Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. Üyelerimizin yazdığı ve bizlerle paylaştığı şiir, öykü, deneme ve diğer yazınsal türler.

Kaptan

Yanıt
Konu Notu: 2 oy, 5,00 ortalama. Değerlendirme: Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 26-07-2008, 17:30   #1
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan Kaptan

KAPTAN



Yolculuk gerekir bazen.
Çeşitli nedenlerle yerinizden
kımıldayamadığınızda bile bir yerlere
gidebilirsiniz aslında.
Bu, tam da öyle; mutfakta, bir
sandalyede otururken çıktığım bir
yolculuğun öyküsüdür.







“Saat dörtte.” demişti. Teknede buluşacaktık. “Ne getireyim?” diye sordum. ”Sen eksiksiz gel, aklını bir yerlerde bırakma, yeter.” dedi.


Uyuma isteğiyle uyutmayan sıkıntıların meydan savaşında iki ateş arasında kalmakla geçen saatler sonrası, gitme zamanının geldiğini düşünüp evden çıktım. Hafif bir rüzgar, bulutlu ve koyu gökyüzü, yağdı-yağacak bir hava. Serin olur diye sıkı giyinmiştim, yürüyünce fazla bile geliyor, terliyordum. Tekneye vardığımda oradaydı. “Günaydın!” dedim, başını salladı, önündeki bir kutuyla meşgulken elleri. Tekneye atladım, montumu çıkarıp, ellerimi iki yana açabildiğimce açıp. iyotlu havayı çektim içime. Çevreye göz gezdirdiysem de, kedi bile göremedim. Rüzgar, direkdeki bayrağı hafif hafif sallıyor, dalgasız deniz yine de dalga sesi çıkarıyordu.


“Halatları al.” dedi. Halatları çözüp tekrar tekneye atladım ve O'ndan öğrendiğim gibi topladım. Motoru çalıştırmış, dümene geçmişti. Balıkçı korunağından çıkıp teknenin burnunu batıya yöneltti. Yanına gittim. “Termosta kahve var.” dedi. Utandım o an; ben hiçbir şey getirmemiştim, bir paket bisküvi olsun alsaydım ya. Neyse, olan olmuştu, kahveleri doldurdum, daha önce öğrendiğimden “Şeker?” diye sormadan kahvesini uzattım.


Denize açıldı mı, gözünü ufuktan ayırmazdı. Çok önceden yitirdiği bir denizkızını arar gibi, denizde oluşunun tek nedeni buymuş gibi bakardı uzaklara. Saçları, ben bildim bileli bembeyaz ama gürdü; beyaz-kahverengi karışımı sakalı ile birleşince, gözlerinin koyuluğunu daha da arttırıyordu. 65 yaşında olduğunu söylemişti bir kez. Adını bilmiyordum, herkes “Kaptan” diyordu, ben de alışmıştım buna. O'nu beş yıldır tanıyordum. Tanışma öykümüz ilginçti. Bir şişe cep kanyağını ıssız sokaklarda yürüyerek bitirdiğim, ikinciyi denize karşı içmeye karar verdiğim bir gece, uzattığım ayaklarıma değercesine dalgalanan denize doğru betona oturmuş, tam da biraz önce teknenin halatlarını topladığım yerde öylece durup, belli belirsiz pıt-pıtların uzaktan geldiğini sanırken, teknesi önümde belirivermiş ve halatı bana atmıştı hiçbir şey söylemeden. Bir elimde kanyak şişesiyle, betondaki halkaya geçirip halatı, çekmiş ve bağlamaya çalışmıştım. Diğer halatı da atıp, ben tutar tutmaz kıyıya çıkmış ve “Gel bak, böyle bağlanır.” demişti. Gemici düğümü terimini sadece bir şiirde kullandığı için bilen ama nasıl atıldığından habersiz olan benim için iyi bir dersti bu. Hem gemici düğümünü öğrenmiş, hem de bir başka şiirimdeki “çımacı”nın ta kendisi olmuştum ikinci halatı O'nun gösterdiği şekilde bağlayınca. Sonra, elimde kanyak şişesi, öylece dururken, O'nun elini uzattığını görmüş, elimi sıkmak için değil, şişe için uzanan bu eli boş çevirmemiştim hafifçe gülümseyerek. Ama O, şişeyi ağzına götürmemiş, göz hizasında tutup bakmış ve bana geri verirken “İyi bir şey değil.” demişti. Savunmaya geçecek kadar gücüm yoktu; ruhen yorgundum. “Gel, çay içelim.” demişti. Balıkçı barınağının denize bakan binasına girdiğimizde şaşırmış, bu saatte buranın açık olması bir yana, çok yoğun sigara dumanı üretebilecek kadar insanın bulunmasına hayret etmiştim. Ortada kızarmış bir sac soba, sıcaklığını cömertçe sunuyordu. İçeri girer girmez başlar bize yönelmiş, önce O'na “Hoşgeldin Kaptan.” ve sonra da bana “Sen de hoşgeldin kardeş.” sözleri baş sayısınca yinelenmişti. Kafasını sallayıp bir masaya doğru gitmişti Kaptan. Çevreme “Hoşbulduk.” diyerek Kaptan'ı izlemiştim. Hiç sormadan çay getirmişti bir adam. Kaptan sanki içine bakıyordu; gözleri ifadesiz ve yorgundu. Çaya şeker atmaya davrandığımda kanyak şişesini elimde unuttuğumu farketmiş, utanmıştım. Kapağını atmamış olsam, kapatır, cebime koyardım ya, çaresiz bir yudumda bitirip, öyle atmıştım cebime. Boğazımdaki yangın çayı içince artmış, utancımdan çevreme bakamaz olmuştum. Bir süre çay kaşığıyla oynayıp oyalanmış, sonra cesaret edip kafamı çevirdiğimde, çay getiren adam dışındakilerin bize baktığını görmüştüm. Kiminle gözgöze gelsem saygıyla başını öne düşürüp selam veriyordu. Kaptan'la beraber gelmiş olmamın bana, kanyak konusundaki hatamı bile görmezden gelmelerine yol açan bir saygınlık kazandırdığını anlamıştım. Kaptan'ın kim olduğu, kimseyle konuşmadığı halde neden böyle saygı gördüğü konularını ilk o zaman düşünmüştüm. Beş yıl önce o gece “Kim bu yaşlı adam ve neden seviliyor?” diye kafa yoran ben, merakını giderememiş ama o tanışma gecesi sonrası Kaptan'la dost olmuş, O'na herkes gibi saygı duymaya başlamıştım.


Eliyle solda bir yeri gösterip, “Senin Bandırma orada.” dedi. Az konuşur, söylediğine de yanıt beklemezdi. Soru sormazdı. Nasılını bilmem ama sanki herkes hakkında herşeyi bilir gibiydi. Marmara Adası'nı geride bırakmaya başladığımızda sabah olmuştu. “Ağ atmayacak mısın?” sorusuna “Dönüşte.”; “Ne zaman döneceğiz?” sorusuna da “Bakalım.” yanıtını aldım.


Öğleye doğru motoru kapattı, “Haydi yelkene!” komutunu verdi. Daha önce de yelken açmışlığım vardı O'nun teknesinde; O'nun üç dakikada yaptığını yirmi dakikada ancak yetiştiriyordum. Ama artık gemici düğümlerim rüzgarla çözülmüyor, yelken ne kadar gerilirse gerilsin dayanıyordu. Hemen işe koyulup, kendi rekorumu kırarcasına hızla açtım yelkeni. Rüzgar yelkeni doldurdu, yelken tekneyi taşımaya başladı. Neredeyse motor kadar güçlü itiyordu, hızımız azalmamıştı bile.


Bir saat daha yol aldıktan sonra rüzgar kesilir gibi oldu. “Toplayayım mı?” diye sordum, başıyla onayladı. Yelkenleri toplayıp direklere sardım ama motoru çalıştırmadı. “Demir atalım, burası sığ.” deyip, söylediğini yaptı. Şaşırdım. Kıyıdan bu denli uzaktayken, ağ da atmadığımıza göre, neden duruyorduk? Meğer Kaptan'ın öyküsünü dinleme molasıymış. Bunu, demiri atıp, fincanlara kahve doldurduğunda öğrendim.


“Yirmi yıl kadar önceydi; tam olarak 1985 yılı. Çok yağmur yağmıştı, bilmem anımsar mısın? İki gün hiç durmamıştı.” dedi Kaptan, bana Yüz Yıllık Yalnızlık'daki hiç bitmeyecekmiş gibi görünen yağmuru çağrıştırarak. Benden hiçbir anımsama belirtisi gelmeyince devam etti.


“O yağmurlu günlerin sonuncusunda bir kaza oldu. Mühendis kadın ve erkek, iki de çocuk. Çocuklar ve kadın öldü. Adam kullanıyordu arabayı, yaralı kurtuldu. O adam bendim. Kaza, benim hatamdı. Diğer araçta da bir kişi ölmüştü. Birkaç ay hapis yattım. Mahkemede bir şey diyemedim, sustum. Çıkınca da susmaya devam ettim. Oralarda duramazdım, buraya gelip yerleştim. Şu tekneyi o zaman aldım, balıkçılığa başladım. Deniz adamı hem evcil hem yabanidir. Benim suskunluğumu normal karşıladılar, yaşımdan ötürü 'Kaptan' dediler, sorduklarında susmama darılmadılar. Ama sevmediler de beni. Uzak durdular hep. Galiba benim istediğim de buydu. Denize bakmayı seviyordum. Zamanımın çoğunu denizde geçiriyordum. Öyle ki, bazen döndüğümde balık bayatlamış oluyor, satılmıyordu. Basit bir hayatım var şimdi. Deniz yetiyor bana. İçki, sigara içmem, tek kötü alışkanlığım şu deniz.”


Durdu. Anlatırken yüzüme bakmıyor, teknenin döşemesindeki tahtaları sayıyor gibi gözlerini oradan ayırmıyordu. Bu duruşun soru sorabilmem için mi, onun anlattıklarını toparlayabilmesi için mi olduğunu anlayamıyordum. Derken sözünü sürdürdü.


“Kısa ama benim öyküm de bu işte. Makine mühendisiyim. Balık, tamirat derken geçiniyorum. Dünyada geçinmek zor iş değil. Hele de isteklerin, ihtiyaçların çok değilse. Ama içinde, kendi kendinle geçinmek öyle değil. Onca zaman geçti bak, hala affetmedim kendimi. Karımı, çocuklarımı öldürdüğümü düşünmediğim gün yok. Çözümsüz bir konu.”


“Geçmişi geçmişte bırakmak gerek.” diyerek araya girdim. Başını kadırdı ama yine bana bakmadı, denize dikti gözlerini.


“Olmuyor. Olmuyor ki. Seslerini hala duyuyorum. Çığlıklarını. Yanımda oturan eşimin, araba takla atarken yanağıma çarpan kolunun sıcaklığını, arkada oturduğu halde ön camdan fırlayan küçük oğlumun kucağıma düşen ayakkabısını...”


Sustu. Devam etmesini bekleyerek ben de suskun kaldım. İçindeki acıyı akıtmasını, irinleri boşaltmasını, belki böyle rahatlar diye bekledim. Sustu ve o gün artık konuşmadı Kaptan. Bir daha da bu konuyu açmadı.


Suskun ve sert görünümlü hali ile yaşamına devam etti bizim Kaptan. Ben bir kaç yıl sonra oradan ayrıldım. Vedalaşmak için aradığımda, denizde olduğunu söylediler. O'na selam bırakarak gittim. Bugüne dek bir daha hiç ayak basmadım buraya. O, nasıl bir başka kentte duramayıp kaçmışsa, belki o kadar acı değilse de kendimce nedenlerle ben de buradan kaçmıştım. Ama yaşam, bir yolunu bulup beni yeniden bu kente getirdi işte.


Sabah, yani bir kaç saat önce, Kaptan'ı aramaya çıkmıştım. Denizdeyse dönmesini bekleyecek, barınaktaysa masasına sessizce oturup çay içecek, teknede rastlarsam gemici düğümünü unutmadığımı O'na gösterecektim. Teknesi oradaydı; boyanmış, biraz yenilenmişti. Önceden yoktu, şimdi bir ad da verilmişti tekneye. Barınağa gittim. Tanımaz gözlerle baktılar bana. Kaptan'ın masası boştu. Ocakçıya sordum. “Bizim Kaptan?” dedi soran gözlerle. “Evet.” dedim. “Teknede yok. Geldi mi sabah?” Ocakçı “Ha, sen bilmiyorsun. Tanıdım şimdi seni. Epeydir yoktun burada, değil mi?” deyince hızla sorularımı sıraladım.

- Neyi bilmiyorum?
- Kaptanı...
- Ne oldu ki?
- Geçen sene tekneyi başıboş bulduk denizde.
- Kaptan?
- Bilmiyoruz. Ortaya çıkmadı. Denize düşse, deniz ölü de olsa adamı geri verirdi.
- Kayboldu yani.
- Evet. Gelmedi. Tekneyi bizim Adem'e verdik. Kaptan gelirse geri verecek ama.
- Hiç haber çıkmadı mı?
- Yok. Ne kendi geldi, ne haberi. Bunca zaman oldu, gelmez artık.
- Kimse görmemiş, duymamış mı?
- Herkes bir şey diyor ya, kulak asma, gören bilen yok.
- Peki, sağol.


Yeniden teknenin yanına gittim. Adem ortalarda görünmüyordu. Tekneye çıktım. Kimse bir şey diyemezdi, tekne Kaptan'ındı. Küpeşteyi okşadım: Sık sık elime kıymık batan yerleri zımparalanmış, verniklenmişti. Adem iyi bakmıştı tekneye. Verdiği ad dışında, yaptığı her şey tekneyi güzelleştirmişti. Bir saatten fazla oturdum, ne Adem geldi, ne Kaptan. Kıyıya atlayıp, halatı çözüp bağladım, yeniden çözüp bağladım. Sanki birazdan sınava girecekmiş gibi gemici düğümü pratiği yaptım. Halatı son çözdüğümde içimden Kaptan'ın teknesini Kaptan'a götürmek, maviliğin bir yerlerinde bekleyen Kaptan'a doğru denize açılmak, hiç geri gelmemek, hiçbir kıyıya çıkmamak, kıyısız sulara ulaşana dek motorla, yelkenle, gerekirse kürekle yol almak geçti. İçimdeki kıskaçlar yüreğimi sıksa da, yaşama bağlı kalmamı sağlacak çok nedenim, bekleyenlerim, geçmişin düşkırıklıklarının yerini almış ve yavaş yavaş yeşermeye, boy atmaya başlamış umutlarım vardı; beni bırakmadılar. Son kez, Kaptan gelse benim eserim olduğunu anlayacakmış gibi fiyakalı bir düğüm attım halata.


Doğrulup, gitmeye davrandığımda, Adem olduğunu tekneyi sahiplenişi ve benden sakınışından anladığım bir adam geldi. Yanıbaşımda durup, kaygılı ve meraklı gözlerle bana baktı. “Adı güzel olmamış Adem.” dedim. “Eline sağlık, çok güzel bakmışsın tekneye ama adını değiştir. Hadi eyvallah!” Elimi kaldırıp salladım. Şaşkınlıkla kekeledi Adem, “Tamam Kaptan” dedi.





Cengiz Aladağ
01/09 Mayıs 2008
Old 19-10-2008, 10:01   #2
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan Gülten

Önnot: Bu öyküden önce, yukarıdaki Kaptan adlı öyküyü okumanızı öneririm.


GÜLTEN


“Pardon! Bakar mısınız?”

Baktım. Gülten. Gülten’im. Aynı gözler; iri, kara. Aynı saçlar; mutedil dalgalı. Aynı küçük, sivri burun. Aynı Gülten. Yıllar öncesinin Gülten’i, Gülten’im.

“Tekne kiralamak istiyoruz da... Siz kiralıyor musunuz veya bildiğiniz biri var mı?”

Yanına doğru gittim. Elini uzattı. Aynı uzun, ince, kemikli parmaklar.

“Merhaba. Suna ben. Yurtdışından arkadaşlarım gelecek de... Onları gezdirmek istiyorum.”

“Nasıl bir tekne? Kaç kişilik?”

“Beş kişi olacağız. Bunun gibi olabilir mesela.”

“Ne zamana?”

“Yarın değil, öbür Pazar. Kaça olur?”

“Sorun değil. Beğendiniz mi tekneyi? Balıkçı teknesidir, biraz balık kokar.”

“Güzel, güzel. Oturacak yer yok ama.”

“Ayarlarız. Şuralara sandıklar koyarım, üstüne de minder; olur. Yeter beş kişiye.”

“Şimdi biz, yani ben öyle düşündüm; buradan adalara gidilecek, sonra Çınarcık... Oradan da ileriye, Armutlu'ya kadar falan... Bir iki yerde durup denize gireriz. Yani bütün gün... Kaç paraya olur?”

Para önemli mi Gülten? Bunca zaman sonra seni bulmuşum, nasıl parayla ölçebilirim ki senin yanında olmanın değerini?

Kısa bir pazarlık; anlaştık. Elimi sıktı ince, uzun, kemikli parmaklarıyla Gülten. Telefonumu sordu, yoktu telefonum. “Ben ya denizde ya buradayım.” dedim. “Kaparo?” Gerekmez. Gitti. Gitti Gülten’im.Ama gelecek. Bunu bilmek ne güzel!

* * *

Fulya arayınca, bir de “geliyorum” deyince deli oldum. Fulya geliyor ya; hem de kaç seneden sonra!

Fulya'yla ta okuldan tanışırız. 3.sınıfta ancak arkadaş olduk, çok kısa sürede dostluğa dönüştü tanışıklığımız. Okul bitince Amerika'ya gideceği tuttu bizimkinin. Orada evlendi, boşandı falan... Hep hızlıydı; hızını korudu Amerika'da da.

Şimdi geliyor. Ne oldu; beni özlemedi ya bu kız? Telefonda sorularıma “konuşuruz” diye yanıt verince daha da arttı merakım. Tamam, konuşuruz da, ne oldu, bir ipucu versene...

Arkadaşlarıyla geleceğini söyledi Fulya. 3 kız daha. Onları misafir edebilir miymişim? Sorulur mu kız; senin arkadaşın, benim başımın tacı.
İyi de, ne yapmalı? Nerede yatacak bu dört kişi? Ne yapacağız, nasıl gezdireceğiz? Hem mekan hem para sorunu var. Ben daha yeni boşanmışım, bir düzen kuramamışım. İşim beni iyi kötü geçindiriyor ya, zengin de değilim. Bizim Fulya'nın öyle rahat aramadığını düşününce ben de rahatlıyorum ama ya diğer misafirler? Hem, biryerlere götürmek lazım konukları, hadi bir gün Çınarcık, bir gün Termal; ya sonra ne yapacağız?

Akşamı bu düşüncelerle edip, rahatlarım diye denizkıyısına geldim. Planım, balıkçılar kahvesinde oturup düşünmek. Dur ama, tekne gezisi nasıl olur? Harika olur. Fulya bayılır denize, misafirler de sever herhalde. Ama bir tekne lazım. Şu beyaz sakallı amcanın teknesi ne güzel; sade bir balıkçı teknesi. Kiralar mı acaba? Kaça patlar bana? Pahalı değildir inşallah!

“Pardon! Bakar mısınız?”

Baktı. Nur yüzlü bir ihtiyar. Yaşı yetmişlerde olmalı ama bedeni dinç. Deniz adamı işte. Üç aşağı, beş yukarı derken anlaştık. Fulya gelince ilk iş bunu söylemeli: “tekne ayarladım kızım, boru değil!”

***

Okulun en güzel kızı mıydı, bana mı öyle gelmişti, bilmiyorum. İkinci yılımda, geçen yıl kaldığım bir dersin tekrarında tanışmıştık. Adını söyleyince, o zamanlar daha ünlü olmamış o esmer adamın acemilik kasetindeki o şarkı aklıma gelmişti: “Gülten’imde yara geçmez.”

Kısa zamanda Gülten’im olmuştu. Okul biter bitmez evlenmiştik. Mutluyduk. Yıllarca mutlu olduk. O yağmurlu güne kadar, o kazaya kadar. Ama gelmişti işte. Gülten’di. Gülten’imdi.

O hafta balığa çıkmadım. Yasak günleriydi; bazen olta bazen çapari atıyorduk, ekmek veriyordu deniz. Ama ben çıkmadım. Sabah gün doğmadan tekneye gelip, uykum gelene dek temizlik yapıyor, oturma yerlerini düzenliyor, gereksiz malzemeleri ortadan kaldırıyor ve teknemi güzelleştiriyordum. Sanki gelin arabası olacaktı.

Gülten'im rahat etsin diye yumuşacık minderler aldım. Gülten'imin sevdiğini bildiğim için taze nergis buldum. Hazırdım O'na. Hazırdım gelişine.

Sonunda cumartesi geldi çattı. Akşam son bir kez herşeyi gözden geçirip, eve gittim. Uyku haramdı bu gece. Yarın Gülten geliyorsa, uyumak ne boş bir eylem. Sabahı zor ettim O'nun özlemiyle. Gün doğar doğmaz tekneye geldim, çay demledim. Biraz bekler, tazelerim çayı; O gelince denize ve yüzüme bakarak içer. Gülümser, hep yaptığı gibi. O gülünce benim kalbimde uçar kırlangıçlar.

***

Havaalanından aldım bizimkileri. Fulya epeyce kilo almış, şaşırttı beni. Arkadaşları da onun gibi dobişko, ben sıska kaldım aralarında. Fulya arabada pek konuşmadı, “vaktimiz çok” deyip geçiştirdi sorularımı. Amerikan aksanı dışında çok net anladım aralarındaki konuşmaları; misafirler daha iner inmez çekinmişlerdi bizim buralardan. Fulya alışık, korkacak bir şey olmadığını anlatıyor onlara.

Cumartesi kolay atlatıldı. Zaten akşamdı eve geldiğimizde. Yemek, kısa bir gezinti, kahve ve sohbet derken yattık. Fulya ile kendime yer yatağı yapmıştım salona. Ancak o zaman konuştu. Deli kızın derdi yine bir delilikmiş meğer. Amerika'da bula bula bir Türk'e aşık olmuş bu sefer. İkisi de birbirine “buraya gel” diyormuş. Bizimkinin de kafası karışmış; bana, eski dostuna danışmaya gelmiş aslında. Ne diyeyim kız! Aşk bu! Sen ne düşünürsen düşün, ben ne dersem diyeyim, aşkı kovalayacaksın. Eh, hanginizin aşkı daha güçlüyse, o gidecek diğerinin “buraya”sına.

Sabah erkenden uyandım, herkesi kaldırdım. Amerikalılar heyecanlı, tekneyi soruyorlar, anlatıyorum, daha da heyecanlanıyorlar. Basit bir kahvaltı hazırlayıp, heveslerini tekneye saklamalarınız söyledim. Saat dokuza doğru hepimiz hazırdık ve evden çıktık.

***

Gülten çok sevindi nergislere. İşte gelmişti! Bembeyaz elbisesiyle martıları kıskandırıyor, elindeki nergisleri koklayıp gülümsüyordu.

Motora yarım yol verip açıldım kıyıdan. Gülten’imin saçları rüzgarda dalgalanmaya başlamış, gamzeli yanakları hafiften pembeleşmişti.

Bakışarak gittik uzun süre. Esenköy açıklarında durdurdum motoru. Yanına oturdum. Gülten’im! Konuşmaya gerek kalmadan anlaşıyorduk. Beni hep sevdiğini, yıllarca aradığını söylüyordu. Ben de Gülten, ben de. Ama geldin ya, artık geçmişin önemi yok. Geçmiş, seni beklemekti. Geçti. Geldin. Gülten'sin. Gülten’imsin. Hiç ayrılmayacağız artık. Hep yanındayım.

Uzakları işaret etti. Gidelim mi Gülten? Oraya mı? Motoru çalıştırıp, işaret ettiği yöne çevirdim teknenin burnunu. Güneş tam karşıdaydı. Gülten, gözlerini kısmış, ayağa kalkmıştı. Ötelere bakıyordu. Ne var orada Gülten? Tamam gidiyoruz. Ama otur bir tanem, dalga olmasa da biraz sallanıyor tekne. Bir elini dayayıp dengesini sağlamak ve oturmak istedi Gülten. Sallantı artmıştı. Diğer elindeki nergisler düştü denize.

Dur, geliyorum! Gülten... Nergisler... Bekle, alacağım şimdi. Gülten’im... Kımıldama... Bekle... Gülten... Düşersin, dur! Nergisler... Deniz... Gülten... Gülten’im...

***

Yaşlı amcaya saat dokuz gibi geliriz demiştim ama biraz geciktik. Daha önce konuştuğumuz yerde değildi teknesi. Belki biraz öteye bağlamıştır diye yürüdük. Tekneler bitip, balıkçı kahvesine gelince, acaba yanından geçip göremedik mi diye geri dönüp baktım. Yoktu amca. Fulya ve Amerikalılar şaşkın. Ben hem şaşkın, hem kızgınım. Nerde bu adam? Neyse kahvedekiler bilirler herhalde. Kahvede sordum. Adını da bilmiyorum ya, yaşlı amca deyip, tarif edince anladılar. Kaptan diyorlardı adama; iki saat önce denize açıldığını söylediler. Ama nasıl olur? Kahvedekilere anlattım; anlaşmıştık, tekneyi kiralamıştık, bizi gezdirecekti dedim. Bilmiyorlardı. Rezil oldum misafirlere. Ne yaptın Kaptan amca? Hay senin!..

19.10.2008
Old 11-02-2009, 11:17   #3
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan Adem

ADEM


Çocukluğundan beri buralarda Adem. Kimse annesini, babasını anımsamıyor. Sanki kundaktayken balıkçı barınağına bırakılmış gibi, buraya ait. Herkesin işine koşar; ağ onarır, tekne temizler, sandıklara balık doldurur, balıkla dolu sandıkları taşır, balıkları boşaltılmış sandıkları taşır, teknede adam eksikse tamamlar ve daha bir çok iş. Kimseden para istemez ama kimse de O'nun emeğini boşa çıkarmaz. Etliye sütlüye karışmaz, pek konuşmaz. Her zaman güleryüzlüdür, saygılıdır. Balığa ve denize ilişkin bir konu oldu mu, kolay öğrenir ama bunlar dışında sanki birkaç tahtası eksik gibi davranır. Kışın barınakta, yazın teknelerin birinde yatar. Gece en geç O uyur, sabahları en erken O uyanır. Yaşı... Yaşını tam bilmiyoruz ama kırkların sonlarında olmalı. Esmerin de karası, zayıf, orta boylu bir ademdir Adem.

Bugünlerde ağzı kulaklarında Adem'in. Kaptan ortadan kaybolunca, tekneyi O'na verdiler. Çok şaşırdı Adem. Bırakın tekneyi, giysileri dışında hiçbir şeyi olmamıştı bugüne dek. “Kaptan'ın tekneyi sana veriyoruz Adem. İyi bak. Kaptan gelince geri vereceksin, tamam mı? Balığa çık. Bir başıma yetemem dersen, bir çocuk tut. Ama her balıktan gelen paranın yarısını tekne payı olarak sakla. Anladın mı Adem?” demişlerdi. Anlamamıştı Adem, kafası karışmıştı. Aklından geçen sorulara yetişemiyordu: Kaptan neredeydi? Tekneyi temizlemesini mi istiyorlardı, balığa çıkmasını mı? Tekneyle balık tutarsa, tamam balıklar kasalarla gidiyordu, sonra herkese para geliyordu; artık O'na da mı para gelecekti? Paranın yarısını nasıl ayıracaktı; hesaplayamazdı ki. Kalan parayı ne yapacaktı? Tekneyi kaç günlüğüne veriyorlardı?

Adem'in aval aval baktığını, gözlerinin kocaman açıldığını, kekeleyerek sorular sorduğunu görenler, durumu anlamadığını sezip, yeniden ve her seferinde daha da basitleştirerek anlattılar. Sonunda Adem şunu anladı: Kaptan'ın teknesi, Adem'in teknesi olmuştu artık.

Sevindi Adem. Daha önce böyle bir olay başına gelmediğinden, sevincini de kendince yaşadı: Bir koşu gidip, Arap'ı yakaladı, getirdi barınağa. Arap, hepimizin kedisiydi. Anadan kıza geçen bir addı aslında bu; 5-6 yavru yapmış, doğurduktan sonra ölmüştü. Güzel yavruları birileri alıp gitmiş, geriye iki kapkara yavru kalmıştı. Ne kadar beslemeye çalışsak da daha bir ay dolmadan yavruların erkek olanı ölmüş, bu kapkara kıza da anasının adı verilmişti. Adem sevincini Arap'la paylaşıyor, kediyi hoplatıp duruyor, “Arap da benim olsun” diye ortalığı inletiyordu. Adem'in neyi kutladığından habersiz Arap, eline bir pençe atıp viyaklayarak kaçınca, bir teknenin sahibi olabileceğini ama kedilerin özgür olduğunu öğrendi Adem.

O gece balığa Adem de çıktı. Her teknede iki üç kişinin yaptığı işi tek başına yaptı, kıyıya döndüklerinde herkes gibi balığını kasalara dizdi ve tüm kasaları kamyonete yükledi. Balığın parası akşama gelecekti. Herkes gidip evinde uyuduysa da Adem tekneden ayrılmadı. Bir kediyi, bir köpeği, bir bebeği sever gibi tekneyi sevdi. Okşuyor, öpüyor, tekneyle konuşuyordu. “Adem'in üç gram aklı vardı zaten, şimdi kaldı iki.” deyip güldü çevredekiler.

Her gün tekneyi temizliyor, parlatıyor; öğleye doğru barınakta yaptığı tarhanayı, çorbadan sonraki çayını teknede içiyordu. Yusuf ustanın teknesinin boyandığı gün, Yusuf'un oğluna bir paket sigara aldı, O da Adem'in tekneye bir isim yazdı: “Holberi”. Kimse bunun anlamını bilmiyor, sorduklarında Adem de söylemiyor, kaçıyordu. Birkaç gün sonra bunun “Halle Berry” olduğunu, Adem'in televizyonda gördüğü aktriste fena halde tutulduğu ortaya çıktı.

Durum açıklığa kavuşunca Adem'in Halle Berry'ye olan aşkı herkesin alay konusu oldu. Her kafadan bir ses çıkıyor, ikisinin de koyu esmerliğinden tutun da, aktristin filmlerde öpüşmesini Adem'in kıskanıp kıskanmayacağına varıncaya dek bir çok şaka yapılıyordu. Adem – yazık – köşeye siniyor, utandı da kaçtı demesinler diye dışarı çıkamıyor, suratı, ölçülse gerçekten bir karış, şakalara cevap da veremeden öylece duruyordu. Sonunda konu gelip, tekneye yanlış yazılan adın nasıl değiştirileceğine dayandı. Herkes “Holberi”nin yanlış olduğunu biliyorsa da, doğru yazılışını kimse bilmiyordu. Ocakçı Ahmet, eski gazeteleri tarayıp doğrusunu öğrenmeyi önerdi. Kafa sallamalarla onay gören bu öneri, aslında zorlu bir işti; kimbilir hangi gazetede aktristle ilgili haber vardı. Bu arada Musa Dayı, Adem'le evlendiklerinde kadının soyadının değişeceğini söyleyip güldü. Öyle bir şey olsa acaba “Çorapçı” soyadı yakışır mıydı Halle'a? Musa Dayı'nın gülüşü yayıldı, barınağı sardı. Ve o zaman Adem, bu konu açıldığından bu yana ilk kez kafasını kaldırıp herkese tek tek baktı, üstüne basa basa iki şey söyledi: “Teknedeki yazı da öyle kalacak, evlenince karısının soyadı da.” Sonra kalktı, çıkıp gitti. Herkes öyle bakakaldı ardından. Bu adam gerçekten aşıktı!

Kaptan ortadan kaybolalı altı ay kadar olmuştu. Adem tekneyi tamamen benimsemiş, artık aynı adlı sevdasının kendi dünyasındaki yansıması gibi, tüm zamanını teknede geçirmeye başlamış, bir tek, koluna takıp dolaştırmadığı kalmıştı. Bizlerin alay etmeleri kesilince Adem suskunluğunu bozmuş, böylece bize yeni eğlenceler çıkarmıştı. Hiçbirimiz farkına varmamıştık ama Adem kadının tüm filmlerini izlemiş, gazetelerde ne kadar fotoğrafı çıkmışsa hepsini kesip saklamış, okuması olmadığı için aktristle ilgili tüm yazılanları garson Mecit'e ya da Yusuf Usta'nın oğluna okutmuş, neredeyse hepsini ezberlemişti. Halle Berry ile ilgili konuşurken artık utanıp susmuyor, şakalarımıza yaz yağmuruymuş gibi katlanıyor, bilgisini ortaya sererek bizim cahilliğimize dudak büküyor, bizi de hayrete düşürüyordu. Yalnızca Halle Berry değil, aynı filmde rol almış erkek oyuncular hakkında da bilgisi sonsuzdu. Fimlerde Halle Berry'nin eşi ya da sevgilisi rolündeki aktörlerin “rol icabı” öyle davrandığını gözleri parlayarak anlatıyor, kıskandığı anlaşılmasın diye telaşla, o aktörlerin ne gibi ödüller aldığından bahsediyor, sözlerini her seferinde “artistlerin işi bu” diye bitiriyordu.

Lodosun teknelerimizi dalgakıranın korumasına hapsettiği, ağ onarıp, üçer beşer metre mesafeden birbirimizle bağıra bağıra gevezelik ettiğimiz bir Nisan günü Adem, Yusuf Usta'ya yaklaşıp, “tekneye kaç paralık mazot koyarsa Amerika'ya gidebileceğini” sordu. Soru hepimizi şaşırttı. Adem, doğanın kafasındaki yerlerine koymayı unuttuğu birkaç çıta yüzünden askere bile alınmamış, bu kentten hiç çıkmamış, deniz diye Marmara'nın üçte birininden fazlasını bilmeyen biriydi; Amerika'ya gitme düşleri mi kuramaya başlamıştı şimdi de?

Kimse dalga geçmedi, çünkü Adem'in canına malolabilecek tehlikeli bir şaka olurdu. Yusuf Usta'ya baktı herkes. Yusuf Usta, sanki bu yaşına dek omuzlarına bundan ağır yük yüklenmemiş gibi, hemen yanıt vermedi, düşündü. Eliyle işaret edip oğlunu çağırdı ve “hani abinin atlası var ya, onu kap gel” dedi. Ercan fırladı. Herkesin işi bırakıp kendisine baktığını görünce, ocakçıya seslendi Yusuf Usta: “Taze çayın var mı Ahmet?”

O kalkınca bizler de ayaklandık ve hep beraber barınağın kapalı kısmına geçtik. Yusuf Usta'nın yanına sadece Adem'i oturtup, sandalyelerimizi çekerek etraflarına yerleştik. Yusuf Usta, gelen çayı yudumlarken “Ercan gelsin hele bir.” dedi ve yeniden suskunluğa büründü. Adem, sabırla bekliyor, belki Yusuf Usta'nın hesap yaptığını düşünüyor, Ercan'dan istediği atlas denen şeyin de, bu hesaba yardımcı olacak bir alet olduğunu sanıyordu. İkinci çayları bitirmeden Ercan çıkageldi, elindeki ince ama geniş kitabı babasına uzattı. Yusuf Usta'nın yüzü gevşedi, dudakları kıvrıldı, perde indiğinde geçirdiği ameliyattan sonra huy edindiği göz seğirmeleri kesildi.

Kitabı karıştırdı Yusuf Usta ve tam ortasında, iki sayfayı dolduran dünya haritasını açıp Adem'e doğru çevirdi; işaret parmağını birkaç kez vurup haritada küçücük görünen Marmara Denizi'ni gösterdi: “Bak bizim balığa çıktığımız deniz bu.” Sonra diğer eliyle Amerika kıtasının olduğu yeri sıvazladı “Amerika da burada.”

Adem'e baktık hepimiz; ilk anlatılışta anlaması güçse de, yüzünün aydınlanışından umutlanmıştık. Adem, serçe parmağını Marmara Denizi'nin üstüne koydu, karışını açıp başparmağını da Amerika tarafına getirdi ve sevinçle bağırdı: “Bu kadar yakın ha!”


Cengiz Aladağ
11.02.2009
Old 11-02-2009, 16:20   #4
üye3578

 
Varsayılan

Harika öykü/ler sayın Aladağ, tebrikler..
Old 10-04-2009, 12:15   #5
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan Ahmet

AHMET


Çay içmeyi sever misiniz?

Ahmet, çay yapmayı sever. Bu küçük kentin denize karşı çay içebileceğiniz az sayıdaki yerlerinden biri olan balıkçı barınağının ocakçısıdır Ahmet. Sıva ustası olan ve yetmişini geçmesine rağmen hala çalışan babasının, kan davası yüzünden göçüp, askerliğini yaptığı bu kente gelmesi nedeniyle doğma büyüme buralıdır. Balıkçı barınağı yapılırken inşaatında çalışmış, bina bitince barınağın ocakçılığına başlamış, belki bir milyon bardak çay sunmuştur insanlara şimdiye dek.

Çay yapmayı sever Ahmet, güzel de yapar. Sorduğumda anlatmıştı: Rize çayına biraz kaçak çay, biraz da çay çiçeği katıp, harmanlıyormuş. Suyu en az 20 dakika kaynatıp, ondan sonra demliyormuş. “İyi çay için su önemli.” demişti, biraz kireçli suyla daha güzel oluyormuş çay.

Basit bir yaşamı var Ahmet'in. Herkesin tersine, sabah uykuyla başlar güne. Ocağı Mecit'e bırakıp arka tarafta, tuvaletleri geçince sağda, kapısı hep kapalı duran penceresiz bir odada yatar; öğleye doğru kalkar. Bu arada Mecit barınağı temizlemiş, bardakları yıkamış, balıktan dönenlere çaylarını verip hatırlarını sormuş olur. Uyandıktan sonra mutlaka denize girer Ahmet; yaz, kış değişmez bu. Barınağın arka tarafında, dere ağzından biraz ötede kendini sulara bırakıp önce yüzünü yıkar, seyrelmiş saçlarını arkaya doğru sıvazlayıp birkaç kulaç atar. Sonra sabaha dek sürecek günü başlar Ahmet'in.

İlk işi Mecit'ten kalan çayı döküp yeni çay demlemek olur. Buna bozulmamasını Mecit'e çok söylediyse de genç garson için için kırılır ustasına, bir kez bile o çaydan içmediği için. Gerçekten de Ahmet, yıllardır kendi demlediğinden başka çay içmemiştir. Diğer takıntılarının yanında çok hafif kalır bu. Örneğin, karpuz yiyemez Ahmet. Domatesten, soğandan, şeftali tüyünden hoşlanmayanları görmüştüm ama karpuz... Nedenini de anlatmaz, “sevmiyorum” der, geçer. Bir başka garip takıntısı ise barınağa yakın büyük camide selâ verildiğinde ortaya çıkar; kulaklarını tıkar Ahmet ve bitip bitmediğini sorar bitene dek. Ailesinden ölen de olmadığı halde neden böyle yapar, bilinmez.

Ahmet'in Ahmet olduğunu, Kaptan kaybolduktan sonra, bu kente yeniden döndüğümde öğrenmiştim. Kaptan'la ilgili üzücü haber beni birkaç gün engellese de, sanki bu kentten hiç ayrılmamış gibi yine sık sık gider olmuştum barınağa. Ahmet, beş kez sormama rağmen adını söylememişti. Mecit gibi değildi, az konuşuyor, kendisi ile ilgili soruları geçiştiriyor, çabucak uzaklaşıyordu yanımdan. Sonunda adını da, O'nunla söyleşmenin yolunu da Mecit'ten öğrenmiştim. Akşamları iş çıkışı gelip, hava güzelse dışarıda, değilse içeride bir çay içiyor, ateş alma bahanesi ile ocağa giriyor, hiç konuşmadan Mecit'in lavaboya üst üste yığdığı “boşları” yıkamaya başlıyordum. O zaman Ahmet'in gözleri parlıyor, bana bir çay doldurup her seferinde “kaç şeker?” diye sorup yanıtını aldıktan sonra bir şeker atıyor, karıştırıyor ve lavabonun üstündeki tahta rafa koyuyordu. Ara sıra deterjanlı elimi durulayıp çayımdan bir yudum alıyor, bardakları yıkarken Ahmet'le sohbet ediyordum. O zaman eşlik ediyordu Ahmet; kendime ilişkin anlattıklarımı kafasını sallayıp dinliyor, şaşırtıcı bir şeyse “Allah Allah!” diyor, gerektiğinde “tabii” diyerek onaylıyor ya da “olacak iş mi?” diyerek tepki gösteriyordu. Sorularımı aralara sıkıştırıyordum. Kısa, bildik sözcüklerle, süssüz ama güvenilir yanıtlar veriyordu. Sanki Ahmet'in yaşamı yalnzca birer ikişer üçer sözcüklük tümcelerden oluşuyordu.

Ama bu uzun sürmedi; Ahmet bugün şakımaya başladı birden. Yazlıkçılardan bir kadına kaptırmış gönlünü, kadın da O'na karşılık vermiş. Yaz boyu gezip tozmuşlar, kış gelince evine dönmüş kadın. Kadıköy'de sık sık buluşup geziyor, elele oturup gözgöze konuşuyorlarmış. Evlenme niyetindeymiş ama anne ve babası bir dulla evlenmesini istemiyorlarmış. Ahmet günlerce uğraşmış ama onları ikna edememiş. Benden yardım istedi bugün.

Önce anlattırdım herşeyi. Gidip nikah günü bile almışlar ama daha Ahmet'in anne ve babasının haberi yokmuş henüz. “Olmadı işte” diyor Ahmet, “Olmadı. Ne dediysem dinlemiyorlar, sırf dul diye istemiyorlar Gül'ü.” “Gül” derken gözleri gülüyor, yanakları gamzeleniyor, gülleri açıyor Ahmet'in. Anne ve babasının ayak diremesinden sözederken ise soluyor çiçekleri, sonbahar geliyor gözlerine. “Sen okumuş adamsın, bir konuşsan? De ki, sanki Ahmet onsekizlik delikanlı mı? Hangi kız varır bu yaştaki adama? Dul da olur kız da, kısmet işi bu de.” diyor umutsuz sesiyle. Derdinin ağırlığını hissediyorum, O konuşurken karşımda; çökmüş omuzlarında taşıyamadığını anlıyor, “bir el atayım” diyorum ya, bakalım dinlerler mi beni? Hem ne diyeceğim, beni tanımazlar bile, nasıl ikna edeceğim onları?

“Bir düşüneyim bakalım.” diyerek ayrıldım yanından Ahmet'in. Pencereyi aralayıp güneşi görmüş gibi baktı ardımdan. O'na umut vermek istemiyordum ama umut isteyerek verilen ya da verilmeyen bir şey değil.

Eve gelip düşüncelere daldım. İnatçı çiftle neler konuşacağımı, ne diyeceğimi, olası karşı çıkışlarını düşünüp planlar yaptım. Ama işin içinden çıkamadım bir türlü. Ahmet, zavallı Ahmet, bu yaşta bile anne babasının ne düşündüğünü önemsiyor, onların itirazlarıyla yüreği burkuluyor, çaresiz kalıyordu. O'na cesaret vermekten öte ne yardımım olabilir ki? Anne ve babasıyla konuşmam boşuna bir çaba değil mi? Kendi çocuklarının isteklerine saygı göstermeyen bir ana babayı, ben nasıl razı edebilirim?

Umutsuzluğa düştüm bu noktada. Saklanmak, Ahmet'i unutmak, bu yükten kaçıp kurtulmak istedim. Ama bunu yapamam. Ahmet'in, içtiğim o güzel çayların hatırı var. Bakalım; hele bir akşam olsun. Gidip ihtiyarlara kendi öykümü anlatayım, kıssadan hisse çıkarmalarını isteyeyim. Umuda sarılalım şimdilik. Umuda, yaşam denizindeki can simidimize.


Cengiz Aladağ
14.02.2009 / 10.03.2009
Old 11-04-2009, 04:22   #6
üye27169

 
Varsayılan

Yolculuk gerekir bazen.
Çeşitli nedenlerle yerinizden
kımıldayamadığınızda bile bir yerlere
gidebilirsiniz aslında.
Bu, tam da öyle; mutfakta, bir
sandalyede otururken çıktığım bir
yolculuğun öyküsüdür...

Keramet sandalye' de mi diyorsunuz
Tebrik ederim.
Yazılarınız "harika"
Old 12-04-2009, 10:42   #7
üye18721

 
Varsayılan

Umuda sarılalım şimdilik. Umuda, yaşam denizindeki can simidimize.


Cengiz Aladağ
14.02.2009 / 10.03.2009

Yüreğinize sağlık Cengiz Bey.Öykülerinizi merak ve zevkle okuyorum.Teşekkürler..
Old 13-04-2009, 14:19   #8
miss_lawyer

 
Varsayılan

Sn Cengiz ALADAĞ, ben de sizi tebrik etmek istiyorum. Bize yaşattığınız, sizden bize yansıyan yolculuk için teşekkürler!
Old 14-04-2009, 14:22   #9
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Cengiz Aladağ
AHMET


Çay içmeyi sever misiniz?

Ahmet, çay yapmayı sever. Bu küçük kentin denize karşı çay içebileceğiniz az sayıdaki yerlerinden biri olan balıkçı barınağının ocakçısıdır Ahmet. Sıva ustası olan ve yetmişini geçmesine rağmen hala çalışan babasının, kan davası yüzünden göçüp, askerliğini yaptığı bu kente gelmesi nedeniyle doğma büyüme buralıdır. Balıkçı barınağı yapılırken inşaatında çalışmış, bina bitince barınağın ocakçılığına başlamış, belki bir milyon bardak çay sunmuştur insanlara şimdiye dek.

Çay yapmayı sever Ahmet, güzel de yapar. Sorduğumda anlatmıştı: Rize çayına biraz kaçak çay, biraz da çay çiçeği katıp, harmanlıyormuş. Suyu en az 20 dakika kaynatıp, ondan sonra demliyormuş. “İyi çay için su önemli.” demişti, biraz kireçli suyla daha güzel oluyormuş çay.

Basit bir yaşamı var Ahmet'in. Herkesin tersine, sabah uykuyla başlar güne. Ocağı Mecit'e bırakıp arka tarafta, tuvaletleri geçince sağda, kapısı hep kapalı duran penceresiz bir odada yatar; öğleye doğru kalkar. Bu arada Mecit barınağı temizlemiş, bardakları yıkamış, balıktan dönenlere çaylarını verip hatırlarını sormuş olur. Uyandıktan sonra mutlaka denize girer Ahmet; yaz, kış değişmez bu. Barınağın arka tarafında, dere ağzından biraz ötede kendini sulara bırakıp önce yüzünü yıkar, seyrelmiş saçlarını arkaya doğru sıvazlayıp birkaç kulaç atar. Sonra sabaha dek sürecek günü başlar Ahmet'in.

İlk işi Mecit'ten kalan çayı döküp yeni çay demlemek olur. Buna bozulmamasını Mecit'e çok söylediyse de genç garson için için kırılır ustasına, bir kez bile o çaydan içmediği için. Gerçekten de Ahmet, yıllardır kendi demlediğinden başka çay içmemiştir. Diğer takıntılarının yanında çok hafif kalır bu. Örneğin, karpuz yiyemez Ahmet. Domatesten, soğandan, şeftali tüyünden hoşlanmayanları görmüştüm ama karpuz... Nedenini de anlatmaz, “sevmiyorum” der, geçer. Bir başka garip takıntısı ise barınağa yakın büyük camide selâ verildiğinde ortaya çıkar; kulaklarını tıkar Ahmet ve bitip bitmediğini sorar bitene dek. Ailesinden ölen de olmadığı halde neden böyle yapar, bilinmez.

Ahmet'in Ahmet olduğunu, Kaptan kaybolduktan sonra, bu kente yeniden döndüğümde öğrenmiştim. Kaptan'la ilgili üzücü haber beni birkaç gün engellese de, sanki bu kentten hiç ayrılmamış gibi yine sık sık gider olmuştum barınağa. Ahmet, beş kez sormama rağmen adını söylememişti. Mecit gibi değildi, az konuşuyor, kendisi ile ilgili soruları geçiştiriyor, çabucak uzaklaşıyordu yanımdan. Sonunda adını da, O'nunla söyleşmenin yolunu da Mecit'ten öğrenmiştim. Akşamları iş çıkışı gelip, hava güzelse dışarıda, değilse içeride bir çay içiyor, ateş alma bahanesi ile ocağa giriyor, hiç konuşmadan Mecit'in lavaboya üst üste yığdığı “boşları” yıkamaya başlıyordum. O zaman Ahmet'in gözleri parlıyor, bana bir çay doldurup her seferinde “kaç şeker?” diye sorup yanıtını aldıktan sonra bir şeker atıyor, karıştırıyor ve lavabonun üstündeki tahta rafa koyuyordu. Ara sıra deterjanlı elimi durulayıp çayımdan bir yudum alıyor, bardakları yıkarken Ahmet'le sohbet ediyordum. O zaman eşlik ediyordu Ahmet; kendime ilişkin anlattıklarımı kafasını sallayıp dinliyor, şaşırtıcı bir şeyse “Allah Allah!” diyor, gerektiğinde “tabii” diyerek onaylıyor ya da “olacak iş mi?” diyerek tepki gösteriyordu. Sorularımı aralara sıkıştırıyordum. Kısa, bildik sözcüklerle, süssüz ama güvenilir yanıtlar veriyordu. Sanki Ahmet'in yaşamı yalnzca birer ikişer üçer sözcüklük tümcelerden oluşuyordu.

Ama bu uzun sürmedi; Ahmet bugün şakımaya başladı birden. Yazlıkçılardan bir kadına kaptırmış gönlünü, kadın da O'na karşılık vermiş. Yaz boyu gezip tozmuşlar, kış gelince evine dönmüş kadın. Kadıköy'de sık sık buluşup geziyor, elele oturup gözgöze konuşuyorlarmış. Evlenme niyetindeymiş ama anne ve babası bir dulla evlenmesini istemiyorlarmış. Ahmet günlerce uğraşmış ama onları ikna edememiş. Benden yardım istedi bugün.

Önce anlattırdım herşeyi. Gidip nikah günü bile almışlar ama daha Ahmet'in anne ve babasının haberi yokmuş henüz. “Olmadı işte” diyor Ahmet, “Olmadı. Ne dediysem dinlemiyorlar, sırf dul diye istemiyorlar Gül'ü.” “Gül” derken gözleri gülüyor, yanakları gamzeleniyor, gülleri açıyor Ahmet'in. Anne ve babasının ayak diremesinden sözederken ise soluyor çiçekleri, sonbahar geliyor gözlerine. “Sen okumuş adamsın, bir konuşsan? De ki, sanki Ahmet onsekizlik delikanlı mı? Hangi kız varır bu yaştaki adama? Dul da olur kız da, kısmet işi bu de.” diyor umutsuz sesiyle. Derdinin ağırlığını hissediyorum, O konuşurken karşımda; çökmüş omuzlarında taşıyamadığını anlıyor, “bir el atayım” diyorum ya, bakalım dinlerler mi beni? Hem ne diyeceğim, beni tanımazlar bile, nasıl ikna edeceğim onları?

“Bir düşüneyim bakalım.” diyerek ayrıldım yanından Ahmet'in. Pencereyi aralayıp güneşi görmüş gibi baktı ardımdan. O'na umut vermek istemiyordum ama umut isteyerek verilen ya da verilmeyen bir şey değil.

Eve gelip düşüncelere daldım. İnatçı çiftle neler konuşacağımı, ne diyeceğimi, olası karşı çıkışlarını düşünüp planlar yaptım. Ama işin içinden çıkamadım bir türlü. Ahmet, zavallı Ahmet, bu yaşta bile anne babasının ne düşündüğünü önemsiyor, onların itirazlarıyla yüreği burkuluyor, çaresiz kalıyordu. O'na cesaret vermekten öte ne yardımım olabilir ki? Anne ve babasıyla konuşmam boşuna bir çaba değil mi? Kendi çocuklarının isteklerine saygı göstermeyen bir ana babayı, ben nasıl razı edebilirim?

Umutsuzluğa düştüm bu noktada. Saklanmak, Ahmet'i unutmak, bu yükten kaçıp kurtulmak istedim. Ama bunu yapamam. Ahmet'in, içtiğim o güzel çayların hatırı var. Bakalım; hele bir akşam olsun. Gidip ihtiyarlara kendi öykümü anlatayım, kıssadan hisse çıkarmalarını isteyeyim. Umuda sarılalım şimdilik. Umuda, yaşam denizindeki can simidimize.


Cengiz Aladağ
14.02.2009 / 10.03.2009


"Allah, Allah!" Çok güzel bir öykü, tebrik ederim.

Ahmet'in ailesi ile ne zaman konuşacaksınız? Merakla bekliyoruz. Belki de Ahmet'ten daha fazla...
Old 14-04-2009, 14:30   #10
Av.Ufuk Bozoğlu

 
Varsayılan

Buraya yazacağım, önceden konu bütünlüğünü bozmak istememiştim ))

Ama methiyeler o kadar yoğunlaştı ki, yazıyorum ben de...

Öykülerinizi çok beğenerek okuyorum, okurken burnuma nefis çay ve iyotlu deniz kokusu geliyor

Ve bir yerlerde bu kişilerin yaşadığını biliyorum

Saygılarımla,
Old 14-04-2009, 21:51   #11
duyurucu1

 
Varsayılan Şahane...

Sevgili Cengiz,

Öyküleriniz çokgüzel.Öykülerin birbiri ile kaynaşıp buluşmalarını sabırsızlıkla bekliyorum.

Lütfen devam.

Selam ve sevgiyle kal.
Old 14-04-2009, 22:45   #12
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan duyurucu1
Sevgili Cengiz,

Öyküleriniz çokgüzel.Öykülerin birbiri ile kaynaşıp buluşmalarını sabırsızlıkla bekliyorum.

Lütfen devam.

Selam ve sevgiyle kal.

Nasıl yani? Aşık mı olacaklar?
Old 11-08-2009, 22:19   #13
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan Öbür Ahmet

ÖBÜR AHMET


Son birkaç yıldır bırakın kardanadam yapmayı, kartopu oynayacak kadar bile yağmayan kar, bu kış gökten kaşar rendelenircesine yağıyor, kuşlar başta olmak üzere tüm canlıların yaşamını zorlaştırıyordu. Bürodan çıkarken eşim aramış, akşama konuk olduğunu müjde verircesine söyledikten sonra balık ve salata malzemesi almamı istemişti. Başka şey istese belki söylene söylene denileni yapacaktım ama balık deyince akan sular dururdu. Hoş, bu soğukta donmaktan kurtulmuş ve akabilen su bulmak da zor.

İskelenin solundaki balıkçılara gittim. Mevsim, balığın bol olmasını gerektirse de hava avlanmayı zorlaştırıyor, fiyatları da ikiye katlıyordu. Tezgahdaki balıklara şöyle bir baktıysam da laf olsun diyeydi bu, kıraça alacaktım. Gelecek konukları da hesaba katıp, açken hep yaptığım gibi, fazla fazla istedim. Sarı yağmurluğu ve çizmeleri ile deniz adamı izlenimi verse de Doğu'lu olduğunu bildiğim Rüstem balığı tartıp, arkasındaki çocuğa uzattı temizlemesi için. Plastik kabı alan ellerini gördüm önce. Fotoğrafını görsem bu ellerin, sıva ustası ya da boyacı sanacaktım sahibini; ellerdeki izleri de kireç ya da tiner yanıklarına bağlayacaktım. Ama bu çocuk, balık temizlemekle kazanıyordu ekmek parasını.

- Adın ne kardeş?
- Ahmet.
- Ahmet, balıkların kafalarını koparıver lütfen.

Başını salladı Ahmet, işe girişti. Cebimdeki bozuklukları bahşiş için duvara asılan küçük kovaya attım. Ellerim kabanımın cebinde sıkıntıyla dikilip kaldım orada. Ahmet, soğukluğunu tahmin edebildiğim suyla temizliyordu balıkları.

- Kaç yaşındasın Ahmet?
- 16 abi.
- Maaşallah boyun da uzun, 20 yaşında gibi duruyorsun.

Gülüyor Ahmet.

- Sen beni askere bile yolladın abi.

Bir yandan balıkları temizliyor, diğer yandan anlatıyor Ahmet; kendisinden değil de ortak bir tanıdığımızdan sözeder gibi.

Babasız büyümüş Ahmet. Annesi genç yaşta evlenmiş, 3 kız doğurmuş önce. "Erkek çocuk doğuramaz bu" gerekçesiyle ailesine geri yollanmış. Aile göçünce, erkek çocuğu burada doğurmuş. Ahmet'in babasına haber salmışlarsa da, gelmemiş bile.

Dedesini baba bilerek büyümüş Ahmet. 5-6 yaşlarında annesiyle aynı babaya sahip olamayacağını akıl edip sormuş, bir güzel dayak yemiş. Sormamış bir daha ama büyüdükçe yavaş yavaş öğrenmiş, anlamış.
14 yaşında, bir meslek öğrensin diye sanayide bir tamircinin yanına vermişler. Üç ay orada, beş ay başka yerde çalışmış ama kaçıp kaçıp yüzmeye ve balık tutmaya gidince hem ustası hem anası kulaklarını uzatmış Ahmet'in ve birkaç gün önce çareyi Rüstem'in dükkanında bulmuşlar. Şimdi gıkını çıkarmadan çalışıyormuş burada.

- Sen de balığa çıkıyor musun Ahmet?
- Yok abi, biz satıyoruz sadece.
- Balık yemesini sever misin?
- Sevmem mi?
- En çok hangisini?
- Ne pişerse artık.

İkibuçuk kilo balığı çabucak ayıklıyor Ahmet.

- Afiyet olsun abi, gene bekleriz.
- Eline sağlık, iyi akşamlar. Rüstem usta, hayırlı işler.

Salata malzemesini de alıp eve çıkıyorum. Konuklar gelmiş. Hızla salataya başlıyor, önce yeşillikleri yıkıyor, körpe rokaların yanında bir tek içiyorum. Musluk suyu Ahmet'i anımsatıyor, üşümeye başlıyorum. Ahmet'in elleri gözümün önünden gitmiyor. Marulların gevşemesini göze alıp sıcak suyu açıyorum biraz. Hayır, su hiç ısınmıyor, tersine daha da soğuyor sanki. "Rakı ısıtır" düşüncesi de boşa çıkıyor, su öylece akarken kendimi yatak odasına atıyorum. Yorganı başıma çekmişken eşim gelip neler olduğunu soruyorsa da, titremekten konuşamıyorum bile.

Taksi, hastane, acil, doktor, serum... Tetkiklerde birşey çıkmıyor. Titiz konuğumuzun yanına aldığı rakı da sahte değil. Herkes şaşkın, bana sorular sorup neler olduğunu çözmeye çalışıyorlar.

- Ne yedin bugün?
- Bu havada dışarıda mı dolaştın?

Kısık sesle "Ahmet" diyebiliyorum.

- Hangi Ahmet?
- Öbür Ahmet.

(11.08.2009)
Old 17-01-2010, 09:48   #15
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

YUSUF


Yusuf'a herkes "Yusuf Usta" der; doğrudan O'na seslenmediklerinde eşi ve çocukları bile. Çünkü ustadır, asıl mesleği elektrikçiliktir. Verimli toprakları olan bir köyde, bir karış toprağı olmayan bir babanın oğlu olarak dünyaya adım atmış, haylazlık edip ilkokulu terk edince daha 10 yaşındayken köye yakın ve adını içinden geçen nehirden alan ilçede çıraklığa başlamış, adaşı ustasından öğrenmiştir mesleğini. Küçük oğlu Ercan, babasının bayramlarda köyüne gidip "rüzgar değirmeni" ya da "uçurtma pili" yaparak arkadaşlarına elektriği gösterdiğini anlattığından sözetmişti. Ercan'ın dediğine göre "rüzgar değirmeni" bildiğimiz fırıldak ama biraz büyük, bir dinamo bağlayıp rüzgardan elektrik üretiyor ve bununla bir küçük ampulü yakıyormuş babası. "Uçurtma pili" ile ilgili ayrıntıları anımsamıyor Ercan ama o da rüzgardan elde edilen elektrikle pili şarj etmeye dayanıyor olmalı.

Buraya gelmesi "bir kız meselesinden dolayı"dır Yusuf'un. Tek bunu söyler, anlatmaz ki bilelim. Bu yıl yetmişini doldurdu. Üç çocuğunun en büyüğü daha yeni döndü askerden, varın anlayın ne kadar geç evlendiğini. Balıkçılığı seçip elektrikçiliği bırakması o oğluyla yaşıttır. Yine de barınakta elektrik işlerine yardım eder, hiç olmadı ne yapılacağını söyler. Oğlanlardan sadece ortanca okumuş, en büyükle en küçükse geçen yıl Yusuf Usta gözünden ameliyat olduğunda tekneyi beraber idare edebilecek kadar balıkçı olmuşlardı.

"Kız meselesi" bilmiyoruz dedik, bari ameliyatı anlatalım: Bir gün ansızın gözlerine perde inmişti Yusuf Usta'nın. Bereket tek başına denizde değilmiş, kapanıvermiş iki gözü, sanki kör olmuş. Sonradan anlattığına göre, küçükken köyde kafasına taş atıp güldükleri Kör Ziya'yı anımsayıp, o hatalarının diyetini böyle ödediğini düşünmüş ve ameliyat için uyutulduğunda da düşünde Ziya'yı görmüş; elindeki bastonu kafasına kafasına vurup "yapmayasın demedim mi a be sana" deyip duruyor, ellerini kaldırıp kendini savunamıyormuş Yusuf Usta.

Ameliyattan sonra birkaç gün yine görememiş, hastanede herkes sağlığına kavuşacağını söylese de, "Kör Ziya'nın ahını aldık bir kere" deyip deyip içini çekmiş Yusuf Usta. Balıkçı barınağına geldiğinde hepimizi çevresine toplayıp bunları anlatmış, kimseye zulüm etmememizi, çocuklarımızı da karıncayı bile incitmeyecek biçimde yetiştirmemizi sıkı sıkı öğütlemiş, "Zulmettiğiniz kör bile bir gün gelip sizi bulur; ama hayatta, ama rüyada..." demişti.

Yusuf Usta barınağın sadece en yaşlısı değil, en saygınıdır aynı zamanda. Kaptan varken her ikisine de saygı gösterilir ama Kaptan kimsenin işine karışmadığı için balıkçılar arasındaki anlaşmazlıklarda yine Yusuf Usta'ya gidilirdi. Yusuf Usta bir kadı gibi tarafları dinler, her birine "Bitti mi?" diye sorar, sonra sanki tanrıyla konuşuyormuş gibi yukarı bakarak ne olması gerektiğini söyler ve kalkıp giderdi. Kararına uyulmaması düşünülemezdi, herkes onun dediğine razı olurdu ama bir kez farklı olmuştu.

Murat adında bir gençti Yusuf Usta'ya karşı çıkan. Selahattin'in yanında çalışan, deli dolu bir çocuktu bu. Yeni evlenmiş, patronuna yalvar yakar zam yaptırmış ama yine de evi geçindiremeyen, istekleri bitmeyen eşinin sözünden çıkamayan bu delikanlı, para hırsı ile tutup kumara alışmış, o gün de kendisi gibi genç Selim'i kandırıp bir kuytuda poker öğretmiş, öncesinde eğlencesine oynadıkları bu oyun Murat'ın ısrarı ile kumara dönüşmüş, tabii parasına oynanan oyunu hep Murat kazanmıştı. Bu ikisi kavgaya tutuştuğunda herkes araya girip ortalığı yatıştırmış sonra Yusuf Usta'nın önüne gelinmişti. Murat'ın ağzı laf yapıyor, makineli gibi anlatıyor, ikide bir "kumar borcu, namus borcu" diyordu. Anlaşıldı ki Selim tüm parasını vermekle kalmamış, bunun oyununa gelip epeyce borçlanmıştı. Yusuf Usta uzun uzun konuşan ama hep aynı şeyleri söyleyen Murat'ı sabırla dinledi, O susunca "Bitti mi?" diye sordu. Murat bu soruyu içinde yine bolca "kumar borcu, namus borcu" geçen tümcelerle yanıtladı. Söz Selim'e verildiğinde bile Murat aynı şeyi tekrarlıyor, "namus" sözcüğünü özellikle vurguluyordu. Selim uzun konuşmadı, “Kandırdı bu beni” dedi, başka birşey demedi. Murat bu tek tümcenin bile arasına girip konuşmaya çalıştıysa da Yusuf Usta bir el işareti ile durdurdu O'nu. Sonra göğe baktı, “Çocuğun parasını geri ver, borç dediğini de unut Murat. Kumarı da bırak ki hayatın kararmasın.” dedi ve gitmeye yeltendi. Murat isyan etti bu sözlere, Yusuf Usta'nın önünü kesip O'nu etkilemek için “Kumar borcu namus borcu değil mi usta?” diye deli gibi bağırmaya başladı. Yusuf'a böyle karşı çıkılmasına alışkın olmayan ahali Murat'ı sakinleştirip susturmaya çalıştıysa da başaramıyor, Murat'ın tepine tepine aynı şeyleri söylemesi ile iş iyice çığırından çıkıyordu. Yusuf Usta önünde bağırıp duran Murat'a bakıyordu. Ameliyattan sonra başlayan göz seğirmeleri bile durmuş, yüzü ifadesizdi. Murat, teranesini tekrarlarken tam “namus” sözcüğüne geldiğinde Yusuf Usta öyle bir tokat attı ki, sesi kesildi, yüzü ağlamaklı oldu delikanlının. “Kumar namuslu adamın işi mi eşek herif, hala ne söylenip duruyorsun?” dedi ve Murat'ı itip gitti.

O gün Selim'e parasını geri verirken kısık sesiyle “sorarım ben bunun hesabını” dedi Murat, bir daha da ne yüzünü gören, ne sesini duyan oldu.


Cengiz Aladağ
(29.12.2009)
Old 23-04-2010, 17:21   #16
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

MECİT


Mecit'in öyküsünü yazmaya başlamadan hemen önce öğrendim Mecit'in öykü yazdığını.

Bir dakika, karışık mı oldu?

Şöyle sadeleştireyim: Ben Mecit'le ilgili bir öykü yazarken ve elbette bu öyküde kullanacak malzeme bulabilmek için Mecit'in ağzını ararken, hatta ağzını aramama da gerek kalmadan Mecit her zamanki gevezeliği ile ben bir sorduysam on yanıt verip herşeyi anlatırken öğrendim ki, O da öykü yazıyormuş.

Yazıyormuş da, kağıda değil.

Yine anlaşılır olmadı sanırım. En iyisi ben öyküyü anlatayım size.

Mecit, balıkçı barınağının garsonu. Yirmi altı yaşında, esmer, ince yapılı ve konuşkan bir genç. Sabah gelir işe, gece gider. Öyle belirli bir işe başlama ve bitirme saati yok; genellikle sabah 8 gibi gelir, gece de 21 gibi paydos eder. Sabahları ocakçı Ahmet uyuduğundan tek başına idare eder orayı, zaten fazla müşteri de olmaz. Temizliği yapar, çay demler, doluları masalara götürüp boşları getirir ve yıkar. Öğle saatlerinde Ahmet kalkınca rahatlar, sadece masalara bakmaya başlar. Kışın tek garsondur, Haziran'dan Ekim'e dek bir garson daha çalışır Mecit'le beraber, yoksa yetişemez müşteriye. Belki geveze olmasa yetişirdi de, çay getirdiği her müşteriyle lak lak edince olmuyor işte.

Mecit'in öyküsünü yazmaya karar verdiğimde Ahmet'e sordum, nasıl yaklaşabilirim, ağzından nasıl laf alabilirim diye. "Hiç çabaya gerek yok." dedi Ahmet, "Sen başla, O dökülür zaten."

Gerçekten de öyle oldu. Ertesi gün erkenden geldim ortalık sakin olsun diye, Mecit'e uzaktan çay karıştırma işareti yaptım, alıp geldi çayımı. Pek müşteri yoktu beklediğim gibi. Bir iki soru sorup konuşmaya konuşturmaya çalıştım, "Dur abi, birer çay daha getireyim de..." dedi, alıp geldi çayları, oturdu. Sonrasında benim birşey dememe gerek kalmadı, hep O konuştu sayılır.

Kendinden, ailesinden, askerliğinden, herşeyden sözetti. Bir ara "Çok iyi hikaye yazarım." dediğinde şaşırıp "Okuyabilir miyim?" diye sordum. Güldü. "Öyle değil be abi." diye sürdürdü anlatmasını, "Öyle kağıda yazmam ben. Sohbet ortamı olur ya, herkes birşey anlatır... İşte o zaman anında kafamda yazıp anlatırım. Ama inandırıcı şeyler anlatırım, kimse atıyorsun demez." Bunlardan birini bana anlatmasını istedim. "Aslında bir hikayem senle ilgiliydi, onu anlatayım mı?" dedi. Şaşırdım, "Benle ilgili mi?" dedim. "Evet" dedi, "Senden konuşuluyordu bir gün, Yusuf usta, Adem, Bekir, Mustafa falan..." Barınaktakilerin benden konuşması sanki olası değilmiş gibi daha da arttı şaşkınlığım ama Mecit hemen açıkladı: "Abicim, herkes seni merak ediyor tabii. Sen bizlerle konuştuğunda kendine dair birşey anlatmıyorsun ki... E, insanlar da merak ediyor, bildiklerini birbirine anlatıyor, seni böyle tanımaya çalışıyorlar abi." Ben de benle ilgili konuşulanları merak etmiştim şimdi. "Anlatsana" dedim Mecit'e. "Dur müşteriye bir bakayım abi." dedi ve ocağa gitti. Birkaç kişi daha gelmişti, hem onlara hem bana çay getirdi Mecit ve anlatmaya başladı:

"Geçen akşam oturuyorduk burada. Yusuf Usta senden bahsetti, iyi adam dedi. Adem atıldı hemen, abuk subuk şeyler söyledi." Rahatsız olmuştum "Ne gibi şeyler?" dedim. "Yok abi, öyle kötü şeyler değil. Bilirsin Adem'i, aklını o artizle bozmuş ya, senin de Kaptan olduğunu iddia ediyor." İyice allak bullak olmuştum, Mecit aldırmadan devam etti: "Kaptan gitti de gelmedi ya, diyor ki Adem, güya sen Kaptanmışsın, denizde kalınca gençleşmişsin, buraya gelmiş Adem tekneye iyi bakıyor mu diye kontrol ediyormuşsun." Güldüm, kaygılanacak birşey yokmuş, Adem'in kendince gevezeliği işte. Mecit anlatmaya devam etti: "Tabii herkes güldü Adem'e, olur mu öyle şey dediler. Bunun üzerine ben de o an aklımda yazdığım hikayeyi anlattım onlara, sen ve Kaptanla ilgili." İşte konuya gelebilmiştik. "Bana da anlat bakalım." dedim. Anlattı Mecit:

"Biliyorsun abi, Kaptan kaybolduğundan beri herkes O'na ne olduğunu merak ediyor. Ne dirisi bulundu ne ölüsü. Ben de ikinizin nasıl tanıştığına dair bir hikaye uydurdum. Dedim ki, kaptanla sen bir deniz kazasında tanışmışsınız. Hani bir Yeşilada feribotu vardı." Başımla onaylıyorum. "Ben yaştakiler pek bilmez, ben de merakından araştırıp öğrendim, bu feribot eskiden İstanbul Bandırma arasında çalışırmış. Hikayede bizim Kaptan da o gemide 2. kaptanmış, sen de yolcuymuşsun. Bir yaz günü İstanbul'dan yola çıkmış abicim Yeşilada. Sen geminin önünde duruyor, denize bakıyormuşsun. Bir saat gittikten sonra hava patlamış, dalgalar olmuş ha böyle..." Eliyle çardağı işaret ediyor Mecit. "Başlamış feribot sallanmaya, dalgada bir inip bir kalkmaya. Sen hala aynı yerde duruyormuşsun. Kaptan da yukarıdan seni görmüş, bu adam denize düşecek, başımıza bela olacak şimdi diye önce bir iki siren çalmış, yukarı bakarsan sana işaret edecek. Yok ama, sen dalıp gitmişsin, öyle denizde gözlerin. Bari gidip söyleyeyim demiş Kaptan, inmiş, yanına doğru yürüyormuş. O sırada 5-6 metrelik bir dalga vurunca heryer su olmuş, bir süre birşey görünmemiş. Sonra bakmış ki sen yoksun. Eyvah demiş, bak dediğim çıktı, düştü adam. Tutunup sarkmış gemiden, ola ki seni görüp can simidi atacak. İşte tam o sıra bir dalga daha, hoop Kaptan da denize..." Mecit, el kol hareketleriyle, yüzünde durmadan değişen mimiklerle öyle akıcı anlatıyordu ki, barınaktakilerin O'nu dinleyip hikayeye inanmalarına hiç şaşmadım. "Feribot biraz daha gidip durmuş ama deniz öyle berbatmış ki hemen geri dönememiş. Kaptan bu arada seni arıyor, hem koca dalgalarla boğuşup hem de sana sesleniyor, dalga onu kaldırdığında çevreye bakıp seni görmeye çalışıyormuş. Neyse ki sen de iyi yüzücüymüşsün abicim, biraz geriden el sallamışsın Kaptan'a. Uzatmayalım, birbirinize doğru yüzüp denizde buluşmuşsunuz. Bir saat kadar sürmüş dalgalarla mücadeleniz. Birbirinize moral vermişsiniz. Epey su yutmuş ama feribot dönüp sizi kurtarana kadar dayanmışsınız. İşte böyle tanışmışsınız Kaptan'la. Sonra da burada karşılaşınca sevinip kucaklaşmışsınız."

Durdu biraz, öykünün bende yarattığı etkiyi ölçtü, ağzımın bir karış olduğunu görünce beğendiğimi anladı ama yine de sordu: "Nasıl abi, güzel mi?" Beğendiğimi, hatta inandırıcılığı karşısında şaşırdığımı belirttim. "Bunu yazabilir miyim?" dedim. Müşterileri gösterip kalktı Mecit. Eliyle önce kendi kafasına doğru, sonra masaya yazma hareketi yaparak izin verdi: "Tabii abi, ben öyle yazdım, sen de böyle yaz."


Cengiz Aladağ
2010
Old 29-04-2010, 00:02   #18
gökyüzü

 
Varsayılan

Mecit'e bir çay daha getirmesini söyleyin. Tıpkı sizin anlattığınız gibi oldukça güzel anlatıyor.
Old 20-08-2010, 09:20   #19
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

DURDU



Durdu Yenge'nin yetmişbir yıldır atan kalbi bu sabah durdu.

Aralık ayı sonlarıydı, sancısı tuttu Melek'in. Köydeydiler, toprak bir metre karla örtülü. Kocası Mustafa, ebeyi aldı getirdi eve. Ebe dediysek sözün gelişi, okumuşluğu yoktu Halise Nine'nin, doğurta doğurta öğrenmişti. Gördü Melek'i, yokladı, döndü Mustafa'nın yanına, "Burda olmaz." dedi, "Bebe ters Mustafa, ilçeye gitmesi lazım."

O ana dek Mustafa'nın tek düşündüğü vardı: "Bu çocuk oğlan olsun bari." İlçe lafını duyunca daha bir karardı yüzü, bu kar kıyamette ne edecekti? Muhtara gitti, sonra jandarmaya, kızakla götürdüler ilçeye Melek'i. Götürdüler ki, ilçede doktor yok. Haydi oradan da Erzincan'a...

Sancıları başladıktan iki gün sonra, 26 Aralık'ta hastaneye yattı Melek. Bas bas bağırıyor, ortalığı inletiyordu ama bebek gelmiyordu bir türlü. Doktor evine gitmedi o gece; bir Melek'e, bir de kavgada boynuna dirgen saplanmış bir delikanlıya koşup durdu. Sonunda doğumu başladı Melek'in gece ikiye doğru.

Sonradan Melek anlattı kocasına, "Tam kızım çıktı içimden, o zaman zelzele durdu." dedi. Beşinci kızın adını Durdu koydular böylece.

Depremden sonra bu tarafa göçtüler, inşaat işlerinde çalıştı Mustafa, büyüttü kızları. Geçim zordu, vazgeçti oğlan sevdasından, başka çocuk istemedi.

Onyedisinde bir adam istetti Durdu'yu. Babası usulen sordu, şaşırtıcı bir yanıt aldı kızından: "Göreyim hele." O gece Melek'e danıştı Mustafa; "Görsün. Karılık edecek, görsün tabii." deyince adamı çağırdı. Durdu annesinin feryat figanına aldırmadı, en eski giysisini giydi o akşam. Kahveleri getirdiğinde baktı. Adama değil, kendisine nasıl baktığına baktı. Gözleri, öldüğünü öğrendiğinde bir daha okula gitmek istemediği, karatahtanın üstünde fotoğrafı asılı adamınki gibiydi. Mutfağa dönüp "Tamam." dedi anasına, "Bu adama varırım, başkasına da varmam artık."

Babasıyla adaş, otuz yaşlarındaydı kocası; balıkçıydı. Her koşulda mutlu olmayı bilen, kanaatkar, sevgi dolu bir adamdı. Bir dediğini iki etmedi Durdu'nun. Çocukları olmadı. Bir Köroğlu, bir Ayvaz, yalnızlığı dert etmeden güzel yıllar geçirdiler. Denizi kocasından öğrendi Durdu, balığı, ağı, Karadeniz türkülerini, şiiri, rakıyı... Balıkçıların "Durdu Yenge"si oldu.

Otuz yıl önce, sıkıyönetim zamanı, iki genç geldi gece, kocasıyla konuştular. Balıkçı Mustafa kafasını salladı, Durdu'ya kısaca açıkladı, gittiler. İki genci, Nazım'ın vapuru usulcacık okşadığı kente götürüp bıraktı Balıkçı Mustafa, dönüşte yakalandı. Durdu üç yıl öğrenemedi kocasının nerede olduğunu. Sonra öldüğünü söylediler, bir mezar gösterdiler İstanbul'da. Diz çöktü, ellerini toprağa sürdü. Sonra kalktı, eve gelene dek hiç ağlamadı.

Yasını tuttuktan sonra balıkçılığa devam etti Durdu. Yaşamına giren üç Mustafa'yı da kendince andı: Her bayramda babasının mezarını ziyaret etti, lüfer akınıyla balıkçıların yüzünün güldüğü bir kış Anıtkabir'e gitti, her hafta kocasıyla yaptıkları gibi iki kadeh koydu tepsiye ve şiirler okudu, türküler söyledi.

Durdu Yenge'nin yetmişbir yıldır atan kalbi bu sabah durdu.



Cengiz Aladağ
(2010)

Old 20-08-2010, 11:50   #20
Nur Deniz

 
Varsayılan

Harika!

Yalnız dikkatimi çeken bir konu var. Cümleleri devirme sıklığınız artmış sanki.
Old 20-08-2010, 12:52   #22
Adli Tip

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Cengiz Aladağ

Durdu Yenge'nin yetmişbir yıldır atan kalbi bu sabah durdu.



Cengiz Aladağ
(2010)


Biz bu güzel hikayeyi başkalarıyla paylaşırken "Durmuş Yenge'nin ... kalbi durmuş" diye mi anlatmalıyız?
Old 20-08-2010, 13:22   #23
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Adli Tip
Biz bu güzel hikayeyi başkalarıyla paylaşırken "Durmuş Yenge'nin ... kalbi durmuş" diye mi anlatmalıyız?

Sadece DURDU demek yeterli bence...
Old 20-08-2010, 14:01   #24
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Mehmet Saim Dikici
Sadece DURDU demek yeterli bence...

Ya da DURMUŞ de...
Old 25-11-2010, 17:33   #25
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

RÜSTEM

Rüstem, barınağın bir parçası değildi; ne balıkçı, ne bildik bir müşteri, ne de garson. Hiçbirimiz tanımıyorduk. O barınağı seçti, burada intihar etti. Öyküsünü, O'nu teslim almaya 20 saatlik yoldan gelen kardeşinden öğrendik.

Beş kardeşin en büyüğüymüş. Ailenin diğer üyeleri gibi hayvancılık yapmış askere gidene dek. Askerlikte görmüş İstanbul'u ve Ayşe'yi, Ayşe de O'nu.

Aralarında, birbirlerini yalnızca çarşı izinlerinde görebildikleri bir aşk başlamış. Ayşe evliymiş, uzun süre saklamış Rüstem'den ama bir gün, bırakacak kimseyi bulamayınca, kucağında bebeğiyle buluşmaya gelmek zorunda kalmış. Rüstem deliye dönmüş, tüm hayalleri yıkılmış. Ama Ayşe, O'nu sevdiğine çocuğu üzerine yemin edince inanmış. "Sana geleceğim" demiş, "Hele askerliği bitir, kızımı da alıp sana geleceğim."

Aylar böyle geçmiş, terhis olmuş bizim asker. Buluşmuşlar Ayşe'yle, plan yapmışlar: Rüstem memleketine gidip, birkaç gün kaldıktan sonra İstanbul'a dönecek, bir iş bulup bir ev tutacak, Ayşe de bu arada ufak tefek eşyalarını toplayacak, kocasının marketinden alabildiği kadar para alacak ve kaçıp gelecek, imam nikahı kıydıracaklar...

Rüstem otobüste hayal kura kura gitmiş onca yolu. Anasının babasının elini öpmüş, meseleyi önce bir yaş küçüğü Celal'e açmış. "Olacak iş değil." demiş kardeşi, "Rahatı bırakıp da sana gelmez o kadın. Eğlenmiş senle. Unut gitsin." Celal'in suratına tokadı basmış Rüstem.

Ailede kimse destek olmamış O'na. Herkesi karşısına almış, ayak diremiş, sonuçta hepsiyle bozuşmuş. Bir hafta sonra İstanbul otobüsüne binmiş, cebinde hayvanlardaki hakkına karşılık kardeşlerinden aldığı paralarla. Sabah Harem'de indiğinde içi içine sığmıyormuş. Bir hemşehrisi sayesinde iki gün sonra Yalova'da kapıcılık işi bulmuş, böylece ev aramasına da gerek kalmamış. Bodrumdaki küçük daireye birkaç eşya almış, Ayşe'ye hazırlamış evi.

Buluştuklarında, O heyecanla birşeyler anlatıyor ama Ayşe hiç de sevinmiş gibi görünmüyormuş. Bir terslik olduğunu anlamış Rüstem, sormuş. "Bula bula kapıcılık mı buldun? Bir de ta Yalova'da..." diyerek ağzındaki baklayı çıkarmış Ayşe.

Birdenbire başlayan aşk, aynı hızla bitivermiş...

Rüstem tek başına dönmüş bodrumdaki dairesine. Bütün gece uyumamış, tek tek herşeyi düşünmüş. Geri dönse bir türlü, kalsa bir türlü... Sabah kardeşine telefon etmiş, anlatmış durumu ve eklemiş: "Sakın ben demiştim deme." Celal de zor durumda kalmış, "Ne diyeyim?" demiş şaşkınlıkla. Sonraki konuşmalarından Rüstem'in helallik almak için aradığını anlayınca telaşlanmış kardeşi, ikna etmeye çalıştıysa da "Beni affedin." diyerek telefonu kapatmış Rüstem.

Celal hemen jandarmaya haber vermiş, onlar da Yalova polisini aramışlar. Kardeşi bir adres veremediği, tek bilinenler Rüstem'in adı ve kapıcılık yaptığı olduğu için ancak ertesi gün evini bulabilmişler. Kapıyı kırıp girmişler ama kimse yokmuş evde.

Bir sonraki sabah barınakta buldular Rüstem'i. En uçtaki, denize en yakın masaların orada. Sağ ayağını sandalyeye basıp masaya çıkmış, demir profillere ip bağlamış, doktor raporuna göre sabaha karşı dörtte ölmüş.

Neden barınağı seçti, burayla ilgili bir anısı mı var, örneğin Ayşe'yle buraya hiç geldiler mi; bilmiyoruz. Öykünün bu yönü eksik kalıyor. Yarım kalan aşkı gibi Rüstem'in...


Cengiz Aladağ
(2010)
Old 06-04-2011, 00:24   #26
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

Ömer adlı son öyküm, bir hafıza kartının derinliklerinde yitip gitti. Bulursam buraya aktaracağım ya da sil baştan yazacağım.
Old 30-09-2011, 22:28   #27
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan Musa

MUSA

Herkesin "Musa Dayı" diye seslendiği Musa aslında en genç balıkçılardan biri. Dayı lakabı ablaları ile ilgili. Dokuz kardeşin en küçüğü ve tek erkek çocuk Musa. Ablaları evlenip, ikişer üçer çocuk sahibi olunca, dayı olma konusunda belki de ülke rekorunu kırdı. İlk birkaçında değilse bile, yeğen sayısı onu geçince, herkes "Musa Dayı" demeye başladı O'na. Şimdi sorsak, ablalarının ve eşlerinin adlarını sayar ama sıra onların çocuklarına gelince çabucak pes edeceği kesin. Sayıları bu yıl yirmi üçe ulaşan yeğenler, balıkçılar arasında yeni şakaların ilham kaynağı. Hiç heveslenmeyin; yeğenlerden iki futbol takımı kurulabileceği esprisi çok önce yapıldı.

Ablaları çoluk çocuğa kavuşadursun, Musa henüz bekar. Ana babasının evinde oturuyor, pek bir masrafı da yok. Kazancından artırdığını altına yatırıyor ve bu açıdan da diğer balıkçıların şakalarına hedef oluyor. Hele aklı yarım Adem'in uydurduğu hikaye ilginç: Güya Musa bir kıza abayı yakmış, anasıyla istemeye gitmişler. Kızın annesi de kocaman bir küp tutuşturmuş bunların ellerine, bu küp altınla dolmadan kızı vermeyeceğini söylemiş. O gün bu gündür Musa küpü doldurmaya çalışırmış. Bir küpü olmasa da Musa'nın her ay bir iki küçük altını bir kenara attığı kesin. Ama bu konunun açılmasını sevmez, utanır, televizyon izlerken altın fiyatları haberi çıktığında bile başını çevirir.

İşte bir gün Musa'nın başına hem yeğenleri hem de altınlarıyla ilgili bir olay geldi:

Yeğen çok olunca denk gelmiş, ikisinin aynı, birinin de bir dün sonraydı doğumgünü; üçüne birden kutlama yapıyorlardı geçen Pazar. Musa'nın annesi pasta yapmış, kızlar da biraz süslemişlerdi evi. Musa çok durmadı, çocukların şamatasından kurtulmak için dışarı attı kendini. Akşam gittiğinde evde yas havası vardı sanki. Anası anlattı altınların kaybolduğunu. Çocuklar, nasıl olduysa, Musa'nın yatak yorgan denklerinin arasında kem gözlerden sakladığı altınları bulmuş, oyuncak para gibi onlarla oynamış, içlerinden biri altınları bozuk para sanıp bakkaldan onlarla şeker almaya kalkışınca adamcağızın haber vermesiyle durum ortaya çıkmıştı. Ne Musa ne de annesi altınların tam sayısını biliyordu ama çocukların ellerinden, ceplerinden ve yerlerden toplananlar azdı, bu kadarcık olmamalıydı Musa'nın birikimi. Evi aramaya girişti burnundan soluyarak, annesi heryeri aradığını söylese de üç beş tane daha buldu. Ama daha fazla olmalıydı. Kapıyı çarpıp çıktı Musa, en yakındakinden başlayıp tüm ablalarının evine uğradı. Her birinde yeğenleri sorguya çekiyor, söylene söylene ceplerini boşalttırıyor, cebinden altın çıkan yeğenlere tokadı basıp küfrediyordu. Kimse daha önce Musa'yı bu kadar sinirli görmediğinden, O'na bulaşmayıp yaptıklarını sineye çekiyorlardı. Ama son uğradığı ablası Hilal'in evinde öyle olmadı. Musa'nın altı yaşındaki oğluna bağırıp kafasına vurduğunu gören babası Serdar, O'nu tuttuğu gibi önce duvara yapıştırdı, sonra kafa göz demeden girişti. Musa'nın gözleri faltaşı gibi açıldı önce, yaşananlara şaşırdı, sonra yüzü acıdan gerilmiş durumda yere yığıldı. Hilal engel olmaya çalıştıysa da Serdar hiç dinlemedi, ayaklarından sürükleyerek Musa'yı kapıdışarı etti.

Yerden kalkacak hali olmayan Musa bir süre öylece yattı tozun toprağın içinde. Yoldan geçenler yardım önerdi ama hepsini tersledi. Kalkıp eve gitti, "Bu ne hal? Ne oldu oğlum?" diyen anasına yanıt vermeyip, bütün altınları aldığı gibi dışarı fırladı.

Barınağa geldiğinde geceyarısına yakındı. Ben bir kenarda kitap okuyordum; az ilerideyse Yusuf Usta, Ahmet, Mecit ve Adem vardı. Mecit birşeyler anlatıyordu yine. Musa'yı görünce herkes telaşlandı ama O sadece Yusuf Usta'yla konuşmak istiyordu. Yavaşça kalktı Yusuf Usta, elini Musa'nın omuzuna koydu, yürüdüler. Arkalarından bakakaldık, neler olduğunu merak ettik. Bir süre sonra Yusuf Usta yalnız döndü, sorduk ama ne olduğunu anlatmadı, Musa'nın öğüt istediğinden bahsetti sadece. Adem atılıp, öğüdü bize de aktarmasını diledi. Mani gibi bir yanıt verdi Yusuf Usta: "Altı aynıyken toprağın, ne edeceksin altını?"

(2011)
Old 05-03-2012, 13:43   #28
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

ÖMER

Kaptan'ın kayboluşundan bu yana iki yıl geçmişti. Adem artık tekneyi sahiplenmiş, yarım aklına rağmen balık satışına alışmış, paralarını öncelikle teknenin bakımına ayırıp, çok azını harcamaya ve kalanını biriktirmeye başlamıştı.

Bir gün barınağa bir genç gelip, iş aradığını söyledi. On kişiden fazlaydık içeride; ben, Ahmet ve Mecit'ten başka herkes balıkçıydı ama adama ihtiyacı olan yoktu. Başlar Yusuf Usta'ya döndü, bir sessizlik oldu. Genç adam ayakta duruyor, kimsenin konuşmamasına şaşırmış, birinin yanıt vermesini bekliyordu.

Sonunda Yusuf Usta'dan ses çıktı:
- Adem, sen tek başına idare ediyorsun tekneyi ama bak bu çocuk da ekmek yer oradan.
Adem bir anda korktu, tekne elinden gidecekmiş gibi telaşlandı, "Aman Usta!" deyip Yusuf'un yanına geldi. O ise ayağa kalkıp gence doğru gitti, elini uzattı, sordu:
- Adın ne evlat?
Genç eğildi, Yusuf Usta çekmeye çalışsa da sarılıp elini öptü.
- Adım Ömer. Bana sahip çıkarsanız duacınız olurum.
Yusuf Usta bir elini gencin omuzuna koydu, diğeriyle yer gösterdi.
- Buyur, bir çayımızı iç hele, konuşuruz.

Adem, yerine oturmuş şaşkın şaşkın bakıyor, bizlerse genci süzüyorduk. Çaylar gelince Yusuf Usta sordu, genç adam yanıtladı. Zonguldak'tan gelmişti Ömer. Burada amca oğlu vardı; şimdilik kalacak yer sorununu böyle halletmiş, iş arıyordu. Baba mesleğiydi balıkçılık. Kendi tekneleri olmamış, gırgırda, trolde çalışmışlardı baba oğul. Askerdeyken önce annesinin, sonra babasının ölüm haberini almıştı aynı yıl. Dönüşte o evde duramamış, bir zaman ablasında idare etmiş, sonra göçmeye karar vermişti. Buraya gelmişti işte.

Eliyle Adem'i çağırdı Yusuf Usta:
- Bak, Ömer işin acemisi değilmiş. Yükünü hafifletir. Yevmiyesini ben söylerim sana. Hadi hayırlı olsun.
Adem öyle şaşkın dururken Ömer atılıp O'nun da elini öptü, "Sağol Adem Abi." diyerek yerini vermeye davrandı. Ben, "Şimdi bayılacak adam." diye düşünürken, tam tersi bir anlamışlıkla "Gel de bizim Holberi'yi gör." deyip, Ömer'i alarak tekneye götürdü Adem.

O sabah balığa beraber çıktılar. Ömer hem genç hem güçlüydü, Adem olmasa bile işin altından kalkabilecek kadar da deneyimliydi. Hava güzel, balık boldu. Barınağa en erken dönen onlar oldu o sabah. Mezgitler, sarıkanatlar, barbunlar, istavritler ayrıldı kasalara; Adem'e "Sen hele otur Usta." deyip, hepsini kamyonete yükledi Ömer. Adem'in keyfine diyecek yoktu; ağzı kulaklarında, çay içse yarısı yanağından dökülecek bir halde, ellerini beline koymuş Ömer'i izleyerek memnunluğunu dile getiriyordu: "Hey anam hey! Maaşallah diyeyim."

Aylar geçti. Ömer herkese, herkes de Ömer'e alıştı. Bir tek Kemal'le geçinememişti. İlk kavgaları Ömer'in, Arap'ın adı yine Arap olan yavrusuna tekme savurmasından çıkmıştı. Kedileri sevmeyen bir balıkçıyı ilk kez görüyorduk, hepimiz tepki gösterdik ama Kemal'in "Sevgisiz herif!" demesiyle Ömer deliye döndü, Kemal'e girişti. İkisi de genç, güçlü çocuklar; zor ayırdık.

İkinci kavgaları denizde olmuş. Evet, denizde. Kemal ve kardeşlerinin teknesi, Holberi'nin yanından geçerken Kemal'in kendisine doğru bakması Ömer'i çıldırtmış. Adem'in yapma, etme demeleri işe yaramamış, bizimki dümene geçip yetişivermiş onların ardından. Tekneler yanyana gelince de dümeni sabitleyip, öbür tekneye atlamış. Kardeşleri Kemal'i zor almışlar Ömer'in elinden, zaptedemeyince mecburen denize atmışlar. Adem dümene geçip de gelmiş yanına, yoksa bu deli oğlan buraya kadar yüzmeye kalkacakmış.

İlkinde Yusuf Usta'dan saklayalım, yaşlı adamı üzmeyelim demiştik ama bu son olaydan sonra Adem gidip söylemiş. İkisini de çağırdı Yusuf Usta, sordu, dinledi. Bizlere baktı, az düşünüp Ömer'e döndü:
- Bir gün yavru kedileri seversen yine gel. O zaman hepimizle iyi anlaşırsın.

Cengiz Aladağ
(03.03.2012)
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi


THS Sunucusu bu sayfayı 0,10475612 saniyede 13 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.