Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun]

tapu iptal ve tenkis davalarında hak düşürücü süre

Yanıt
Konuyu Değerlendirin Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 05-11-2008, 15:00   #1
ncoban

 
Acil tapu iptal ve tenkis davalarında hak düşürücü süre

Herkese merhaba.medeni Kanun md 571 ve md 559 ile ilgili çok acil yargıtay kararlarına ihtiyacım var.Yardımlarınız için şimdiden çok teşekkür ederim.Saygılarımla
Old 07-11-2008, 15:25   #2
ahmetyılmaz

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas No
: 1978/13-360
Karar No
: 1979/1269
Tarih
: 28.09.1979

İNDİRİM DAVASI (Hükmün geriye yürümesi)
ÖZET:
Miras ölümle açılır. Miras bırakanın ölüme bağlı olmayan bağış ve paylaştırmaları, mirasa ilgileri noktasından mirasın açıldığı gündeki durumuna göre takdir edilir. İndirime [tenkise] ilişkin kararın hüküm ve sonuçları, mirasın açıldığı ana kadar geriye yürür. Bu nedenle, davacı, ölüm gününden, hükmün kesinleştiği güne değin geçen süre için davalının tahsil ettiği kiralardan payına düşeni isteyebilir.
Taraflar arasındaki alacak davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Eyüp İkinci Asliye Hukuk Mahkemesi)nce davanın kabulüne dair verilen 11.12.1973 gün ve 72/874-722 sayılı kararın incelenmesi davalı, tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onüçüncü Hukuk Dairesi'nin 10.12.1975 gün ve 75/1250-7801 sayılı İlamiyle, (Tenkis davaları yenilik doğuran davalardandır. Bu tür davalar, eda ve tesbit davalarında olduğu gibi etkisini geçmişte değil, kural olarak gelecekte gösterir. Nesebin reddi, babalığa hüküm gibi geçmişe etkili bazı inşai Hükümler varsa da bunlar genel kuralın istisnalarıdır. Tenkis davası bu istisnalar içinde olmadığından bu davaya ait hükümlerin tesisi geleceğe şamildir. Esasen saklı pay hükmünü ihlalin müeyyidesi butlan değildir. Yani tasarruf kendiliğinden hükümsüz olamaz. Saklı pay sahibi ancak tecavüzün ref'ini isteyebilir.

Tenkis hükmünün niteliği bu şekilde saptandığına göre, davacı hükümden evvel davalının tahsil ettiği kiradan payına düşeni isteyemez. O halde davanın reddi gerekir) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz Eden: Davalı vekili.

Davacı, davalı aleyhine aldığı tenkis kararına dayanarak, ortak miras bırakanlarının saklı payı aşarak sağlığında davalı oğluna devrettiği taşınmazları kiraya verip yararlanması nedeniyle, miras bırakanın ölüm tarihinden, tenkis hükmünün kesinleşip saklı pay karşılığının ödenmesine kadar geçen 54 ay için, davalının tahsil ettiği kiralardan payına düşen 7236 liranın ödetilmesini istemiştir.

MK.nun 517. maddesi hükmüne göre, miras, ölüm ile açılır. Murisin ölüme bağlı olmayan teberru ve taksimleri, mirasa alakaları noktasından mirasın açıldığı gündeki haline göre takdir edilir. Maddede açıklandığı üzere tenkise ilişkin kararın hüküm ve sonuçları, mirasın açıldığı ana kadar geriye yürür. Bu nedenle yerel mahkeme kararı usul ve yasaya uygundur. Ancak diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için, dosyanın görevli özel. daireye gönderilmesi gerekir.

Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle;


Yerel mahkemenin direnme kararının usul ve yasaya uygun bulunduğuna,

Diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Yüksek Onüçüncü Hukuk Dairesi Başkanlığı'na gönderilmesine, 28.9.1979 gününde üçte ikiyi aşan çoğunlukla karar verildi.

YKD.1980/07
Old 07-11-2008, 15:25   #3
ahmetyılmaz

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas No
: 1991/2-428
Karar No
: 1991/596
Tarih
: 27.11.1991

TENKİS DAVASI

FAİZ

ZAMANAŞIMI
ÖZET:
Kural olarak tenkis isteği ile bağlantılı bulunan faiz isteği de asıl istek gibi bir yıllık zamanaşımına tabidir.
Taraflar arasındaki "tenkis ve faiz alacağı" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bolu Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 21.11.1989 gün ve 79-744 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 09.11.1990 gün ve 4410-11121 sayılı ilamı ile; (…Tenkis davasının amacı saklı pay sahibi mirasçının mal varlığını gerçek duruma getirmektedir. İstek halinde faize de hükmedilmesi gerekir. Faiz asıl alacağa bağlı onun varlığı ile dolup işleyen ancak ondan bağımsız bir alacaktır. Bu niteliği itibariyle de müstakil bir davanın konusunu oluşturabilmektedir.

Kısmi dava açılması halinde alacağın yalnız o kısım için zaman aşımı kesilir. Dava dışı kalan bölümü hakkında zaman aşımı işlemeye devam eder. Tenkis davası sırasında faiz istenmediğine göre ek davada talep edilen faiz hakkında zamanaşımı kesilmiş olmaz. Murisin ölüm günü ve tenkis davasının açılış tarihine göre Medeni Kanunun 513. maddesinde öngörülen zaman aşımı süresi dolmuştur.

Bu durumda tevhid edilen faizle ilgili davanın zaman aşımı nedeniyle reddedilmesi gerekirken yasanın yorumunda yanılgıya düşülerek yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz edenavalı vekili.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Davacı, miras bırakanı babasının sağlığında davalı yararına yaptığı temliki tasarruf ile saklı payına tecavüz edildiğini ileri sürerek, bunun giderilmesi için murisin ölüm tarihi olan 28.03.1984 gününden itibaren M.K.nun 513. maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı süresi içerisinde 30.01.1985 tarihinde tenkis davası açmıştır. Tenkis davasında, saklı paya tecavüzün aynen yada nakten giderilmesi isteğinde bulunmuş ancak, nakten ödetmeye hükmedilmesi halinde bu bedel üzerinden faiz talep etmemiştir. Tenkis davası görülmekte iken ve davalının nakten ödeme yönünde tercih hakkını kullandığı 11.11.1986 günlü duruşma tutanağına alınan beyanından sonra ancak, saklı payına tecavüze ıttılaından itibaren bir yıl geçmesini takiben 22.05.1987 tarihinde temyize konu faiz isteği ile ilgili dava açılmıştır. Mahkemece birleştirilerek, birlikte yürütülen dava sonunda, tenkis hesabı yapılarak, nakten ödetmeye karar verilmiş ve faiz isteği ile ilgili dava ise, bu talebin asıl dava olan tenkis davasının fer'i niteliğinde olduğunu, kural olarak da istenilmesinde, asıl davanın zamanaşımına bağlı bulunduğu, olayda da saklı paya tecavüz edildiğinin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıl geçirildikten sonra açıldığı gerekçesiyle reddedilmiştir.

Yerel mahkeme kararı, taraflarca temyiz edilmiş, davacı tenkis hesabının hatalı olduğuna ilişkin sebep ile birlikte, faiz isteği ile açtığı davanın reddedilmesini temyiz itirazı olarak ileri sürmüştür. Davalı taraf ise, yine tenkis hesabında hata yapıldığını belirterek temyiz itirazında bulunmuştur.

Özel Dairece, yeniden bilirkişi aracılığı ile inceleme yaptırılarak sonucuna göre hüküm kurulmasına işaretle yerel mahkeme kararı bozulmuş ve bozma kararına (bozma sebebine göre diğer yönlerin şimdilik incelenmesine yer olmadığı) açıklığı verilmiştir.

Mahkemece bozmaya uyulmuş, yeniden yapılan tenkis hesabı yanında bu kez davacının faiz isteği ile ilgili davacı hakkında da kabul kararı verilmiştir.

Davalı tarafın, temyizi üzerine ise Özel Dairece, yukarıya metni alınan bozma kararı ile süre geçtikten sonra açılan faiz isteği ile ilgili davanın red edilmesi gereğine işaretle bozma yapılmıştır.

Mahkemece önceki kararda direnilmesi üzerine de direnme kararına karşı davalı tarafça temyiz yoluna başvurulmuştur.

Hukuk Genel Kurulundaki müzekkereler sırasında bir kısım Üyeler, mahkemenin faiz isteği ile ilgili birleştirilerek görülen davada red kararı verdiği bu nihai kararla hakimin elini davadan çekmesi gerektiğini, karar aleyhine temyiz isteğinde bulunulmuş ise de, özel Dairenin bu konuda tetkikat yapmadığını, mahkemece verilen nihai kararın yargı denetiminden geçip, bozularak değiştirilmedikte hakimin evvelce verdiği kararla bağlı kalması icap ettiğini ileri sürmüşlerdir. Ön sorun olarak ele alınan bu konuda çoğunluk, ortada hükmüne uyulan Yargıtay bozma kararı sonucu oluşan usuli kazanılmış bir hakkın bulunmadığı, aksine tenkis hesabının yeniden yapılmasına ilişkin bozmanın içeriğine göre, faizin ancak davacı yararına ödetmeye karar verilmesi halinde gündeme gelebileceği, azil olanın olayda maddi gerçeğe ulaşmak bulunduğu, bunun şekle feda edilemeyeceği, şekil kurallarının yerine göre maddi gerçeği bulmada araç olması icap ettiği, gerekçeleri ile bu görüşe katılmayarak işin esasına girilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.

Gerçekten, tenkis davası, saklı pay sahiplerine, saklı paylarına miras bırakanın tecavüzünü gidermek, temliki işlemlerini tasarruf nisabı sınırı içine sokmak imkanı veren ve kişisel hakkın korunmasını amaç tutan, yenilik doğurucu (inşai - ihdasi) nitelikte bir dava türüdür (Prof.Tahir Çağa Mahfuz hisseli mirasçıların vaziyeti 1950 bası sayfa 25). Genellikle inşai (yenilik doğuran) her davada olduğu gibi, tenkis davası da iki isteği kapsar biri inşai hakkın tesbiti, diğeri ise eda bölümüdür. Saklı payın zedelenmesinden ötürü mirasçının mal varlığında meydana gelen eksilmenin giderilmesine dair bölüm ise edaya ilişkindir. (Prof. Postacıoğlu Medeni Hukuk Usul dersleri 1970 bası, sayfa 241).

Uyuşmazlığın niteliğine göre, faiz isteğinin davalının, saklı pay zedelenmesinde tercih hakkını nakten ödeme yolunda kullanması halinde nazara alınabileceği aşikardır. Gerçekten faiz isteği tenkise ilişkin isteğin fer'i niteliğindedir. Ancak, faiz isteğinin asıl alacaktan ayrı bir davaya konu olmasını engelliyen bir yasa hükmü de yoktur. Faiz isteği asıl alacağın bir bölümü olmadığından, ayrı bir alacak niteliğindedir. Ancak, kural olarak tenkis isteği ile bağlantılı bulunan faiz isteği de asıl istek gibi bir yıllık zamanaşımına tabidir. Ne var ki, faiz alacağı asıl alacak ödenmedikçe her gün işleyen, yürüyen ve değişen bir alacaktır. Olayda da faiz istekli davanın açıldığı tarihte, tenkisten doğan asıl alacak ödenmiş değildir. Bu durumda, faiz isteğinin ileri sürüldüğü tarihten geriye doğru bir yıldan daha önceki tarihler için bu isteğin zamanaşımına uğradığının, ancak bir yıldan ileriye doğru ise kabul edilmesi gerekir.

Bu yön gözetilmeksizin faiz isteği ile ilgili davanın tamamının kabul edilmesi doğru değildir. O halde usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.

Sonuç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, ilk ve ikinci görüşmede çoğunluk sağlanamadığı için, 27.11.1991 günü yapılan üçüncü görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.


KARŞI OY YAZISI
Olayımızda davacı tenkis davasını açtıktan bir süre sonra tenkise konu değerlerin faizini de ayrıca açtığı bir davada istedi. Mahkemece faiz istemine ilişkin bu dava tenkis davası ile birleştirildi. Yargılama sonunda tenkis davası kabul edildi, faize ilişkin dava ise süresinde açılmadığı için reddedildi. Tarafların temyizi üzerine İkinci Hukuk Dairesi, tenkise ilişkin hükmü prensipte kabul etmekle beraber hesap hatalarından ötürü bozdu ve faiz konusundaki hükme değinmeden "diğer hususların şimdilik incelenmesine yer olmadığına" karar verdi. Mahkemece bozma kararına uyuldu, bozma doğrultusunda tahkikat yapıldı, sonucuna göre hüküm kuruldu ayrıca önceden reddedilen faiz istemi konusunda yeniden hüküm kurularak istemin kabulüne karar verildi.

Yüksek İkinci Hukuk Dairesi, bozmaya uyularak kurulan tenkisle ilgili hükmü onadı, ancak faize ilişkin davanın süresinde açılmamış olduğu gerekçesiyle birleştirilen davadaki bu kararı bozdu. Bozmada bu konuda önceden red kararı verilmiş olduğu keyfiyetine değinilmedi.

Burada öncelikle çözümlenmesi gereken bir usul sorunu mevcuttur. Hakim, temyiz edilip temyiz dairesince incelenmeyen yada, incelenmesi atiye bırakılmış bir kararı değiştirip aksine bir karar verebilir mi? Bu usulsüzlük özel dairede ve ısrar üzerine genel kurulda bozma nedeni sayılabilir mi?

İkinci Hukuk Dairesi, tenkis davası sonunda verilen kararı bozmuş ise de birleştirilen, faize ilişkin davanın reddine dair hükmün temyizi hakkında bir karar vermemiştir. Daire bozma kararında açıkça, "şimdilik diğer yönlerin incelenmesine yer olmadığına" ibaresine yer verilerek faize ilişkin hükmü inceleme dışı bırakmıştır. Yüksek Dairenin tenkis davası ile ilgili bozması dikkate alındığında, faiz ile ilgili olarak böyle bir karar verilmemesi bu konuda bir tavır alınması gerekir ise de konumuz açısından sonuç değişmektedir. Yargıtay, faizle ilgili temyiz istemini incelememiş atiye bırakmıştır.

Faiz konusunda açılan dava sonunda mahkemece verilen kararın nihai bir karar olduğunda duraksamaya yer yoktur. Nihai kararlar, "yargılamaya son veren ve hakimin davadan elini çekmesi sonucunu doğuran" kararlar olarak tanımlanabilir. Bu tanıma göre nihai kararın belirgin niteliklerinden biride, hakimin bu karara konu davadan elini çekmesidir. Hakimin davadan elini çekmesi, hakimin artık o dava ile ilgili başkaca bir yargı işlemi yapamaması ve özellikle verilen kararı değiştirememesi anlamına gelir. Bu yasak, ancak temyiz üzerine karar bozulduğu takdirde bozma kararı doğrultusunda kalkar. Hakim, verdiği karar ile o davadan elini çeker ve artık o karardan dönemez.

Faize ilişkin dava, tenkis davası ile birleştirilmiş ise de bunun bağımsız bir isteme ilişkin olması nedeniyle ayrı bir dava olduğundan, tenkise ilişkin davada verilen bozma kararının bu davayı kapsamadığında tereddüt edilememelidir. Kaldı ki Dairenin bozma kararında faiz konusu ile buna ilişkin temyizin temyiz incelemesi dışında bırakıldığı açıkça belirtilmiştir.

Yargıtay'ın yerleşmiş uygulamalarından bulunan, tefhim edilen karara aykırı gerekçeli karar yazılamayacağı kuralıda bu sonuçla ilintilidir. Hakim, hükmünü verdikten sonra artık bunu kendiliğinden değiştiremez. Hukuk Genel Kurulunun 27.10.1965 gün ve 9/797-393 sayılı kararında da vurgulanmış olduğu üzere hakim, ancak hüküm, kanun yoluna başvurularak Yargıtay'ca incelenip bozulduktan sonra yeniden yapılacak başvuru üzerine duruşma açarak yargılama yapabilir. Yargıtay'ın bir çok dairesinde verilmiş bu konudaki kararlarda özet olarak "hakim hükmünü verdikten sonra o davadan elini çekmiş olur. Bu hüküm temyiz edilip bozulmadıktan sonra o davaya yeniden bakamaz, verdiği hükmü de değiştiremez."

Olayımızda hakim, verdiği hükmün bu bağlayıcı etkisini dikkate almada, faiz konusunda önceden verdiği karara tamamen ters düşen bir karar vermek suretiyle sonucu bakımından çok önemli bir usul hatası yapmıştır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 428. maddesine göre, yargılamada yapılan usulsüzlükler, verilen hükmü değiştirebilecek derecede ve önemde bulunması halinde hüküm bu sebepten bozulur.

Yüksek Daire ikinci bozma kararında faize, dava zamanaşımı sebebiyle hükmedilemeyeceği gerekçesiyle hükmü bozmuş ve direnme bu bozmaya ilişkin ise de, yukarıda arz edildiği üzere olayda hükmün sonucunu etkileyecek bir usulsüzlük mevcuttur. Bu usulsüzlüğün aynı zamanda mahkemeye ve kararlarına duyulması gereken güveni sarsıcı niteliği itibariyle, kamu düzeni ile de ilgili olduğunu dikkate alarak öncelikle ele alınmalı ve hüküm bu yönden bozulmalıdır.

Bu nedenlerle, işin esasına girilerek faize ilişkin karar yönünden değişik bozma sevk eden sayın çoğunluk kararına karşıyım.


YKD.1992/05
Old 07-11-2008, 15:26   #4
ahmetyılmaz

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
İkinci Hukuk Dairesi
Esas No
: 1975/05209
Karar No
: 1975/05584
Tarih
: 19.06.1975

ZAMANAŞIMI
ÖZET:
Zamanaşımı ilk itirazlardandır. Davalı tarafın itirazı yokken MK.nun 513. maddesinde yazılı süreyi hak düşürücü sayarak res'en davanın reddine karar verilmesi doğru değildir.
H. S. ile H. Ş. arasındaki tenkis davasının yapılan muhakemesi sonunda davanın reddine dair verilen hüküm davacı tarafından temyiz edilmekle gereği düşünüldü:

Medeni Kanunun 513. maddesinde tenkis hakkının değil, dava hakkının düşeceği (sakıt olacağı) belirtilmiş, kenar başlığında da zaman aşımı ibaresi yer almıştır. Metnin bu açıklığı karşısında, ilmi ve kazai içtihatlar bu sürenin hak düşürücü olmayıp, zaman aşımı süresi olduğu yolunda sözbirliğine varmışlardır.

Zaman aşımı iptidai (ilk) itirazlardandır. Davalı tarafın bu konuda bir itirazı yok iken, Medeni Kanunun 513. maddesinde yazılı süre hak düşürücü sayılarak re'sen davanın reddedilmesi bozmayı gerektirir.

Sonuç: Temyiz edilen kararın gösterilen sebeple (BOZULMASINA), 19.06.1975 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YKD.1975/12
Old 07-11-2008, 15:26   #5
ahmetyılmaz

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
İkinci Hukuk Dairesi
Esas No
: 1976/02817
Karar No
: 1976/04438
Tarih
: 24.05.1976

İNDİRİM [Tenkis] DAVASI

ZAMANAŞIMI
ÖZET:
Davacılar 554 sayılı Yasa uyarınca, beş yıllık süre içinde tescil haklarını kullanmamışlar, yıllarca sonra 1826 sayılı Yasadan yararlanıp nüfusa kayıtlarını yaptırmışlardır. Bu işlem zamanaşımına uğrayan dava hakkını geri getirmez.
(S.H.) ve (M.Y.) ile (M.C.) arasındaki tenkis davasının yapılan muhakemesi sonunda zamanaşımı nedeniyle, davanın reddine dair verilen hükmün temyizen tetkiki davacılar tarafından istenilmekle dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

"Tenkis davası, saklı paya tecavüz edildiğinin öğrenildiği günden başlıyarak bir yıl ve her halde vasiyetnameler hakkında açıldıkları tarihten, diğer tasarruflar için ise mirasın açılmasından itibaren beş sene içinde açılır. Ancak bir tasarrufun iptali diğerini ihya ediyorsa (canlandırıyorsa) zamanaşımı iptal kararının kesinleştiği günden başlar" (M.K. 513).

Olayda 5 yıllık mutlak süre geçmiştir. Ayrık durum ise söz konusu değildir.

554 Sayılı Kanun 1965 yılında yürürlüğe girmiş, davacılar 5 yıllık süre içinde tescil haklarını kullanmamışlar, yıllarca sonra 1974 yılında kabul edilen 1826 sayılı kanundan yararlanıp nüfusa kayıtlarını yaptırmışlardır. Bu işlem, zaman aşımına uğrayan dava hakkını geri getirmez. O halde temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun olan hükmün (ONANMASINA) ve onama harcının temyiz edenlere yükletilmesine 24.5.1976 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YKD.1978/01
Old 07-11-2008, 15:30   #6
ahmetyılmaz

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
İkinci Hukuk Dairesi
Esas No
: 1976/03027
Karar No
: 1976/03280
Tarih
: 14.04.1976

ZAMANAŞIMI (*)
ÖZET:
Zamanaşımı ilk itirazlardan olmadığı için cevap dilekçesinde yazılması zorunluğu yoktur. Ancak, cevap dilekçesinde dayanılmayan zamanaşımı, daha sonra ileri sürülürse davalı taraf savunmanın genişletilmesine karşı koyabilir. Bu takdirde zamanaşımı defi incelenemez.
Mirasçı temliki tasarrufu miras bırakanın sağlığında biliyorsa zamanaşımı ölüm gününde başlar.


Dava, zamanaşımı nedeniyle reddedilince uyuşmazlığın esası hakkında hüküm verilemez.

Ölünceye kadar bakma sözleşmesi karşılığı olan (ivazlı) sözleşmelerdendir.
(*) Yargıtay Kararlar Dergisi'nin 12. sayısının 24 ve 25. sabitelerinde yayınlanan 19.06.1975 günlü 5209/5584 sayılı kararın metninden zamanaşımının ilk itirazlardan olmadığı anlaşılmakla beraber, kararda ilk itiraz olduğu şeklinde bir cümle yer almıştır.

Dairenin görüşünü yansıtan yeni karar yukarıdadır.

H. Çetin ile R. Çetin arasındaki tenkis davasının yapılan muhakemesi sonunda, davanın reddine dair verilen hüküm davacı tarafından temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:


Zamanaşımı iptidai (ilk) itirazlardan olmadığı için cevap layihasında yazılması zorunluğu yoktur. Ancak, cevap dilekçesinde dayanılmayan zamanaşımı, daha sonra ileri sürülürse davalı taraf savunmanın genişletilmesine karşı koyabilir. (H.U.M.K. 202) Bu takdirde zamanaşımı defi incelenemez.
Kanuni cevap süresinde zamanaşımından söz edilmemiş olmakla beraber yargılamanın devamı sırasında davalı taraf defide bulunmuş, fakat davacı savunmanın genişletilmesine karşı koymamıştır. O halde zamanaşımı yönünden inceleme yapılmasına engel yoktur.

Mirasçı temliki tasarrufu miras bırakanın sağlığında biliyorsa zamanaşımı ölüm gününde başlar. (M.K. 513) Davaya konu yerin davalı tarafa temlik edildiğini, miras bırakanın sağlığında davacının bildiğinde uyuşmazlık yoktur. Öyle ise ölüm gününden başlayarak bir yıl içinde tenkis davası açabilir. Ölüm günü ile dava günü arasında bir yıldan çok az zaman geçmiştir. Şu durumda dava süresinde açılmış iken, temlik tarihi başlangıç sayılarak zamanaşımı sebebiyle davanın reddedilmesi bozmayı gerektirir.


Dava zamanaşımı sebebiyle reddedilince uyuşmazlığın esası hakkında hüküm verilemez. Bu kurala uyulmamış olması da usul ve kanuna aykırıdır.

Ölünceye kadar bakma sözleşmesi ivazlı (Karşılığı olan) sözleşmelerdendir, ivaz (Karşı edim) bakış gözetmedir.
Bir kimsenin babasına, anasına, çocuk ve kardeşine veya başka yakın akrabasına bakıp gözetmesi ahlaki bir ödev olduğu kadar, şartlan varsa kanuni görevidir. Ancak, bu görevin sınırı aşıldığı, bakım onlar için bir külfet ve sıkıntı haline geldiği zaman bu hizmete karşılık bir şey istenebilir. Bu takdirde sözleşme ivazlı olur. Örnek verirsek: Özel bakımı gerektiren kişiye bakılması amacı ile yapılan ölünceye kadar bakma sözleşmesi geçerli olup bağış niteliğinde sayılamaz. Aksi halde böyle bir sözleşme karşılıksız olup, tenkisi gerekir.

Öte yandan bir kimse mal varlığının tümünü veya ona yakın kısmını ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile başkasına verirse bu davranış, saklı payı giderme kastının objektif delili olur.

Olayda miras bırakanın özel bakıma ihtiyacı olmadığı ve mal varlığının tümünü davalıya verdiği gözetildiği takdirde ölünceye kadar bakıp gözetme sözleşmesinin saklı payı zedeleme amacına yönelik olduğunun kabulü gerekir. Buna rağmen kasıt bulunmadığından söz edilerek davanın reddedilmesi yanlıştır. Yapılacak iş, tenkis hükümleri çerçevesinde araştırma ve inceleme yapılıp hüküm verilmesinden ibarettir. Bu yön gözetilmeden davanın reddedilmesi usul ve kanuna aykırıdır.

Sonuç: Temyiz edilen kararın gösterilen sebeple (BOZULMASINA) 14.04.1976 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YKD.1976/07
Old 07-11-2008, 15:30   #7
ahmetyılmaz

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
İkinci Hukuk Dairesi
Esas No
: 1981/01349
Karar No
: 1981/01566
Tarih
: 03.03.1981

İNDİRİM

ZAMANAŞIMI
ÖZET:
Zamanaşımı savu [defi] davalılar için ortak savunma değildir. Bir davalının bu yoldaki savunması ötekilerin bundan yararlandırılmasını gerektirmez.
Şükriye ile Ömer ve arkadaşları arasındaki tenkis davasının yapılan muhakemesi sonunda davanın reddine dair verilen hüküm davacı tarafından temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:


Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazı yersizdir.

Zamanaşımı defi davalılar için ortak savunma değildir. Onun için bir davalının bu yoldaki savunması ötekilerin bundan yararlandırılmasını gerektirmez. Davalı Mehmet'in zamanaşımı savunması yokken onun hakkındaki davanın dahi zamanaşımı sebebi ile red olunması usul ve kanuna aykırıdır.
Sonuç: Temyiz edilen kararın gösterilen sebeple (BOZULMASINA), 3.3.1981 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YKD.1981/09
Old 07-11-2008, 15:31   #8
ahmetyılmaz

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
İçtihadı Birleştirme
Büyük Genel Kurulu
Esas No
: 1958/00004
Karar No
: 1959/00007
Tarih
: 11.02.1959

ZAMANAŞIMI
ÖZET:
İçtihatların birleştirilmesine yer olmadığına ilişkindir. Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi'nin vasiyetnamenin iptali ile ilgili kararları arasında görüş ayrılığı bulunmadığından içtihadı birleştirmeye gerek yoktur.
Avukat Muammer Kemal Deryalı imzasıyla verilmiş olan istidada zikredilmiş bulunan İkinci Hukuk Dairesinin merbut dört ilamı içtihadı Birleştirme Hukuk Kısmı Umumi Heyetince tetkik olundu;

11/7/1949 tarih ve 2984/3943 sayılı ilamda Medeni Kanunun 501. maddesinin 2. fıkrasındaki beş senelik müddetin bahis mevzuu olduğu ve diğer üç ilamda ise aynı maddenin 1. fıkrası tatbik edilmek suretiyle ihtilafların halledildiği görülmüştür. Yukarıda tarih ve numarası yazılı bulunan ilam ile müteakip üç ilam arasında kanunun ayrı fıkralarına istinat edilmiş olması bakımından içtihat ihtilafı olamaz. Son üç ilamda da yalnız butlan sebebine ıttıla hususu gibi bir maddi meselenin sübutu bahse mevzu olması bakımından her hadiseye göre ıttıla keyfiyetini mahkemenin takdir etmesi lazım gelir. Bu üç davada da kanunun bir hükmünün farklı anlaşılması gibi bir hal mevcut olamayacağından bu zikri geçen dört ilam arasında içtihat ihtilafı bulunmadığına, 11/2/1959 tarihinde ittifakla karar verildi.


YKC.
Old 07-11-2008, 15:31   #9
ahmetyılmaz

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas No
: 1982/2-540
Karar No
: 1982/922
Tarih
: 26.11.1982

ÖLÜME BAĞLI TASARRUFLAR
MÜKELLEFİYETLER - ŞARTLAR
ÖZET:
Miras hukuku açısından şart, ölüme bağlı bir tasarrufun hüküm ifade etmesini ya da hüküm ve sonuçlarının sona ermesini gelecekteki ve kesin olmayan bir olaya bağlı kılan, ölüme bağlı tasarruf yoluyla konmuş bir hükümdür. Mükellefiyet ise terekeden yararlanacak kimseye (kanuni veya mansup bir mirasçıya ya da bir musalehe) belli bir amaç için bir şeyin yapılması veya yapılmamasının yüklediği bir ölüme bağlı tasarruf türüdür.
İvazsız bir tasarrufta (ivazsız tevcihte) mevcut bir mükellefiyetin yerine getirilmemesi kural olarak o tasarrufun geçerliğini etkilemez. Bu halde yapılacak iş bu mükellefiyetten yararlanacak olan ilgililerin MK.nun 462/1. madde ve fıkrası hükmünden yararlanarak, sadece mükellefiyetin aynen yerine getirilmesini istemekten ibarettir. Mükellefiyetin ifasını talep hakkı şahsa bağlı bir hak olduğundan başkasına dahi temlik edilemez. Bu hak zamanaşımına da bağlı değildir.

İvazsız bir muamelede öngörülen bir mükellefiyetin ifasının talep ve dava edilmesi nasıl bir zamanaşımına bağlı değilse böyle bir mükellefiyetin ifasının artık imkansız olduğundan sözedilerek muamelenin hükümsüzlüğünün tesbiti isteğinin de bir samanla sınırlı olmaması gerekir.

Miras bırakan vasiyetname ile davalıya "kesinlikle tayin edilmiş bir arsanın tahsisi, üzerine hastanenin istediği şekilde bir pavyon yapılması ve bu pavyona miras bırakan ile kocasının adının verilmesi" mükellefiyetlerini yüklemiştir. Miras bırakanın bu davranışının gerçek amacı kendisinin ve kocasının bu tevcih yoluyla hamiyetli bir kişi olduğunu kamu oyuna duyurmak adlarını bu yolla ebedileştirmektir. Miras bırakanın böylece mükellefiyetin yerine getirilmesi şartıyla tevcihi yaptığı kabul edilmelidir.

Taraflar arasındaki "vasiyetnamenin iptali" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda (İstanbul Onyedinci Asliye Hukuk Mahkemesi)'nce davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verilen 27.4.1981 gün ve 1980/719-1981/309 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine; Yargıtay ikinci Hukuk Dairesi'nin 25.2.1982 gün ve 1982/753-1731 sayılı ilamiyle; (… Vasiyetnamede öngörülen pavyonun yapılmasını mümkün kılan yer kalmadığına göre, fiili imkansızlık meydana gelmiş bulunduğundan, vasiyet geçerliliğini yitirmiştir. Vasiyetler yorumlanırken ölenin isteklerine öncelik tanınması zorunludur. Vasiyetçi belli bir yerde kendi adına bir hasta pavyonu yapılması yolunda son arzusunu açıklamıştır. Olayda bunun gerçekleşmesi imkanı kalmamıştır. Şu durumda gerçek anlamı ile, yani geçerli bir vasiyet yoktur. Oysa zamanaşımı ve hak düşürücü süreler, geçerli hukuki işlem ve tasarruflarda söz konusu olur. Az önce belirtildiği gibi, ortada geçerli bir vasiyet bulunmadığına göre, zamanaşımı da ileri sürülemez. O halde davanın zamanaşımı sebebi ile reddi yanlıştır. Öyle ise yapılacak iş, istek gibi vasiyetnamenin fiili imkansızlık sebebiyle iptaline karar vermekten ibarettir. Buna rağmen zamanaşımı sebebiyle davanın reddi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz eden: Davacı vekili.

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Davacı dava dilekçesinde (…miras bırakanı Mürvet'in, maliki bulunduğu bir daire ile iki dükkanı, Beyoğlu Beşinci Noterliği'nce düzenlenen 7.12.1968 günlü vasiyetname ile, İstinye Devlet Hastanesi bitişiğindeki ve mezkur hastanenin inkişaf sahasına dahil arsanın, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'nca alınıp, hastaneye mal edilmesi halinde, buraya Hakkı ve Mürvet adına bir pavyon inşasına tahsis ettiğini, ancak, arsa kamulaştırıldıktan sonra başka bir şahıs tarafından pavyon inşa ettirilip, onun adı verilerek, büstünün dikildiğini, hastane ve civarında, inşaata imkan veren başkaca arsa bulunmadığından, vasiyetnamedeki şartların yerine getirilmesi ve infazı imkanı kalmadığını ileri sürerek…) vasiyetnamenin iptali ile vasiyet konusu taşınmazların adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın zamanaşımına uğradığını savunmuştur.

Yerel mahkeme; olayda, MK.nun 501. maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımının gerçekleştiğinden bahisle davanın reddine karar vermiş; bu kararı özel dairenin yukarıya metni aynen alınan ilamıyla bozulmuştur. Ancak, mahkeme önceki kararında direnmiştir.


Yukarıda da kısaca belirtildiği veçhile, davacının miras bırakanı Mürvet, Beyoğlu Beşinci Noterliği'nce re'sen bir vasiyetname düzenletmiş ve 7.12.1968 tarihini taşıyan bu vasiyetname ile (…tapuda müseccel 1 daire ile 2 dükkanını, İstinye Devlet Hastanesi'nin yanında olup İstanbul Belediyesi tarafından mezkur Hastanenin inkişaf sahasına dahil edilen arsaya "BİTTİĞİNDE KENDİSİNİN VE KARISININ ADI VERİLMEK KAYDIYLA" hastanenin istediği şekilde bir pavyon yapımına tahsis etmiş…) ve (…VASİYETİN GEREKLERİNİN HARFİYYEN YERİNE GETİRİLMESİ…) arzusunu özellikle vurgulayarak, bu vasiyetnamenin yerine getirilmesini sağlamak amacıyla bir tenfiz memuru atamıştır.

Görülüyor ki, ivazsız kazandırıcı bir muamele (ivazsız tevcih) olan bu ölüme bağlı tasarrufta miras bırakan tarafından bazı kayıtlar eklenmiştir. O halde, bu kayıtların bir (ŞART) mı, yoksa (MÜKELLEFİYET) mi olduğu hususunun kesinlikle teşhis ve tesbiti, işbu davanın sonucuna etkisi olması bakımından son derece önemlidir; zira, böyle bir kaydın (ŞART) olarak kabulü halinde doğacak sonuçlar, aynı kaydın (MÜKELLEFİYET) şeklinde tavsif edilmesi halinde doğacak sonuçlardan farklı ve başka olacaktır. Bu itibarladır ki; şart ve mükellefiyet kavramlarını birbirinden ayırmaya yarıyacak kıstaslara bu davada kısaca değinilmesinde, (yapılacak uygulama bakımından) büyük yarar vardır. Çünkü, şart ve mükellefiyet kavramlarının birbirinden kesinlikle ayrılması zorunluğu, ivazsız kazandırıcı muameleler (ivazsız tevcihler) bakımından söz konusudur. Bilindiği gibi, ivazsız tevcihler dışında kalan hukuki muamelelere eklenmiş olan bir kaydın şart mı, yoksa mükellefiyet mi olduğu hususunda bir duraksamanın [tereddüdün] doğması ihtimali yoktur; zira, ivazlı muamelelere konmuş bir kaydın mükellefiyet olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Bir başka ifade ile, ivazlı bir hukuki muamelenin bir mükellefiyet ile takyit edilmesi esasen hiç bir suretle söz konusu olamaz (Kemal Tahir Gürsoy-Ölüme Bağlı Tasarruflarda Şart ve Mükellefiyet - Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi - Cilt X, Sayı 1-4, S. 470).

O halde, şart ve mükellefiyet kavramlarını birbirinden ayırmaya yarayabilecek kıstasları tesbit edebilmek için, önce çok kısa bir şekilde her iki kavramın hukuki nitelikleri üzerinde durmak gerekir.
Kuşkusuz, şart ve mükellefiyet, sadece ölüme bağlı tasarruflara özgü kavramlar değildir; ancak genel olarak ifade edilmek gerekirse "…Bir hukuki muamelenin hükümleri, gelecekte ve olup olmayacağı kesinlikle bilinmeyen bir olaya bağlı ise, o hukuki muamele ŞARTA BAĞLI MUAMELE ve O OLAYA ŞART…" denir. MÜKELLEFİYET ise "…hukuki muamelenin lehdarına yüklenen bir ödev, bir yapma veya yapmama mecburiyetidir…"

Hukuk dilinde kullanılan dar ve teknik anlamdaki şart, BK.nun 4. Babının 2. Faslında "Şarta Bağlı Borçlar" başlığı altında düzenlenmiş olan şartları ifade eder (BK. 149-155). Dar ve teknik anlamda mükellefiyet deyimi ise, ikisi MK. da (80/11 ve 462), birisi de BK. da (240) olmak üzere üç yerde kullanılmıştır ki, yukarıda da belirtildiği gibi, bu maddelerde de söz konusu olan hukuki muamelelerin hepsi (ivazsız kazandırıcı muamele=ivazsız tevcih) mahiyetindedir. Doktrinde dar ve teknik anlamdaki şart ve mükellefiyetin çeşitli tanımları yapılmıştır. Nevar ki, bütün tanımların az çok birbirine benzediği gözlenmektedir. Miras Hukuku açısından ele alınacak olursa ŞART, ölüme bağlı bir tasarrufun hüküm ifade etmesini ya da hüküm ve sonuçlarının sona ermesini gelecekteki ve kesin olmayan bir olaya tabi kılan, ölüme bağlı tasarruf yoluyla konmuş bir hükümdür. MÜKELLEFİYET ise, terekeden yararlanacak kimseye (kanuni veya mahsup bir mirasçıya ya da bir musalehe) belli bir amaç için bir şeyin yapılması veya yapılmamasının yüklendiği bir ölüme bağlı tasarruf türüdür.

O halde, yukarıda yapılan şu tanımlamalara göre denilebilir ki, geniş anlamda bir hukuki muamelenin, dar anlamda bir ölüme bağlı tasarrufun hüküm ve sonuç doğurmasının bağlandığı olayın müstakbel olması, onun şart olarak kabul edilmesi için lazım ve fakat yeterli değildir; aynı zamanda bu müstakbel olayın vukuunun şüpheli [meşkuk] olması, diğer bir deyişle, onun ilerde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunun önceden bilinememesi ve nihayet taraf iradelerinin de bu konuda düğümlenmiş bulunması gerekir.

Oysa dar ve teknik anlamdaki mükellefiyetin mahiyeti şudur. Ölüme bağlı bir tasarrufta (ivazsız bir tevcihte) bulunan kimse, bu arada bir amacının gerçekleştirilmesini istiyorsa, bu tasarruf veya tevcihine bir mükellefiyet ekleyebilir. Bu mükellefiyetle gerçekleştirmek istediği amaç; hayri, dini, ilmi, insani, ailevi ve hatta şahsi olabilir. Görülüyor ki, mükellefiyet, kendisine teberruda bulunulan kimseye bir edimde bulunmak mecburiyetini yüklemektedir. Akıntürk'ün de belirttiği gibi (…Bu, esasen mükellefiyetin, bir amacın gerçekleştirilmesine hizmet etme fonksiyonu ile de tutarlıdır. Gerçekten, ivazsız tevcihte bulunan bir kimse bu tevcihini bir mükellefiyetle takyit ettiği zaman, bununla belli bir amacının gerçekleştirilmesini arzuladığını ifade etmiş olmaktadır. Bu arzusunun tahakkuku ise, teberruda bulunulan kimsenin kendisinden istenen hareket tarzını ihtiyar etmesi, başka bir deyimle "edimini yerine getirmesi" ile mümkündür. Kendisine teberruda bulunulan kimse edimini ifa etmediği sürece tevcihte bulunanın gayesinin gerçekleşmiş olmasından söz edilemez…) (Turgut Akıntürk-Şart ve Mükellefiyet Kavranılan Üzerinde Bir inceleme - Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi - Cilt XXVII - 1970 - Sayı 3-4, s. 235). Gerçi mükellefiyet, teberruda bulunan kimseyi bir edimde bulunmaya zorlar; ancak, mükellefiyet hiçbir zaman bundan faydalanacak olanlara "alacak hakkı" bahşetmez. Mükellefiyetten faydalanacak olanların ya da ilgililerin sadece "mükellefiyetin yerine getirilmesini dava etme hakları vardır" (MK. 462/1).

Buraya kadar yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı veçhile şart ile mükellefiyet arasındaki farklar şunlardır. Şart, her türlü hukuki muameleye eklenen bir kayıt olduğu halde, mükellefiyet sadece ivazsız kazandırıcı muamelelere eklenebilen bir kayıttır. Şarta (özellikle iradi şartta) şartın gerçekleştirilmesi (icrası) bir tarafça diğer taraftan istenemeyeceği, başka bir deyişle karşı tarafı bu konuda zorlama imkanı mevcut olmadığı halde; mükellefiyette, mükellefiyet borçlusu ifaya zorlanır. Bir başka ifade ile, şartın gerçekleşmemesinin müeyyidesi (taliki şartta) iktisaptan mahrumiyet veya (infisahi şartta) iktisabın kaybıdır. Oysa mükellefiyet borçlusunun mükellefiyeti yerine getirmemesinin müeyyidesi, vaki iktisabın kendiliğinden kaybedilmesi değil, az yukarıda da belirtildiği gibi mükellefiyet borçlusunun ifaya zorlanmasıdır. Öte yandan şart, fer'i nitelikte bir kayıttır; yani, ancak bir ana hukuki muameleye eklenebilir. Bu itibarladır ki şart tek başına bağımsız bir irade beyanının muhtevası olamaz; mükellefiyet ise, münhasıran fer'i nitelikte değildir; başlı başına bir ölüme bağlı tasarruf olabileceği gibi (bağımsız mükellefiyet), ölüme bağlı tasarrufun fer'i niteliğinde de (bağımsız olmayan mükellefiyet) olabilir.

Şu kısa açıklamalardan sonra, davanın konusunu oluşturan ölüme bağlı tasarrufta (vasiyetnamede) bulunan kaydın, taliki ya da infisahı bir şart olmayıp tamamen bir mükellefiyet olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Nitekim bu yön genel kurulca oybirliği ile benimsenmiştir. Kuşku yoktur ki miras bırakan bu vasiyetname ile davalıya bazı mükellefiyetler yüklemiştir. Bunlar yukarıda bir numaralı paragrafta da açıklandığı veçhile (KESİNLİKLE TAYİN EDİLMİŞ BİR ARSANIN TAHSİSİ, ÜZERİNE HASTANENİN İSTEDİĞİ ŞEKİLDE BİR PAVYON YAPILMASI VE BU PAVYONA MİRAS BIRAKAN İLE KOCASININ ADININ VERİLMESİDİR). Nevar ki, lehine vasiyette bulunulan davalı, kendisine yüklenen bu mükellefiyeti yerine getirmediği bir yana, aksine vasiyetnamede öngörülen yere bir başkasının teberru ile bir pavyon yaptırmış ve bu pavyona o kişinin adını vermek ve üstelik heykelini de dikmek suretiyle mükellefiyetin ifasını bizzat kusurlu davranışı ile imkansız hale getirmiştir. Davalı taraf bu davada, şu ya da bu şekilde bu mükellefiyetin yerine getirilmesi olanağı bulunduğu yolunda bir savunma da ileri sürmüş değildir. Öte yandan, hastane ve civarında başkaca bir ek pavyon yapılmasına olanak veren bir arsa bulunmadığı yönü de ihtilafsızdır. Kaldı ki bu yön hem yerel mahkeme kararında ve hem de özel daire bozma ilamında benimsenmiştir. Nitekim davacı taraf bu maddi ve hukuki olgulardan yani, vasiyetnamede öngörülen mükellefiyetin yerine getirilmesinin bizzat davalı tarafın kusurlu davranışı ile imkansız hale geldiğinden söz ederek, vasiyetnamenin ilgili bölümünün iptaliyle, vasiyet konusu taşınmazların adına tapuya intikalen tesciline karar verilmesini istediğine göre, bu davada özellikle üzerinde durulup çözümlenmesi gereken sorunlar;


Mükellefiyetin yerine getirilmemesinin doğuracağı hukuki sonucun ne olacağı,

Mükellefiyetin ifasını istemenin bir süre ile sınırlı olup olmadığı,

Yapıldığı anda yerine getirilmesi mümkün olan bir mükellefiyetin, bizzat lehine vasiyette bulunulan davalının kusurlu davranışı ile yerine getirilmesinin artık imkansız bulunması karşısında, bu davranışın vasiyetnameyi hükümsüz hale getirip getirmeyeceği ve eğer getirmesi mümkün ise böyle bir hükümsüzlüğün tesbiti davasının bir zaman ile sınırlı olup olmadığı hususları olmalıdır.
Yukarıda, şart ve mükellefiyetin tanımları yapılıp, her ikisi arasındaki farklar kısaca belirtilirken de açıkça vurgulandığı gibi, ivazsız bir tasarrufta (ivazsız tevcihte) mevcut bir mükellefiyetin yerine getirilmemesi kural olarak o tasarrufun (muamelenin) geçerliğini etkilemez; yani mükellefiyetle takyit edilmiş olan ivazsız kazandırıcı muamele kendiliğinden ortadan kalkmaz. Bu durumlarda yapılacak iş, bu mükellefiyetten yararlanacak olan ilgililerin MK. 462/1 fıkra hükmünden yararlanarak, sadece mükellefiyetin aynen yerine getirilmesini istemekten ibarettir; müeyyidesi budur. Esasen mükellefiyetin ifasını talep hakkı şahsa bağlı bir hak olduğundan başkasına dahi temlik edilemez; bunun haczi de kabil değildir. Bu hak, zamanaşımına da tabi değildir (Zahit imre-Türk Miras Hukuku-İstanbul 1978, dip not 217) (Kemal Oğuzman-Miras Hukuku Dersleri-İstanbul 1978-Sayfa 181-dip not 325 ile ilgili metin ve orada anılan eserler) (Necip Kocayusufpaşaoğlu-Miras Hukuku-İstanbul 19,78-Sayfa 284-dip not 42 ile ilgili metin).

Yukarıda belirtildiği gibi davanın dayanağı, asla MK.nun 499 ve 500. maddeleri değildir. Davacının vasiyetnamenin iptali isteği ile bu davayı açmış olması sonucu da etkilemez. Zira hakim, davacının dava dilekçesinde bildirdiği hukuki sebeple bağlı olmayıp, dava dilekçesinde açıklanan olaylara ve dava sebebine göre taraflar arasındaki hukuki ilişkiyi ve olaya uygulanacak hukuki sebebi re'sen araştırıp bulmak ve uygulamakla görevlidir (HUMK. m. 76). Esasen bu davada ileri sürülen maddi ve hukuki olgulara nazaran da bu davanın MK.nun 499 ve 500. maddelerinde düzenlenmiş olan bir iptal davası olmadığı açıktır. Çünkü, davacının ileri sürdüğü sebep anılan maddelerde öngörülen sebeplerden hiçbirine uymamaktadır. Anılan maddelerde iptal sebepleri sınırlı olarak belirtilmistir; bunlar dört tanedir (Ehliyetsizlik, irade fesadı, hukuka ve ahlaka aykırılık, şekil eksikliği) (Oğuzman - age - 227) ve genişletilemez. Kaldı ki, olayımızda öngörülen mükellefiyetin manasız ve sıkıcı olmadığı da izahtan müstağnidir. O halde, iptal sebeplerinin hiçbirisi bu davada söz konusu olmadığına göre, MK.nun 501. maddesinde iptal davaları için öngörülen 1,5 ve 30 yıllık zamanaşımı süreleri bu davada uygulanmaz. Bu itibarla, gerek yerel mahkemenin 1 yıllık ve gerekse Genel Kurula katılmış bulunan bazı üyelerin 30 yıllık zamanaşımının uygulanmasına ilişkin görüşleri kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

Öte yandan, dava konusu vasiyette öngörülen mükellefiyet, vasiyetnamenin yapılması anında yerine getirilmesi mümkün olan, yani ifası istenebilecek bir mükellefiyet idi. Bu yön bir tartışmayı ve duraksamayı gerektirmeyecek derecede açıktır. Hal böyle olunca bu davada yerine getirilmesi baştanberi imkansız olan bir mükellefiyetten söz edilerek, bu mükellefiyet olmaksızın vasiyetname gereklerinin acaba yerine getirilmesi gerekir mi gerekmez mi sorusunu ortaya atıp buna cevap aramak gereksiz kalmaktadır. Yine yukarıda vurguladığı gibi, gerçekleşen maddi olgular karşısında davacıyı sonuç alınması mümkün olmayan bir ifa davası açmaya zorlamanın da hiç faydası olmadığı kuşkusuz bulunduğuna göre, bu yönü de artık bu davada tartışma konusu yapmanın gereği kalmamıştır. O halde, bu davada son olarak üzerinde durulması gereken en önemli sorun, yukarıda 3/c paragrafında açıklandığı gibi:

"Yapıldığı anda yerine getirilmesi mümkün olan bir mükellefiyetin, bizzat lehine vasiyette bulunulan davalının kusurlu davranışı ile yerine getirilmesinin imkansız bulunduğunun gerçekleşmesi halinde, bu davranışın vasiyetnameyi hükümsüz hale getirip getirmeyeceği ve bu yolda açılacak bir davanın herhangi bir zamanaşımına bağlı bulunup bulunmadığı" hususudur.

Hemen belirtilmelidir ki, yukarıda da açıklandığı gibi, ivazsız bir muamelede öngörülen bir mükellefiyetin ifasının talep ve dava edilmesi nasıl bir zamanaşımına tabi değilse, böyle bir mükellefiyetin ifasının artık imkansız olduğundan bahisle muamelenin hükümsüzlüğünün tesbiti isteğinin de bir zamanla sınırlı olmaması gerekir. Çünkü ilgililer tarafından bir zamanaşımına bağlı olmaksızın her zaman açılması mümkün olan bir ifa davasından (imkansızlık nedeniyle) bir sonuç alınamıyacağı aşikar olduğu halde ilgiliyi evvela bir ifa davası açmaya ve bu davası reddedilince de hükümsüzlük davası ikamesine mecbur etmek, herşeyden önce mantık hükümleri ile bağdaşmaz. O halde, bu davanın bir zamanaşımına bağlı olmaması nedeniyle direnme kararı yersizdir.

Öte yandan, imkansızlık konusunda özel daire ile mahkeme arasında bir uyuşmazlık yoktur. Hal böyle olunca, imkansızlık nedeniyle yerine getirilmeyen bir mükellefiyetin müeyyidesinin ne olacağı sorusuna verilecek yanıt, aynı zamanda bu davanın çözümü olacaktır. Defaatla vurgulandığı gibi, kural olarak, mükellefiyet borçlusunun mükellefiyeti yerine getirmemesi halinde, mükellefiyetle takyit olunmuş bulunan ivazsız kazandırıcı muamele kendiliğinden ortadan kalkmaz. Mükellefiyetli bağışlamalarda Borçlar Kanunumuz bu gibi hallerde bağışlayana bağışlamasından rücu olanağı tanımıştır. Oysa Medeni Kanunumuz bu konuda anılan hükme benzer bir hüküm ihtiva etmemektedir. Bundan esinlenerek mükellefiyetin hukukumuzda ciddi bir müeyyideden mahrum olduğu acaba ileri sürülebilir mi; özellikle de bu mükellefiyetin lehine vasiyette bulunulan davalının kusurlu davranışı ile imkansız hale gelmesi halinde dahi aynı görüş paylaşılabilir mi? Bu soruya olumlu bir yanıt vermek mümkün değildir. Hele gerçekleşen maddi olgular karşısında bu davada böyle bir düşünceye yer vermek, (mükellefiyetin yukarıda açıklanan fonksiyonu karşısında) mümkün olmamak gerekir.

Şöyle ki: Bu olayda miras bırakan davalıya belli bir mükellefiyet yükleyerek vasiyette bulunmuştur. Miras bırakanın bu davranışının gerçek amacı kendisinin ve kocasının bu tevcih yoluyla hamiyetli bir kişi olduğunu kamu oyuna duyurmak, kendisinin ve kocasının adını bu yolla kendi düşüncesine göre ebedileştirmektir. Miras bırakanın-böylece mükellefiyetin yerine getirilmesini, tasarrufun hüküm ifade etmesinin bir şartı olarak koyduğu, yani mükellefiyetin yerine getirilmesi şartıyla tevcihi yaptığı kabul edilmek gerekir. Öyle ise, bu kaydın (miras bırakanın iradesini gerçekleştirmesi yönünden) ayrı bir fonksiyonu olduğunu kabul zorunludur. Böyle bir kabul yaşamın olağan akışına ve yaşam deneyimlerine de uygundur. Bu davranışlara ve kayıtlara yaşam boyu rastlanmaktadır. Miras bırakanın mükellefiyetin ifasını sağlamak bakımından vasiyetnameye bu konuda "mahrum edici bir kayıt" koymamış olması, yukarıda varılan sonucu etkilemez. Çünkü, miras bırakan çok açık bir ifade ile esasen VASİYETİN GEREKLERİNİN HARFİYYEN YERİNE GETİRİLMESİNİ istediğine göre, aksi bir kabul ve yorum onun gerçek irade ve arzusuna aykırı düşer. O halde, vasiyetnamenin amacından ve amacına uygun yorumundan da (bizzat davalının kusurlu davranışı ile) imkansız hale gelen bu mükellefiyetten sarfınazar etmek suretiyle tevcihin (vasiyetnamenin) mükellefiyetsiz olarak ifası şeklini benimsemeye de imkan yoktur. Esasen böyle bir yorumun az yukarıda belirtildiği gibi, yaşamın olağan akışına ve yaşam deneyimlerine aykırı düşeceği bir yana, vasiyetnamelerin, vasiyetçinin son arzularının, onun hatırasına hürmeten yerine getirilmesi gerektiği yolundaki düşünce ve ana ilke ile bağdaşmaz.

O halde, ölüme bağlı teberru ile mükellefiyetin birbirine çok bağlı olduğu kuşkusuz bulunan bu olayda, bu mükellefiyet olmadan miras bırakanın bu tasarrufu yapmayacağı anlaşıldığından, ifası imkansız hale getirilen bu mükellefiyetle birlikte ölüme bağlı teberrunun davalı ile ilgili hükmü de, hükümsüz sayılmalıdır. (İmre - age - 220) (Fikret Eren - Türk Medeni Hukukunda Ölüme Bağlı Tasarrufların iptali Davası - Ankara 1966 - S. 64 vd. ve orada anılan eserler) (K.T. Gürsoy - age - Cilt X, Sayı 1-4, s. 538 ve özellikle Cilt XI sayı - 1-2, s. 451 vd. ve orada anılan eserler). Bu itibarla, yukarıda anılan nedenlerle önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı görülmüştür. O halde, direnme kararı bozulmalıdır.

Sonuç: Temyiz itirazının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerle HUMK.nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), 26.11.1982 gününde oyçokluğu ile karar verildi.


YKD.1983/05
Old 07-11-2008, 15:31   #10
ahmetyılmaz

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
İkinci Hukuk Dairesi
Esas No
: 1995/05087
Karar No
: 1995/05644
Tarih
: 15.05.1995

VASİYETNAMEYE DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİL
VASİYETİN AÇILMASI
ÖZET:
Vasiyetnameyi düzenleyen sulh hakimi, noter ya da memur; vasiyetnamenin aslını veya onaylı bir örneğini, ölüm zamanına ve hatta ölümün öğrenilmesine kadar saklamakla yükümlü olup, ölüm zamanında çıkan vasiyetname, iptalini gerektiren bir eksiklik taşıyor olsa dahi hemen sulh mahkemesine verilir, sulh hakimi, tereke için gereken önlemleri derhal alır ve MK.nun 536. maddesi uyarınca vasiyetnameyi açar. Bundan sonra, mirasta hak sahibi olanların her birine vasiyetnamenin kendilerini ilgilendiren bölümlerini tebliğ eder. Vasiyetnamenin yeterli kabulü için sulh hakiminin onayı gerekmekle birlikte, hükümlerinin yerine getirilebilmesi için; öncelikle, sulh hakimi tarafından koşullarına uygun biçimde açılmış ve itiraza uğramamış olması gerekir. Ayrıca vasiyetname ile oluşan hakka karşı açılacak davaların zamanaşımının başlaması, vasiyetin kurallarına uygun biçimde açılmasına bağlıdır. Zira, vasiyetin iptali davası, davacının ölüme bağlı işlemin geçersizliğini öğrendiği günden bir yıl ve her halde vasiyetnamenin açıldığı tarihten beş yıl geçmekle zamanaşımına uğrar.
Buna göre; vasiyetnamenin usulüne uygun olarak açılıp açılmadığı anlaşılmadığı takdirde, bu konuda taraflardan bilgi istenmeli ve sonucuna göre işlem yapılmalıdır.

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü.

Taraflar arasındaki vasiyetnameye dayanan şahsi hakka dayalı tapu iptali ve tescil davasının yargılaması sonunda verilen kararın davalı tarafından temyizi üzerine dosya üzerinde yapılan inceleme sonunda

Vasiyetnameyi düzenleyen Sulh Hakimi, noter veya memur aslını yada onaylı örneğini saklamakla yükümlüdür (MK. 484). Saklama yükümlülüğü ölüm zamanına kadar hatta ölümün öğrenilmesine kadar devam eder. Ölüm zamanında çıkan vasiyetname iptalini gerektirir bir eksiklik içinde olsa bile, hemen Sulh Mahkemesine verilir. Bu yükümlülük vasiyetnameyi yanında bulunduran herkes için geçerlidir. Vasiyetnameyi alan Hakim tereke için derhal gerekli önlemleri alır (MK. 535). Vasiyetnameyi açar (MK. 536). Bundan sonra mirasta hak sahibi olanların her birine vasiyetnamenin kendilerini ilgilendiren bölümlerini tebliğ eder (MK. m. 537). Vasiyetle mirasçı seçilmiş olupta hakları yasal mirasçılar veya tarihi eski olan bir kazandırma ile hak sahibi olanlar tarafından açıkça itiraza uğramayan kimseler tebliğden bir ay geçtikten sonra Sulh Hakiminden mirasçılıklarını gösteren bir resmi belgenin verilmesini isteyebilirler (MK. 538).

Bunlar da Kanuni mirasçılar gibi miras bırakanın halefi olurlar ve terekeye dahil hakları başkaca bir işleme tabi olmadan kendiliğinden iktisap ederler. (MK. 539/2). Ancak Vasiyetname ile kendilerine muayyen mal vasiyet edilenler aynı durumda değillerdir. Bunlar vasiyet yolu ile terekeden şahsi bir hak edinirler (Vasiyeti tenfiz memuru). Vasiyeti ifa ile mükellef olan varsa ondan, yoksa kanuni ve mansup mirasçılardan muayyen şeyin teslimini isteme hakkına sahiptirler (MK. 541). Kendilerine muayyen mal vasiyet edilenler Medeni Kanunun 633.maddesinden yararlanamayacakları gibi, kanuni ve mansup mirasçıların Tapu sicil memuru önünde mülkiyeti nakleden bir irade açıklamaları olmadan tapuda işlem yapılamaz. Bunun dışında Medeni Kanunun 541 ve 642.maddesi uyarınca mülkiyetin kendisine aidiyeti hakkında alacağı ilam üzerine hakim tarafından tescilin icrası için yazılan bir tezkere ile vasiyetnameyi ibraz ederek taşınmaz malın lehtar adına tescili sağlanabilir. (07.06.1994 tarihli resmi gazetede yayımlanan Tapu sicil tüzüğü 21)

Butlan def'i her zaman dermeyan edilebilirse de (MK. 501/2) vasiyetnamenin iptal davası, davacısının ölüme bağlı işlemin geçersizliğini öğrendiği günden bir yıl ve her halde vasiyetnamenin açıldığı tarihten beş sene geçmekle zaman aşımına uğrar (MK. m. 501). Şu halde vasiyetname ile oluşan hakka karşı açılacak davaların zaman aşımının başlaması vasiyetin açıklanan kurallara uygun olarak açılmasına bağlıdır. Açma işlemi bu yönden de önem taşır.

Her ne kadar vasiyetnamenin yeterli kabulü için Sulh Hakiminin onayı gerekmez ise de hükümlerinin yerine getirilebilmesi için öncelikle Sulh Hakimi tarafından yukarıda açıklanan şekilde açılıp itiraza uğramamış olması gerekir. (YHGK. 07.07.1993 günlü 392-508 sayılı kararı)

Somut olayda vasiyetnamenin usulüne uygun olarak açılıp açılmadığı anlaşılmamaktadır. Bu konuda taraflardan bilgi istenmesi sonucuna göre işlem yapılması gerekir.

Bu hususların gözetilmemesi eksik incelemeyle hüküm kurulması doğru bulunmamıştır.

Sonuç: Temyize konu hükmün açıklanan nedenlerle (BOZULMASINA), bozma nedenine göre sair yönlerin şimdilik inceleme dışı bırakılması temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, oybirliğiyle karar verildi.15.05.1995


YKD.1995/09
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
muvazaa ve hak düşürücü süre av.bengü bulut Meslektaşların Soruları 12 21-10-2020 17:13
Tenkis davalarında zamanaşımı süresi ne kadardır? Brusk Miras Hukuku Çalışma Grubu 11 17-07-2012 16:32
mirasta iptal ve tenkis? avkaratas Meslektaşların Soruları 3 14-11-2007 09:35
iki borçlu ve iptal davası-hak düşürücü süre avhalit Meslektaşların Soruları 0 18-09-2007 15:01
hak düşürücü süre avhalit Meslektaşların Soruları 6 20-03-2007 11:02


THS Sunucusu bu sayfayı 0,04584503 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.