Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun]

Ltd Hİsse Devİr Vaadİ, İnanÇli Temlİk, Yenİ Hgk Karari..

Yanıt
Konuyu Değerlendirin Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 08-08-2011, 14:54   #1
Av.Şükrü Y.KAYA

 
Varsayılan Ltd Hİsse Devİr Vaadİ, İnanÇli Temlİk, Yenİ Hgk Karari..

İnançlı temlik hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescili davasına ilişkin bir kaç sorularım olacak sayın meslektaşlarım...
Davalılar A, B ve C ile davalı D Özlem İnşaat Ltd Şti'nin ortakları iken ortaklığa son vermek için kendi aralarında "HİSSE DEVİR TUTANAĞI" başlıklı adi yazılı 4 maddelik bir belge hazırlarlar.
İlk maddesinde davalı D nin şirket hissesini ortaklardan B'ye 75.000.000 TL ye devir ettiğini, 2.maddesinde şirketin 10.000.000 TL alacağının 1/4 hissesi olan 2.500.000 TL nin ödeme günü olan 04.10.2005 tarihinde şirketten çıkan D'ye ödeneceğini, 3.maddesinde Elektrik ve Su aboneliklerinin D üzerinden alınarak şirket üzerine tescilinin yapılacağı; 4. maddesinde de AŞAĞIDA BELİRTİLEN TAŞINMAZLARA BÜTÜN ORTAKLAR EŞİT PAYDA MALİKDİRLER denilmiş ve aşağıda A,B,C ve D üzerine kayıtlı bir kıta taşınmaz ada parselleri sıralanmıştır.
Söz konusu adi yazılı belge ortakların hepsi tarafından imzalanmış ayrıca 2 şahidin de imzası alınmıştır.

Belge konusu taşınmazlardan çoğu davalı D üzerine kayıtlı olup, davalı D en büyük ortaktır ve diğer 3 davacı ile davalı kardeşlerdir..

Taraflardan B ile D zikredilen adli yazılı belgeden 2 gün sonra noterde hisse devir sözleşmesi yapmışlardır ve 10.000.000 TL bedel ile şirket hissesi B ye devredilmiştir.

Davacılar A, B ve C; davalı D ye karşı inançlı temlik hukuksal nedenine dayanarak tapu iptali ve tescil davası açmışlardır.
Davacılar, adi yazılı belgede geçen D üzerine kayıtlı taşınmazların kayıtlarının iptal edilerek 1/4 oranında A adına, 1/4 oranında B adına ve 1/4 oranında C adına tescilini talep etmişlerdir.

Bilirkişiye davacılar ve davalıya ait bütün taşınmazların değerleri tespit ettirilmiş, neticesinde davacılar üzerine kayıtlı taşınmazlar 18.000.000 TL, davalı üzerine kayıtlı taşınmazlar ise 36.000.000 TL civarında değer tespitine konu olmuştur..

Dava devam ederken kabul anlamına gelmemesi için TAKAS DEF'ÎNDE bulunulmamıştır.

Sözleşmeye göre yorum yapılırsa taşınmazlar toplamda 54.000.000 TL olduğuna göre kişi başı düşen miktar 13.500.000 TL olmalı davacıların hepsine de toplamda 40.500.000 TL lik taşınmaz düşmelidir.

Ancak hakim, sözleşmenin 4. maddesini ayrı bir sözleşme gibi yorumlamış ve sanırım takas def'inde bulunulmadığını gözeterek, tapu iptalinin şartları da oluşmadığından paraya hükmetmiş ve sadece davalıya ait 36.000.000/4 = 9.000.000 kişi başı ordan da 9.000.000X3= 27.000.000 TL nin davalıdan alınarak davacılara hükmedilmesine karar vermiştir. Davalının davacılar üzerine kayıtlı olan 18.000.000 TL/4 = 4.500.000 TL lik taşınmazlarındaki hisselsini mahsup etmemiştir.

Bu aşamadan belirtmek isterim ki temyiz aşamasında davanın vekilliğini üstlendik ve yerel mahkemede iken pek de sağlam savunma yapıldığı söylenemez..

Öncelikle temyizdeki savunmamızdan kısaca bahsetmek isterim..

İlk olarak noterde yapılan hisse devir sözleşmesinden sadece 2 gün önce şirket ortakları arasında yapılan 4 maddelik "HİSSE DEVİR TUTANAĞI" başlıklı adi yazılı anlaşmanın HİSSE DEVİR VAADİ SÖZLEŞMESİ olduğu, vaad sözleşmesinin de TTK 520 ye göre noter de yapılmadığından geçersiz olduğunu belirttik. Ancak yerel mahkeme 4. maddeyi vaad sözleşmesi değil de ayrı bir sözleşme olarak kabul etmiş..
Bu aşamadan sonra sözleşmelerin bütünlüğü kuralından bahsettik, ileride ortaklar kurulu kararı alacak olan tüm ortaklarında vaad sözleşmesine katılması kadar doğal bir şey olamayacağını belirttik ve 4. maddeyi ayrı bir anlaşma olarak kabul etmenin hukuka uyarlı olmadığına değindik..


Velev ki böyle bir yorum yapılsa dahi, sözleşmede geçen davalının alacaklarından hiçbirinin davacılarca karşılanmadığını, adi yazılı belgede 75.000.000 TL öngörülmüş iken, daha sonra tarafların zımni olarak varsa karşılıklı alacaklarından vazgeçtiklerini ve esas teşkil edecek noterde yapılan devir sözleşmesinde 10.000.000 TL bedelle hissenin devredildiğini, davacıların 3 yıl gibi bir süre sonra şartlar değişince kötü niyetli olarak davayı açtıklarını,yaşları itibariyle böyle bir mülkü edinemeyecek davacıların haklarını kötüye kullanıklarına değindik...

SEBEPSİZ ZENGİNLEŞME HÜKÜMLERİ UYGULANMASI GEREKTİĞİNDEN bahsettik..

En nihayetinde 4. maddenin ayrı bir sözleşme olduğu kabul edilse dahi, inançlı temlik hukuksal nedenine dayanmak için yazılı delil başlangıcının tapu devir tarihlerinden önceki bir tarihte olması gerektiğine ilişkin 2005 yılı HGK kararı sunduk. (Ancak 2010 yılında HGK'nın istikrar bulmuş bu kararından döndüğü gerçeği de vardır.)

En nihayetinde böyle bir karar verilecek olsa bile, bu defa da davalının davacıların taşınmazlarındaki 1/4 hisse değerlerinin 27.000.000 TL den mahsup edilmesi gerektiğini, zira böyle bir durumun dosyadan anlaşılabilir nitelikte olduğu, o halde DEF'İ değil İTİRAZ niteliğinde olduğu, hakimin de İtirazları re'sen nazara alması gerektiğine değindik ve bozulmasını talep ettik...

Umarım anlatabilmişimdir Sabırla okuyan arkadaşlara teşekkür ediyor yorumlarınızı bekliyorum.
Old 08-08-2011, 17:19   #2
Av.Nevra Öksüz

 
Varsayılan

Sayın Av. Şükrü Y.KAYA,

Anlatımınız çerçevesinde;

Taraflar arasında imzalanan protokolde her ne kadar hisse devrine ilişkin başlık atılmış ve buna ilişkin hususlara (da) yer verilmiş ise de anladığım kadarıyla belirttiğiniz 4.maddeye bağlanan bir şart söz konusu değildir. Daha açık bir ifadeyle 4.maddede, dökümü yapılan ve D adına kayıtlı bir kısım gayrimenkullerin, A-B-C ye devrinin ne zaman ve/veya hangi şartlara bağlı olarak yapılacağına ilişkin veya hisse devri bedelleriyle ilgili takas-mahsup edileceği v.b. bir husus yer almamaktadır. Dolayısıyla kanaatimce 4. madde ile protokoldeki diğer maddeleri birbirine şart-sonuç ilişkisi içerisinde bağlamak mümkün değildir.

"Sözleşme bütün olarak değerlendirilmelidir ve bu sözleşme şekle aykırılıktan dolayı geçerli değildir; dolayısıyla 4.maddeye ve D'nin bu madde altındaki imzasına hukuki sonuç yüklenemez" özetindeki savunmanıza katılmıyorum.

A-B-C "inançlı işlem" çerçevesinde talepte bulunmuştur ve kanaatimce söz konusu protokol de bu davada dayanılması gayet hukuki ve yerinde olan yazılı delildir. Altında D'nin de imzası olan yazılı delille A-B-C, dayandıkları "inançlı işlem" konusunu kanıtlamıştır (A-B-C demektedir ki "dava konusu gayrimenkuller aslında eşit paylarla A-B-C-D'nindir"; D de imzasıyla demektedir ki: "evet öyledir"); D de aksini yazılı delille kanıtlayamamıştır.

D'nin herhangi bir talebi olmadığı için HUMK m.74 mucibince hakimin, A-B-C üzerine kayıtlı taşınmazlarla ilgili bir işlem yapmaması/karar vermemesi de yerindedir (diye düşünüyorum ).

Yalnız:

Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
...Davacılar A, B ve C; davalı D ye karşı inançlı temlik hukuksal nedenine dayanarak tapu iptali ve tescil davası açmışlardır.
Davacılar, adi yazılı belgede geçen D üzerine kayıtlı taşınmazların kayıtlarının iptal edilerek 1/4 oranında A adına, 1/4 oranında B adına ve 1/4 oranında C adına tescilini talep etmişlerdir.

...Ancak hakim, sözleşmenin 4. maddesini ayrı bir sözleşme gibi yorumlamış ve sanırım takas def'inde bulunulmadığını gözeterek, tapu iptalinin şartları da oluşmadığından paraya hükmetmiş ve sadece davalıya ait 36.000.000/4 = 9.000.000 kişi başı ordan da 9.000.000X3= 27.000.000 TL nin davalıdan alınarak davacılara hükmedilmesine karar vermiştir...


terditli ikame edilen bir dava veya tazminat yönünde ıslah veya davalının kabulü yoksa HUMK m.74 gereği hakimin kendiliğinden bedele hükmetmesinin de doğru olmadığını düşünüyorum.

P.S: Dosyanın tamamı tarafınız bilgisi ve hakimiyeti dahilinde olmakla; anlatımınıza binaen görüş belirttiğimi tekrar belirtmek isterim.

Saygılar...
Old 09-08-2011, 05:46   #3
Av.Şükrü Y.KAYA

 
Varsayılan

Öncelikle cevabınız için teşekkür ederim. Eklemediğim bir nokta kalmış:
Adi yazılı belgede - aşağıdaki şartlar dahilinde D'nin ortaklığı son bulacaktır - denildikten sonra 4 maddelik bir sözleşme yapılmıştır.
TTK ya göre de ortaklık sadece hisse devri ile son bulabilir.
O halde ortaklığın son bulması 4 maddenin de yerine getirilmesine bağlıdır.
Öyle ise sözleşme apaçık bir hisse devir vaadi sözleşmesidir. Zira 2 gün sonra hisse devri de yapılmıştır. TTK 520 nin aradığı şekil şartı da ispat değil geçerlilik şartı ve emredici hukuk kuralı niteliğini haiz olduğuna göre 4 maddesi de aynı amaca özgülenen sözleşmenin zorlama yorumlarla ayakta tutulamayacağı kanaatindeyim...

HUMK 74 kapsamında herhangi bir sıkıntı yoktur.
Dikkat buyurmanızı istediğim bir nokta şudur ki, dava tapunun aynına ilişkin ilk taleple değil alacak talebi ile karara bağlanmıştır. Öyle ise tarafların hepsi eşit payda ortak olduğuna göre alacakları da bellidir. Takas def-i ileri sürülmesini şart koşmak ne kadar hukukidir? Zira hal böyle olursa dosyadan anlaşılsa dahi hakim re'sen nazara alamayacaktır. Oysa benim bahsettiğim davanın alacak davasına dönüştüğü ve sözleşmeye göre de karşılıklı alacaklar değil, bütün taşınmazları kül olarak değerlendiren bir sözleşmenin varlığıdır. Bütün taşınmazları tek bir bedele bağlayarak 4 e bölen belgeye göre tek bir borçlu sadece D olacaktır. Zira usul ekonomisi de bunu gerektir. Takas için tarafların aynı olması gerekse de, nedenlerin aynı olması salt takası gerektirmez diye düşünüyorum. Kaldı ki burda karşılıklı alacaklı - borçlu sıfatları olmayıp, sadece D borçlu çıkmaktadır.

Günün sözü: Avukat, en az kendisi kadar hukuku bilen hakimlerin olduğu bir mahkemede başarıya ulaşabilecektir.
Old 09-08-2011, 12:07   #4
Av.Nevra Öksüz

 
Varsayılan

Sayın Av. Şükrü Y.KAYA,

Diyorsunuz ki sözleşmeye:

Alıntı:
...aşağıdaki şartlar dahilinde D'nin ortaklığı son bulacaktır...


yazılmış;

ilgili madde de;

Alıntı:
...AŞAĞIDA BELİRTİLEN TAŞINMAZLARA BÜTÜN ORTAKLAR EŞİT PAYDA MALİKDİRLER denilmiş ve aşağıda A,B,C ve D üzerine kayıtlı bir kıta taşınmaz ada parselleri sıralanmıştır...


şeklinde ve;


Alıntı:
...Söz konusu adi yazılı belge ortakların hepsi tarafından imzalanmış ayrıca 2 şahidin de imzası alınmıştır...


Bu anlatımınızdan anladığım şudur: Tarafların eşit paylarla ortak olduğu; lakin tapu kaydının D üzerine (dava konusu ile sınırlı) kayıtlı olduğu gayrimenkuller vardır ve taraflar imzalarıyla bu hususu kabul etmişlerdir. Bu haliyle taraflar arasında inançlı işlem olduğu gayet açıktır. Yazılı delil, inançlı işlemin varlığının ispat şartıdır; A-B-C de, D’nin imzasını havi belgeyle bu inançlı işlemi ispatlamıştır. Şöyle bir örnek düşünelim: X ve Y, matbu bono arkasına “ X ve Y, ... ili ... ada, ... parsel sayılı ...., X adına kayıtlı gayrimenkule eşit payda maliktirler” yazıp imzalıyorlar. Y, X’e karşı inançlı işleme mesnetle dava ikame ediyor. Bu davada “bono TTK m.688 mucibince gerekli şekil şartlarını havi değildir ve bu sebeple bu yazılan inançlı işlem sözleşmesi olarak kabul edilemez” mi diyeceksiniz? Dosya muhteviyatına hakim değilim; lakin anlatımınız çerçevesinde daha önce de belirttiğim üzere sözleşmedeki 4.maddeye ve D'nin bu madde altındaki imzasına hukuki sonuç yüklenmesi “hukuki ve yerinde”dir.

Tarafların 4. maddeyi protokole neden yazdıklarını müvekkilinize sordunuz mu?
Diyorsunuz ki:

Alıntı:
...4 maddesi de aynı amaca özgülenen sözleşmenin zorlama yorumlarla ayakta tutulamayacağı kanaatindeyim...


4. maddenin hisse devrine bağlanan amacı nedir? D üzerine kayıtlı olan gayrimenkuller, D’nin ortaklıktan çıkması şartıyla eşit payda malik olunacağı sonucuna mı bağlanmış? Veya D’nin ortaklığı son bulacaktır; çünkü biz (A-B-C), eşit paya sahip olmamıza rağmen söz konusu gayrimenkullerin mülkiyetinden vazgeçiyoruz mu diyorlar? Dosya münderecatında buna benzer hususların varlığı söz konusu mu? Belirttiğim hususlara benzer durumlar varsa D’nin dayanak noktası bunlar olmalıdır. Davanın konusu limited şirket hisse devri değildir; inançlı işleme dayalı tapu iptal ve tescildir; olaya bu çerçevede yaklaşmanızda fayda olduğu kanaatindeyim.

Diğer taraftan :

Alıntı:
...Takas def-i ileri sürülmesini şart koşmak ne kadar hukukidir?...

Demişsiniz. Dikkat ederseniz cevabımda görüşümü:

Alıntı:
Yazan Av.Nevra Öksüz
...D'nin herhangi bir talebi olmadığı için HUMK m.74 mucibince hakimin, A-B-C üzerine kayıtlı taşınmazlarla ilgili bir işlem yapmaması/karar vermemesi de yerindedir...


Şeklinde belirttim, takastan bahsetmedim; takas bir def’idir, mahsup itirazdır. Siz:

Alıntı:
...HUMK 74 kapsamında herhangi bir sıkıntı yoktur...


dediğinize göre anladığım kadarıyla davanın bedel davasına dönüşmesinde sıkıntı yok ve bu husus hukuki olarak gerçekleşmiş?

O halde mahsup itirazı yargıtay aşamasında dikkate alınacaktır (diye düşünüyorum ).

P.S:

Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
Günün sözü: Avukat, en az kendisi kadar hukuku bilen hakimlerin olduğu bir mahkemede başarıya ulaşabilecektir.

Bir avukatın/hakimin/hukukçunun, "hukuku biliyorum" dediği an, çürümeye başladığı andır ve çürüme, çok hızlı gerçekleşen bir süreçtir.


Saygılar...
Old 09-08-2011, 12:22   #5
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
İnançlı temlik hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescili davasına ilişkin bir kaç sorularım olacak sayın meslektaşlarım...
Davalılar A, B ve C ile davalı D Özlem İnşaat Ltd Şti'nin ortakları iken ortaklığa son vermek için kendi aralarında "HİSSE DEVİR TUTANAĞI" başlıklı adi yazılı 4 maddelik bir belge hazırlarlar.
İlk maddesinde davalı D nin şirket hissesini ortaklardan B'ye 75.000.000 TL ye devir ettiğini, 2.maddesinde şirketin 10.000.000 TL alacağının 1/4 hissesi olan 2.500.000 TL nin ödeme günü olan 04.10.2005 tarihinde şirketten çıkan D'ye ödeneceğini, 3.maddesinde Elektrik ve Su aboneliklerinin D üzerinden alınarak şirket üzerine tescilinin yapılacağı; 4. maddesinde de AŞAĞIDA BELİRTİLEN TAŞINMAZLARA BÜTÜN ORTAKLAR EŞİT PAYDA MALİKDİRLER denilmiş ve aşağıda A,B,C ve D üzerine kayıtlı bir kıta taşınmaz ada parselleri sıralanmıştır.
Söz konusu adi yazılı belge ortakların hepsi tarafından imzalanmış ayrıca 2 şahidin de imzası alınmıştır.

Belge konusu taşınmazlardan çoğu davalı D üzerine kayıtlı olup, davalı D en büyük ortaktır ve diğer 3 davacı ile davalı kardeşlerdir..

Taraflardan B ile D zikredilen adli yazılı belgeden 2 gün sonra noterde hisse devir sözleşmesi yapmışlardır ve 10.000.000 TL bedel ile şirket hissesi B ye devredilmiştir.

Davacılar A, B ve C; davalı D ye karşı inançlı temlik hukuksal nedenine dayanarak tapu iptali ve tescil davası açmışlardır.
Davacılar, adi yazılı belgede geçen D üzerine kayıtlı taşınmazların kayıtlarının iptal edilerek 1/4 oranında A adına, 1/4 oranında B adına ve 1/4 oranında C adına tescilini talep etmişlerdir.

Bilirkişiye davacılar ve davalıya ait bütün taşınmazların değerleri tespit ettirilmiş, neticesinde davacılar üzerine kayıtlı taşınmazlar 18.000.000 TL, davalı üzerine kayıtlı taşınmazlar ise 36.000.000 TL civarında değer tespitine konu olmuştur..

Dava devam ederken kabul anlamına gelmemesi için TAKAS DEF'ÎNDE bulunulmamıştır.

Sözleşmeye göre yorum yapılırsa taşınmazlar toplamda 54.000.000 TL olduğuna göre kişi başı düşen miktar 13.500.000 TL olmalı davacıların hepsine de toplamda 40.500.000 TL lik taşınmaz düşmelidir.

Ancak hakim, sözleşmenin 4. maddesini ayrı bir sözleşme gibi yorumlamış ve sanırım takas def'inde bulunulmadığını gözeterek, tapu iptalinin şartları da oluşmadığından paraya hükmetmiş ve sadece davalıya ait 36.000.000/4 = 9.000.000 kişi başı ordan da 9.000.000X3= 27.000.000 TL nin davalıdan alınarak davacılara hükmedilmesine karar vermiştir. Davalının davacılar üzerine kayıtlı olan 18.000.000 TL/4 = 4.500.000 TL lik taşınmazlarındaki hisselsini mahsup etmemiştir.

Bu aşamadan belirtmek isterim ki temyiz aşamasında davanın vekilliğini üstlendik ve yerel mahkemede iken pek de sağlam savunma yapıldığı söylenemez..

Öncelikle temyizdeki savunmamızdan kısaca bahsetmek isterim..

İlk olarak noterde yapılan hisse devir sözleşmesinden sadece 2 gün önce şirket ortakları arasında yapılan 4 maddelik "HİSSE DEVİR TUTANAĞI" başlıklı adi yazılı anlaşmanın HİSSE DEVİR VAADİ SÖZLEŞMESİ olduğu, vaad sözleşmesinin de TTK 520 ye göre noter de yapılmadığından geçersiz olduğunu belirttik. Ancak yerel mahkeme 4. maddeyi vaad sözleşmesi değil de ayrı bir sözleşme olarak kabul etmiş..
Bu aşamadan sonra sözleşmelerin bütünlüğü kuralından bahsettik, ileride ortaklar kurulu kararı alacak olan tüm ortaklarında vaad sözleşmesine katılması kadar doğal bir şey olamayacağını belirttik ve 4. maddeyi ayrı bir anlaşma olarak kabul etmenin hukuka uyarlı olmadığına değindik..


Velev ki böyle bir yorum yapılsa dahi, sözleşmede geçen davalının alacaklarından hiçbirinin davacılarca karşılanmadığını, adi yazılı belgede 75.000.000 TL öngörülmüş iken, daha sonra tarafların zımni olarak varsa karşılıklı alacaklarından vazgeçtiklerini ve esas teşkil edecek noterde yapılan devir sözleşmesinde 10.000.000 TL bedelle hissenin devredildiğini, davacıların 3 yıl gibi bir süre sonra şartlar değişince kötü niyetli olarak davayı açtıklarını,yaşları itibariyle böyle bir mülkü edinemeyecek davacıların haklarını kötüye kullanıklarına değindik...

SEBEPSİZ ZENGİNLEŞME HÜKÜMLERİ UYGULANMASI GEREKTİĞİNDEN bahsettik..

En nihayetinde 4. maddenin ayrı bir sözleşme olduğu kabul edilse dahi, inançlı temlik hukuksal nedenine dayanmak için yazılı delil başlangıcının tapu devir tarihlerinden önceki bir tarihte olması gerektiğine ilişkin 2005 yılı HGK kararı sunduk. (Ancak 2010 yılında HGK'nın istikrar bulmuş bu kararından döndüğü gerçeği de vardır.)

En nihayetinde böyle bir karar verilecek olsa bile, bu defa da davalının davacıların taşınmazlarındaki 1/4 hisse değerlerinin 27.000.000 TL den mahsup edilmesi gerektiğini, zira böyle bir durumun dosyadan anlaşılabilir nitelikte olduğu, o halde DEF'İ değil İTİRAZ niteliğinde olduğu, hakimin de İtirazları re'sen nazara alması gerektiğine değindik ve bozulmasını talep ettik...

Umarım anlatabilmişimdir Sabırla okuyan arkadaşlara teşekkür ediyor yorumlarınızı bekliyorum.

Alıntı:
Davacılar A, B ve C; davalı D ye karşı inançlı temlik hukuksal nedenine dayanarak tapu iptali ve tescil davası açmışlardır.
Davacılar, adi yazılı belgede geçen D üzerine kayıtlı taşınmazların kayıtlarının iptal edilerek 1/4 oranında A adına, 1/4 oranında B adına ve 1/4 oranında C adına tescilini talep etmişlerdir.

Sayın meslektaşım,

Taleple bağlılık kuralı çerçevesinde hakim karar vereceğinden, Davacıların talep ettiği şekilde "Davalı adına kayıtlı taşınmaz bakımından" karar verilmesi (kanaatimce) doğrudur. Ancak tapu iptal ve tescil yerine tazminata karar vermesinin nedenini anlayamadım.

Tapu iptal davası takdir edersiniz ki tüm malların dağıtımını amaçlayan bir tasfiye davası değildir. Sizin müvekkilinizin de Davacılar adına kayıtlı taşınmazların iptalini ve ¼ hissesinin kendi adına tescilini isteyebileceği kuşkusuzdur.

Sayın Nevra Öksüz'ün de belirttiği üzere tarafların imzaladığı adi yazılı sözleşme, inançlı işlemlerde adi yazılı şeklin yeterli olması nedeniyle geçerlidir kanaatindeyim.
Old 11-08-2011, 09:07   #6
Av.Şükrü Y.KAYA

 
Varsayılan

İnançlı temlik için yazılı delil başlangıcının satış sözleşmesinden önce veya aynı anda imza altına alınmış olması gerektiği hakkında bir yargıtay kararı sunuyorum aşağıda.. Bizim davamızda da satışlardan yaklaşık 20 sene sonra yazılı delil başlanıcı imza altına alınmıştır.

Dava terditli açılmış dava da tapu iptali değil alacak davası olan ikinci talep karar bağlanmıştır. O halde hakim talepten fazlasına karar veremez ise de azına karar verebileceğinden dosyadan anlaşılan davalının alacağını mahsup etmek zorundadır diye düşünüyorum.

TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVASI ( Taşınmaz Satış Sözleşmesinin Muvazaalı Olması ve Muvazaa Sözleşmesine Göre Taşınmazın Geri Devredilmesi Gerekirken Devredilmediğinden Bahisle )
• YAZILI DELİL ( İnançlı İşleme Dayalı Olup Dinlenilirliği Kabul Edilen İddiaların İsbatının Şekle Bağlı Olmayan Yazılı Delil Olması )
• İNANÇ SÖZLEŞMESİ ( Bu Belgenin Sözleşmeye Taraf Olanların İmzasını İçermesi ve En Geç Sözleşme Konusu İşlem Tarihinde Düzenlenmiş Olmasının Gerekmesi )
• NAMI MÜSTEAR ( Yazılı Delille İspatının Mümkün Olması )
• MUVAZZAA SÖZLEŞMESİ ( İptali İstenen Satış Sözleşmesinden Önce Yapılmış Olmasının Gerekmesi )
• İSPAT ŞEKLİ ( İnançlı İşleme Dayalı Olup Dinlenilirliği Kabul Edilen İddiaların İsbatının Şekle Bağlı Olmayan Yazılı Delil Olması )
4721/m.788
818/m.12,19,20,81
ÖZET : İnançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Somut olayda, davacının maliki bulunduğu çekişme konusu taşınmazı 07.05.2002 tarihinde satış suretiyle davalıya temlik ettiği, daha sonra İzmir 27. Noterliğinde 28.08.2002 tarihinde tarafların düzenleme suretiyle muvazaa sözleşmesi yapmış bulundukları anılan sözleşme tarihinin akit tarihinden çok sonra olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle davanın reddi gerekir.

DAVA : Taraflar arasında görülen davada; Davacı, davalı adına kayıtlı olan 3889 parsel sayılı taşınmazın satış sözleşmesinin muvazaalı ve geçersiz olup, bunun muvazaa sözleşmesi ile sabit olduğunu, davalının sözleşme gereği taşınmazı 02.12.2002 tarihinde geri devretmesi gerektiği halde devretmediğini ileri sürerek, iptal ve tescil isteminde bulunmuştur.

Davalı, muvazaa sözleşmesinin temlik tarihinden sonra yapılması sebebiyle geçerli olmadığını, ilk sözleşmeyi değiştiren yada ortadan kaldıran bir sözleşme olması içinde tapu devrini sağlayan aynı kuvvette ve resmi şekilde yapılması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, tarafların hür iradeleri ile düzenleme şeklinde noter huzurunda muvazaa sözleşmesi düzenledikleri, davalının sözleşmede belirlenen tarihte devre yanaşmadığı, yasanın kötü niyeti koruyamayacağı, BK. 12 m. açısından değerlendirildiğinde de devre yanaşmamanın hakkın kötüye kullanılması sayılacağı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Karar, davalı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi Selda Özer'in raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Dava inanç sözleşmesine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden 3889 parsel sayılı taşınmazın davacı tarafından 07.05.2002 tarihinde 12.000.000.000.TL bedelle davalıya temlik edildiği anlaşılmaktadır.

Davacı, bu temlikin muvazaalı olduğundan bahisle eldeki davayı açmıştır.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme ( iade )şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana ( alacaklıya )geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın ( borçlu )mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.

Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan MK.nun 788. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. ( Borçlar Kanunu mad.81 )Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi " ifa uğruna edim " olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere;uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda;eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda;çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, "kötüniyetli ve haksız gizlemeler"dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun "müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur" hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirile gelmektedir.

Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.

Somut olaya gelince, davacının maliki bulunduğu çekişme konusu taşınmazı 07.05.2002 tarihinde satış suretiyle davalıya temlik ettiği, daha sonra İzmir 27. Noterliğinde 28.08.2002 tarihinde tarafların düzenleme suretiyle muvazaa sözleşmesi yapmış bulundukları anılan sözleşme tarihinin akit tarihinden çok sonra olduğu ve yukarıda değinilen ilkeler karşısında anılan belgenin 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı içtihatları birleştirme kararının öngördüğü nitelikte bulunmadığı anlaşılmaktadır.

SONUÇ : Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere davanın kabul edilmiş olması doğru değildir. Davalının temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün oy çokluğuyla HUMK. 428 maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 12.9.2005 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
Old 11-08-2011, 09:42   #7
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
İnançlı temlik için yazılı delil başlangıcının satış sözleşmesinden önce veya aynı anda imza altına alınmış olması gerektiği hakkında bir yargıtay kararı sunuyorum aşağıda.. Bizim davamızda da satışlardan yaklaşık 20 sene sonra yazılı delil başlanıcı imza altına alınmıştır.

Dava terditli açılmış dava da tapu iptali değil alacak davası olan ikinci talep karar bağlanmıştır. O halde hakim talepten fazlasına karar veremez ise de azına karar verebileceğinden dosyadan anlaşılan davalının alacağını mahsup etmek zorundadır diye düşünüyorum.

TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVASI ( Taşınmaz Satış Sözleşmesinin Muvazaalı Olması ve Muvazaa Sözleşmesine Göre Taşınmazın Geri Devredilmesi Gerekirken Devredilmediğinden Bahisle )
• YAZILI DELİL ( İnançlı İşleme Dayalı Olup Dinlenilirliği Kabul Edilen İddiaların İsbatının Şekle Bağlı Olmayan Yazılı Delil Olması )
• İNANÇ SÖZLEŞMESİ ( Bu Belgenin Sözleşmeye Taraf Olanların İmzasını İçermesi ve En Geç Sözleşme Konusu İşlem Tarihinde Düzenlenmiş Olmasının Gerekmesi )
• NAMI MÜSTEAR ( Yazılı Delille İspatının Mümkün Olması )
• MUVAZZAA SÖZLEŞMESİ ( İptali İstenen Satış Sözleşmesinden Önce Yapılmış Olmasının Gerekmesi )
• İSPAT ŞEKLİ ( İnançlı İşleme Dayalı Olup Dinlenilirliği Kabul Edilen İddiaların İsbatının Şekle Bağlı Olmayan Yazılı Delil Olması )
4721/m.788
818/m.12,19,20,81
ÖZET : İnançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Somut olayda, davacının maliki bulunduğu çekişme konusu taşınmazı 07.05.2002 tarihinde satış suretiyle davalıya temlik ettiği, daha sonra İzmir 27. Noterliğinde 28.08.2002 tarihinde tarafların düzenleme suretiyle muvazaa sözleşmesi yapmış bulundukları anılan sözleşme tarihinin akit tarihinden çok sonra olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle davanın reddi gerekir.

DAVA : Taraflar arasında görülen davada; Davacı, davalı adına kayıtlı olan 3889 parsel sayılı taşınmazın satış sözleşmesinin muvazaalı ve geçersiz olup, bunun muvazaa sözleşmesi ile sabit olduğunu, davalının sözleşme gereği taşınmazı 02.12.2002 tarihinde geri devretmesi gerektiği halde devretmediğini ileri sürerek, iptal ve tescil isteminde bulunmuştur.

Davalı, muvazaa sözleşmesinin temlik tarihinden sonra yapılması sebebiyle geçerli olmadığını, ilk sözleşmeyi değiştiren yada ortadan kaldıran bir sözleşme olması içinde tapu devrini sağlayan aynı kuvvette ve resmi şekilde yapılması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, tarafların hür iradeleri ile düzenleme şeklinde noter huzurunda muvazaa sözleşmesi düzenledikleri, davalının sözleşmede belirlenen tarihte devre yanaşmadığı, yasanın kötü niyeti koruyamayacağı, BK. 12 m. açısından değerlendirildiğinde de devre yanaşmamanın hakkın kötüye kullanılması sayılacağı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Karar, davalı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi Selda Özer'in raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Dava inanç sözleşmesine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden 3889 parsel sayılı taşınmazın davacı tarafından 07.05.2002 tarihinde 12.000.000.000.TL bedelle davalıya temlik edildiği anlaşılmaktadır.

Davacı, bu temlikin muvazaalı olduğundan bahisle eldeki davayı açmıştır.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme ( iade )şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana ( alacaklıya )geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın ( borçlu )mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.

Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan MK.nun 788. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. ( Borçlar Kanunu mad.81 )Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi " ifa uğruna edim " olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere;uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda;eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda;çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, "kötüniyetli ve haksız gizlemeler"dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun "müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur" hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirile gelmektedir.

Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.

Somut olaya gelince, davacının maliki bulunduğu çekişme konusu taşınmazı 07.05.2002 tarihinde satış suretiyle davalıya temlik ettiği, daha sonra İzmir 27. Noterliğinde 28.08.2002 tarihinde tarafların düzenleme suretiyle muvazaa sözleşmesi yapmış bulundukları anılan sözleşme tarihinin akit tarihinden çok sonra olduğu ve yukarıda değinilen ilkeler karşısında anılan belgenin 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı içtihatları birleştirme kararının öngördüğü nitelikte bulunmadığı anlaşılmaktadır.

SONUÇ : Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere davanın kabul edilmiş olması doğru değildir. Davalının temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün oy çokluğuyla HUMK. 428 maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 12.9.2005 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

Sayın Kaya,

Malumunuz "Yazılı Delil Başlangıcı" ile "Yazılı Delil" farklı farklı hukuki kavramlardır. Bu forum altındaki ilk mesajınızda bir "adi yazılı belge"den bahsetmiştiniz.

Alıntı:
Davalılar A, B ve C ile davalı D Özlem İnşaat Ltd Şti'nin ortakları iken ortaklığa son vermek için kendi aralarında "HİSSE DEVİR TUTANAĞI" başlıklı adi yazılı 4 maddelik bir belge hazırlarlar


Buna rağmen diğer mesajlarınızda nedense hep "Yazılı Delil Başlangıcından" bahsetmektesiniz.

Keza eklediğiniz Yargıtay kararı bakımından da "Yazılı Delil Başlangıcı" olduğu iddiasındasınız lakin kararda da gördüğüm kadarıyla "Yazılı Delil Başlangıcı"ndan değil "Yazılı delil"den bahsedilmektedir.

Diğer yandan hakim talepten aza karar verebilir ise de, sizin olayınızda neden talepten aza karar vermesi gerektiği açıkçası anlaşılamamaktadır.
Old 11-08-2011, 16:26   #8
Av.Nevra Öksüz

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
İnançlı temlik için yazılı delil başlangıcının satış sözleşmesinden önce veya aynı anda imza altına alınmış olması gerektiği hakkında bir yargıtay kararı sunuyorum aşağıda.. Bizim davamızda da satışlardan yaklaşık 20 sene sonra yazılı delil başlanıcı imza altına alınmıştır...

Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
...En nihayetinde 4. maddenin ayrı bir sözleşme olduğu kabul edilse dahi, inançlı temlik hukuksal nedenine dayanmak için yazılı delil başlangıcının tapu devir tarihlerinden önceki bir tarihte olması gerektiğine ilişkin 2005 yılı HGK kararı sunduk. (Ancak 2010 yılında HGK'nın istikrar bulmuş bu kararından döndüğü gerçeği de vardır.)...


Sizin de belirttiğiniz üzere; Yargıtay HGK, 14.07.2010 T., Esas: 2010/14-394, Karar: 2010/395 sayılı kararı :"...Her ne kadar söz konusu belge, işlem tarihinden sonraki bir tarihte düzenlenmiş olsa da, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belgenin yazılı olmasından başkaca bir şart aranmadığı dolayısı ile inanç sözleşmesinin düzenleme tarihinin işlem tarihinden önce veya sonra olmasının sonuca etkili olmayacağı ve hakkın elde edilmesini kısıtlamayacağı hususu yukarıda etraflıca açıklanmıştır..." şeklinde (isabetli olarak) belirttiğiniz değerlendirmesinden dönmüştür.

Kararın tamamı için bkz:
http://www.turkhukuksitesi.com/serh.php?did=12068

Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
...Dava terditli açılmış dava da tapu iptali değil alacak davası olan ikinci talep karar bağlanmıştır. O halde hakim talepten fazlasına karar veremez ise de azına karar verebileceğinden dosyadan anlaşılan davalının alacağını mahsup etmek zorundadır diye düşünüyorum...


Daha önce de belirttiğim üzere mahsup bir itirazdır ve hakim, mahsup itirazını göz önünde bulundurmadan karar vermişse yargıtay, bu hususu dikkate alacaktır. Lakin bu sonucun sebebi sizin belirttiğiniz; hakim, talepten daha azına karar verebilir mantığından mütevellit değildir.

Saygılar...
Old 11-08-2011, 16:33   #9
tiryakim

 
Varsayılan

T.C. YARGITAY

Hukuk Genel Kurulu
Esas: 2010/14-394
Karar: 2010/395
Karar Tarihi: 14.07.2010


TAPU İPTAL VE TESCİL DAVASI - İNANÇ SÖZLEŞMESİ - BELGENİN İNANÇ SÖZLEŞMESİ OLDUĞU - BELGENİN TARİHİNİN TAPU DEVRİNDEN SONRAYA İLİŞKİN BULUNMASININ SONUCA ETKİLİ OLMADIĞI - ÇEKİŞMENİN ESASININ İNCELENEREK BİR HÜKÜM KURULMASI GEREĞİ

ÖZET: Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Taraflar arasında düzenlenmiş belgenin inanç sözleşmesi olduğu, tarihinin tapu devrinden sonraya ilişkin bulunmasının sonuca etkili olmadığı, dolayısı ile ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı kabul edilerek, dosyada mevcut deliller doğrultusunda çekişmenin esasının incelenerek bir hüküm kurulması gerekirken, yanılgılı gerekçeyle önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

(818 S. K. m. 18, 19, 20, 81) (1086 S. K. m. 290, 292, 337) (4721 S. K. m. 6, 763, 977, 979) (743 S. K. m. 687, 890, 892) (YİBK. 05.02.1947 T. 1945/20 E. 1947/6 K.) (YHGK. 17.10.1990 T. 1990/14-325 E. 1990/492 K.) (YHGK. 29.06.2005 T. 2005/14-395 E. 2005/421 K.) (YHGK. 01.07.2009 T. 2009/13-222 E. 2009/299 K.) (YHGK. 28.12.2005 T. 2005/14-677 E. 2005/774 K.) (YHGK. 13.05.1992 T. 1992/14-249 E. 1992/323 K.)

Dava ve Karar: Taraflar arasındaki <tapu iptali ve tescil> davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Demre Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 09.10.2008 gün ve 2007/147 E., 2008/148 K. sayılı kararın incelenmesinin davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 26.05.2009 gün ve 2009/4139-6415 sayılı ilamı ile;

(…Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.

Davalı davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece davada dayanılan 9.12.1993 günlü sözleşme tapuda devir tarihi olan 13.4.1992 tarihinden sonraki bir tarihi taşıdığından bahisle kanıtlanmayan davanın reddine karar vermiştir.

Hükmü davacı temyiz etmiştir.

İnançlı işlemler, inananın teminat oluşturmak veya yönetilmek üzere mal varlığı kapsamındaki bir şey veya hakkını, inanılana devretmesi ve inanılanın da inanç anlaşmasındaki koşullara uygun olarak inanç konusu şeyi kullanmasını, amaç gerçekleştiğinde ise belirlenen şekilde inanana iade etmesini içeren işlemlerdir.

İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi olduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır.
İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye <inanan> adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de <inanılan> denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise <inanç konusu şey> olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.

İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.

İnanç sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18.maddesi ile 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından alır. Sözü edilen bu karar uyarınca inanç ilişkisinin ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır. Kısaca, inanç ilişkisinin varlığını kabul edebilmek için yazılı bir sözleşmenin açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı tarafın elinden çıkmış (inanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi) yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belgenin varlığı aranır. Yazılı delil başlangıcı niteliğinde belge varsa HUMK'nun 292.maddesi uyarınca inanç sözleşmesi <tanık> dahil her türlü delille ispat edilebilir.

Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelince;

İmza ve içeriği konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmayan 9.2.1993 tarihli belge inanç sözleşmesinin varlığını kabul etmeye yeterlidir. Bu belgenin aktin yapıldığı 13.4.1992 tarihinden sonra düzenlenmesinin bir önemi yoktur. Çünkü 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında böyle bir kısıtlama bulunmamaktadır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının yorum yolu ile genişletilerek bir taraf aleyhine durum yaratılması da İçtihadı Birleştirme Kararı ile amaçlanan sonuca uygun düşmez.

Mahkemece mevcut deliller doğrultusunda çekişmenin esası incelenerek bir hüküm kurulması gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddi doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir…)

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.

Davacı vekili, müvekkilinin 1090 parsel no.lu taşınmazda 700 m2'lik kısmını kendi üzerinde bırakıp kalan bölümünü davalıya satmak için anlaştığını, tapuda ifraz işlemi o anda yapılamadığı için tarafların kendi aralarında yazılı bir inanç sözleşmesi yaparak, taşınmazın tamamının davalıya tapudan devrinin yapılacağını, fakat 700 m2'lik kısmın satışa konu olmayıp davacıya ait olduğunu, ileride ifraz işlemi mümkün olduğunda 700 m2'lik taşınmazın tapusunun satıcı davacıya iade edeceğinin kararlaştırıldığını belirterek, 1090 parsel no.lu taşınmazdaki davalı adına kayıtlı tapu hissesinin 700 m2'lik arzi bölümüne isabet eden 700/4730 m2'lik hissesinin iptali ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Mahkemece; taraflar arasında yapılan inanç sözleşmesinin en geç resmi senedin yapıldığı tarihe kadar yapılması gerektiği, olayda ise bu tarihten sonra taraflar arasında yazılı sözleşme yapıldığı, söz konusu belgenin inançlı belge olarak kabulünün mümkün olmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Özel Dairece; hüküm yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuş; yerel mahkemece ilk kararda direnilmiş, direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının kapsamları itibariyle Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasındaki satış işleminin tapuda 13.04.1992 tarihinde gerçekleşmesi, inançlı işleme konu belgenin satış işleminden sonra 09.02.1993 tarihinde düzenlenmesi karşısında, bu belgenin inanç sözleşmesi olarak kabul edilip edilemeyeceği, görülmekte olan davada ispat vasıtası olarak değer verilip verilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın esasının incelenmesine geçilmeden önce, konuya ilişkin yasal düzenlemelerin irdelenmesinde fayda bulunmaktadır.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye <inanan> adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de <inanılan> denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise <inanç konusu şey> olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.

İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.

Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir (Borçlar Kanunu mad.81). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde, inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere, İnanç Sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18.maddesi ile 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararından almakta, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, <kötü niyetli ve haksız gizlemeler> dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun <müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur> hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İnançları Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

Anılan İnançları Birleştirme kararının sonuç ölümünde ifade olunduğu üzere, inanç sözleşmesi olarak anılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, hiçbir yerinde inançlı işlemin dayandığı yazılı belgenin, en geç işlem tarihinde veya daha önceki bir tarihte düzenlenmiş olması gerektiği hususu tartışılmadığı gibi değinilen bu konuda en ufak bir açıklamada dahi bulunulmamıştır. Bunun dışındaki bir kabul, İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi anlamını taşıyacağından, bu durum hukuk düzeni tarafından kabul edilemez.

Öteki deyişle, İnanç Sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığı İnançları Birleştirme Kararının doğal bir sonucudur. Sözü edilen kararın gerekçesinde yazılı belgenin akitten önce veya sonra düzenlenmesi gerektiğine; diğer bir deyişle akitten sonraki tarihi taşıyan belgenin geçerli olamayacağına dair bir ifade ya da hüküm yer almadığı gibi sonuç bölümünde de yalnızca <nam-ı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatının caiz olduğuna> hükmedilmiştir.

İnançları Birleştirme Kararının içeriğinde yer almayan belgenin akit tarihinden önce düzenlenmesi gerektiği yönündeki ek koşulun yorum yolu ile de olsa İnançları Birleştirme Kararı kapsamına alınması mümkün değildir. (Ergun Özsunay, s.121; Gülay Öztürk, s.56)

Kaldı ki, haricen düzenlenen ve herhangi bir resmi makamın onayını taşımasına gerek bulunmayan bir belgeye akit tarihinden sonra düzenlenmesine rağmen, akit tarihinden önceki tarih atılmak suretiyle geçerlik kazandırılması ve böylece aranan şekli niteliğin verildiğinin kabul edilmesine karşılık işlem tarihinden sonraki bir tarih atılması durumunda belgenin geçerli kabul edilmemesi hali çelişki doğurmaktadır.

Diğer yandan olayın çözümünde esas olan yanların iradesidir. İnançlı İşlemlerde inanan belirli bir amaç için taşınmazı satış biçiminde temlik etmekte, fakat taraflar amaç gerçekleştiğinde, taşınmazın iade edilmesinde sözleşmektedirler. Yanlar satış (temlik) işleminin yapıldığı sırada koşulların oluşması durumunda taşınmazın, iade edildiğini kararlaştırmaktadırlar. Olaya bu açıdan bakıldığında, iradelerin yazılı biçime bağlanması zamanının diğer bir deyişle resmi sözleşmenin yapılmasından önce veya sonra olmasının sonuca bir etkisi olmamalıdır. Zira, temliki işlemin yapıldığı tarihte var olan irade akitten önce; akit tarihinde ya da akit tarihinden sonra yazılı belge ile teyit edilmiş olmaktadır.
İnanç sözleşmelerinin hukuki dayanağını anlattıktan sonra uyuşmazlığın çözümünde faydalı olacağı düşünüldüğünden ispat hukuku açısından da konuya bakılması gerekmektedir.

İnançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen taraf 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)'nun 6.maddesi uyarınca iddiasını ispat etmek zorundadır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, inanç sözleşmesinin yazılı olması koşulu geçerlilik şartı olmayıp bir kanıtlama aracı olduğu, öğretide ve uygulamada oybirliğine yakın bir çoğunlukla kabul edilmektedir. (Eraslan Özkaya, Açıklamalı-İçtihatlı İnançlı İşlem ve Muvazaa davaları, 2. Baskı, sayfa 34; Güray Öztürk, İnançlı İşlemler, Yetkin Yayınları 1998, s.58, 89, 160, 167; Doç. Dr. Ergün Özsunay, Türk Hukukunda ve Mukayeseli Hukukta İnançlı Muameleler, Cezaevi Matbaası, 1968 basım, s.98,99) Kazandırıcı işlem resmi şekilde yapılsa dahi inanç sözleşmesinin resmi şekilde yapılması gerekli olmayıp sadece yazılı yapılması zorunlu ve yeterlidir. Nitekim bu husus yukarıda etraflıca açıklandığı üzere 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında da açıkça belirtilmiştir.

Öteki deyişle, tapulu taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılması gerekli ve yeterli olup yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararının bir gereğidir.

İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem (hakkın devri işlemi) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir.

Konusu menkul ve tapusuz olan inançlı devirler, Medeni Kanunun 763/1 (687/1), 977/1 (890/1), 979/2 (892/2) maddelerine göre hiçbir şekle bağlı olmaksızın zilyetliğin devri suretiyle gerçekleştirildiğinden, dava değeri (inançlı işlemin konusu) Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 288.maddesinde öngörülen miktarı geçmediği sürece, inançlı işlem, tanık dahil her türlü delil ile ispat edilebilir.

Ne var ki, inanca dayanan temliki işlem, uygulamada en çok rastlanan şekliyle, resmi veya yazılı bir sözleşme ile gerçekleştirilmiş ve açılan davada da o sözleşmenin aksi iddia edilmekte veya açılan dava o yazılı veya resmi sözleşmenin niteliği, tarafları gibi bazı unsurlarını değiştirmekte ise, davanın Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 290.maddesine göre yazılı delil ile ispatı gerekmektedir. 05.02.1947 tarih 1945/20 Esas, 1947/6 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile de anılan madde hükmüne uygun kural getirilmiş, ancak resmi sözleşmenin aksinin yazılı sözleşme ile ispatını yeterli görmüştür. (Eraslan Özkaya, İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, s.45, 46).

Esasen, yazılı şeklin, kanıtlama aracı olduğu ilkesinden hareketle uygulamada, yine ispat vasıtası olarak yemin (HUMK.m.337), ikrar ve kabul, tarafı bağlayıcı kabul edilmiş davanın (iddianın) kanıtlanabileceği sonucuna varılmıştır.

Uygulama bununla da yetinmemiş, yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belge ve vakıaların tamamlayıcı kanıtlarla (HUMK.m.292), inanç sözleşmesinin varlığını kanıtlayabileceğini kabul etmiştir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun, 23.05.1990 gün ve 1990/1-2002-315; 17.10.1990 gün ve 1990/14-325-492; 29.06.2005 gün ve 2005/14-395-421; 1.7.2009 gün ve 2009/13-222 E., 2009/299 K.; 28.12.2005 gün ve 2005/14-677-774; 13.5.1992 gün ve 1992/14-249 E., 1992/323 K. sayılı kararlarında da bu ilkeler benimsenmiştir.

Tüm bu ve benzeri kararlar, iyiniyetin hukukumuzun çatısı olduğu kadar, hakkaniyete ilişkin kuralların da hukukun temeli olmasının bir sonucudur.

Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.

Somut olaya gelince; dava konusu payın ilişkin bulunduğu 1090 parsel nolu taşınmazın tamamının, davacı adına kayıtlı iken, 13.04.1992 tarihinde satış gösterilerek davalıya devir edildiği, daha sonra taraflar arasında davada dayanılan inançlı işleme konu olan 09.02.1993 tanzim tarihli adi yazılı belgenin düzenlendiği, belgedeki imzaların taraflara ait olduğunun, 18.06.2008 tanzim tarihli Adli Tıp Kurumu raporu ile anlaşıldığı, belge içeriğinde aynen; <…Güvercinlik mevkiinde bulunan 3000 m2 miktarındaki tarlanın tamamını tapudan Mehmet Akgedik'e devir ettim. Tapuda bölme işlemi olmadığından dolayı bu işlem yapılmış olup, Mehmet Akgedik iş bu senet gereğince 700 m2 miktarındaki taşınmazın tapusunu ilerde Mehmet Çulcu'ya devir edecektir. Bunun dışında Mehmet Çulcu ile Mehmet Akgedik arasında herhangi bir alacak ve verecek mevzusu yoktur. Tapunun 700 m2 miktarının devir edilmemesi halinde ise işbu senet ve anlaşma gerekince Mehmet Çulcu o tarihteki tarlanın rayiç bedeli üzerinden bedelini almayı hak kazanmıştır…> yazdığı hususlarında ihtilaf bulunmamaktadır.

Her ne kadar söz konusu belge, işlem tarihinden sonraki bir tarihte düzenlenmiş olsa da, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belgenin yazılı olmasından başkaca bir şart aranmadığı dolayısı ile inanç sözleşmesinin düzenleme tarihinin işlem tarihinden önce veya sonra olmasının sonuca etkili olmayacağı ve hakkın elde edilmesini kısıtlamayacağı hususu yukarıda etraflıca açıklanmıştır.

İnançları Birleştirme Kararının başkaca kısıtlamalar veya şekil şartları öngördüğü sonucuna yorum yolu ile de ulaşılamayacağından söz konusu belgenin sözü edilen İnançları Birleştirme Kararına uygun bir ispat vasıtası olduğunun kabulü gerekmektedir.

Bununla birlikte yemin, ikrah, kabul ve yazılı delil başlangıcı gibi delillerin de işlem tarihinden sonraki bir tarihte ortaya çıkan deliller olmalarına rağmen ispat vasıtası olarak kullanılabilecekleri, istikrar kazanmış Yargıtay uygulamaları ile de sabit hale geldiğine göre olayımızda olduğu gibi tarafların imzasını içeren adi yazılı belgenin de düzenleme tarihine bakılmaksızın ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.

Ayrıca, söz konusu belge içeriğinin tarafların gerçek iradesini yansıttığı açıkça anlaşılmaktadır. Hukukun amacının adaleti gerçekleştirmek olduğu hususu göz önünde tutulduğunda, tarafların gerçek iradesini yansıtan ve hiçbir hukuk normu veya hukuk normu yerine geçebilecek bir düzenleme ile açıkça yasaklanmayan bir konuda adalet ve hakkı, şekle kurban etmemek gerekmektedir.
Bununla birlikte, günlük hayatın bir parçası haline gelen ve hayatın her alanında toplumun her kesimi tarafından kullanılan inanç sözleşmesinin de önünü daraltıcı yorumlarla kapatmamak, tam tersine genişletici yorumlarla önünü açmak gerektiği de her kesin kabulündedir.

Hal böyle olunca; Yerel mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyularak, taraflar arasında düzenlenmiş 09.02.1993 tanzim tarihli belgenin inanç sözleşmesi olduğu, tarihinin tapu devrinden sonraya ilişkin bulunmasının sonuca etkili olmadığı, dolayısı ile ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı kabul edilerek, dosyada mevcut deliller doğrultusunda çekişmenin esasının incelenerek bir hüküm kurulması gerekirken, yanılgılı gerekçeyle önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.

Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK'nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, 14.07.2010 gününde oybirliği ile karar verildi. (¤¤)

Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programı
Old 15-08-2011, 13:02   #10
Av.Şükrü Y.KAYA

 
Varsayılan

İtiraz olduğu için mahsup etmeli dedim. Talep azına karar verebilmesini taleple bağlı olduğu iddia edilmiş onun için yazdım. yani bizim bir talebimiz olmasına gerek olmadığı zira itiraz olduğuna değindim.. Dosyadan anlaşılabilenler itirazdır.
Evet kararından dönmüştür HGK. Ancak hiç de isabetli olmamıştır. Taşınmaz satış vaadi sözleşmesine gerek kalmamıştır. Her adi yazılı belge ile tapu devri gerçekleşecektir bu karar ile...
Saygılar...
Old 26-10-2011, 21:54   #11
Av.Şükrü Y.KAYA

 
Varsayılan

4 maddenin ayrı bir sözleşme olduğu kabul edildi ve söz konusu sözleşmenin resmi şekilde yapılmadığından geçersiz olduğundan bahisle karar tamamen lehimize bozulmuştur...
Old 27-10-2011, 05:50   #12
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
4 maddenin ayrı bir sözleşme olduğu kabul edildi ve söz konusu sözleşmenin resmi şekilde yapılmadığından geçersiz olduğundan bahisle karar tamamen lehimize bozulmuştur...

Mahkeme kararının ve bozma kararının buraya eklenmesini açıkçası çok isterdim.

Hayırlı olsun.
Old 29-01-2012, 18:00   #13
Av.Nevra Öksüz

 
Varsayılan

Sayın Av.Şükrü Y.KAYA,

Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
4 maddenin ayrı bir sözleşme olduğu kabul edildi ve söz konusu sözleşmenin resmi şekilde yapılmadığından geçersiz olduğundan bahisle karar tamamen lehimize bozulmuştur...

Yargıtayın, sözleşmedeki bu maddeyi:
Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
...4. maddesinde de AŞAĞIDA BELİRTİLEN TAŞINMAZLARA BÜTÜN ORTAKLAR EŞİT PAYDA MALİKDİRLER denilmiş ve aşağıda A,B,C ve D üzerine kayıtlı bir kıta taşınmaz ada parselleri sıralanmıştır...

taşınmaz satımı ve/veya taşınmaz satış vaadi ve/veya her ne olarak kabul ettiyse işbu kabulüne nasıl bir gerekçe yazdığını ve kararlar içeriğini Sayın Dikici gibi ben de merak ediyorum.

Ayrıca geçersiz sözleşmeden mütevellit "sebepsiz zenginleşme" değerlendirmesi v.b. bir konuya değinilmiş mi? Veya...?
Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
...Dava terditli açılmış dava da tapu iptali değil alacak davası olan ikinci talep karar bağlanmıştır...

İmkanınız varsa ve kararı ekleyebilirseniz sevinirim...

Saygılar...
Old 30-03-2012, 17:50   #14
Av.Şükrü Y.KAYA

 
Varsayılan

En kısa sürede kararı tarattırıp buraya koyacağım.
Gerekçesi, yerel mahkemenin taşınmaza ilişkin kısmın ayrı bir sözleşme olarak kabulü yerindedir. Ancak bu kısmın kamu düzenine ilişkin olduğu ve resmi şekilde yapılması gerektiği, MK Tapu Kanunu Noterlik Kanununun ilgili hükümlerine uymayan ve müstakil kabul edilen sözleşmenin geçersiz olduğu, ifacının geçersiz sözleşmeye dayanarak ifaya zorlanamayacağından bahisle verilmiştir.
Davacı inançlı temlik sebebine dayanmış ise de bu talebi bilahare ileri sürdüğünden dolayı ve bizimde davayı genişletme itirazımız olması nedeniyle sanırım hiç dikkate almadılar. Zira bu yönden hiç açıklama yok.
Old 30-03-2012, 17:57   #15
Av.Şükrü Y.KAYA

 
Varsayılan

Yerel mahkeme hakimi taşınmazlara ilişkin sözleşmenin tapuda noterde yapılmadığından iptal talebinin reddine, ancak taşınmaz bedellerinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine hükmetmişti.
Bir diğer anlatımla dayandığı gerekçe sebepsiz zenginleşme değil, sözleşmeyi yine ayakta tutarak bedelin verilmesine hükmetmişti. davacıların alacak talebi sözleşmenin bedeline ilişkindi.

Talebimiz gibi Yargıtay müstakil kabul edilen sözleşmenin tamamen geçersiz olduğunu, taşınmaz bedellerine dahi hükmedilemeyeceğine hükmetti. Sebepsiz zenginleşme ile istenebileceğinden bahsetti yargıtay. Ancak davacıların alacak talebi bedele ilişkindir. Şu an sebepsiz zenginleşmeye dayandıklarını iddia ediyor davacılar ancak ortada verilmiş bir bedel yoktur..
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
ÇoĞunluk Hİsse Satin Alan Yenİ Malİkİn Tahlİye Dava AÇma Yetkİsİ.. Av.Fatih Davran Meslektaşların Soruları 12 30-10-2010 11:06
Çek Bono KeŞİdecİnİn İptal Davasi AÇmasi Yenİ Yargitay Karari adalet43 Meslektaşların Soruları 1 16-05-2010 11:55
Murİs Muvazaasi Ve ÖlÜnceye Kadar Bakma Vaadİ SÖzleŞmesİ İle Temlİk Av.Kerem Şengider Meslektaşların Soruları 2 21-04-2010 14:36
İnanÇli Temlİk De GayrİmenkulÜ ÜstÜne Alanin KÖtÜ Nİyetlİ Olmasi voyou Meslektaşların Soruları 6 26-12-2008 16:40
Gayİmenkul SatiŞ Vaadİ SÖzleŞmesİne Aykirilik-yargitay Karari Acİl!!! Av.bozkara Meslektaşların Soruları 1 24-10-2008 14:30


THS Sunucusu bu sayfayı 0,09809494 saniyede 16 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.