ispat etmesinin gerekip gerekmediği noktasındadır.

Davacı bu dava ile; Borçlar Yasasının 105.maddesi uyarınca temerrüt faizini aşan munzam zararını istemektedir. Munzam zararın anlaşılabilmesi için öncelikle temerrüt faizinin hukuksal niteliği üzerinde durulmasında yarar vardır.

Bilindiği gibi temerrüt faizi, borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine Borçlar yasasının 103.maddesi gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı süresinde varlığını sürdüren bir karşılık olması itibariyle, zamanında ifa etme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içerisindedir. Borçlu kusurlu olsun olmasın, sonuçta borç alacaklıya zamanında ödenmemiş demektedir.

İşte, gerek İsviçre ve gerekse Türk Yasa koyucusu alacaklıya zararın varlığını ve miktarını ve borçlunun kusurunu ispat zorunda kalmaksızın temerrüt faizini talep edebilme hakkı tanımıştır.

Giderek, faiz yükümlülüğünün doğumu için borçlunun alıkoyduğu para miktarından yarar sağlaması şart olmadığı gibi, bu yararların iadesi amacını da taşımaz.

Diğer taraftan temerrüt faizi talep edebilmek için borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olması şart değildir. Borçlu bu konuda kendisine hiçbir kusur yüklenemeyeceğini ileri sürerek ve bunu kanıtlayarak faiz ödeme yükümlülüğünden kurtulamaz.

Bunun yanında temerrüt faizi, sözleşmeden doğan para borçlarının yanı sıra, sözleşme dışı hukuki ilişkiden kaynaklanan para borçlarında da uygulama alanı bulabilir.(Dr.Nami Barlas, Para Borçlarının İfasında Borçlunun Temerrüdü ve Temerrüt Açısından düzenlenen Genel Sonuçlar 1992, s:127, YGK. 1.1.1992 tarih E:1991/11-615, K:1992/57)

Davamızın konusu olan munzam zarar ise, Borçlar Yasasının 105.maddesinde düzenlenmiştir. Anılan madde hükmüne göre alacaklı, geç ödeme nedeniyle az yukarda açıklanan geçmiş günler için ön görülen faizle karşılanamayacak bir zarara uğramış ise, borçlu geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı karşılamak zorundadır.

O halde, Borçlar Yasasının 103.maddesinde ön görülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın varlığı ile miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ancak kendisinin geç ödemeden dolayı hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmesi halinde bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir.

Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen paranın tarihinde ödenmemesinden doğan zarardır.

Diğer bir deyimle alacaklı davacı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar, paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan "muhtemel kar" yada "farz edilen gelir" değildir. Bu zarar, davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular sebebiyle uğramış olduğu fiili zarardır.

Hal böyle olunca, iddia edilen zararı doğuran somut vakıanın ve bu sebeple uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği, duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur.

Hemen ifade etmek gerekir ki, faiz oranları Borçlar Yasası ve 3095 s. Yasal Faiz ve Temerrüt Faizine Ait Yasa ile düzenlenmiştir.

Yasa koyucu, bir para borcunun tarihinde ödenmemesinden dolayı alacaklının zarara uğrayacağını kabul edip, bu zararın, ilkenin içerisinde bulunduğu ekonomik konjöktörü dikkate alarak belirli bir oranda olacağını benimsemiştir.

Nitekim, Borçlar Yasasının 103.maddesine göre temerrüt faizi oranı % 5 iken, 4.12.1984 tarih ve 3095 s. Kanun ile bu oranın %30'a çıkarılması ve yine 3095 s. Yasada 15.12.1999 tarih ve 4489 s. Kanun ile yapılan değişiklik sonucu Merkez Bankasının kısa vadeli kredi işlemlerinde uyguladığı reeskont oranı esas alınarak, değişen faiz oranlarının benimsenmesi bunun kanıtıdır.

Bu noktada, ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş) dikkate alınarak, kanun hükmüyle geçmiş günler faizine ait düzenleme yapılmış iken, aynı olguların, Borçlar Yasasının 105.maddesinde ön görülen munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluklar, gerçek zarar olarak gösterilemez.

Aksinin kabulü halinde kanun koyucunun bu olumsuzlukların karşılığına dair saptamasının hiçbir anlamı kalmayacağı açıktır.

Yasa koyucu bütün bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların tevlid edeceği zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasa'dan aldığı kanun yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu kabul edilemez.

Yetkili mercii kararının vermiş, yasayla hükmünü vaz etmiştir. Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlendiğinden fazla ve bu sebeple 105.maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise, artık o merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı, dikkate aldığı, değerlendirdiği ölçülere ve bunların "maruf ve meşhur" oldukları olgusuna değil, davaya özgü, somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da, elverişli ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır.

Burada, Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasasının 238.maddesinin yarattığı istisna uygulanamaz. Zira kanıtlanacak olgular anılan maddede sözü edilen "maruf ve meşhur" olan enflasyon, para değerindeki düşüş yada mevduat faiz oranları değil, az yukarda açıklandığı gibi geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı tevlid eden vakıalar ve bu vakıalar sebebiyle uğranılan fiili zarardır. Örneğin, alacağını tarihinde alamayan alacaklının, aynı tarih vadesi gelmiş bir borcunu ödemek için, borçlunun ödediği geçmiş günler faizi yerine bunun üzerindeki bir faizle borçlanması, yada alacaklısına daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kalması; dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için, alacağını tarihinde tahsil edememesi sebebiyle sonraki günlerde daha yüksek kurdan döviz satın almak zorunda kalması gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar söz konusudur.

Denilebilir ki, Borçlar Yasanın 105.maddesinde ön görülen munzam zararın, Borçlar yasasının 103.maddesi ve 3095 s. Yasa ile saptanan faiz oranının dayanağı olan ekonomik olumsuzluklara dayandırılması ve herkesçe bilinenin kanıtlanmasına gerek olmadığı sonucuna varılması mümkün değildir.

Bu itibarla Borçlar Yasasının 105.maddesinde karşılanması ön görülen faizi aşan zararın, genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri) dışında, somut ve davacının durumuna özgü, somut vakıalarla ispatlanması gerekir.

Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra, zararın miktarının belirlenmesinde, yukarda açıklandığı gibi, zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, mal varlığında meydana gelen azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede cari sair ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı tabiidir.

Görülmekte olan davada az yukarda açıklanan ilkeler çerçevesinde, somut vakıalara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, kanıtlanmadığından, Borçlar Yasasının 105.maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği kuşkusuzdur.

Hal böyle olunca Yerel Mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyularak davanın reddine karar verilmesi gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve kanuna aykırıdır.

Bu sebeple direnme kararı, davalılar yararına bozulmalıdır.

2)Davacı vekilinin temyizine gelince;

Bozma nedenine göre davacı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına karar verilmelidir.

S O N U Ç : Yukarda açıklanan nedenlerle;

1)Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarda (1) numaralı bentte gösterilen sebeplerden dolayı BOZULMASINA,

2)2.bentte yazılı sebeplerle davacının temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına,

16.06.2004 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Yargıtay Kararı Arıyorum. Av.Ayşegül Çoban Meslektaşların Soruları 2 16-03-2009 12:12
Yargıtay Kararı arıyorum Av. Rahşan KÜPELİ Meslektaşların Soruları 2 12-02-2009 13:20
danıştay kararı arıyorum Favor Meslektaşların Soruları 1 26-01-2008 09:11
11.HD kararı arıyorum Av.MB Meslektaşların Soruları 8 05-01-2008 14:29
HGK kararı arıyorum Defne Elif Meslektaşların Soruları 1 25-06-2007 11:28


THS Sunucusu bu sayfayı 0,04433799 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.