Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Kitap Kitap İncelemeleri, tavsiyeleri, yazarlar ve kitaplara ilişkin sohbetler. (Bu forum hukukla ilgili OLMAYAN kitaplara yönelik olup, siyasi ve dini içerikli kitaplar konu dışıdır.)

Onlar "nasıl" Yazmışlardı?

Yanıt
Old 02-12-2007, 12:36   #1
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan Onlar "nasıl" Yazmışlardı?

Merhaba "yazma eylemi" ile ilgili olanlar ve bu heyecanı derinden yaşayanlar.

Kimileri "esin perisi" bekler yazmak için. Kimisi de bir olaya tanık olduğunda ya da bir haberden (müzik parçasından, dedikodudan vs) etkilendiği için yazmaya başlar. İlk örnek Selim İleri'den.


http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=620085
Roman Yazarken

John Fowles çok sevdiğim bir romancı. Özellikle Fransız Teğmenin Kadını onun çok sevdiğim bir romanı. Herhalde on yıl geçti, belki daha fazla; okumuştum, Fowles, roman yazarken gizemli bir eyleme karıştığını söylüyordu.

Düşünsel yazıların ille bir plan çerçevesinde yazıldığını, ama kurmaca metinlerin birçok belirsizlikle, pusla, bulanıklıkla çıkageldiğini söylüyordu. Yazar, ilk taslak çıkıncaya kadar, rotasız bir yolculukta. Anlatmaya koyulduğunuzda, önünüzde bir sürü yol, imkân, olasılık...

Bayılmıştım. Çünkü ben de üç aşağı beş yukarı böyle çalışırım. İlk taslak çıkıncaya kadar aynı sayfalar üzerinde gider gelirim. Bir yabancıdır yazdığım roman. Birbirimize git git alışırız. Dostluk sonra kurulur.

Fakat her romancıda öyle mi? Tanıdığım kimi romancılarımızın çalışma yöntemlerini hatırlamaya çalışıyorum. Gizli gizli izlemiş olmalıyım.

Tanıdığım ilk romancı Halide Edip Adıvar'dı. Son eseri Hayat Parçaları çoktan yayınlanmıştı o zaman. Enikonu yaşlıydı Halide Edip. Yeni bir roman yazacağını, adının Azap Kapısı olacağını tekrar tekrar söylemişti. Halide Edip, belki de, 'ad' bulduktan sonra masa başına geçen romancılardandı.
Zaten bazı romanlarında adlar akrabadır: Sinekli Bakkal ismini bir sokaktan alır. Ardından Âkıle Hanım Sokağı gelir...

Kemal Tahir, John Fowles'ın tersine, roman yazarken ille taslak çıkarırdı. Köyün Kamburu'nu, Yorgun Savaşçı'yı öyle mi yazmıştı, bilmiyorum. Bununla birlikte Devlet Ana'nın planlarını görmüştüm. Adeta sahne sahne kurgulanmıştı roman, kâğıt üstünde.

Yıldız Alacası adlı bir roman yazacaktı Kemal Tahir. Koskocaman bir plan çıkarmıştı; onu da görmüştüm. Bölüm bölüm tasarlıyordu romanını. Hangi bölümde neler yazılacağını, neler yazılması gerektiğini önceden tasarlıyordu. Böylece, kurmak istediği dünyanın bir 'şeması'nı çıkarıyordu. Olup bitecekleri önceden bilmek ve görmek istiyordu galiba.

Attilâ İlhan'ın nasıl çalıştığını iyi bilirim. Sormuştum: Attilâ İlhan, sabah erken saat, bir sayfa yazarmış. O sayfayı akşama kadar dinlendirip, akşam da tekrar elden geçirirmiş. İmbikten geçire geçire. Hatırlıyorum: Kanlıca'da bazı yaz geceleri, saat ona doğru sofradan kalkar, odasına çekilir, bir saat kadar ortalarda görünmezdi.

Oktay Rifat'a mektup yazmıştım; Bir Kadının Penceresinden'i nasıl yazdığını sormuştum. Benim için görkemli bir romandır Bir Kadının Penceresinden. Oktay Rifat yanıtladı; o romanını sezgilerinin kılavuzluğunda yazdığını belirtiyordu. Bir 'duyuş' olarak belirmiş romanın kimi kişileri. Şair onları karanlıkta görmüş. Sonra duyumsamaya, yaşamaya koyulmuş.

Ama Bay Lear başka türlü yazılmıştır. Kitabı okuyanlar hatırlayacak; Oktay Rifat bu romanını bir oturuşta, handiyse ara vermeksizin yazdığını, yazdıklarına dönüp bakmadığını söyler. Cesaret isteyen bir yöntem...
Sevgi Soysal, Yenişehir'de Bir Öğle Vakti'ni cezaevinde yazdı. Günde şu kadar sayfa -galiba sekiz sayfa- yazacağım diye bir disiplin kurmuş. Bir bakıma, cezaevinin koşullarını unutmak isteğiyle. Her gün o kadar sayfa yazarak, çalışarak 'direnmiş'.

Anlatmışlardı: Halikarnas Balıkçısı esin anılarını, esin zamanlarını gereksinirmiş. Esin perisi var mıdır, yok mudur demeyin. O an geldi mi, Halikarnas Balıkçısı dolu dizgin yazmaya koyulurmuş. Sonra bazan günler, haftalar, hatta aylar geçer, romanına tek satır, tek cümle eklemezmiş. O coşkun üslûba elbette böylesi yaraşıyor.

Bir başka ustanın, Peride Celal'in de nasıl yazdığını az buçuk biliyorum: Peride Celal yıllarca... evet, yıllarca bekletiyor yazdıklarını. Bu, her roman için geçerli olmasa da. Kimi zaman yarım bırakıyor, yıllar sonra yeniden ele alıyor, yeniden yazıyor. Kurtlar işte yılların verimi. Kurtlar'ın içinde yer alan ikinci metin yıllar önce yazılmış, yıllarca bekletilmiş...

1997'de bir soruşturmaya yanıt yazmışım:
"Bende her roman, sanki unutulmuş bir romandır da, siz onu yeniden hatırlamak istersiniz. Gelgelelim bir türlü hatırlayamazsınız. Yazdıklarınız hep yarım, eksiltilidir. Roman bende hayal kırıklığı. Roman yazmak, bu kez olacak! bu kez başaracağım! sanısından ibaret. Oysa o kez de olmaz. Yeniden yazarsınız..." Çok mu karamsarmışım?
Old 02-12-2007, 12:48   #2
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

İkinci örnek Murathan Mungan'dan:

http://bianet.org/bianet/kategori/bi...de?from=bulten

Murathan Mungan'dan Cümleler Halinde

Benim için her yazı, ciddi ve ağır bir sınava hazırlanmak gibidir. Dert ederim. Unuttuğum dersleri yeniden çalışırım. Abartırım. Büyütürüm.

www.murathanmungan.com - İstanbul

01 Aralık 2007, Cumartesi


Murathan MUNGAN
İçinden geçtiğim günleri cümleler halinde özetleyebilirim ancak. Belki toplamı bir yazı eder.

İletişim Yayınları tarafından Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce başlığı altında bugüne dek 8 cildi yayımlanmış olan dizinin 9. ve son cildi için arkadaşım Tanıl Bora'nın isteği üzerine bir yazı yazmaya çalışıyorum ne zamandır. Yazının adı "Yalpa". Türkiye'nin kültürel sosyolojisi için neredeyse anahtar kavram düzeyinde kullandığım "yalpalama" ediminden yola çıkarak bir yaklaşım getirmeye çalışıyorum.

Benim için her yazı, ciddi ve ağır bir sınava hazırlanmak gibidir. Dert ederim. Unuttuğum dersleri yeniden çalışırım. Abartırım. Büyütürüm. Her şeyi fazla ciddiye alır ve fazla büyütürüm. Belki okurun işine yarayan bu özelliğim, bana hayatı zindan eder. Bugüne dek hiçbir yazıyı kendime zehir etmeden bitirememişimdir. Bunun bilinmesini isterim.

Şimdi en azından söz konusu o 8 ciltte kimler neler yazmış diye didiklemeden bu yazıyı bitiremeyeceğimi, yanı sıra diğer referans kitapları arasında kaybolacağımı; bu araştırmalar, taramalar, yeni okumalar ve yeniden okumalar sırasında yeni yazı konuları, başlıkları bulacağım ve başıma yeni dertler alacağım için kendime kızacağımı, bu öneriye "Evet" dediğim daha ilk gün biliyordum. Nitekim öyle oldu.

Her yazı öncelikle bir dil bulmaktır. Dilini bulmuş olmak, bir yazının yarısı eder. "Yalpa" için ilginç bir dil bulduğumu düşünüyorum.

Bir de bakıyorum, bu yazının içeriğine değin kimi ipuçları "aralık" dergisinde Bülent Somay ile yaptığım söyleşide dökülüvermiş ağzımdan.

Yazılı ya da sözlü söyleşilerde çoğu kez başınıza gelen bir şeydir bu. Kendinizden çalarsınız. Yazacağınız, yazmayı düşündüğünüz, yazmak istediğiniz konular birdenbire söyleşinin malzemesi haline geliverir.

Yeri gelmişken genel olarak yazı malzemesi ile söyleşi malzemesi arasındaki bu ilişki hakkında birkaç söz etmek isterim: Bazen kaleme aldığınızda çok daha iyi ifade edebileceğinize inandığınız düşünceleri, söyleşinin dağınık düzen akışında daha azına feda ettiğiniz olur.

Keşke oturup sakin sakin, daha etraflıca, konunun bütün katmanlarına ışık düşürecek biçimde yazsaydım, dersiniz. Gene de yazıya geçmiş olan söyleşiler bir biçimde belgelenmiş sayılır, oysa bazen tersi olur, diyelim bir konferansta o an çok daha iyi ifade ettiğinizi düşündüğünüz kimi sözler, düşünceler yazı masasının başına geçtiğinizde aynı berraklıkla gelmeyiverir dilinize.

O günkü konuştuğunuzu, kendi sözünüzü, kendi sesinizi hatırlamaya çalışır; doğaçlamanın gücüyle içinizden süzülmüş olanı, masa başında ruh çağırır gibi çağırırsınız. Bazen de içerik olarak hatırlasanız da cümle ve sözdizimi olarak unutursunuz söyleşide demiş olduklarınızı. Her sözlü performans başarısı, yazılı performans başarısı haline gelmeyebilir. Hayıflandığınızla kalırsınız. Birçok sözlü söyleşim, kaydı tutulmadığı için havaya yazılıp kaybolmuş gibidir benim için.

Hayıflanmalarımdan biridir bu.

Geçerken Söylenmiş Sözler...
"Murathan 95" kitabında Geçerken Söylenmiş Sözler başlıklı bölümde benimle o güne dek yapılan söyleşilerden belli üst başlıklar çerçevesinde derlenen parçalar yer alır. Daha o zaman karar vermiştim: Günün birinde benimle farklı tarihlerde yapılan çeşitli söyleşilerden belli başlıklar, bağlamlar, sık sorulan sorular çerçevesinde bir derleme yapıp, adını da Geçerken Söylenmiş Sözler koyacaktım. En geç 2010 yılına kadar çıkarmayı düşündüğüm kitaplardan biri de budur.

Geçerken Söylenmiş Sözler yayımlandıktan sonra uzun bir süre hiçbir yere söyleşi vermek niyetinde değilim. Aynı sözleri yinelemektense kitabımdan alıntılar yapmalarını yeğlerim. Bana gelen nehir söyleşi kitap önerilerini reddetmemin nedeni de budur. Geçerken Söylenmiş Sözler bitip çıkmadan bunun yapmamam gereken bir şey olduğunu iyi biliyorum.

Neden mi 2010? Çünkü bu, kendim için belirlediğim bir dönemecin tarihidir. Gelecek günler ne gösterir bilinmez, ama şimdiden verdiğim karar odur ki, 2010'dan sonra en az üç-dört yıl kitap yayımlamamayı düşünüyorum. Daha çok okumaya, gezmeye, seyahat etmeye, arkadaşlarıma, dostlarıma zaman ayırmak istiyorum. Yaşlanmadan Afrika'yı, Avustralya'yı görmek istiyorum. Birkaç yıl Madrid'de yaşamak istiyorum. Çalışan Boğa olarak elbette boş duramam, gene yazarım, ama yayımlar mıyım, bilmiyorum. Bir-iki romanın, oyunun kuluçkasına yatarım.

Hayat Atölyesi...
Evet kurduğum hayaller bunlar, ama hayatın bana kurduğu tuzaklar nedir, onu bilemem.

Mehmet Güleryüz'ün 28 Kasım'da Yapı-Kredi'de açılacak olan heykel sergisi nedeniyle yazdığım katalog yazısı bu ayın uğraşıydı benim için. "Resim ile Heykel Arasında Birkaç Adım" başlıklı bu yazı, tıpkı "Yalpa" başlıklı yazı gibi, 2008 sonunda yayımlamayı düşündüğüm Hayat Atölyesi adlı kitabımın "İstediler Yazdım" başlıklı bölümünde yer alacak.

Bir de böyle Hayat Atölyesi gibi kendi kendine biriken kitaplar vardır. Bir anlamda Soğuk Büfe'nin kardeşi sayılabilecek bir kitap bu. Genel karkasını çattım, günler içinde bölüm bağlamlarına göre eksiklerini tamamlıyorum.

Aralık 1999'da yüzyıl biterken Doğduğum Yüzyıla Veda başlıklı tek baskılık bir derleme kitap yayımladım. O güne dek yayımlanmış 13 şiir kitabımdan belli bağlamlar içinde seçilerek bölümlendirilmiş özel bir kitaptı bu. Bu kitabı çatmaya hayli emek harcadım, çok özen gösterdim; bu nedenle benim için ayrı bir değeri vardır. Kitap kapağının ön kulağında bu 13 kitabın adı, arka kulağında ise önümüzdeki yıllarda yayımlamayı düşündüğüm kitapların adları sıralanıyordu.

Arka kulakta yer alan ve geleceklerini haber veren kitaplardan Erkekler için Divan, Timsah Sokak Şiirleri ve Eteğimdeki Taşlar'ı zaman içinde sırayla yayımladım. "Okuduğum Kitaplar" ve "Ot", Eteğimdeki Taşlar'a katıldılar. Adları yazılı olan diğerleri için kendime ve okura verdiğim sözleri saklı tutuyorum. Örneğin, becerebilirsem gelecek yıl İkinci Hayvan'ı bitirmek istiyorum önce.

O arka kapak kulağındaki listede Dağ yok. O sıralar aklımda, gönlümde de yoktu çünkü. Hayatın bana, benim de kendime yaptığım sürprizlerden biri bu. Hesap etmediklerimizin hayatımızı ziyaret etmesinin zevki, keyfi bir başka oluyor. Yaşam başka bir yerinden tazelenip yenileniyor sanki.

Umarım, dilerim size bir dağ havası taşır benim Dağ'ım.
Old 02-12-2007, 12:52   #3
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Üçüncü örnek Ursula L.Guin'den(THS'deki yarışmaya katılanlar ve izleyenler için):

http://bianet.org/bianet/kategori/bi...ku-yapan-nedir
Öyküyü Öykü Yapan Nedir?

Yazmak, mecrası ne olursa olsun, sözcüklerden oluşur; sözcüklerse bedenseldir, bedenden ve nefesten oluşur, beden tarafından alımlanır, bedenle hissedilir; sözcüklerin ritimleri bedensel ritimlerdir.

BİA Haber Merkezi - İstanbul

10 Kasım 2007, Cumartesi


Ursula K. Le Guin
Öyküyü öykü yapan...

Sizin "bundan sonra ne olacağını bilmek" istemenizdir –öykünün bu kadarcık bir parçası, sizi bir sonrakine götürür.

Koşmak gibi; sol ayağı sağ ayağın önüne koymak zorundasınızdır -çünkü o sırada yere değen sağ ayağın üzerinde dengeli değilsinizdir ama koşu sırasında öne doğru eğiliyorsunuzdur- sonra da sağ ayağı sol ayağın önüne koymak zorundasınızdır, çünkü, den den... Bu "tutamam kendimi" türü bir öyküdür; hızlı, şüphe uyandıran. Pek manzara görmezsiniz koşarken, pek bir şey öğrenmezsiniz de. Koşmak için koşarsınız, haz ve heyecan için.

Bir de yürümek gibi olan öykü vardır, düzenli; kendinizi yürüyüşün akışına kaptırır, çevrenizdeki her şeyi, daha önce hiç görmediğiniz bir manzarayı görürken yol alırsınız. Ve yürüyüş daha önce hiç olmadığınız bir yere çıkabilir.

Sonra bir de dans etmek gibi olan öykü var; bir sonraki hareketin sonuncusunun içinden büyümeyi sürdürdüğü; ama öyle dümdüz değil, yönü sadece dosdoğru ileriye olmayan, daireler, aldatıcı hareketler, tekrarlar, bütün o tuhaf jestleri içeren. Ve bu dans dürüst bir danssa bütün hareketler birbiriyle bağlantılıdır; her biri bir öncekini izler, öngörülemez, ama kaçınılmaz bir şekilde.

Ben bedensel benzetmeler kullanırım, mekanik benzetmeler değil. Yürümek, koşmak, dans etmek gibi; hızlı ya da yavaş araba kullanmak veya uçakta uçmak değil. Çünkü sanat ritimlere dayanır, yazarlar da bedensel ritimler kullanır. Bir arabadaki ya da telefondaki gibi mekanik ritimler, ritmik olmayan hareket, sinema gibi mekanik sanatlarda başarıyla kullanılabilir. Ama yazmak, mecrası ne olursa olsun, sözcüklerden oluşur; sözcüklerse bedenseldir, bedenden ve nefesten oluşur, beden tarafından alımlanır, bedenle hissedilir; sözcüklerin ritimleri bedensel ritimlerdir.

"Bir öykünün, başı, ortası, sonu vardır": Bu Aristotales'ten gelir, Avrupa anlatı geleneğinin birçok büyük öyküsünü mükemmel bir şekilde betimler; ama bütün öyküleri değil. Bir bonfile tarifidir, ama içli köfte* tarifi değil. Bu üçe bölme Avrupa'ya özgüdür, hatta sona –öykünün nereye gittiğine, nereye vardığınıza- özel vurgu da Avrupa'ya özgüdür

Zaman içinde bir süreci ve ilerlemeyi ima eder: Başla, ilerle, bitir. Benim öyküdeki koşmak, yürümek, dans etmek ritimlerine dair söylediklerim de bir zaman kesitini ima ediyor. Ama, bir öykünün yapısına baktığımızda, ya dili sağlayan şey uzamsa? Bir çanta ya da çömlek olarak öykü. Ya da bir ev olarak öykü.

Bir ev temelde içeriden oluşur; ev böyle bir şeydir, dışarıdan içine gelinecek bir şey. Bir ön kapısı, girişi vardır. İçerisi, içinde birçok şeyin olabileceği bir odadan ya da farklı farklı odalardan oluşur; belki de salonlar, merdivenler, gömme dolaplar, mobilyalardan. Muhtemelen dışarıyı görebileceğiniz pencerelerden. Bir de genellikle bir arka kapıdan.

Girişin çekici, ön kapının davetkar, içerde olanların gözünüze ilişeceği şekilde açık olmasını istersiniz. Bir kez okurunuzu efsunlayıp içeri çekince, onu evin içinde belli bir yol boyunca ve arka kapıdaki olaylarla yönlendirebilirsiniz. Ya da sadece odaları, salonları, merdivenleri, olayları verip kendi yolunu bulmaya –bir süre orada yaşamaya- bırakabilirsiniz. Veya onu gülümsetip tavan arasına yönlendirebilir, sarı kağıdı gösterebilir ve içeriye kilitleyebilirsiniz de. Ya da ona pencerelerden daha önce hayal edilmemiş manzaralar gösterebilir, büyülü pencere kanatlarını perişanlık içindeki hayali ülkenin tehlikeli denizlerinin köpüklerine açabilirsiniz. Ki, böylece okurunuz evden hiç ayrılmak istemez, ancak arka kapıdan dışarı atılmalı –ya da kendisine hemen komşunun kapısında bir devam bölümünün olduğu gösterilmelidir.

Arka kapıya gelince... Bazen evdeki önemli şey odur: Arka kapının neye açıldığı. Belki de arkada hiç merdiven yoktur; ayyyyyy, güm. Ama bazen çıkış yalnızca okur yaşamını orada sürdüremeyeceği için vardır; dolayısıyla dışarı çıkmasına izin vermeniz gerekir. Ama asıl önemli olan evdir; evde ne olduğudur. Son, bir doruğa ulaşma, bir ifşa, vahiy, bir nihai çözüm ya da Aristotalesçil bir son olabilir. Ya da yalnızca bu öykünün olmasının bittiği yerdir. Eğer ev sağlam yapılmışsa ve içeride olup bitenler anlamlıysa, eğer evin kendisi anımsamaya değer bir yaşanmışlıksa, arka kapı evin diğer bölümlerinden daha önemli değildir artık.

* Le Guin burada mısır hamurundan türlü içle yapılabilen bir yerli yemeğinin adını, "tamales"i kullanıyor. Çevirmen Türkçe'de okuyanlara yakın bir anlam ifade edebilsin diye içli köfteyi yeğledi.

* Le Guin'in konuşma metnini Tolga Korkut Türkçeleştirdi.
Old 03-12-2007, 15:03   #4
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Dördüncü örnek yine Selim İleri'den(Kaynak gösteremiyorum. Çok uzun bir süre önce bilgisayarıma kaydettiğim bir yazı):



ROMANI YAZARKEN
________________________________________

Virginia Woolf'un güncesini ilk okuduğumda dikkat etmemiştim: Bu güncede yazar romanlarını, özellikle Dalgalar'la Oraya, Deniz Fenerine'yi yazımsal düğümlerinden çözüyor, gizlerinden ayrıştırıyordu. Güncenin kimi bölümleri romanın, roman sanatının okura dolaylı bir açıklaması gibiydi.

Cesare Pavese'yse Yaşama Uğraşı'nda sık sık öyküleme tekniğine eğilir; kişisel sarsıntılarının yanı sıra, öykülemeye ilişkin görüşlerini de güncesine taşırdı... Örnekleri çoğaltabiliriz, Batı edebiyatı için. Batı edebiyatı yazarları, işlerini yaşamlarından pek ayırmamışlar; yapıtları üzerine düşünmeyi gündelik yaşamın bir parçası saymışlar.

Bizim edebiyatımızda da böyle günceler var. Sözgelimi İlhan Berk, bir zamanlar önce şiir kitaplarını yayımlar, sonra bir dergide, kitaptaki şiirlerinin güncesini. Ne ki, Berk'in yazdıkları hayli yapay bir ustalığa yaslanır. Şiirler gizlerinden ayrışmaz; şairin gündelik tutumunu, yazınsal kaygılarını, yaşamdan yapıtına yansıyan izlenimleri bir türlü kavrayamayız. İlhan Berk, sanki günce tutmuş olmak için yazmıştır bunları.

Yapıtın oluşumunu kapsayan bir günce, bana sorarsanız, yapıtın kendisini aşan bir önem taşıyor. Kuşkusuz yapıt ölçüsünde genel nitelikleri içermiyor, ama yapıta yönelik her şeyi böyle bir günceye yazmanın yazarı, zaman içinde sıkıdüzene çağırdığı da açık.

Her Gece Bodrum'u yazmaya başlarken Woolf anlayışında bir günce tutmayı, ayrı bir "sarı defter" açmayı düşünmüyordum. Yapıtla yazar arasındaki çalışma sıkıdüzeninden habersizdim diyebilirim. Romana başlayacak, birtakım engellerle karşılaşmadan da bitirecektim. Yapıtın, bir aşamadan sonra sorunlarıyla, yönsemeleriyle, açılımlarıyla yazara etkileyeceğini düşünmemiştim. Bu yüzden Her Gece Bodrum'un ilk izlenimlerini kişisel güncemden çıkarmam gerekiyor:

9 Temmuz 1975- Bodrum'dan döndüm. Yıllar sonra bir yaz gezisi, korkunç. Şaşkınım, beni açıklayacak tek söz bu, şaşkınlık. Dolmuşla Galatasaray'dan geçerken caddeyi, yapıları, kalabalığı ilk kez görüyormuşçasına irkildim. Sarsıntılar içendeyim. Bodrum: Burası bir kötülük. Yazmalıyım. Ama bir öykü değil, uzun bir roman, binlerce sayfalık. Kısa yazmanın pek büyük bir erdem olmadığı kanısına vardım. Kasabanın insanları, beyaz yapılar, ilk ay biçimi kıyılardaki lokanta ve yığınla ayrıntı. Kısadan yazamam ki! Dalgakıranda (o sabah, erken saatte yapayalnız inmiştim kayalara, korkunç bir şey kalabalığın ortasında yalnız kalmak) denizkestanesi toplayan adamın bir serüveni olmalı. Kuruyorum, kurduklarımı yazabilecek miyim?

17 Temmuz 1975- Ummadığım bir hızla gelişiyor roman. İlk iki bölüm bitti gibi. Adı, "Akşamları Bu Saat" olacak. Akşamları bu saati her gün yeniden yaşamak, deneylerden yararlanamamak... Geçmişte olsa hoş görebilirdim. Ama şimdi, bugün... Neyse, 1968'den bu yana, üçüncü kişi ağzından hiç bir şey yazmamıştım. Roman öyle. Bu da şaşırtıcı.

18 Temmuz 1975- Yazdıklarımı okudum. Kişiler belirsiz kalıyor, yerlerine oturtamıyorum onları. Koşullandığımız bir "tip" çizimi var Türk romanında, kişiye dönüştürülemeyen. Ben kişileri yazmak istiyorum. Gerçek yaşamdaki gibi ve gerçek yaşamı olduğunca yazmanın gerçeklik taşımadığını görüyorum, bildiğimi açık seçik görüyorum. Dalgakırandaki adamı bir ayrıntı olarak bırakacaktım, caydım; kişilerin ayrıntı olarak bırakılmasına olanak yok, "tip"ler belki; şimdiler bir serüven kuruyorum denizkestanecisine. "Kuşlar mı Konar"dan bir cümle, daha doğrusu bir niteleme: "Aşkla arkadaşlıklarım", romanda geliştireceğim. Notları, ileride eklemem gereken bağlantıları nereye yazacağımı hala bulamadım. Kağıt parçalarını hep yitirdim, bir yerle saklayarak.

İşte bu son cümle, Her Gece Bodrum için ayrı bir günce tutmama yol açtı. Böylelikle romanın yazılma güçlüklerini, belleğin zorlanışlarını az çok yenebilecektim. O günceye kişileri tek tek yazdım; kullanmayacağım yaşamöyküleri uyduruyordum kişilerime; tabii hiç birini kullanamadım.

Ama bir sıkıdüzenlik sağlamıştım kendime. Ağustos 1975, romana tek satır katmazken, iki yalın "sarı defter"i tıka basa doldurdu. "Sarı Defterler”i okudukça, yazmak istediğim romanı kendime açıkladığımı ayrımsadım. Woolf'un güncesindeki, romanlara ilişkin bölümler birden belirdi belleğimde. O da, şunu yazmak istiyorum, böyle yapmalıyım diyor, eski yapıtlarıyla yazacağını oranlıyordu. Dahası, "Her Gece Bodrum", "Oraya, Deniz Fenerine"yle "Dalgalar"a tutsaktı. Tam o sıralar, "The Voyager Out"ın Fransızca çevirisini okumaya çabalıyordum. İngiliz romancısının çalışma düzeninden ayrılmamalıydım. Yalnız ben, güncemde, okura bir şey açıklamak istemiyordum; açıklamayı, anlatmayı düşündüğüm ne varsa, tümü romana yansımalıydı. (Kişilerin kullanılmayan yaşamöykülerini bile bir izdüşümü gibi yansıttım romana.) Dolayısıyla güncem, baştan sona, özel diye niteleyeceğimiz bir bütünlükte gelişti. Güncenin sayfalarını karıştırdıkça, bir romanın yazılış evresini iyi kötü görebiliyorum. Günceyi, zamandizinsel olamayacak kimi bölümlere bölerek okuma da olası. Ama okuru ilgilendiren, sanırım, özel güncem değil; ben, kısa alıntılarla, böyle bir günce tutmanın gerekliliğine değinmek amacındayım.

Roman yazmak, ardı sıra roman üzerine ayrıntılı düşünmeyi getiriyor. O güne dek romanla ilintim, değişken beğenili bir okurun gözlemleri çerçevesinde gelişmişti. İster istemez bu edebiyat dalının özelliklerini, niteliklerini kavramaya uğraştım.

Her Gece Bodrum, bir açıdan alışılmış roman anlayışlarının dışına düşüyordu. Olaydan çok, durum ve kişi önemliydi benim için. Roman geleneğimizse olay üzerine temellendiğinden, köklü ağaçlardan yararlanmama olanak yoktu; beni çeken sürgünlerdi. Bir de Batı romanının kimi ürünleri. Ancak Batı romanının gelenekleriyle bizim yaşantımız çoğu yerde koşutluk kuramıyor. İyi sayılabilecek bir çevirinin sınırları içinde kalma tehlikesi beliriyor romanda. Bu, bir yandan da, anlatmak istediğim kişilerin bütün yaşamlarına sızmış bir tehlikeydi.

Öğrendiklerimizle yaşayış biçimimiz arasında uçurumu çağrıştıran ayrılıklar var. Her Gece Bodrum'un Cem'i, örnekse Marx'çı öğretiyi kavrayabilmek için Hegel'den yola çıkmış biri, dış dünyanın gerçeklikleri, yersel yaşam, çok geçmeden, bellekte iz bırakacak görüntülerle yakasına yapışıyor. Hegel'in sanata bakışıyla Türk toplumunun (kuşkusuz toplumsal, ekonomik koşulları bize benzeyen öbür toplumların) yaşayışı, bir uyum, özdeşlik, hatta bağlantı kuramadığından, roman kişisi yüzeysel bilgileriyle açıkta kalıyor, boşlukta yuvarlanmaya başlıyor. Şu anlatmaya uğraştığım sorun, gerçekte romanın çok kısa bir bölümü. Gel gelelim, romanın yerliliğine ilişkin görüşlerim, böyle bir sorunsalla belirlendi diyebilirim.

21 Ağustos 1975- Romanın neden yürümediğini anladım gibi. İkinci bölümde Cem'in Hegel okumaya kalkışmasını anımsaması bir ışık tutabilir bana (bu sorunu, daha sonraki bölümlere at!) Yararlanmak istediğim teknikler, yaşanan olayları açıklayabilecek yetkinliğe ulaşmıyor bir türlü. Şöyle demeliyim: Teknikleri edindiğim yapıtlar, bireyselliğin geliştiği toplumlarda daha karmaşık bir psikolojiye eğilmenin sonucunda oluşmuşlar. Ben "Odysseia"dan ne ölçüde yararlanabilirim? Diyelim Cem ve bir kişi daha Batı kültürünü izlemiş, kavramış kişiler; diyelim hoşlanıyorlar mitologyadan falan, ama öbür kişilerle ilintilerinde bu hoşlanma tamamıyla yapay kalacak, gerçeklik açısından tabii. Benim ele almak istediğim toplumsal sorunlar, hiç de evrensel bir nitelik taşımıyor. Kaba güce yönelik insan davranışları, herkesin birbirinin katili olması durumu ve bireysel suçsuzluk... "Macbeth"in psikolojisi değil her halde! Ağustos Işığı'nda Faulkner'ın ele aldığı toplumsal sorunlar, o tekniğin, o anlatımın (roman açısından) bir sonucu değil; teknik ve anlatım, toplumsal sorunlarla su yüzüne çıkmış, oluşturulmuş. Faulkner'ı anımsatan donuk bir anlatıma yöneldikçe (duyguları törpülüyorum) düzeleceğine yapaylaştı roman (adı ne olacak?) İnsan olarak, her şeyi duygularımızla değerlendirmeye alışmışız. Romana sıvanıp, duyguyu gözden ırak tutarak, düşünceye, salt akılcılığa yönelmek hayli zorlama bir tutum. Her saniyeyi bireysel bilincin süzgecinden geçirerek yaşayan kaç kişi bulabilirim? Benim yanlışım, insanları içinde bulundukları koşullarla anlatmamış olmamda odaklanıyor. Tekniği öğrenip, ona göre insan aramak! Yürümez tabii o roman... İç konuşmaları kullanamadığım açık!

27 Aralık 1975- Altıncı bölümde Cem'in Hegel felsefesiyle, daha doğrusu Hegel'in güzelduyu anlayışıyla toplumsal yaşaması arasında bağlantı kuramayışını anlatmıştım. okudum. Cem, Hegel'in toplu yapıtlarıyla kalıveriyor ortalıkta. İyidir, kalsın. Çok önemli bir dönemecek: Ya rakı mezesiyle viski içenleri bu beğenisiz, iğreti, garbi durumlarıyla anlatacağım, ya da gerçekliği gerçekçi yazmakta aramayacağım. Altı bölümde ilk yolu seçtiğime göre, geri dönemem. Yol ayrımına geldim işte. Virginia Woolf'a hoşça kal!

1 Şubat 1976- Yazabildiğim yedi bölümü yeniden yazmaya başlıyorum. Kişilerden herhangi birinin bir davranışını anımsayamamışsam, bu, romanı yaşamamış olduğumun kesin kanıtıdır. Kendime kızıyorum, çok yeteneksiz bir insanım. Romanın adını "Çok Uzak" koydum. Yaşama ve insanlara ÇOK UZAK.

2 Şubat 1976- Yeteneksizlik sorunu değil bu. Olay geleneğine oturtulmamış bir roman yazarken, ister istemez, her şeyi ilkmişçesine algılamak zorundayım. Önce üslup sorunu; Pavese'den bir görüş: "İnsan kendi üslubunun ne olduğunun farkındaysa, onu bilinçli olarak kullanamaz. Her zaman önceden var olan bir üslubu, farkında olmadan onu yeni bir kalıba dökerek kullanır. İnsan ancak eskiyip belirlendikten sonra, gözden geçirip yorumlayabildiği, nasıl ortaya çıktığını açıklayabildiği zaman, üslubunun ne olduğunu anlar." Ben, henüz yorumlamak şöyle dursun, eskitemedim bile üslubu. Birçok kez aynı cümleleri yazmama karşın.

4 Şubat 1976- Woolf sonuçları anlatıyor yalnızca. Roman, onun için yalnızca sonuçların yorumlanması. Sonuçları hazırlayan toplumsal nedenlerden habersiz kalmayı yeğliyor. Bu yüzden yaşamın değişebilirliğini vurgulayacak tek bir tutanağı yok. Yapayalnız. Bir roman anlayışı olarak hiç bir zaman erişemeyeceğim çok yetkin ürünler elde etmiş ya, ben, insan nasıl Lily olur, onu anlatmak istemiyorum. Hem Lily'yi hem de Lily olma durumunu anlatıyorum. Sonuçlarsa baştan belli. Lily'nin sonuçları İngilizler için ilginç olabilir. Bizde evde kalmış kız dedin mi, herkes birçok şey anlatabilir, kaba gülmece! Emine gelişiyor...

5 Şubat 1976- Bodrum bir atmosfer benim için. Emine ancak böyle bir atmosferde vurgulanabilir. Bodrum, cinsellik, yalnız olmak: Emine kurşunları yağdırıyor işte!

19 Şubat- Emine'nin geliştiği-meliştiği yok. Oraya, Deniz Fenerine, çokça etkilemiş beni, hepsi bu. Lily, Oraya, Deniz Fenerine'de çok ayrı şeyleri simgeliyor. Kadının sanatçı olup olmayacağı, sanatçılıkla özgürlüğün özdeşliği gibisinden sorunları simgeliyor ki, benim için aşırı "entelektüel" kaçar böyle bir konuya girmek. Emine tek-başınalığıyla var, yani cinsel yalnızlığı ve evde kalmış olmanın bu toplumdaki aşağılık acımasızlığını anlatmak istiyorum. Lily'yle hiç bir bağlantısı yok Emine'nin. Teknik yanlışlardan biri de, romanın kişilerini başka yapıtlarda da arayışım. Ağustos Işığı'ndan Miss Burden bile Emine'ye yön veremez. Emine, Türkiye'de, Bodrum'da, o her şeyin özgürmüşçesine yaşandığı cehennemde; çünkü ekonomik bağımsızlığına karşın tutuklu, özgürlüğü bilmiyor, tutukluluk koşullarında, çünkü toplumun ta orta yerinde yaşamaya zorunlu... Onu anlatmanın da yeni bir dili olmalı...

Yalın bir Hegel-Türk toplumu uyuşmazlığı, belirlemeye çalıştığım gibi, giderek, romanın dokusuna sızdı. Kişilerin konumları, durumların oluşturulması, karşıtlıkların seçimi baştan sona değişti.

Şaşılacak bir şey ama değişiklik, üsluptaki kaygılarımı ortadan kaldırdı. Kişileri ve durumları yerli yerinde kullandığıma yürekten inanınca, anlatım tekniğini romanımıza hayli yabancı örneklerden edinmiş olmam, korkutuculuktan uzaklaştı. Gerçekliğin yansıtılmasını üslupta aramıyordum. Gerçeklik, kişilerin, durumların, ilişkilerin yansıtılmasıyla belirecekti.

8 Ocak 1976- Şiirde, kısa öyküde, kişilerin, durumların, izlenimlerin önemi arkadan geliyor belki. Hele şiirde... Ses, sözcük, tını, imge... Ama roman için durum ve olay, başı çeken iki öğe. (Kişisiz roman düşünemiyorum) Ben olayı silikleştirip durumu öne çıkardım. Kendimce bir üslup yakaladım. Bu üslup değişse de, değişmese de yapaylıktan sıyrılamayacağım. Yapaylık, üslupta değil çünkü. Üstelik bu üslup, atmosfer çizimi için çok geçerli. Şiirden yararlanmaya çabalıyorum ve atmosfer çiziminde imgenin yeri büyük (Conrad'ı anımsa). Ama kişilerin konumunda yanılgıya düştüm. Üslup değil, kişilerim yaşamıyor.

27 Eylül 1976- Roman kesinlikle bitti. Temize çekerken bir iki cümlesini ya değiştiririm, ya değiştirmem. Adı belli değil hâlâ. "Ölümlü Yaz" olabilir mi? Ne yazdım ben? Bodrum: Bir kasaba, bir tatil, dokuz kişi, altı kişinin ayrıntısı, iki kadının (Emine'yle Betigül) zümreleri dolayısıyla oluşturucu koşulları aşan karşıtlıkları, vb. Nasıl yazdım? Ancak bitirirken kavrıyorum; neyi yazmış olmam pek o kadar önemli değilmiş. Nasıl yazdığımı önemsememişim yine. Ayrıntılar, kişilerin sergilenmesi, ayrıçlar, vb. tümü yaşamı yansıtsın istedim. Roman, günümüzde, yaşamı yansıttığı ölçüde geçerli, bence...

Her Gece Bodrum biterken üsluba geri döndüm. Yaşamı yansıtabilmek için tek araç, üsluptu sanki. Bu, romanın bitmiş olmasından doğuyordu. Kişileri, durumları hayli bütünlemiştim; çatı kurulmuştu. Üslup aracılığıyla romanın güzelduyusal açıdan bütünlenmesini sağlayabilirdim. Üslup benim için bir açkıydı artık; her kilide uymadığımdan, anlatmak istediğim birtakım durumları romanın dışında bıraktım. Son yazılışta, üslup denetçiliğin ötesinde, Her Gece Bodrum'un belirleyicisi oldu. Kişiler ve durumlarsa onunla belirdi. Bunun bilincine belki, romanı ortaladığımda varmıştım:

21 Şubat 1976- "Madame Bovary"den bir cümle: "Kadın eskiden neşeli, içten, sevgi doluydu, yaşlandıkça (açıkta kalan şarabın sirkeleşip ekşimesi gibi) huysuz, geçimsiz, sinirli biri olup çıkmıştı." Charles'ın anasının tanımlanması, bellekte iz bırakmış. Emine için yedinci bölümde ilk tanımlama: "Bir zamanlar neşeli, sevecenlik dolu bir insanken (bir mevsimlik çiçekler gibi, sözgelimi ateşçiçeği gibi) huysuz, içine dönük, hırçın biri olup çıkmıştı." Şaşılacak bir benzerlik değil, belleğin kesin hırsızlığı. Üslup yavaş yavaş kişiliğini kazanacak. Bu yedi bölümü yeni baştan yazıyorum. Flaubert'in cümlesinden etkilenmiş olmamla ilintili bir sorun yok. Yeni baştan yazacağım, çünkü, ilk altı bölümde Emine'yi belirleyen (izdüşümünü) şu cümle değildi, o olacak ama. Bellek değerli bir cümleye kapılmış.

Romandan ayrı bir güncenin tutuluşu, biçim açısından da olanaklar sağlıyor yapıta. Özellikle beş on sayfası yazılmış bir roman taslağı, biçime çok yönsemeli eğitiliyor. Tabii bu, biçim kaygısı gütmüş romanlar için söz konusu. Örnekse Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli'nde biçim, başlangıçtan sona doğru bir yalınlık kazanır. Başlangıçta durumlar karmaşık verildiğinden, biçim de karmaşık gibidir. Ağır ağır çözülür düğüm,biçimde bu çözülüşle özdeşlik kurar. Ben daha başka bir anlayışa yaslanıyorum. Biçim, baştan (başlangıçtan değil) sona bir bütünlük taşıyacaktı. Çünkü romanın içeriği, durumları baştan sonar bir bütün olarak ele alıyordu. Değişme ve değiştirme söz konusu edilemezdi. Bu, romanın bir aşamasından sonra birdenbire başkalaştı. Nitekim on üçüncü ve on dördüncü bölümler günceye şöyle yansıdı:

17 Ağustos 1976- Bodrum: Yeniden buradayım. Burası, şu gördüğüm kasaba şimdi. Romana neyi yansımış bu kasabanın? Korkunç acılar, nedenleri yok, ama şurada, şu kahve köşesinde iki yıl hiç değişmemiş oluşumun bilincine varıyorum, işte korkunç acının gözü önünde, işte yalnız bu... Peki Cem, peki Murat, peki Tarık, hatta Kerem ve Emine: Değişmeyecek mi onlar? Ahmet için birkaç çizgi yetebilir; insani, acıyla yüklenmiş. Değişmenin gerekliliğine bunca inanıyorsam, onların da kendilerini sorguya çekmesi gerekir. Son bölüm, baştan sona, iç konuşma olacak. Tarık ve Murat arınırken, Cem kuntlaşacak. Sarmal bir aşama. İç konuşmalarla verebilirim sakladıkları, maskelerle örttükleri insan yüzlerini. O bölüm, biçim açısından, tıpkı Cem'le Betigül'ün ilişkilerini anlattığım bulanık anlatım gibi, romanın genel akışına ters düşecek. Çünkü değişim ve değiştirim!

Günce, biçimin yazardan okura aktarılması için bir ön çalışma oluyor kimi zaman. Biçime ilişkin düşüncelerin yazarak açılımlanması, gerçekten yol gösterici.
Edebiyatımızda biçim kaygısı, önceleri yok sayıldığından, sonra da gereksiz karşılandığı için, biçim, özün içermediği bir iğretilik olarak ortada kalmıştır. Gel gelelim biçim, çoğu kez, romanın dirimsellik kazanmasını sağlayan ana öğelerden biri. Anlatılanla anlatım arasında bilinçli bir bağ kurabilmek amacıyla sürekli biçime eğildim.

20 Eylül 1976- Son temize çekişte asla unutma: Her bölüm, kendi içinde bir bütünlük yaşıyor. İlk bölümler, romanın başı Cem'in gözünden verildi. Üçüncü bölümde öbür kişilere geçiliyor. Cem yine önde ama. Cem düşündükçe anımsadı Murat, yani Cem'in düşünceleri belirlesin onun anımsadıklarını. Biçim karmaşık ve Cem'in algılayışlarıyla uyum sağlamış. Sonra Emine ve yalınlık, olay akışında hız, durumlarda türlülük; biçimse iç konuşmaların azalmasına dayanacak. Öyle yazdın. Bunun başlıca nedeni, Emine'nin kişisel sorgudan uzak yaşamış olması, yani o da, Murat ve benzerleri gibi kendine soru sormamış biri. Ama olayların akışındaki hız, Emine'ye sayısız soru sordurdu. İki buçuk günde bütün bir yaşamı kucakladı. Bunları hep üçüncü tekil kişi ağzından sordur ve kurcala! Emine romandan çıkarken iç konuşmaya yönelebilir, çünkü Bodrum deneyi, ilk kez niçinleri sordurdu ona. Bundan böyle iç gerçekliklere eğilecek, ama sen bunu yansıtmayacaksın, sezdireceksin...

8 Ekim 1976- Ayraçları açıp kapıyorum, niye? Ayraçlar, bir durumun açıklanmasında vurgulayıcı biçim. Örnek alıntı: "Gerilim artıyordu. Cem'in gözüne çapak kaçmıştı, kınkanatlılardan bir yaz böceği falan değil. Yine de kavga ettiler Murat'la, Tarık hiç bir şeyi düzeltemedi (gözlerinden eskisi gibi iyilik okunmuyordu hem)."

Güncenin bu parçalarından şunları çıkardım:
İç konuşmaları, yer yer bilinç akışını, biçim açısından, bir bezek olsun diye kullanamazdım. Güncedeki düşünce dizgesi engelledi beni. Çoğu romanda gereksiz yere kullanıldığından yanılgılı iç konuşma anlayışına kapılmamak için, yazdıklarımı temellendirmeyi gereksindim. Kişilerim içedönük, saplantılı, ruhsal dengesizliklerle yüklü kişilerdi. Zaman zaman çıldırının eşiğine dek varıyorlardı. Yalın görünen yaşamları alabildiğine karmaşıktı. İç konuşmayı, çıldırının belirmediği, ama iç çatışmanın yoğunlaştığı durumlarda kullandım. Bilinç akışıysa, olağan akışın, akılla sınırlandırılmış doğal düşünüşün sona erdiği durumlarda anlatım olanağı sağladı bana.

Ayrıca romanın bütününde betimleyici anlatımı salt atmosfer çiziminde kullandım; açıklayıcı, yorumlayıcı anlatımdan sürekli kaçınmak istedim. Üçüncü kişi ağzından anlatımsa, benim için, çözümleyiciliğe en uzak anlatım biçimiydi. Çözümleyici olmak, iç çatışmaları toplumsal gizlerine ayrıştırmak istiyorum. Yine de uzak anlatımı (üçüncü tekil kişiyi) seçtim. Böylelikle kişilerime karşı nesnel olabileceğime inanıyordum. (Bütün bunları sağlayan, düşündürerek var eden, romanın kendisi olmadı; tersine, güncedeki özgür düşünebilme dizgesinden yararlandım.)

Ayraçlara gelince, bu da çok önemliydi Her Gece Bodrum'un biçimsel yapısında. Sürekli ayraç kullanıyordum; ama niye? 8 Ekim 1976'ya geçirdiğim alıntıyı irdelemeye çalışacağım, soruyu yanıtlamak amacıyla. Alıntının öncesinde, Cem'in çıldırıya yaklaşmış, belirsizliklere boğulmuş bir iç sayıklaması var (romanda). Çevresindeki insanları, özellikle en yakınlarını birer düşman gibi görüyor artık. Oysa Tarık'a ilişkin ilk izlenimlerinde, Tarık'ın gözlerindeki anlamı iyilikle açıklıyordu Cem. Bir ayraç, onun değişen duygulanımlarını vurgulayabilecek bir ayrıntıyı daha belirgin biçimde verebilirdi, sanımca.

Dikkate dayalı, baştan sona bütünlük kaygısıyla donanmış bir romanın bir kez yazılmakla bitmeyeceğini sanıyorum. İkinci, üçüncü kez yazmanın bu anlayışa yaslı bir romana katabileceği yarar çok. Ayrıca günce tutmanın gerekliliği de çok açık. Roman, üzerinde çalıştıkça (yazdıkça) oluşuyor belki, ama içerik-biçim sorunlarını kağıtta, daktilo başında çözümlemektense, ayrı bir çalışma yapmak daha akılcı bir davranış. Ayrı bir çalışma da "sarı defter"e yönelik. Yayımlamayı düşünmediğimiz bir "sarı defter" her türlü yanılgıyı, saçmalığı, yazın dışı olmayı içerebilir. Öte yandan oradaki özgürlük, romanın sağlamlık kazanmasına denk bir ortamın simgesi gibidir.

Roman güncesi geleneği bizim edebiyatımızda yeni yeni beliriyor. Attila İlhan, Malraux'nun Kanton'da İsyan'ına bir çeviri güncesi eklemiştir. Bu güncede çevirinin oluşum ve bütünleniş evrelerini kavrarız. Attila İlhan'ın çeviri romana bile günce tutması hayli ilginçtir.

Mehmet Seyda'ysa "Romancı Günlüğü"nü yayımlıyor dergilerde. Seyda'nın yazdıkları romanla, roman sanatıyla, üzerinde çalıştığı kendi romanlarıyla ilintisiz izlenimleri içeriyor. Yaşamdan izlediklerini geçiriyor defterine yazar, yazdıklarının başlığı "Romancı Günlüğü", o kadar.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Yaz Yağmuru" öyküsündeki Sabri, "On yedinci asra ait bir roman hayalini gevişleyip durur" İstanbul'a, kitaplıklara iner, defterine not alır. Tanpınar'ın roman güncesi tuttuğunu düşünebiliriz; en azından bunun gerekliliğini duyumsamıştır.

Eleştirinin, "metin eleştirisi", "çözümleyici eleştiri" olamadığı edebiyatımızda, roman güncesi, yalnız sıkıdüzene çağırmaz yazarı, eleştirel olma savındaki yaklaşımlarla savaşmasını da sağlayabilir. Romana dıştan, metinden uzak biçimde yaklaşanların karşı koyuşlarına, yazılış evresi sona ermiş bir roman için yazarın vereceği yanıtlar, çoğu kez unutkanlığın kurbanı olmak durumundadır. Güce, unutkanlığa karşı bir silah, hem de öldürücülüğü yüzde yüz bir silah.

Şu ya da bu zorunluluklar nedeniyle roman güncesi demiyorum; ama roman güncesinin dolaylı bir sonucu da kendimize, yazdığımıza, okurlara hesap vermeyi kapsıyor. Güzel bir gereklilik. Roman alanında, özel nitelikteki bir günce, birden nesnel anlamlar kazanabilir...

***************************
Old 16-03-2008, 12:51   #5
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Uzunca bir "ara"dan sonra beşinci örnek:

http://www.cumhuriyet.com/cudergi/m/d09.html


Düşlerde yaşatmak...

Adnan Binyazar

Paul Auster’in “Brooklyn Çılgınlıkları”

adlı romanı oldukça ilginç. Yazar (anlatıcı), bir öğrenciyle tartışır. Öğrenci, yazarların yaşamlarında, sonu gelmez karışıklıklar görüldüğünü ileri sürer:



Edebiyat âleminin devlerine, yarı-devlerine baktığımızda her türlü cinsel, siyasal eğilimde olan, en yüce idealizmden en aşağılık alçaklıklara kadar her türlü insan davranışını gösteren yazarlarla karşılaşılırmış. ”




Bizde ayrıca, cinselliği sulandıran birçok yazar, medyatik sayılarak toplumda değer de buluyor.



***



Öğrenci, yazarlarla ilgili şu gerçeklere de değiniyor:


Kafka ilk hikâyesini bir gecede, Stendhal “Parma Manastırı ”nı kırk dokuz günde, Melville “Moby Dick ”i on altı ayda, Flaubert “Madam Bovary ”yi beş yılda yazmış; Musil “Niteliksiz Adam

”a on sekiz yılını vermiş, kitabı tamamlayamadan ölmüştür.



Milton kördür, Cervantes’in tek kolu yoktur.



Homeros’la Borges’in kör olduğunu da ben ekleyeyim...



Marlowe yirmi dokuzunda, George Büchner yirmi üçünde, Lord Byron otuz altısında, Emily Bronte otuzunda, Charlotte Bronte otuz dokuzunda, Shelley otuzuna basmasına bir ay kala; Leopardi, García Lorca ve Apollinaire’in üçü de otuz sekizinde, Paskal otuz dokuzunda, Heinrich von Kleist otuz dördünde -sevgilisiyle birlikte intihar ederek- ölüyor.



Yazarlar da bizim içimizden çıkıyor. Doğal olarak, insanın hallerinden izler taşıyacaklardır. Ama öyle yanları da vardır ki, o, kimsede yoktur. Bu da, Kafka’yla küçük kız arasında geçen olayda olduğu gibi, yansısını yazılanlarda buluyor.



***


Öğrenci, Kafka’nın nasıl bir yazar, nasıl bir insan olduğunu anlatmak için onun “Oyuncak Bebek” adlı öyküsünü örnek verir.




Kafka, ölmeden önceki son yılında Berlin’de yaşamaktadır. Bir gün, parkta hıçkıra hıçkıra ağlayan bir küçük kızla karşılaşır. Çocuk, bebeğini kaybettiği için ağlamaktadır. Kafka oracıkta bir öykü uydurup, ‘Bebeğin seyahate çıktı’ der. Kız, ‘Nerden biliyorsun’ diye sorar. Kafka, ‘Çünkü bana mektup yazdı’ deyince, ‘Mektup yanında mı’ diye sorar kız. Öyle bir mektup yoktur. Kafka, mektubu ertesi gün getireceğini söyler. Eve dönünce kızın mektubunu yazmaya koyulur.


Mektupları şöyle yorumluyor öğrenci: “Kafka küçük kızı kandırmak üzere yazmamaktadır. Güzel ve inandırıcı bir yalan uydurabilirse, çocuğun kaybettiği bebeğin yerini bir başka gerçekle doldurabilecektir

.”



Kafka üç hafta boyunca parka gidip yazdığı mektupları kıza okur. Mektubun son satırında, bebek, arkadaşına veda eder. Mektuplar, küçük kıza bir öykü kazandırarak, ona bebeğini unutturmuştur.



Tartışma, öğrencinin şu yargısıyla noktalanır:



Kızın bir hikâyesi vardır artık ve insan bir hikâyenin içinde, bir hayal dünyasında yaşayabilecek kadar şanslıysa, gerçek dünyanın acıları sona erer .”



Söz süprüntüleriyle şişirilmiş onca roman yerine Kafka’nın bu öyküsünü kim okumak istemez?.. l




Binyazar@gmail.com
Old 05-04-2008, 12:12   #6
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

"Yazma yeteneği ve yazarlar, içinde kitap olmayan evlerden çıkmazlar." Doris Lessing


Altıncı örnek Doris Lessing'den. Lessing'in Nobel Töreni'ndeki konuşmasına "Örnek" diyorum. Çünkü sabırla okunursa izleri bulacağınıza inanıyorum.

Doris Lessing'den Nobel Ödülü’nü Kazanmamak Üzerine

Toz bulutlarının arasında ağır adımlarla ilerleyen ve çocukları için bir eğitim hayali kuran o zavallı kız... Gerçekten ondan daha iyi olduğumuzu mu düşünüyoruz? Bence bizi üç gündür yemek yememiş olduğu halde kitaplardan ve eğitimden bahseden o kız ve kadınlar tanımlamalıdırlar.

BİA Haber Merkezi
http://www.bianet.org/biamag/kategor...nmamak-uzerine

05 Nisan 2008, Cumartesi


Doris LESSING
Dün gece (7 Aralık 2007) 88 yaşındaki Doris Lessing Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ödülünü alırken yaptığı konuşmada, Afrika’da geçen çocukluğundan bahsetti ve Zimbabve’deki çocuklar bilgiye açken, daha ayrıcalıklı ülkelerde yaşayan çocukların Internet’in sunduğu ‘aptallıklar’ yüzünden okumaktan vazgeçmelerinden duyduğu üzüntüyü aktardı:

"Kapı aralığında durup, toz bulutlarının arasından bana hala kesilmemiş ağaçların bulunduğunu söyledikleri yere bakıyorum. Dün, arabayla miller boyunca uzanıp giden kuru dallar ve yanarak kömür haline gelmiş ağaç kalıntıları arasından geçtim. 1956’da, o tarihe kadar görmüş olduğum en güzel orman olan bu yer, tamamıyla harap olmuş durumda. İnsanların yiyeceğe ihtiyaçları var. Ateş yakmak için yakıta ihtiyaçları var.

Burası 1980’li yılların başında Zimbabve’nin kuzey batısı ve ben, Londra’da bir okulda öğretmenlik yapmış olan bir arkadaşımı ziyaret ediyorum. Bizim deyişimizle “Afrika’ya yardım etmek için” burada. Kibar ve idealist bir ruha sahip. Bu okulda gördükleri onu öylesine şok etmiş ki, atlatması çok zor bir depresyona girmiş.

Bu okul, bağımsızlıktan sonra inşa edilen diğer okullar gibi… Doğrudan tozun üzerine kondurulmuş dört büyük tuğla odadan oluşuyor. Bir, iki, üç, dört; ve bir uçta da, kütüphane işlevi gören yarım bir oda… Bu sınıflarda kara tahtalar var. Arkadaşım tebeşirleri çalınmasın diye hep cebinde tutuyor. Okulda atlas veya bir dünya küresi yok. Ders kitabı, defter veya tükenmez kalem de yok.

“Bize okumayı öğrettiler ama kitabımız yok”
Kütüphanede çocukların okumaktan hoşlanacağı cinsten kitaplar yok: Amerikan üniversitelerinden gelmiş, yerinden bile kalkmayan ciltli kitaplar, beyazların kütüphaneleri tarafından istenmeyerek atılmış kitaplar, detektif hikayeleri veya, ‘Paris’te bir Haftasonu’ veya ‘Felicity Aşkı Buluyor’ gibi isimleri olan kitaplar var sadece.

Kuru otlar arasında yiyecek arayan bir keçi geziniyor. Müdür, okul fonundan zimmetine para geçirmekten geçici olarak işinden uzaklaştırıldı. Bu da, hepimizin çok aşina olduğu bir soruyu akıllara getirdi: Bu insanlar, herkesin kendilerini izlemekte olduğunu bile bile nasıl böyle davranabiliyorlar?

Arkadaşımın hiç parası yok, çünkü maaşını aldığı zaman herkes -öğrenciler ve öğretmenler- ondan borç para alıyorlar ve muhtemelen hiçbir zaman borçlarını ödemeyecekler. Öğrenciler altı ile yirmi altı yaşları arasında, çünkü aralarında daha önce hiç okula gitmemiş yetişkinler de var.

Bazı öğrenciler her sabah yağmur, güneş demeden miller boyunca yürüyor ve nehirler aşarak okula geliyorlar. Ödev yapamıyorlar çünkü köylerde elektrik yok ve yanan bir odunun ışığında ders çalışmak pek de kolay olmuyor. Kızlar akşam okuldan eve döndüklerinde ve sabah okula gitmeden su çekmek ve yemek pişirmek zorundalar.

Arkadaşımla odasında oturuyoruz. İnsanlar utangaç bir halde odaya giriyor ve hepsi, herkes kitap dileniyor: "Lütfen Londra’ya döndüğünüzde bize kitap gönderin.” Bir adam, “Bize okumayı öğrettiler ama kitabımız yok” diyor. Tanıştığım herkes, herkes kitap dileniyor.

Orada birkaç gün kaldım. Tozlar uçuşuyordu, su pompaları kırıldığı için susuzluk vardı ve kadınlar suyu nehirden tedarik ediyorlardı.

İngiltere’den bir başka idealist öğretmen bu “okulun” durumunu gördükten sonra oldukça hasta olmuştu.

Oradaki son günüm dönem sonuna denk geldi. Keçiyi kestiler ve küçük parçalar halinde büyük bir teneke kapta pişirdiler. Sabırsızlıkla beklenen dönem sonu ziyafeti buydu: Haşlanmış keçi ve yulaf. Ziyafet devam etmekteyken yine ormandan geriye kalan kömürleşmiş ağaç kalıntıları ve dallar arasından geçerek oradan ayrıldım.

Bu okulun öğrencilerinin ödüller alabileceklerini pek sanmıyorum.

"Nasıl olduğunu bilirsiniz”

Ertesi gün Kuzey Londra’daki bir okuldayım. Adını hepimizin bildiği çok iyi bir okul. Erkekler için bir okul. Güzel binaları ve bahçeleri olan...

Her hafta ünlü bir kişi bu çocukları ziyaret ediyor. Ve bu ünlü kişilerin, bu çocukların babası, akrabası, hatta annesi olması çok normal karşılanan bir şey. Onlar için ünlü birinin okullarını ziyaret etmesi pek de önemli bir olay değil.

Kuzeybatı Zimbabve’de toz bulutları arasındaki okul aklımdan çıkmıyor. Bu pek bir beklentisi olmayan yüzlere bakıyorum ve geçen hafta içerisinde gördüklerimi onlara anlatmaya çalışıyorum.

Kitapsız sınıfları, deftersiz, hatta atlassız, hatta duvara çivilenmiş tek bir haritanın bile olmadığı sınıfları… Kendilerine nasıl öğretim verebileceklerini anlatan kitapların gönderilmesi için dilenen öğretmenlerin olduğu bir okulu... Kendileri on sekiz-on dokuz yaşında olan bu insanlar kitap dileniyorlar.

Bu okuldaki oğlanlara, oradaki herkesin, herkesin kitap dilendiğini söylüyorum: "Lütfen bize kitap gönderin." Eminim burada bulunan ve daha önce bir konuşma yapmış herkes, sizi izleyen gözlerin boş boş baktığı o anı iyi bilir.

Dinleyicileriniz söylediklerinizi duyamıyordur: Kafalarında, sizin onlara anlattıklarınızla eşleşecek görüntüler yoktur. Toz bulutları arasında, su sıkıntısı yaşayan ve dönem sonu ikramı olarak da bir keçinin kesilip kocaman bir kapta pişirildiği ki bir okulu hayal edemiyorlar.

Böylesi yalın bir fakirliği tahayyül etmek onlar için bu kadar imkansız olabilir mi?

Elimden gelenin en iyisini yapıyorum. Onlar da nazik davranıyorlar.

Eminim bu çocuklar arasında ödül alacak olanlar çıkacaktır.

Sonra çocuklarla yaptığım konuşma bitiyor ve ben her zaman olduğu gibi, öğretmenlere kütüphanenin nasıl olduğunu ve öğrencilerin kitap okuyup okumadıklarını soruyorum. Ve bu ayrıcalıklı okulda, okullarda ve hatta üniversitelerde her zaman aldığım cevabı alıyorum: "Nasıl olduğunu bilirsiniz. Oğlanların birçoğu hiç kitap okumuyor. Kütüphane sadece yarı yarıya kullanılıyor.”

"Nasıl olduğunu bilirsiniz.” Evet, gerçekten de nasıl olduğunu biliyoruz. Hepimiz.

Bilgisayar, İnternet ve televizyon… Bir devrim

20-30 yıl öncesine kadar tartışmasız gerçeklerimiz olan şeylerin bile sorgulandığı, parçalanmış bir kültürde yaşıyoruz. Yıllarca eğitim görmüş genç erkek ve kadınların dünya hakkında hiçbir şey bilmemesinin, hiçbir şey okumamış olmasının, sadece bilgisayar gibi tek bir uzmanlık dalında bilgi sahibi olmasının olağan olduğu bir kültürde...

Bize olan şey şu: İnanılmaz buluşlar, bilgisayar, İnternet ve televizyon… Bir devrim… Bu, bizim, insan ırkının görüp geçirdiği ilk devrim değil.

Birkaç on yıl içerisinde değil, çok daha uzun bir zaman zarfında gerçekleşen matbaa devrimi, kafalarımızı ve düşünce şeklimizi değiştirdi. Çılgıncasına bir cesarete sahip bizler, her zaman olduğu gibi bunu bütünüyle kabul ettik ve hiç, “Bu matbaa buluşuyla birlikte bize ne olacak?” diye sormadık.

Aynı şekilde, bir an bile durup, “Bu İnternet bizi, kafalarımızı nasıl değiştirecek?” diye sormadık. O İnternet bütün bir jenerasyonu öylesine ayarttı ki, en mantıklı insanlar bile bir kez kendilerini kaptırdılar mı vazgeçmenin çok zor olduğunu ve bloglar mloglar derken, tüm günlerinin İnternet önünde geçtiğini itiraf ediyorlar.

Çok yakın bir geçmişe kadar, en az eğitimli insanlar bile öğrenmeye, eğitime ve büyük edebiyat hazinemize saygı duyardı. Tabi hepimiz biliyoruz ki bazen insanlar okuyormuş gibi, öğrenmeye saygı duyuyormuş gibi de yapıyorlardı.

"Okumak; dolu bir insan yaratır”

Ancak çalışan erkek ve kadınların kitaplara karşı büyük bir arzu duyduğu kayda geçmiş bir gerçektir. Bu 18. ve 19. yüzyılların çalışan insanlarının kütüphaneleri, enstitüleri ve kolejleri ile kanıtlanmış bir gerçektir.
Kitap okumak bir zamanlar genel eğitimin bir parçasıydı.

Gençlerle konuşan yetişkinler, okumanın ne kadar büyük bir eğitim olduğunu anlamalılar, çünkü gençler bunun farkında değiller. Ve eğer çocuklar okuyamıyorlarsa, bu hiç okumamış olmalarından kaynaklanıyor.

Hepimiz bu hüzünlü hikayeyi biliyoruz.

Fakat nasıl bittiğini bilmiyoruz.

Eski bir atasözünü hatırlayın: "Okumak; dolu bir insan yaratır” –ve fazla yemekle ilgili tüm esprileri bir kenara koyarsak– okumak, bir kadını ve bir erkeği, bilgi, tarih ve her türlü ilimle dolu yapar.

Bir koli kitap sevinç gözyaşlarıyla karşılanır

Ancak dünyadaki tek insanlar bizler değiliz. Çok uzun zaman önce değildi; bir arkadaşımdan bir telefon aldım. Zimbabve’deki bir köye gitmiş. Oradaki insanlar üç gündür aç olmalarına rağmen kitaplardan, kitaplara nasıl ulaşabileceklerinden ve eğitimden bahsediyorlarmış.

Köylere kitap göndermek amacıyla kurulan bir derneğe üyeyim. Zimbabve’ye başka bir bağlamda ziyarette bulunan başka bir grup insan vardı. Onlar, köylerin, söylenenlerin aksine, emekli öğretmenler, izinli öğretmenler, tatildeki çocuklar, yaşlı insanlardan oluşan zeki insanlarla dolu olduğunu yazdılar.

Ben de insanların ne okumak istedikleri ile ilgili ufak bir araştırma yaptım. Vardığım sonuçların, İsveç tarafından yapılan ve varlığından haberdar olmadığım bir araştırmanın sonuçları ile aynı olduğunu öğrendim.

İnsanlar, Avrupa’daki insanlar ne okumak istiyorlarsa –eğer okuyorlarsa tabi– onu okumak istiyorlar: Her türlü roman, bilim kurgu, şiir kitabı, detektif romanı, sahne oyunu, Shakespeare ve nasıl banka hesabı açılır gibi ‘kendin yap’ kitapları listenin alt sıralarındaydı.

Shakespeare kitaplarının hepsinin isimlerini biliyorlardı. Köylüler için kitap bulmaktaki sorun, piyasada neyin mevcut olduğunu bilmemeleri. Bu nedenle, Mayor of Casterbridge gibi bir okul kitapları seti popüler oluyor, çünkü o setin mevcut olduğunu biliyorlar. Bu yüzden, Hayvan Çiftliği, tüm romanlar arasında en popüler olanı.

Küçük derneğimiz, bulabildiği her kitabı almaya başladı. Ancak hatırlayın ki, İngiltere’de iyi bir ciltsiz kitap birkaç aylık maaşa bedel. Aslında bu, Mugabe’nin “terör” egemenliğinden önceydi.

Şimdi, enflasyonla birlikte, birkaç yıllık maaşa bedel. Ancak, eğer bir köye bir koli kitap götürürseniz –ve hatırlayın ki korkunç bir petrol kıtlığı var- bu koli sevinç gözyaşları ile karşılanacaktır.

Kütüphane, bir ağacın altında, tuğlalar üzerine serilmiş kalaslardan yapılmış olabilir. Ve birkaç hafta içinde okuma dersleri başlayacaktır –okuma bilenler bilmeyenlere öğretiyor olacaklar… vatandaşlık dersi– ve ücra bir köyde, Tonga’da roman olmadığı için birkaç delikanlı oturup roman yazdılar. Zimbabve’de altı kadar ana dil var ve bu dillerin hepsinde yazılmış romanlar mevcut… şiddet romanları, ensest romanları, suç ve cinayetle dolu romanlar.

Kitaplara duyulan açlık fenomeni

Küçük derneğimiz en başından beri Norveç, ve sonra da İsveç tarafından destekleniyordu. Bu destek olmadan kitap erzağımız eriyip biterdi. Zimbabve’de yayınlanan ‘kendin yap’ kitapları onlara susamış kişilere gönderiliyor.

“Her toplum hak ettiği yönetimle yönetilir” denir, ama bunun Zimbabve için geçerli olduğunu düşünmüyorum. Ve hatırlamalıyız ki, kitaplara duyulan bu saygı ve açlık Mugabe’nin rejiminden değil, ondan önceki rejimden, beyazların rejiminden kaynaklanıyor. Kitaplara karşı duyulan bu açlık şaşırtıcı bir fenomen. Ve Kenya’dan Ümit Burnu’na kadar her yerde varolan bir fenomen.

Bu, mümkün görünmeyen bir gerçekle bağlantılı: Ben sazlardan bir damı olan çamurdan yapılmış bir kulübede büyüdüm. Bu ev, her zaman, saz ya da otun, uygun çamurun, duvarlar için kullanılacak kazıkların olduğu her yerde inşa edilmiştir. Mesela İngiltere’de Sakson’da. Benim büyüdüğüm ev, bir değil, yan yana dört odadan oluşuyordu, ve asıl konu şu ki, kitaplarla doluydu. Annemle babam sadece İngiltere’den Afrika’ya kitap götürmekle kalmıyordu. Annem, çocukları için İngiltere’den kitap sipariş ediyordu. Kocaman kahverengi kağıt paketlerde gelen kitaplar çocukluğumun en büyük zevkiydi. Çamurdan bir kulübe…ama kitaplarla dolu.

Ve bazen, elektriği veya suyu olmayan köylerdeki insanlardan (uzun çamur kulübemizdeki ailem gibi) mektuplar alıyorum. “Ben de yazar olacağım, çünkü sizin büyüdüğünüz eve benzer bir evde yaşıyorum.”

Ancak zorluk şurada: Hayır olamayacak...

Yazma yeteneği ve yazarlar, içinde kitap olmayan evlerden çıkmazlar.

Boşluk burada. Zorluk burada.

Yakın zamanda ödül almış kişilerin konuşmalarına bakıyorum. Muhteşem Pamuk’a bakın mesela. Babasının bin 500 kitabı olduğunu söylüyor. Yeteneği gökten inmedi. Bunun büyük gelenekle bağlantısı vardı.

V.S. Naipaul’a bakın. Eski Hint yazıtlarının ailesi için ne kadar önemli olduğundan bahsediyor. Babası onu yazmaya teşvik etti. Ve İngiltere’ye gittiğinde, doğal olarak İngiliz Kütüphanesi’ni kullandı. Yani büyük geleneğe yakındı.
John Coetzee’ye bakalım. O bu büyük geleneğe sadece yakın değil, geleneğin ta kendisiydi: Cape Town’da edebiyat öğretmeniydi. Ve onun sınıflarından birinde olmadığım için çok üzgünüm. O harikulade, cesur, gözüpek beyinin sınıfında...

Yazabilmek için, bir edebiyat eseri yaratabilmek için, kütüphanelerle, kitaplarla, “Gelenek”le yakın bir bağınız olması gerekiyor.

Mugabe’nin yönetiminde yazar olmak kolay değilken

Zimbabve’den bir arkadaşım var. Bir yazar. Siyah. Okumayı, reçel kavanozlarının ve meyve konservelerinin etiketlerinden kendi kendine öğrenmiş. İçinden arabayla geçmiş olduğum, siyahların yaşadığı kırsal bir bölgede büyümüş. Toprak, kumtaşı ve çakılla dolu. Seyrek, alçak çalılıklar var. Kulübeler fakir. Durumu daha iyi olanların bakımlı kulübelerine hiç benzemiyor. Bir okul, daha önce tarif ettiğim gibi... Bir çöp yığınının içinde bir çocuk ansiklopedisi buluyor ve o ansiklopedi vasıtasıyla öğreniyor.

1980’deki bağımsızlık sırasında Zimbabve’de bir grup iyi yazar vardı. Ülke adeta şakıyan kuşlarla dolu bir yuva gibiydi. Güney Rodezya’da beyazların misyoner okullarında -o daha iyi olan okullarda- yetiştirilmişlerdi. Zimbabve’de yazar yetişmiyor. Kolay değil, Mugabe’nin yönetiminde kolay değil.

Tüm yazarlar, bırakın yazar olmayı, okuma yazmayı öğrenmekte bile zorluk çektiler. Okumayı reçel kavanozlarındaki etiketlerden ve atılmış ansiklopedilerden öğrenmek onlar için nadir bir olgu değil. Kendilerine çok uzak olan eğitim standartlarının özlemini duyan insanlardan bahsediyoruz. Çok çocuklu bir kulübe veya kulübeler, aşırı çalışmaktan yorgun düşmüş bir anne, yiyecek ve giyecek için sürekli verilen bir kavga.

Ancak tüm bu zorluklara rağmen, yazarlar çıktı. Ve bu da hatırlamamız gereken bir başka gerçek. Burası Zimbabve, bir asırdan az bir süre önce fiziksel olarak fethedilmiş bir yer. Bu insanların büyükbabaları ve büyükanneleri kabilelerinin masalcılarıydı belki de… Sözlü gelenek. Hatırlanıp ağızdan ağıza aktarılan hikayeler, bir iki jenerasyonda yazıya, kitaplara geçti. Ne büyük bir başarı.

Çöp yığınlarından ve beyaz adamların dünyasının molozlarından tam anlamıyla çekilip alınan kitaplar. Elinizde bir demet kağıt olabilir (daktilo ile yazılmış yazılar değil, bir kitap değil) ama bu yazıların bir yayıncıya ulaşması gerekir. Size para ödeyecek, borçlarını zamanında ödeyebilecek durumda olan ve kitapların dağıtımını yapacak birine…
Afrika’daki yayıncılık durumu ile ilgili birkaç mektup aldım. Farklı bir geleneğe sahip ve daha ayrıcalıklı bir yer olan Kuzey Afrika’da bile yayıncılıktan bahsetmek bir hayal.

Burada, hiç yazılmamış kitaplardan bahsediyorum. Yayıncılar olmadığı için başaramamış yazarlardan. Duyulmamış seslerden. Bu büyük yetenek ve potansiyel kaybını tahmin etmek bile imkansız. Ancak bir yayıncıya, avansa, teşviğe ihtiyaç duyulan, kitabın oluşumunun bu evresinden önce, eksik olan başka bir şey var.
O alan…

Yazarların çok sık karşılaştığı bir soru vardır: “Nasıl yazıyorsunuz?” “Bir kelime işlemci ile mi? Elektrikli bir daktilo ile mi? Tüy kalem ile mi? El yazısı ile mi?” Ancak esas soru şu olmalı: "Yazarken ihtiyaç duyduğunuz o alanı, o boş alanı bulabildiniz mi? Bir çeşit dinleme, dikkat şeklinde olan bu alana, kelimeler, karakterlerinizin kelimeleri akacak; fikirler ve ilham akacak.

Eğer bir yazar bu alanı bulabilmiş değilse, şiirleri ve hikayeleri ölü doğmuş bir çocuk gibi olur.

Yazarlar birbirleriyle konuşurlarken, birbirlerine hep bu alan, bu ‘diğer zaman’ hakkında sorarlar. “Onu bulabildin mi? Ona sıkıca sarılıyor musun?”

Gelin, görünüşte tamamıyla farklı bir manzaraya bakalım. Büyük şehirlerden birinde, Londra’dayız. Yeni bir yazar var. Alaycı bir şekilde soruyoruz, “Göğüsleri nasıl?” “Güzel mi?” Eğer erkekse, “Karizmatik mi?” “Peki ya yakışıklı?” Dalga geçeriz, ama bu bir şaka değil.

Bu yeni yetenek tanınmış ve taktir görmüştür, muhtemelen ona çok para verilmiştir. Paparazzilerin vızıltıları zavallı kulaklarında çınlamaya başlar. Pohpohlanır, ona övgüler dizilir, dünyanın bir yerinden diğerine savrulup durur. Bunları görmüş geçirmiş olan biz yaşlılar da, ne olup bittiğinin farkına varamayan bu yeni yetmeye acırız.
Pohpohlanmaktadır ve memnundur.

Ama bir yıl sonra ona ne düşündüğünü sorun. Şu cevabı verdiklerini çok duydum: “Bu başıma gelebilecek en kötü şeydi.”

Reklamı çok yapılmış bazı yeni yazarlar bir daha hiç yazmadılar, veya yazmak istedikleri şeyi yazamadılar.
Ve biz eskiler o masum kulaklara şunu fısıldamak istiyoruz: “Hala o alana sahip misiniz? Sadece size ait olan, ihtiyaç duyduğunuz ve içinizdeki seslerin size, sadece size konuşmasına imkan verecek, hayal görmenize imkan verecek o alana sahip misiniz? Ona sıkıca sarılın, sakın bırakmayın.”

Bir şekilde bunun bir eğitimi olmalı.

“Kirlenirlerse bir daha nereden kitap bulacağım?”

Zihnim Afrika’dan ihtişamlı anılarla dolu. İstediğim zaman bu anıları canlandırıp seyredebiliyorum. Akşamları gökyüzünü kaplayan o altın, mor ve turuncu renkteki günbatımlarına ne demeli? Peki Kalahari’nin güzel kokulu çalılıklarındaki kelebeklere, pervane böceklerine ve arılara? Veya, Zambesi’nin kuru sezonda soluk otlarla, sonra da koyu yeşil parlak otlarla ve Afrika’nın tüm kuşlarıyla dolu kıyılarında oturmaya? Evet, filler, zürafalar, aslanlar ve diğer hayvanlardan bol bol vardı. Ama geceleri berrak, siyah ve kırpışan yıldızlarla dolu o muhteşem gökyüzüne ne demeli?

Bambaşka anılar da var tabi ki. Genç, belki de 18’lerinde bir genç adam gözyaşları içinde “kütüphanesinde” duruyor.

Ziyarete gelmiş olan ve kitapsız kütüphaneyi gören bir Amerikalı, ona bir sandık kitap göndermiş. Ama bu genç adam kitapları tek tek çıkararak plastik poşetlere sarıyor. “Ama,” diyoruz, “bu kitaplar okunmaları için gönderildi.” “Hayır,” diye cevap veriyor. “Kirlenirlerse bir daha nereden kitap bulacağım?”

Bizden, İngiltere’den ona öğretmenliği öğretecek kitaplar göndermemizi istiyor. “Lisede dört yıl okudum, ama bana hiç öğretmeyi öğretmediler” diye yalvarıyor.

Kitapların, hatta kara tahta için bir parça tebeşirin bile olmadığı –çalınmıştı- bir okulda, bir öğretmenin, yaşları altı ile sekiz arasında değişen çocuklara toprak üzerinde taşları oynatarak “İki kere iki…” diye öğrettiğini gördüm. Yirmi yaşından büyük olmayan bir kızın, yine defterlerin, kitapların tükenmez kalemlerin, hiçbir şeyin olmadığı bir okulda, toprağa bir değnekle A, B, C, yazarak kızıl güneşin altında ve uçuşan toz bulutlarının arasında, öğrencilerine alfabeyi öğrettiğini gördüm.

Afrika’da ve diğer üçüncü dünya ülkelerinde, veya ailelerin, çocuklarını yoksulluktan kurtaracak ve avantajlı kılacak bir eğitimin peşinde oldukları ülkelerde, eğitime böyle bir açlık duyulduğunu görüyoruz.
Bizim eğitimimiz bu denli tehdit altındayken.

Anna Karenina... “Rusya’yı bilir misin?”

Kendinizi Güney Afrika’da fakir bir mahallede ve kötü bir kuraklık zamanında bir Hint dükkanında hayal edin. İnsanlar, çoğunlukla da kadınlar, uzun bir kuyruk oluşturmuş. Ellerinde boy boy su kapları var. Bu dükkana her öğleden sonra kentten su geliyor ve insanlar bu değerli su için bekliyorlar.

Hintli, elleriyle tezgaha dayanmış, bir kitaptan yırtılmış gibi duran bir yığın kağıt parçasının üzerine doğru eğilmiş olan zenci bir kadını izliyor. Kadın Anna Karenin’i okuyor.

Yavaşça, kelimeleri telaffuz ederek okuyor. Zor bir kitapmış gibi görünüyor. Bu genç bir kadın. Bacaklarına yapışmış iki çocuğu var ve hamile. Hintli sıkıntılı, çünkü kadının başörtüsü beyaz olması gerekirken tozdan sararmış durumda.

Göğüslerinin arası ve kolları da toz içinde. Bu adam sıkıntılı, çünkü uzun kuyrukta bekleyen insanların hepsi susamış durumda ve hepsine yetecek kadar suyu yok. Kızgın, çünkü toz bulutlarının arkasında bir yerlerde ölmekte olan insanlar olduğunu biliyor. Kendisinden daha yaşlı olan abisi bu işin başında duruyordu. Ancak bir tatile ihtiyacı olduğunu söyleyerek ve kuraklıktan gerçekten hasta düşmüş bir halde kente gitti.

Adam meraklanıyor ve kadına “Ne okuyorsun?” diye soruyor. Kız, “Rusya hakkında” diye cevap veriyor.
“Rusya’yı bilir misin?” Kendisi bile Rusya’yı bilmiyor.

Genç kadın, gözleri tozdan kızarmış olduğu halde haysiyet dolu bir şekilde adama bakıyor. “Ben sınıfımın en iyisiydim. Öğretmen benim en iyi olduğumu söylüyordu” diyor.

Kadın okumaya devam ediyor, paragrafını bitirmek istiyor.

Hintli, iki küçük çocuğa bakıyor ve onlara vermek üzere Fanta şişesine uzanıyor. Ancak anne, “Fanta onları susatıyor” diyor.

Hintli bunu yapmaması gerektiğini biliyor ama yine de tezgahın arkasında yanında duran büyük bir plastik kaba uzanıyor ve iki plastik bardağa su doldurup çocuklara uzatıyor. Çocukları su içerken onları ağzını hareket ettirerek seyreden kıza bakıyor. Ona da bir bardak su veriyor. Onu su içerken izlemek adama acı veriyor. Öylesine acı verici bir şekilde susamış ki.

Kız ona plastik bir su kabı uzatıyor. Adam kabı dolduruyor. Genç kadın ve çocuklar yere su dökmediğinden emin olmak için onu dikkatlice izliyorlar.

Kız tekrar kitaba eğiliyor. Yavaşça okuyor. Paragraf onu öylesine büyülüyor ki tekrar okuyor.

“Varenka, siyah saçlarını kaplayan beyaz başörtüsüyle, etrafındaki çocuklarla neşeli ve güler yüzlü şekilde ilgilenirken, ve hoşlandığı adamdan gelmesini beklediği evlenme teklifi karşısında gözle görülür şekilde heyecan duyarken, çok çekici görünüyordu. Koznyshev yanından geçti ve ona hayranlık dolu bir şekilde bakmaya devam etti. Ona bakarken, onun dudaklarından işittiği tüm o sihirli şeyleri, onun hakkında bildiği tüm iyi şeyleri aklından geçirdi. Ona karşı beslediği duyguların çok nadir, daha önce sadece bir kez, çok çok uzun zaman önce, ilk gençliğinde hissetmiş olduğu duygular olduğunun daha da iyi farkına vardı. Onun yanında olmanın verdiği haz adım adım arttı ve öyle bir noktaya ulaştı ki, ince saplı ve kenarları yukarıya doğru kıvrılan bir mantarı onun sepetine koyarken gözlerinin içine baktı. Onun yüzünün memnuniyet ama biraz da korku dolu bir heyecandan kızardığını görünce zihni bulandı ve sessizce ona gülümsedi. Bu gülümseme çok fazla şey anlatıyordu.”

Tezgahın üzerindeki bu yazı yığını yanında eski dergiler, ve üzerinde bikinili kızların fotoğrafları olan gazete sayfaları duruyor.

Genç kadının, Hint dükkanındaki bu cenneti bırakıp köyüne doğru dört millik yola çıkma zamanı geldi. Zaman geldi… Dışarıda beklemekte olan kadınlar bağırıp çağırıyor ve şikayet ediyor. Ama Hintli oyalanıyor. Paçasına yapışan bu iki çocukla evine dönmenin bu kız için ne demek olduğunu biliyor. Onu büyüleyen bu bir parça düzyazıyı ona verirdi ama, koca göbekli bu sıska kızın o yazıyı anlayabildiğine gerçekten inanamıyor.

Peki neden Anna Karenina’nın belki de üçte biri bu ücra Hint dükkanındaki bir tezgahın üzerinde duruyor? Şu nedenle:
Bir Birleşmiş Milletler üst düzey yetkilisi, birkaç okyanus ve deniz geçeceği yolculuğuna çıkmadan önce bir kitapçıda bu romanın bir kopyasını satın alıyor. Uçakta business class’ta otururken kitabı üç parçaya ayırıyor.

Bunu yaparken şaşkın bakışlara maruz kalacağını bilerek etrafına, diğer yolculara bakıyor. Şaşkın, meraklı ve birkaç da keyif dolu bakışla karşılaşıyor. Emniyet kemeri sıkıca bağlı şekilde koltuğunda otururken etrafındakilerin onu duyabileceği şekilde, “Uzun bir yolculuğa çıktığımda bunu hep yapıyorum” diyor. “Kocaman ağır bir kitap taşımak istemezsiniz.” Kitap ciltsizdi ama doğru, uzun bir kitaptı.

Bu adam konuşurken insanların kendisini dinlemesine alışmış. “Yolculuktayken bunu hep yapıyorum” diye itiraf ediyor. “Günler boyunca yolculuk yapmak zaten zor.” Ve tüm yolcular yerlerine oturur oturmaz, Anna Karenin’in bir parçasını açarak okumaya başlıyor.

İnsanların bazıları ona merakla, bazıları da umursamaz bir şekilde bakıyor. Onlara “Hayır, gerçekten, yolculuk yapmanın tek yolu bu” diyor tekrar. Romanı biliyor, seviyor ve bu orijinal okuma tarzı da, zaten bilinmekte olan bir kitaba biraz renk katıyor.

Kitaptaki bir bölümün sonuna geldiğinde, hostesi çağırıp o parçayı arkadaki daha ucuz koltuklarda seyahat eden sekreterine gönderiyor. Bu büyük Rus romanının bölümleri parçalanmış ancak okunabilir bir durumda uçağın arka kısmına her geldiğinde bu olay büyük ilgi, ayıplama ve tabi ki merakla karşılandı. Anna Karenin’i bu akıllıca okuma şekli bir intiba bırakıyor, hem de orada bulunan hiç kimsenin unutamayacağı bir intiba…

Bu arada, Hint dükkanındaki kadın, çocukları hala eteğine yapışmış durumda tezgahta durmaya devam ediyor. Modern bir kadın olduğu için kot giyiyor ama kotun üzerine geleneksek kıyafetinin bir parçası olan ağır, yün bir etek giymiş: çocuklar bu eteğe, kalın kıvrımlarına kolayca tutunabiliyorlar.

Kendisini sevdiğini ve kendisine acıdığını bildiği Hintli’ye teşekkür dolu bir bakış atıyor ve dışarıda uçuşan toz bulutları arasına karışıyor.

Çocuklar ağlıyor. Boğazları tozla dolmuş durumda.

Zordu… Ayaklarının altında yanıltıcı bir şekilde yumuşak duran toza tekrar ayak basmak gerçekten çok zordu. Zor, çok zor ancak o, zorluklara alışkındı değil mi? Aklı okumuş olduğu hikayedeydi. “O da aynı benim gibi” diye düşünüyordu.

“Beyaz başörtüsüyle o da çocuklarına bakıyor. Ben o kız, o Rus kızı olabilirdim. Ve o adam, o adam onu seviyor ve ona evlenme teklif edecek. (Bu tek paragraftan fazlasını okuyamamıştı) Evet bir adam gelecek ve beni, beni ve çocukları tüm bunlardan kurtaracak. Evet, beni sevecek ve bana bakacak.”

Yürümeye devam ediyor. Su kabı omuzlarında ağırlaşıyor. Devam ediyor. Çocuklar suyun kabın içinde çıkardığı sesi duyabiliyorlar. Yarı yolda duruyor ve kabı yere bırakıyor. Çocuklar sızlanarak kaba dokunuyorlar. Kabı açamayacağını çünkü içinin toz dolacağını düşünüyor. Eve varana kadar kabı açmasının hiç bir yolu yok.
Çocuklara “Bekleyin,” diyor. “Bekleyin.”

Kendisini toparlayıp yola devam etmesi lazım.

Düşünüyor. “Öğretmenim orada bir kütüphane olduğunu söyledi. Süpermarketten bile daha büyük bir bina, ve kitaplarla dolu.” Genç kadın yürümeye devam ederken gülümsüyor. Yüzüne tozlar esiyor. “Ben zekiyim” diye düşünüyor. “Öğretmen zeki olduğumu söyledi.” “Okuldaki en zeki öğrenci, öğretmen öyle dedi.”

“Çocuklarım da benim gibi zeki olacak.”

“Onları kütüphaneye, kitaplarla dolu o yere götüreceğim.”

“Okula gidecekler ve öğretmen olacaklar, öğretmenim bana öğretmen olabileceğimi söylemişti.”

“Buradan uzaklara gidecekler, para kazanacaklar.”

“Büyük kütüphanenin yakınlarında yaşayacaklar ve iyi bir hayatları olacak.”

O Rus romanının bir parçasının nasıl Hint dükkanındaki tezgaha geldiğini sorabilirsiniz.

Bu güzel bir hikaye olurdu. Belki bu hikayeyi bir gün birileri anlatır.

Masal mirası
Zavallı kız yola devam ediyor. Eve vardığında çocuklarına vereceği ve kendisinin de bir parça içeceği suyun düşüncesi onu ayakta tutuyor. Kurak Afrika’nın korkunç toz bulutları arasında yola devam ediyor.

Biz bu dünyada, bu tehdit altındaki dünyada şevksiz kalmış insanlarız. İroni ve alaycılık açısından gayet iyiyiz. Bazı kelimeleri ve fikirleri artık neredeyse hiç kullanmıyoruz. Öyle eskidiler ki. Ancak etkisini kaybetmiş bazı kelimeleri geri getirmek isteyebiliriz.

Mısırlılar’a, Yunanlar’a, Romalılar’a dayanan bir hazine evimiz, edebiyat hazinemiz var. Bu edebiyat hazinesi, onu bulacak kadar şanslı olan kişiler tarafından tekrar tekrar keşfedilmeyi bekliyor. Bir hazine… Olmadığını düşünün. Ne kadar yoksul ve boş olurduk.

Bir diller, şiirler, tarihler mirasına sahibiz ve bu miras asla tükenmeyecek bir miras. Her zaman orada olacak.

Kiminin adı bilinen, kiminin bilinmeyen eski masalcılardan kalma hikayelerden oluşan bir mirasımız var. Masalcılar, ortasında büyük bir ateşin yandığı ve yaşlı şamanların dans edip şarkı söylediği ormanlar kadar eskidir, çünkü masal mirasımızın kökeni ateşe, büyüye ve hayaletlere dayanmaktadır. Ve bugün de oradadır.

Herhangi modern bir masalcıya sorun. Bir an için, kendilerine, bizim ilham dediğimiz bir ateşin dokunduğunu size söyleyeceklerdir. Ve bu da bizim soyumuzun başlangıçlarına, ateşe, buza ve bizi ve dünyamızı şekillendiren büyük rüzgarlara dayanmaktadır.

Masalcı derinlerde, hepimizin içinde. Masalı yaratan her zaman bizimle. Varsayalım ki, dünyamızda büyük bir savaş çıktı veya büyük bir felaket oldu. Bu hepimizin kolayca düşünebileceği bir şey.

Sellerin şehirleri silip süpürdüğünü, denizlerin yükseldiğini düşünelim ... ama masalcı orada olacaktır çünkü bizi şekillendiren, besleyen ve var eden hayal gücümüzdür, yi günde ve kötü günde. Hırpalandığımızda, yara aldığımızda, hatta mahvolduğumuzda bizi yeniden yaratacak olan masallarımızdır, masalcılardır. Masalcılar, rüya yaratıcıları, efsane yaratıcıları bizim Anka kuşumuzdur. En iyi halimiz, en yaratıcı halimizdir.

Toz bulutlarının arasında ağır adımlarla ilerleyen ve çocukları için bir eğitim hayali kuran o zavallı kız... Gerçekten ondan daha iyi olduğumuzu mu düşünüyoruz? Bizler ki, tıka basa doyuyoruz, dolaplarımız ağzına kadar kıyafetlerle dolu ve aşırı bolluk içinde boğulmaktayız?

Bence, bizi, üç gündür yemek yememiş olduğu halde kitaplardan ve eğitimden bahseden o kız ve kadınlar tanımlamalıdırlar. (DL/EZÖ)

AYŞEGÜL'ÜN NOTU: ÇEVİRİ HATALARINI VE DİLBİLGİSİ YANLIŞLARINI DÜZELTMEDİM.
Old 20-04-2008, 12:24   #7
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Örneklerin tamamını aynı "kutuda" yazmayacağım. Çünkü biliyorum ki uzun yazılar okuru bunaltıyor. O nedenle parçalara böldüm(gazete de öyle yapmış).

7.ÖRNEK(A)

Türkiye'nin yeni romancıları

16 Nisan 2008

http://kultur.sabah.com.tr/kit106-11...0416-1100.html

Geçtiğimiz yıl içinde ilk romanını çıkarmış genç yazarlar: Hepsinin romancılıkla ilgili değişik hayalleri, beklentileri ve planları var... Yaşları 27 ile 39 arasında değişiyor. Türkiye'nin yeni romancılarına beş farklı soru yönelttik ve kitaplarının ilk bölümlerinden alıntılara yer verdik.

1- İlk romanınızı yazmak nasıl bir deneyimdi, sizi nasıl değiştirdi?

2- Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz:
a) yazar
b) romancı
c) edebiyatçı; peki neden bu tanımı tercih ediyorsunuz?

3- Kitabınızı dört cümlede özetlemeniz gerekseydi...

4- Roman sanatında 'estetik' ve 'politik' olan arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

5- Şu anda üzerinde çalıştığınız bir roman var mı?

22 Mayıs 1978 İzmit doğumlu Nur Yazgan, 1995'te 75. Cumhuriyet Sağlık Meslek Lisesi'nin hemşirelik bölümden mezun oldu. Yazgan o tarihten bu yana İzmit Devlet Hastanesi Radyoloji bölümünde radyoloji hemşiresi olarak görev yapmakta. Evli ve dokuz aylık bir kız çocuk annesi Nur Yazgan'ın Duygu Asena Roman Yarışması'nda birincilik ödülü kazanan romanı Lal Kitap, haziran ayında yayımlanacak.

1- Lal Kitap'ı yazarken, yıllardır kadınlık halleri üzerine yaptığım gözlemlerin; kadınların ezilmişliklerine karşı duyduğum öfkenin -tıpkı kahramanım Zeliha' nın bir gece içinde saklı kalan bütün sözleri büyük bir çığlıkla dile getirmesi gibi - sözcüklere dönüşmesini izledim. Sanırım ilk romanım beni özgürleştirdi.

2- Romancı değilim çünkü bu yazdıklarımı tek bir türe hapseden, istediğim türde yazabilme özgürlüğümü elimden alan bir tanımlama. Edebiyatçı değilim çünkü bunun yıllar süren emek, zaman ve çaba sonucunda başkaları tarafından size yakıştırılması gereken saygıdeğer bir tanım olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ben bir gün edebiyatçı olarak tanımlanmayı yürekten isteyen genç bir yazarım.

3- Lal Kitap: Hayallerini ve özlemlerini halılarına dokuyarak yaşayan Zeliha genç kızlığa adım atar atmaz yüreğine sızan ilham perisinin de etkisiyle yaşadığı toplumda ilham verici bir varlığa dönüşmeye başlar. Romandaki diğer kahramanlar onun sayesinde hayatın çıkmaz sokaklarını, karşılaşmalarını ve tesadüflerini keşfederken Zeliha tek dostu DeliSaraylı ve büyük aşkı Mustafa'nın da yardımlarıyla içindeki periden kurtulmaya, mahallelinin baskısı karşısında ayakta kalmaya çalışır.

4- Roman, hayatın estetize edilmiş biçimidir; çoğu kez onu yaşanılır kılar. Bu yüzden hayatın içinde olan her şey roman sayfalarına da yavaş yavaş sızar.

5- Evet. ikinci kitabım üzerine çalışıyorum.

Doğan Kitap
İncecik bir ışık demetiydi. Gündüzleri güneşin koynunda saklanır, akşamüzeri, gökyüzü karanlıkla aydınlık arasında ikirciklenirken, güneşin koynundan usulca kalkıp bulutlara yerleşirdi. Bulutlar yüreklerine gömdükleri değerli ışık topunun sevecen sıcaklığı karşısında utanır, hafifçe kızarırlardı. Bu utanç tüm gökyüzünü gelincik tarlasına dönüştürürdü böylece. Güneşin batışını izleyenler içlerini üşüten rüzgârın onun fısıltısı olduğunu bilmiyorlardı, göğün allanmış yanaklarının onun marifetini olduğunu da... O, bu renk şölenini, bu iç gıcıklayıcı fısıltıyı yaratmak için var olmamıştı. Birkaç bulutu dolaşıp, onlarla cilveleştikten sonra silkinip, güzelliğiyle ilham veren bir varlığa dönüşecekti. Her zaman olmuyordu bu: yirmi sekiz günde bir, dolunayın yeryüzünü seyre çıktığı alacakaranlık gecelerde, güneşten arta kalan bir top ışık; bulutlarla cilveleştikten, insanların yüreklerini titrettikten, yeryüzünü keskin bir turuncuya boyadıktan sonra gecenin çöküşünü beklerdi sessizce... Karanlık kucakladığı zaman dünyayı, bir süre kuytularda dolaşır gözün görmediği, elin değmediği mekânlarda kendince oynaşırdı. Ara sokaklarda mahalle itleri uzun uzun ulurdu peşinden... Bebekler uyumadan önce burunlarının ucunda zıplayan bu yıldız parçasına gülümserler, bahçelerinde yaz akşamlarının tadını çıkaran yetişkinler onu ağustos böceğiyle karıştırırlardı.
Old 20-04-2008, 12:26   #8
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

7.ÖRNEK(B)

Özge Baykan / Konuşmayan Adam

16 Nisan 2008


1- Yaşadıklarımı yazdığım kadar, yazdıklarımı da yaşıyorum. Yazmak bir bakıma kendi falına bakmak ve bu falın çıkması gibi. Her yazıdan sonra bir şeyleri geride bırakmış, bir şeylerle yüzleşmiş oluyorsunuz; ve böylece yazı hayatınızı dönüştürüyor.

2- "Yazarım," demek Türkiye'de bir lüks. Yazarlık, romancılık, edebiyatçılık kimlikleri öne çıkan kişilere hep gelen soru: "Asıl mesleğin nedir?" Benim de yukarıdaki üç seçenekle beraber ya da bunların dışında kendimi tanımlayabileceğim başka birçok kimliğim var. Birkaç yıl önce kendime, klasik meslek tanımlarıyla oynadığım çeşitli kartvizitler bastırmıştım. Bu kartvizitlerden birinde, Özge Baykan'ın altında meslek tanımı yerine İnsan yazıyor. Çünkü en uygun tanımın bu olduğunu düşünüyorum.

3- Konuşmayan Adam, dil, düşünce, susmak, konuşmak, nerede konuşmak, susmayı bilmek, az konuşmak, çok konuşmak, güzel konuşmak, konuştukça batmak, gibi izlekler üzerinden bir anlamda suskunluk üzerine konuştuğum bir kitaptı. Konuşmayan Adam, her şeyin zaten konuşulmuş olduğunu fark ettiğinde konuşmaktan kendi adına vazgeçiyor. Özgeci bir tutum; ama başkalarının konuşmaya devam etmesine de pek karışmıyor. Kendi adına yapması gerektiğini düşündüğünü yapıyor yalnızca, yine de kendi çelişkisinden kurtulması zor.

4- Yazmanın kendisinin başlı başına politik bir eylem olduğunu düşünüyorum; çünkü bir şeyleri değiştirme ve bir şeylere işaret etme öngörüsünden hareket eder. Fakat edebiyatta başat unsur dil olduğuna göre, estetiğin her zaman gözetilmesi gereken bir kaygı olmasından yanayım.

5- Var. Bitmiş bir roman dosyam var, adı Tutkunlar. Tutkunlar, mekân, zaman ya da karakter özellikleri gibi ayrıntılarla birbirine bağlanan kısa öykülerden oluşan bir roman. Kitap Lahor'dan Londra'ya, Rodos'tan İstanbul'a, dünyanın farklı yerlerinde geçiyor; buna bağlı olarak romanın kahramanları da farklı milletlerden. Aşka, evliliğe, iyiliğe, kötülüğe, ideallere, dürüstlüğe ve yalana, dostluğa ve tüketime dair bir kitap.

Notos Kitap, 100 sayfa
Konuşmayan Adam her keşfinin önceden başkaları tarafından zaten ortaya çıkarılmış olduğunu gördüğünde sustu. Söylediği ve söyleyebileceği her şey nasılsa söylenmiş. O zamana kadar herkes gibi konuşan bir insan olduğundan, pek de farklı bir özelliği yoktu. Adını bile kendi ağzına alamadı zaten. Nasıl alsın ki? Adı ona sustuktan sonra verildi. Ama yine de o düşünmeye devam etti. Sözleri ağzına geldi de çıkaramadı. Konuşmayan Adam tutunamayan olarak da görülebilir. Ama tutunamaması konuşmamasından kaynaklanmıyor. Ayrımı iyi yapmak gerek. Asıl sorunu, düşüncelerinin yaratıcı olmadığına inanması. Kendini genellemiş. Sonra da işin içinden çıkamamış. Şimdiye kadar yaşama ait her üretimini başkalarında gördüğünden kendi kendini ezmiş. Kimse bir şey dememişken. Sonra da vazgeçmiş. Düşünmekten değil, daha çok, aslında tamamıyla konuşmaktan. Peki, düşünmemeye çalıştı mı? Hayır, böyle özel bir çabası olmadı. Bir de, kendi de düşünürken eğleniyor; otoritesiz ve mesafeli durmaya çalışarak düşünüyor. Konuşmayan Adamın yazmadığını da ayrıca belirtmek gerek. Yazmamasının nedeni daha da derin. Korku denebilir? Olabilir. Konuşmayan Adamın başkalarını taklit ettiği suçlamasıyla yüzleşmekten korktuğu kendince de malum.
Old 20-04-2008, 12:28   #9
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

7.ÖRNEK(C)

Umut Dağıstan / Üst Kattaki Cinler

16 Nisan 2008


1- Bana göre, roman yazmak; sabırla, inatla ve yer yer öfkeyle tuğla üstüne tuğla koyarak sonunu göremediğiniz bir yapıyı inşa etmeye benzer. Onun için, yazma anında olduğu gibi son noktayı koyduğumda da nerede olduğumu bilemem. Elbette değişim kaçınılmazdır. Ama bu A noktasından çıkıp B noktasına varmak gibi bir deneyim değildir. En azından benim için bir tarifi yoktur.

2- Kendimi bir romancı olarak tanımlamak hoşuma gider. Bunun altında pek tabii romanlara olan sonsuz hayranlığım yatmaktadır, bir de çocukluğumda ailede büyüklerin romancılardan kutsal varlıklarmış gibi bahsetmiş olmaları. Ayrıca böylesi bir tanımlamaya (romancı) layık olabilmek için tüm hayatınızı bu tanımın içine sokmanız gerektiğine inanırım.

3- Sadece kendi romanımı değil, okuduğum herhangi bir romanı bile dört cümlede özetleyemem. Size ancak sorunuz karşısında düştüğüm zorluğu özetleyebilirim: Kim bir hayatı dört cümlede özetleyebilir? Üstelik benim romanımda çakışan dört hayat var...

4- Yazmak ve yaratmak başlı başına estetik bir kaygıdır. Okumak ise, beğenelim beğenmeyelim, belki de günümüzde her şeyden çok, politik bir eylemdir. Bir tavır gerektirir. Bir romancı için yazmak ve okumak iç içe geçmiş eylemler olduğuna göre sınırın nerede başlayıp nerede bittiğinin son derece muğlâk olduğunu düşünürüm. Peter Weiss: "Estetik meseleler daima politik meselelerdir," der. Buna kim itiraz edebilir!

5- Elimde bitirmek üzere olduğum, belki de bitirip de ayrılamadığım bir roman var. 80'lerin ilk yarısında geçen bir roman. Dönemin öğrenci hareketlerine katılamayacak ve onları anlayamayacak kadar küçük, ama 12 Eylül rejiminin toplum mühendisliğinden kaçamayacak kadar büyük bir kahramanın ağzından bir roman...

Merkez Kitaplar, 265 sayfa
"Gidiyorum dedim kendi kendime. Aslında, dönüyorum demeliydim. İnsan başladığı yere gitmez, olsa olsa döner. Arabayı çalıştırmadan önce derin bir nefes alıp, ikinci katın penceresine bir kez daha baktım. Güzin'in beni yolcu etmek için pencereye çıkmayacağını bildiğim halde, bakmaktan kendimi alamıyordum. Oysa eşimin pencereye çıkıp çıkmaması, bir süredir benim için bir şey ifade etmiyordu. Elim direksiyonda, ona veda etmek için değil, ihtiyacım olan cesareti kazanmak için bekliyordum. Birden, yatağında her şeyden haberiz uyuyan oğlum aklıma geldi. Can, akşam yatmadan önce, ne kadar kalacağımı sormuştu, ben de son zamanlarda en çok sığındığım yanıtı vermiştim: "Bilmiyorum." Eskiden daha çok şey bilirdim. Kontağı çevirip gaza yavaşça bastım. Sağımda solumda apartmanlar hareket etmeye başladığında hiçbir şey hissetmiyordum artık. Tamamen boşluktaydım. Dün gece aramıştı İpek. Elimde aylardır bitiremediğim bir kitapla televizyonun karşısında uyukluyordum. Sesi her zamanki gibiydi, ya da bana öyle gelmişti. Konuyu fazla oyalanmadan babama getirdiğinde, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamış, bana aldırmadan televizyon izleyen Güzin'e bakmıştım. Eskiden onun televizyona düşkünlüğünden rahatsız olurdum.
Old 20-04-2008, 12:33   #10
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

7.ÖRNEK (D)

NOT. BİR KAÇ ÖRNEK DAHA VAR, MERAKLISI OKUSUN.

http://kultur.sabah.com.tr/kit117-11...0416-1100.html

Muhammed Munis / Uzak Hayat

16 Nisan 2008


1- Yazarlığı, kişinin gerçekte ne düşündüğünü öğrenme çabası olarak görüyorum. Kendimle nihayet tanıştığım için mutluyum bu anlamda. Ne var ki, ürkütücü bir deneyim bu. Bedeni değil, ruhu gösteren bir aynaya bakmak gibi. Bir bakıma da rahatlatıyor insanı. Doğduğumdan beri ilk kez konuşuyormuşum gibi hissediyorum. Abarttığımı sanmıyorum; bana kalırsa yazı dışında her şey hayaldir bu dünyada. Bu gerçeği anlamak değiştirdi beni. Yazdıklarımın yayımlanması ise başkalarını değiştirdi sanırım. Başkalarının bana bakışını. Marquez, arkadaşları onu daha çok sevsin diye yazdığını söylemişti. Ben bu niyetle başlamamıştım yazmaya ama bunun böyle olduğunu görmek güzel.

2- Edebiyatla şiir aracılığıyla tanıştım ilkin. Bir dönem öyküyü denedim. Şimdiyse romana sığınmış durumdayım. Bu kısa süreli serüven beni yazar yapmaya yetiyorsa yazarım. İlk romanını yayımlatmış biri olarak 'edebiyatçı' ve 'romancı' oldukça iddialı tanımlar olur benim için. Ayrıca sonunda -cı, -ci eki olmayan tek seçenek o olduğu için yazarlık daha cazip duruyor ilk bakışta. Yazmayı bir meslek olarak düşünemiyorum çünkü. "Yazmasaydım çıldırırdım," diyemem ama komik duruma düşerdim herhalde. Başka türlü katlanılır olamazdım. Dışarıdan bakıp bu dünyada neden yaşadığımı merak edenler bile çıkabilirdi.

3- Bir cümle ve üç alıntı: Hayatın anlamı üzerine düşünen, insanın o korkunç ruhsal yalnızlığıyla hesaplaşan, aşk, ölüm, delilik temaları etrafında dönen, karanlık, tuhaf bir roman Uzak Hayat. "Mutluluk bir çocuk hastalığıdır. Evet. İnsanların yalnızca çocukken mutlu olmaları bundandır. Ah, dostum, o 'çocukluk' denen düşler dünyası şükür ki, çabuk son bulur... Büyümesek, biz insanlar ölmeyi beceremezdik yoksa." "Ona delikanlı sen bana sırtım kadar yabancısın demek istedim, tüm evren bir incir çekirdeğine dolsa da elimiz birbirine hiç değmedi." "Su gibiyiz; başkalarını temizliyor, kendimiz kirleniyoruz."

4- Her roman bir yerde politiktir demeyeceğim. Ama bugünkü dünyada -ki tarihin bütün o çirkefliklerinin üzerine kurulmuştur- ne denli estetik de olsa tümüyle apolitik bir eser yazmaya kimsenin hakkı yok diye düşünüyorum. Bu genç bir yazar için de geçerli kuşkusuz. Romanın bir dil işçiliğini gerektirdiği gerçeğini yadsımıyorum. Ama bu bir tür dil fetişizmine dönüşmemeli. Sanat yapmak adına insanlığımızdan sıyrılmamız gerektiği beklentisi herhalde modern dünyanın tarihi örtme çabalarından biri. Çok sevdiğim bir şair, "Aşk örgütlenmektir" demişti bir şiirinde. Ve onun şiiri (poetikası) estetizmin en alasını örnekliyor. Aşk gibi son derece kişisel bir duyguyu bile politikleştirmek edebiyatçının aşırıya kaçan duyarlılığını yansıtıyor elbette. Roman (insandan) taraf olmaktır. En yalın tanımıyla 'bir şey söyleme sanatı'ndan başka şey değildir roman. Gerçeği en güzel biçimde anlatma çabası...

5- Yarım kalan bir roman çalışması var şu anda masamda. Bir süredir ara verdim. Yazma isteğimin yeniden içime doğmasını bekliyorum. Daha 'genç' bir roman olacak galiba. Becerebilirsem.

Everest Yayınları, 364 sayfa
Piyar'ın o çiçekli yüzüne biraz daha bakabilmek için güneş günlerdir aynı yerde duruyordu. "Dünya durdu," dedi biri bunun üzerine, "bin yıllardır Piyar'ın aşkından başı dönen dünya işte tam burada, Piyar'da durdu." Sanki hayat bütün ruhunu bu küçük şehre bağışlamıştı. On gündür cıvıl cıvıl sesiyle havanın değdiği her yerde gezinen bahar, Piyar'ın asık suratına alımlı bir gülücük kondurmuştu. İnsanlar karanlık geçmişlerini ve derinliklerindeki uzak kışlardan kalan buzları bu ıtırlı güzellikte yıkıyor, pörsümüş ruhlarını ve kötürüm bir ihtiyar gibi pis kokan yaşlı şehirlerini gençleştiren bu büyünün bitmemesi için Tanrı'ya içtenlikle dua ediyorlardı. Sonra biri, "Cennete gitmek için artık ölmeye gerek yok!" diye bağırdı; hem de avazının çıktığı kadar. "Ey, Adem'in öz çocukları, bu cennet başka cennet; burada elma yemeyen kovuluyor."
Old 20-05-2008, 10:52   #11
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

8.örnek yine Selim İleri'den. Bu kez Roman Sanatı üzerine:

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=687779

Forster ve Roman Sanatı


Çeyrek yüzyıl önce çok severek okuduğum Roman Sanatı, İngiliz romancı E. M. Forster'ın eseridir; dilimize Ünal Aytür çevirmişti.
Hindistan'a Bir Geçit, Meleklerin Uğramadığı Yer, Maurice gibi güzel romanları dolayısıyla Forster, Türk okurunun bildiği bir addır.

Romancı, roman sanatını irdelerken şöyle der:

"Bir roman için son ölçü, ona karşı duyduğumuz sevgi olacaktır; tıpkı dostlarımızın ve tanımlayamadığımız şeylerin ölçüsünün sevgi olması gibi."

Çok hoşuma gitmişti. Galiba o günden sonra, yalnız romana değil, her sanat eserine tek ölçütüm bu oldu. Sevgi duymadığım bir romandan, öyküden, resimden, sinema, tiyatro yapımlarından söz açmayı artık gereksinmedim. Çeyrek yüzyıldır yalnız sevdiğim eserler için yazı yazıyorum.

Roman Sanatı'nı baştan sona okuyup kitaplığıma kaldırırken, iki yönlü bir iç tartışmaya kapılmıştım. Her şeyden önce, bu incelikli yapıt bir sanatçının kaleminden çıkmıştı; irdeleyişi, kavrayışı, yorumlayışı ve söyleyişi sanatkârcaydı. İkincisi; sanat eserinin değerlendirilişinde, 'alçakgönüllülüğün' yordamına ihtiyaç duymuştu.

Özellikle alçakgönüllülük diyorum; çünkü, sanatçının ortaya koyduğu, izlerçevreye sunduğu eseri anlamak, sanatçı ölçüsünde çaba harcamakla eşanlamlıdır. Bizde, yazık ki, bu çaba pek cimrice harcanır. Dün de, bugün de. Ya da, cömertçe övgülerin ardında, kof ideolojilerin tutsağı olmak aymazlığı yatar. Kırk yılı aşan yazarlık çabamda, diyebilirim ki, bu iki 'tuhaf' tutuma yüzlerce kez tanık oldum. Adınız filancaysa, ne yapsanız alkışlanıyor; nice nice değerli eser de görmezden gelinebiliyor...

Forster'ın ölçütleri bambaşka. Asıl özelliklerine on sekizinci yüzyılda kavuştuğunu bildiğimiz romanın belli bir tanımı yok ve olamaz -Forster'a göre. Zaten, böyle bir tanım gereksiz: "Elli bin sözcüğü geçen tüm düzyazı anlatılar bizim amaçlarımız bakımından roman sayılabilir."

Forster, romanın oluşumunda ve gelişiminde, Roman Sanatı'nı okuyanlar hatırlayacak, 'tarih'e ve 'şiir'e geniş yer tanır. Romanın kesin, sınırlandırılmış, geometrik şekle indirgenmiş bir tanımından kaçınmakla birlikte; onu ortaya çıkaran, bağımsız birim kılan, türleştiren koşulları sezinler. Ona göre, hele, değişik dönemlerde yaşamış romancıları sanki hepsi bugün, bir arada ve yanı başımızda yazıyorlarmış gibi gözlemleyebilirsek; koşulları daha bütünsel şekilde ayırt ederiz. (Öyle ya, Eylûl'ü ya da Anna Karenina'yı, dönemsel atmosferlerine rağmen, bugün yazılmışçasına okumuyor muyuz? Kafka'nın Amerika'sı her zamankinden daha 'güncel' değil mi? Kemal Bilbaşar imzalı Denizin Çağırışı hiç 'eskimiş' olabilir mi?..)

Romancı, muhakkak ki, etkilenimleri açısından, çağının toplumsal verilerine bağlı insandır. Bununla birlikte, tarihten göreceli soyutladığımız romancının 'anlatma' tarzı çok da farklı akışlar göstermeyecektir. Unutmamalı; romancı, önünde sonunda, 'roman' yazmaktadır.

Forster, geçmiş zamanın verimi Tristram Shandy'den bir parça alıntıladıktan sonra, söz konusu parçayı Virginia Woolf'la oranlayarak, aradaki zaman ayrımının roman yazma açısından her dönem ille büyük önem taşımadığını vurguluyor.

Sterne'le Woolf'u birleştiren çok daha başka bir özellik vurgulanıyor. İkisi de, "işe küçük bir nesne ile başlar, kanat çırpıp oradan havalanır, sonra yeniden aynı yere dönerler. Bir yandan yaşamın karmakarışıklığını görerek alaycı bir tutum takınırlarken, bir yandan da güzelliğini derinden duyarlar." Romancı, hayatla ilintisinde, galiba, çağın 'üstünde' kalmayı becerebilen kişidir, demeye getiriyor Forster.

Roman Sanatı'nın Türkçe'de yayımlandığı dönemde, daha hemen biraz öncesinden başlayarak, eni konu yoğun roman tartışmaları gündemdeydi. Fethi Naci, Rauf Mutluay, Vedat Günyol gibi önemli eleştirmenler yazılan romanlar üzerinde gündem oluştururlardı. Doğan Hızlan daima yorumlayıcı yaklaşır, Konur Ertop ise sert dilli eleştiriler kaleme getirirdi. Fethi Naci bir otoriteydi. Bir bakıma, Rauf Mutluay da. Akademik çevrelerde Türk romanının gündeş eserlerine eğilen Gürsel Aytaç ayrıntıları irdeleyen, okuru esere çağıran incelemeler yazıyordu. Attilâ İlhan, Uğur Mumcu'yla yaptığı söyleşide, yeni romancıları hırpalamaktan uzak durmamıştı. Edebiyat dergilerinde ise, sol, romancıların kaç gram küçükburjuva olduklarını saptıyor, sağ, küçükburjuvalıklarının gramı ölçülmüş romancıları komünist / vatan haini ilân ediyordu. Karmaşık, yürek yakıcı, edebiyat sevgisi taşımayan bir zaman dilimiydi...

E. M. Forster'ın Roman Sanatı, geçen yüzyılın başında, üniversite öğrencileri için gerçekleştirilmiş bir dizi roman söyleşisinin sonunda kotarılmıştır. Sanatın sezgisinden yola çıkıldığı için, Roman Sanatı edebî değerini, anlamını yarın da koruyacak.

Ancak böylesi bir anlamı duyumsadığımızda... Dünü yitirdik. Belki bugün. Dileyelim ki, bugün.




11 Mayıs 2008, Pazar
Old 07-09-2008, 09:23   #12
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

9.Örnek (farklı bir "yazma")Gülenay Börekçi'den:

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=129099,10,165

Bu romanı çalın!
gulenay.borekci@aksam.com.tr



Milan Kundera erkek değil kadın olarak doğsaydı, ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ neyi, nasıl anlatırdı? Oscar Wilde, ‘Dorian Gray’in Portresi’ romanını ‘azıcık’ değiştirip kahramanını kadın yapsaydı, neler yaşanırdı? Thomas Harris’in romanındaki ‘insanobur’ Hannibal Lecter anoreksiya nervoza’dan muzdarip olsa, yani kendini şişman zannedip yemek yiyemese, yediğinde de durmadan kussa... Biri tutup DaVinci’nin Mona Lisa’sını bir roman kahramanına, Judas Priest’in ‘Victim of Changes’ını ise bir romana dönüştürse...

Bir bunları düşünüp merak edenler var, bir de oturup kaleme alanlar... Onların yazdıklarına ‘fan fiction’ deniyor.

Fan fiction, kimilerine göre yazı icat edildiğinden beri var olan ama adı ancak son zamanlarda konulmuş bir tür; kimilerine göreyse 1970’lerde ortaya çıkmış, şimdilerdeyse çılgınlık düzeyine gelmiş bir yazma biçimi. İnternet fan fiction siteleriyle kaynıyor, yani birileri, hayran oldukları kitapların, filmlerin, çizgi romanların hatta şarkıların ana hatlarını kullanarak ve araya başka karakterler de katarak yepyeni kurgular oluşturuyor. Tolkien’den Kafka’ya, Joyce’tan Flaubert’e bütün önemli yazarların yapıtları fan fiction’a malzeme olabiliyor.

Türün doğuşuna dair görüşler muhtelif. Bazıları onu ‘geleceğin’ edebiyatı sayıyor; bazılarıysa başlangıcının sözlü anlatı dönemlerine uzandığını, başka bir deyişle zaten ezelden beri bildiğimizi öne sürüyor. Başka teoriler de yok değil. Mesela fan fiction’ın 1620’de telif hakları kavramının ortaya çıkışıyla oluştuğunu düşünenler var. Uyarlama yapılan yazarların tepkileriyse değişiyor. Olumlu bulan kimileri, yazdıklarının başka insanların ufuklarını açtığına, onları hayal kurmaya ve yaratmaya teşvik ettiğine inanıyorlar. Ayrıca hayranlarının yazdıklarını okuyarak çok eğleniyorlar. Sonuç olarak kimse umursamadığı, beğenmediği bir kitabı uyarlamaz. Karakterlerin de telif haklarına tâbi olduğunu düşünen ve dolayısıyla fan fiction yazarlarının kendi yapıtlarına el atmalarını yasaklayan yazarlar da var.

Yazar tanrı mıdır yoksa yarattıklarının emrinde olmaktan haz alan bir köle mi tartışması elbette burada yersiz kaçar. Gelin görün ki; karakterlerini başka insanlara göndermekte kıskanç davranmayan yazarlar için fan fiction müthiş bir deneyim. Mesela bence, espri duygusu kuvvetli biri olan Oscar Wilde, ‘Dorian Gray’in Portresi’nin birebir taklidi olan ama karakterleri bugüne, karanlık ve dumanlı tekno kulüplere taşıyan bir roman yazan meslektaşı Will Self’e kızmazdı. Self’ten daha ünlü fan fiction’cılar da olmadı değil, mesela oyunlarının, hatta ‘Hamlet’in konusunu bile başkalarından apartan, lakin işin içine dehasını katarak onları birer başyapıt haline getiren William Shakespeare.

Ben fan fiction’ın hırsızlık mı yoksa yorum mu olduğu meselesine pek takılmıyorum. Önemli olan ortaya çıkan yapıtın güzelliği, doğruluğu.

İnternette dolanan fan fiction’lara gelince; dahiyâne oldukları söylenemez. Kimi çok acemice, kimi ‘idare eder’ seviyesinde, pek azıysa özgün yapıtı bilmeseniz, zevk alabileceğiniz kadar iyi.

Hem nihayetinde ben de yazının başlığını sevdiğim bir yazardan, Murat Gülsoy’dan aparttım, öyle değil mi?
Old 07-09-2008, 16:11   #13
Gülümse

 
Varsayılan

Ayşegül Hanım, açtığınız bu konunun sıkı takipçisi olduğumu bildirmek ve teşekkürlerimi sunmak istedim...
Old 08-09-2008, 10:17   #14
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Teşekkürler Gülümse... Okunduğunu bilmek, moda deyimle "geri bildirim" almak güzel bir şey...yürekten teşekkürler...
Old 08-09-2008, 10:29   #15
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Merhaba herkese.... İlginizi çekeceğini düşündüğüm bir konuyu paylaşmak istiyorum. Yeni bir sayfa yerine buraya yazmayı uygun gördüm. Biçimsel olarak farklı bir alan gibi görünse de içeriğine baktığınızda çok da farklı olmadığını göreceksiniz.

10. Örnek (çeviri üzerine):

http://bianet.org/bianet/kategori/bi...in?from=bulten

"Bütün Çevirmenler, Birleşin!

"Digitürk, bir başka çeviri üzerinde oynamasını istediği Ali Ünal'ı, reddedince işten çıkardı. Ünal "On, yirmi, yüz kişi olduğumuzda artık iş kaybetmeyiz. Böyle korkumuz da olmaz. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir de işimiz varmış gibi davranmamak isterim" diyor.

BİA Haber Merkezi - İstanbul

06 Eylül 2008, Cumartesi


Sabri GÜRSES

Ali Ünal, genç bir film çevirmeni: Sinema eğitimini film çevirileriyle zenginleştirmiş. Birçok film yıllarca onun çevirisiyle seyredildi, fakat bu alandaki bütün çevirmenler gibi onun da adı filmlerde anılmadı. Geçtiğimiz günlerde, Ali Ünal'ın adı beklenmedik bir olayla duyuldu. Ünal, 15 Ağustos'ta yaptığı basın açıklamasında Digitürk adlı kanalın kendisine, bir filmin daha önceden yapılmış çevirisini vererek sanki ilk kez yapılıyormuş gibi üzerinde oynamasını istediğini anlattı. Bu isteği "intihal" diye adlandırarak reddeden çevirmen, süreç sonunda işten çıkarılmıştı. Ali Ünal'la genel olarak film çevirmenliği ve bu anlaşılması güç istek üzerine konuştuk.

Öncelikle sizin çevirmenlik deneyiminizden başlayalım; dil uzmanlığınız nereye dayanıyor, çevirmenliğe nasıl başladınız, neler yaptınız?

Ben ODTÜ Makina Mühendisliği mezunuyum. Çevirmenliğe, üniversitede okurken, kendime bir gelir kapısı açmak amacıyla başladım. Önceleri, gelecekteki mesleğimle ilgili olarak teknik çeviriler yapıyordum. Ancak daha sonra kapsam gittikçe genişlemeye başladı. Eğitimime bir yıl ara verip İstanbul'a geldim ve burada, hem çeviri bürolarında çalışmaya hem de sinema üzerine eğitim almaya başladım. Okula döndüğümde, çeviri ve sinema alanlarında edindiğim alaylı deneyimiyle kendimi bu alanda daha güçlü hissettim ve Ankara Film Festivali için film çevirisi yaptım. Daha sonra, Ankara Sinema Kültürü Derneği'nin düzenlediği Güz Film Şenliği'nde ve ardından Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali'nde film çevirileri yaptım. Bu sırada da başka yerlere çeviriler yapmaya devam ettim. Okulum bittiğinde de, çeviride, mühendislikten çok daha fazla deneyimim olduğunu ve çeviriden, çok daha büyük keyif aldığımı anlayınca bu mesleğe devam ettim. İlk çeviri yaptığım zamandan bu yana 6 yıl geçti. Altyazı çevirilerinin yanı sıra, çeşitli yerelleştirme projelerinde de görev yaptım. Yayıma hazırlanmakta olan bir de kitap çevirdim.

Film çevirmenliğini Türkiye'deki ve yurtdışındaki uygulamalarıyla kendi deneyimlerinize dayanarak anlatabilir misiniz? Özellikle Türkiye'de alanda hangi şirketler var, ne tip işler yapılıyor, çalışma koşulları nelerdir? Film çevirmenleri arasında uzmanlaşma örnekleri, örneğin televizyon ve sinema çevirmenliği gibi ayrımlar var mı?

Film çevirisi başlı başına bir fikir ve sanat eseridir. Kendine özgü yazılı ve yazılı olmayan kuralları, yapısı ve geleneği olan bir yaratım sürecidir. Altyazı ve elbette dublaj, yalnızca filmin anlaşılması için gerekli teknik birer ayrıntı değildir. Donanım ve deneyim gerektiren oldukça yoğun bir zihin sürecinden geçen, duygu ve düşünceyle karılmış benzersiz bir üretim sürecidir, bir eserdir. Yurtdışında özellikle Fransa, bu konunun çerçevesini oldukça net bir şekilde belirlemiştir. Altyazı ve dublaj çevirmenleri, ATAA adındaki görsel-işitsel çeviri ve adaptasyon meslek birliği çatısı altında toplanmıştır ve çevirmenler "yazar" statüsünde algılanarak özlük ve maddi hakları koruma altına alınmıştır. Türkiye'de ise biz altyazı ve dublaj çevirmenlerinin, yüzüp yüzüp kuyruğuna getirdiğimiz bir meslek birliği kurma çalışmamız var. Çok yakın zamanda örgütlenip birlik çatısı altında mesleğin itibarını sağlamayı ve haklarımızı korumayı amaçlıyoruz.

Türkiye'de yayınlanacak yabancı bir filmin, mutlaka Türkçe altyazı veya dublajlı olarak yayınlanması gerekir. Bu, yasal bir zorunluluktur. Genelde dizi yayınlayan ana akım kanalların elbette böyle bir çevirmen kadrosu yok. Kanallar, dublaj ve altyazı alanında özelleşmiş bazı aracı şirketler aracılığıyla işlerini yaptırırlar.

Bunu biraz açabilir miyiz? Ana akım kanallar derken Kanal D, ATV vb. kanalları kastediyorsunuz sanırım? Peki aracı şirketler hangileri - yani birisi altyazı-dublaj çevirmenliği yapmak istese hangi şirketlere başvurması gerekiyor?

Evet, bu saydığınız kanalları kast ediyorum. İzleyici kitlesini de göz önünde tutan bu kanallar, filmleri altyazı ile vermezler, dublaj yaptırırlar. Bu konularda uzmanlaşmış Tiglon, Ares, Akla Kara, İmaj ve irili ufaklı birçok dublaj şirketi, bu kanalların taleplerini yerine getirirler. Bu aracı şirketlerin de kemik çevirmen kadroları vardır. Üniversite öğrencilerini saymazsak, piyasada altyazı ve dublaj çevirilerini hakkıyla yapan çevirmenler üç aşağı beş yukarı aynı kişilerdir. Buradan da, altyazı ve dublaj çevirisi işinin, deneyime ne kadar bağlı olduğunu ve şirketlerin, nitelikli iş konusundan ödün vermelerinin mümkün olmadığını çıkarabiliriz.

İzleyici profilinin daha "seçkin" olduğu NTV, CNNTürk, e2 ve CNBC-E gibi ulusal kanallarda ise, filmler, diziler ve belgeseller altyazılı olarak verilir. Bu şirketlerin ve dijital yayın yapan kanalların, film, belgesel ve dizi yükleri yoğun olduğu için, kadrolu olmayan ama kadrolu gibi çalıştıkları çevirmenleri vardır. Bu çevirmenler, sadece ya da büyük bir oranda o kanal için çalışırlar. Belgesel konusunda uzmanlaşmış ve yıllardır sadece belgesel çevirisi yapan çevirmenler olduğu gibi, her türlü çeviriyi yapan çevirmenler de vardır.

Festivallerde de durum farklı değildir. Yıl boyu televizyon kanallarına çeviri yapan çevirmenler, festival zamanlarında da festivallere çeviri yaparlar. Çevirmenler arasında dirsek teması olduğu için ve çevirmenler birbirlerini tanıdıkları için, festival kadroları da yine bu çevirmen arkadaşlardan oluşur. Yani aslında, "de facto" olarak örgütlenmiş bu topluluğun "de jure" bir seviyeye yükselmesi gerektiğiniz söyleyebiliriz.

Çalışma koşullarını da şöyle özetleyebilirim. Çevirmenler, ne yazık ki şirketlerin birer "elemanı" olarak görülüyorlar. Kanalların yaklaşımlarına göre bakarsak çevirmen, işverenin bir çalışanıdır. Onun verdiği "hizmeti" parasıyla satın alır ve dolayısıyla bu hizmetin ürünü de o işverene ait olur. Bu tip tüccar-eleman-müşteri ilişkisi, fikir ve sanat eserleri için geçerli değildir.

Bir roman yazarı, nasıl bir yayınevinin elemanı değilse, altyazı ve dublaj çevirmeni de, o kanalın ya da şirketin elemanı değildir, verdiği şey de "hizmet" değildir. Çevirmenin ürettiği ürün, maddi hak içerdiği için bir "meta" ancak benzersiz bir sürecin sonunda ortaya çıktığı için de bir "eser"dir. İşte kanallar, altyazı veya dublaj çevirilerinin, yalnızca alınır-satılır değeri olan birer meta olduklarına inandıklarından, çevirmenlere "eser sahibi" sıfatını uygun görmemekte ve çevirmenlerin bundan doğan haklarını gasp etmektedir.

Eser sahipliğinden bahsettiniz. Burada söz konusu olan nasıl bir eser sahipliği - yani çevirisi yapılan şey, filmin senaryosu değil sanırım, diyalogları değil mi? Bunun belli tipleri var mı?

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ile Meslek Birlikleri Tüzüğü'ndeki tanımıyla söylersek, bahsedilen eser sahipliği "işlenme" eser sahipliğidir. Yani, başka bir eserden istifade edilerek oluşturulan ve bu esere göre müstakil olmayan fikir ve sanat eseri anlamına gelir. Bu bağlamda çevirisi yapılan şey de film, dizi ve belgesellerin senaryoları değil, görsel ve işitsel materyalleridir.

Bir belgeselin anlatıcısının sözleri ya da sözsüz bir filmde anlatının dayandığı yazılı öğeler, bu bahsettiğim çeviri kapsamının içine girmekte ve meydana çıkan ürün de, bir hizmetten ziyade, başka bir eserin bağlantılı ürünü olmasından dolayı bir eser halini almaktadır. Türler, o eserin içinde farklılık gösterir onun dışında bir işlevselliği yoktur. Roman, öykü ve şiirin kapsayıcısı nasıl "edebi eser" kıstası ise, altyazı ve dublaj çevirmenliğinin dayandığı ve temellendiği kıstas da "işlenme eser" sahipliğidir. Dizi, belgesel ya da film çevirileri, birer sınıflandırmadan öte bir şey değildir.

Peki eser sahipliğinin bir belirtisi de, isim yazılması. Film çevirmenlerinin hangi medyada isimleri yer alıyor: film festivalindeki gösterimlerin dışında DVD, CD gibi ortamlarda çok sık karşılaşılmıyor sanırım film çevirmeni ismiyle?

Bence eser sahibinin isminin yazılması, en önemli belirtidir. Maddi haklar bile bundan sonra gelir çünkü ismin yazılmaması, eserin bir sahibinin olmaması hattâ son tahlilde bunun bir "eser" olmaması sonucunu doğurur. Ortaya çıkan bu anonimlik de, eserin alınıp satılması, dağıtılması ve paylaşılmasını meşru hâle getirir. Sonuçta ticari bir ürün olarak elden ele geçirilir ve ziyan edilir. Bir elmanın hiçbir zaman sahibi yoktur; aracıları ve tüketicileri vardır. Alıcı, elmayı satın aldığı anla daha sonra satacağı âna kadar onu elinde tutar. Başka birine sattığında da, artık onunla ilgili hiçbir hakkı yoktur.

İsimlerin yazılması demek, amiyane tabiriyle, çevirilerin elma statüsünden kurtulmasına olanak tanıyacaktır. Eser sahibinin bir kimliği olmazsa, o eser sahibi, o eser üzerindeki hakkını nasıl arayacak? Ondan habersiz "satılmasını" nasıl engelleyebilecek? Yalnızca eser sahibinin değil, kamunun da, eserin sahibinin kimin olduğunu bilmesi elzemdir. Böyle olmayınca, zaten tek başına çalıştıkları için diğer mesleklere oranla daha tecrit edilmiş yaşamları olan çevirmenler, insanlardan gittikçe kopmakta ve onlarla iletişimi körelmektedir. Aidiyet duygusu ve bunun belirtilmesi isteği, yalnızca bir hak değil aynı zamanda bir sorumluluktur. Kamuoyuyla karşılıklı kurulan bir ilişkidir. Eserimizin ulaştığı kişilere karşı bizim sorumluluğumuzu da gösterir. İzleyici, o çevirinin kime ait olduğunu bildiğinde, iletişim kurulacak bir organik bağ da bu sayede meydana gelmiş olacaktır.

Belki çeviriyi çok sevdiğini belirtip bize tebriklerini sunacak, belki hiç beğenmediğini söyleyip önerilerini anlatacak, belki de o kanala, hep o çevirmeni görmek istediğini söyleyecektir. Bu aynı zamanda, daha önce bahsettiğim gibi, altyazı ve dublaj çevirmenliği konusunda bir kamuoyu oluşmasında da çok etkili olacaktır. İstediği yazarı, istediği yönetmeni seçme hakkını elinde bulunduran kamuoyunun, istediği çevirmeni seçme hakkına da sahip olması gerekir. Çevirmenlerin haklarını en çok koruyanlar, belki bu sayede, izleyiciler olacaktır. Çevirmenin izleyiciyle iletişim kurma hakkı engellenmemelidir.

Festivaller ve TRT, bu anlattığım konuların tamamen dışında. Bu iki mecrada da, çevirmenlerin hakkı verilmektedir. Aynı hassasiyeti ve saygıyı, yazık ki diğer televizyon kanallarında göremiyoruz. Bırakın çevirmenin adını, filmin yazılarının akmasına bile izin vermeden hemen reklâama geçiyorlar.

Bu durumda telif sözleşmesinin koşulları nasıl oluyor? Örneğin kitap çevirmenliğinde, eser sahipliğinin ve gelirin belirleyicilerinden biri, kitabın üzerindeki çevirmen ismi; kitabın baskı adedine göre ücret alınıyor. Film çevirisinde nasıl bir süreç söz konusu? Bir eserin yaratıcısına aidiyeti nasıl tanımlanıyor?

Altyazı ve dublaj çevirmenleri, herhangi bir telif sözleşmesi imzalamıyorlar. Şöyle diyeyim, "yasal" geçerliliği olan bir sözleşme imzalamıyorlar. Bazı şirketler, çevirmenlerin yaptıkları metinlerin, tüm haklarıyla yayıncı kuruluşa devredildiğine dair sözleşmeleri baskı altında imzalatıyorlar ancak bu sözleşmelerin hiçbir şekilde geçerliliği olmuyor. Baskının nedeni, sözleşmenin imzalanmaması durumunda iş alamamanız gerçeği. Bir telif sözleşmesi olmadığı için de yaptığımız işler, biraz önce söylediğim gibi, herkesin ve aynı zamanda kimsenin işiymiş gibi algılanıyor.

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün başında "Bu kitap herkese ve hiç kimseye göredir" der. Burada da böyle. Herhangi bir aidiyet vurgusu yok. Herhangi bir telif sözü yok çünkü eser olduğu kabul edilmiyor. Bu çevirilere, bir defaya mahsus olmak üzere, hiçbir dayanağı olmadan belirlenmiş ücretler ödeniyor. Yeniden yayınlanma, devredilme veya dağıtılma durumlarında asla ve asla ek telif ödenmiyor. Telifi geçin, izin bile alınmıyor. Benim yaşadığım durum tam da bunun kanıtıdır çünkü şirketler, bu "eser"leri eser olarak değil, mal olarak görüyorlar ve "Bir kere para verdik artık bizimdir" mantığıyla yaklaşıyorlar. Oysa hem telif hem de ücretlendirmenin yapılması için belirli kıstaslar olmalıdır.

Eserlerimiz, bizden izinsiz olarak çoğaltılmamalı, dağıtılmamalıdır. Adımızın yazılmasının neden bu kadar önemli olduğunu işte bu sebeple anlayabilirsiniz. Ayrıca ücretlendirme konusu da mutlak suretle bilimsel bir temele oturtulmalıdır. Yalnızca film, dizi ve belgesel olarak ayırarak ücretlendirmeye gitmek yetmez; filmin süresi, ağırlığı ve konusu da ücretlendirmeye yansımalıdır. Bir çevirmen, bazen tek bir sözcük için, saatlerce uğraşmak, kaynak taramak ve hattâ günlerce araştırma yapmak durumunda kalabilir. Bunlar da ücretlendirmeye yansıtılmak durumundadır.

Öyleyse intihal sorunu kadar önemli bir sorun da emek sömürüsü olmalı. Bütün bunlar yapılan işi de etkiliyordur. Kitap çevirmenliğinin temel sorunlarından biri, ucuz emek ürünü olan, sözde-eser denebilecek, genelde "kötü çeviri" diye anılan çevirilerin yaygınlığı olarak kabul ediliyor - siz de alanınızı bu açıdan değerlendirebilir misiniz? Örneğin bir izleyici olarak, televizyonda gece yarısıyla sabah arasında yayınlanan birçok filmin çevirisi bana anlaşılmaz geliyor, sanki makine çevirisi gibi birebir çeviriler yaygın. Gösterim saati ve yeri gibi özelliklere bağlı olarak çeviri eserin niteliğinin emek ücretiyle birlikte değişmesi söz konusu mu?

Kesinlikle öyle. Emek sömürüsü, hem eserlerimizin bizden izinsiz olarak dağıtılması ve kullanılmasıyla hem de adaletsiz ücretlendirmeyle yaşanıyor. Yapılan işleri de etkiliyor elbette çünkü bir çevirmenin, geçinebilmek için aylık olarak belli bir yoğunlukta çeviri yapması gerekiyor. Film çevirmeni Aslı Takanay'ın Varlık'ta çıkan bir yazısında belirttiği gibi,(1) bir saatlik yayının gerektiği gibi çevrilmesi için 36 saate, yani yaklaşık 4,5 güne ihtiyaç var. Filmlerin ortalama 90 dakika olduğunu düşünürsek, kabaca bir hesapla, bir çevirmenin ayda hakkını vererek 4 film yapabileceği sonucuna varıyoruz.

Bir film için ödenen ücretin 270-300 lira arasında değiştiğini düşünürsek; sosyal güvencesi dahi olmayan çevirmenlerin bir ay boyunca ortalama 1.100 lira ile kira, gıda, sağlık ve giyim harcamalarını karşılaması mümkün mü? Ya bu çevirmen evliyse ve çocukları da varsa? Elbette mümkün değil. Peki ne oluyor? 36 saati biraz düşürmek durumunda kalıyor ve bir ay boyunca daha çok film çevirmen zorunda kalıyor. Bu da, çevirmen hiç istemese de işin niteliğine yansıyor. Her çeviri, çevirmenin çocuğu gibidir. Ne sakat olmasını ne de yetersiz gelişmesini ister. Mevcut koşullarla çalışamayan veya hayatını devam ettiremeyen veya bir şekilde kavga ederek, küserek mesleğini bırakan nitelikli ve deneyimli çevirmenlerin eksikliğinin hissedildiğini düşünüyorum.

Ancak şirketler, bu kayıpları birer kayıp olarak görmedikleri ve daha ucuza yaptırabilecekleri çevirmenleri denklemin içine soktukları için, kalitesiz ve özensiz çevirilerin önü arkası alınamıyor. Diğer yandan, gösterim saati ve yeri gibi özelliklerin, emeğin niteliğini ve ücretini etkilemesi mümkün değil. En azından çevirmen tarafından bu olanaksız zira böyle bir ayrım yapmaya hakkımız yoktur. Bir yönetmenin bir eserinin, saat 03.00'te yayınlanıyor olması emeğin niteliğini ya da ücretini neden etkilesin ki?

Film çevirisi sürecinin teknik aşamalarını anlatabilir misiniz? Size iş olarak gelen metin tiplerinin özel adları, sınıflandırmaları var mı, senaryodan altyazıya, dublaj ya da festivalde altyazı akıtmaya uzanan süreç nasıl gerçekleşiyor?

Yapılan çeviri işleri, biraz önce de belirttiğim gibi temelde altyazı ve dublaj çevirileri olarak ayrılır. Altyazı ve dublaj çevirileri, yabancı bir filmin, o dili bilmeyen izleyiciler tarafından anlaşılmasını sağlamak için yapılır. Her işin kendi dallarında farklı özellikleri olması gibi, altyazı ve dublaj çevirileri de, metin çevirilerinden çok farklı niteliklere sahiptir. Çevirinin esasının, yalnızca kaynak dili hedef dile, biçimsel olarak dönüştürmenin dışında bir kültür aktarımı olması, altyazı ve dublaj çevirilerinde çok daha belirleyici ve önemli olmaktadır. Bu yalnızca çeviri dünyası için söz konusu olan bir gerçek de değildir.

Metin diliyle konuşma dili arasındaki fark, tam da bu biçimsel ve kültürel dönüşüm nüvelerinin ifade ettiği farka işaret eder. Nasıl, kimse yazdığı gibi konuşmuyor ve konuştuğu gibi yazmıyorsa, çevirmen de, metin çevirisini "konuştururken" farklı bir biçim ve kültür, altyazısını "konuştururken" bambaşka ve dublaj metnini "konuştururken" de bambaşka bir biçim kullanır, kullanmak zorundadır. Altyazı ve dublaj çevirmenliğini, metin çevirmenliğinden ayırırken kullanacağımız en başat farklılık, dilin bu mecralarda uğradığı söz konusu eklemsel değişikliklerdir.

Çevirinin, düşünsel bir süreci olduğu kadar teknik bir süreci de vardır. Çevrilecek olan metin çevirmenlere senaryo ya da filmdeki konuşmaların deşifresi halinde gelir. Filmin bir kopyasını da izlemek durumunda olan çevirmen, metne ve görüntülere sadık kalarak çevirisini oluşturmaya başlar. Buraya kadar aynı yolda giden altyazı ve dublaj çevirmenleri, hem teknik hem de entelektüel süreçler bağlamında artık kendi yollarına ayrılırlar.

Altyazı çevirisi yaparken karşınızda iki satırlık aktarım sınırlaması varken dublaj çevirisinde bu kısıtlama, karakterin konuşması boyunca ağzının açık kalma süresine bağlıdır. Bu da, çevirirken kullanacağız sözcükleri ve oluşturacağınız cümleleri ister istemez değiştirir.

Altyazı çevirilerinde salt çeviri yapılırken dublaj çevirilerinde, dublajı yapan sanatçı için ayrıca bazı notlar da belirtilir. Karakterin sözünün filme yerleşeceği zaman kodu, karakterin nefes alıp verdiği, gülümsediği veya hangi ruh halinde nasıl konuştuğu da ayrıca yazılır. Bu tıpkı, filmin senaryosunu, Türkçe olarak yeniden yazma süreci gibidir ve oldukça zahmetlidir. Çevirmen, dublajın yapıldığı anda da hazır bulunur ve dublaj sanatçısıyla birlikte işin doğru ve hatasız olarak yapıldığından emin olur. Altyazı çevirmenlerindeki durum da şöyledir: Dublaj çevirmenliğinden farklı olarak altyazı çevirilerinde, "kuple" adını verdiğimiz iki satırlık çeviri birimleri vardır. Altyazı çevirisinin temeli bu kuplelerdir. Ortalama bir filmde yaklaşık 1000 tane bulunur.

Çevirmen, bu kupleleri, dublaj çevirmeninin yaptığının aksine, yalnızca alt alta yazmakla yetinir ama işi burada bitmez. Nasıl dublaj çevirmeni, dublaj sanatçısıyla birlikte çalışıp çevirisinin filme yerleştirilmesini takip ediyorsa, altyazı çevirmeni de, çevirdiği metnin, filmin içine işlenmesinden sorumludur. Bu işleme altyazı basma denir ve çok çeşitli ekipmanlar aracılığıyla farklı koşullarda yapılabilir.

Örneğin festivallerde, beyaz perdenin hemen yakınına kurulan masadaki bilgisayarın önünde oturan ve çoğumuzun dikkatini çeken kişi, o filmin çevirmenidir. Çevirdiği altyazı metni, bu iş için özelleştirilmiş bir yazılıma aktarılmıştır ve filmle eş zamanlı olarak bu kupleleri, beyaz perdeye aktarır. Bu oldukça stresli ve zahmetli bir iştir. Televizyonda ise bu altyazı basma işlemi, filmin yayınlanmasından önce, tıpkı festivallerdeki işleme benzer şekilde, özel bir yazılım aracılığıyla film birebir izlenerek teker teker filme yerleştirilir.

Şirketin size yönelttiği, doğru ve normal süreci bozan istek, bu teknik çerçeveyi hangi noktada kırıyor? Yani sizden istenen intihal çalışmasını bu çerçevede değerlendirerek yanlış yanlarını gösterebilir misiniz?

Benden talep edilen iş, U-571 adlı filmin, daha önceden yapılmış dublaj çevirisinin, altyazı çevirisine dönüştürülmesidir. Dublaj metnini hazırlayan çevirmen arkadaşım, biraz önce bahsettiğim düşünsel ve teknik süreçleri geçirerek bu metni oluşturmuş ve aracı şirketler aracılığıyla bu çevirisini, söz konusu kanala vermiştir. Aslında, bu çevirinin o kanala doğrudan gidip gitmediğini de bilemiyoruz çünkü filmlerin yayın haklarının alınması sırasında, çeviriler de, sanki filmin bir parçasıymış gibi verilebiliyor.

Çevirmen, söz konusu bu çevirinin maddi karşılığı olarak ücretini almıştır ancak sorun tam da burada baş gösteriyor. Kanal, parasını verdiği için bu çevirinin, kendisine ait olduğunu sanıyor. İletişim Yayınları'nın, Benim Adım Kırmızı için "Parasını verdik artık bizimdir," demesi gibi bir şey. Bu elbette mümkün değil. U-571 adlı filmin dublaj çevirisi, o çeviriyi yapan çevirmen arkadaşımın eseridir ve yaşadığı sürece ve ölümünden sonraki 70 yıl süreyle de ona aittir. Onun izni olmadan kullanılamaz, değiştirilemez veya yayınlanamaz. Benden talep edileni ise, U-571 filminin "redaksiyon" sürecini anlatarak özetleyeyim ki böylece biçimsel ve özsel dinamikleri çok daha rahat görebiliriz. U-571'in bana gönderilen dublaj metninden bir diyalog parçasını, altyazıda olması gereken haliyle birlikte örnek olarak vereyim:

DUBLAJ METNİ - Zaman kodları, karakter isimleri, nidalar dahil. Dikkat ederseniz, yabancı isimleri, Türkçe okunuşlarıyla yazılır.

0.23.50

EDDIE: İyi misiniz, Bay Taylır?

TYLER: Sayılır Edi, sayılır.

EDDIE: Hım. / Verdiğiniz izin için teşekkür ederim./ Kız arkadaşım da teşekkür ediyor./ Evet, siz iyi birisiniz Bay Taylır.

ALTYAZI METNİ - Yalnızca metin. Zaman kodları, nidalar ve karakter isimleri yoktur.

-İyi misiniz Bay Tyler?

-Fena değil Eddie.

-İzin verdiğiniz için teşekkür ederim.

-Kız arkadaşım da teşekkür ediyor.

-Siz gerçekten iyi birisiniz Bay Tyler.

Bu işlem, biçimsel olarak düzenleme gibi görünse de, özde durum farklıdır. Konuşma diliyle yazma dilinin farklılığını yansıtmak için çeviriyi değiştirmeniz gerekir ki bu, esere müdahale anlamına gelir. Aslına bakarsanız, işlenme eser sahibi olarak çevirmenlerin haklarının koruma altına alındığı 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na ve Türkiye'nin imza atmış olduğu uluslararası sözleşmelere de (Bern Sözleşmesi) aykırıdır ancak çevirmenlerle, bir fikri mülkiyet sözleşmesi imzalanmadığı için, yasa önünde bunun yansıması nasıl olur, o konu tam bir muamma. Kendileriyle yaptığım e-posta yazışmalarında, bu konudan onlara bahsettiğimde, bana "Bu filmin elimizde çok eskiden kalma Türkçe metni var. ***** adlı şirkete ait bir metin. Biz metnin içeriğine baktık ve dublaj çevirisi olduğunu gördük. Dolayısıyla elimizde zaten Türkçesi olan bir metni tekrar çeviri yaptırmak istemiyoruz" dediler. Bu yanıttaki sorun, daha önce de belirttiğim gibi, şirketlerin, çeviri eserlere karşı olan tutumu. "***** adlı şirkete ait bir metin" sözü de işte bu yanlış sanıdan kaynaklanıyor.

Oysa o metin, adını henüz benim bile bilmediğim çevirmen arkadaşıma aittir. Yüz yüze yaptığımız toplantıda, bu çevirmenin kim olduğunu sorduğumda bana "Çok önceden bir şirkete yaptırmıştık, biz de bilmiyoruz," dediler. Altyazı ve dublaj çevirmenlerine, sanki birer hayaletmiş, sanki hiç olmamışlar gibi davranılıyor. İşte yanlışlık buradadır.

U-571, Jonathan Mostow'un yönetmenliğinde 2000 yılında çekilmiş, oldukça yakın tarihli bir film. Bu filmin daha önce Türkiye'ye kim tarafından getirildiğini, hangi kanallarda gösterildiğini, kimin tarafından çevrildiğini biliyor musunuz acaba? Sekiz yıl içinde ikinci (?) çevirinin gerekli olması ilginç, bu tür durumlar filmin ilgi görmesinden mi kaynaklanıyor, yoksa finansal nedenlerden mi (örneğin filmin gösterim hakkının düşük olmasından mı)?

Bu film, 2003 ve 2006 yıllarında TRT'de gösterilmiş bir filmdir. Dolayısıyla dublajının da o dönemde TRT tarafından yaptırılmış olması olasıdır. TV 8'de de yayınlanan filmin dublaj veya altyazı metninin hangi yollarla sağlandığını bilmek mümkün değil.

Aynı şekilde, söz konusu kanalın da kendisine ait olduğunu ve bir şirkete yaptırdıklarını iddia ettiği bu dublaj metninin, filmin yayın hakkının alınmasıyla birlikte el değiştirdiğini tahmin ediyorum. Çünkü kanallar ve dağıtımcılar, filmin yayınlanma hakkını satın almalarının, filmle ilgili her şeyi de satın aldıkları anlamına geldiğini düşünüyorlar. Sahip oldukları bu dublaj metin, TRT'de ve TV 8'de yayınlananla aynı mıdır, bilemiyorum. Kaldı ki, bu dublaj çevirisini yapan arkadaşı bulmak neredeyse imkansızdır. Esere atfedilen bir aidiyet olmadığı için, bu dublaj metni de, çok büyük bir ihtimalle, filmle birlikte filmin bir parçasıymış gibi taşındı ve verildi. Böyle olunca çevirinin takip edilmesi de güçleşiyor.

Filmlerin gösterim hakkını alırken, kanalların nasıl bir anlaşmaya imza attıklarını bilmiyorum. Her filme, yeniliği ve niteliği bakımından farklı bir yayın hakkı lisans sözleşmesi uygulandığını tahmin ediyorum. Örneğin, sinemalarda oynadıktan sonra TV'lerde gösterilen Türk filmlerinin çoğu, sonsuz gösterim hakkıyla satılır.

Hatta kanallar, daha film çekilmeden filmin gösterim hakkını yapımcılardan satın alırlar. Bu da, hem projeye başlamadan önce sıcak para elde eden yapımcının işine gelir hem de istediği kadar gösterebileceği bir reklam deposunu satın alan kanalın. Daha önce ulusal kanallarda yayınlanmış yabancı bir filmi tekrar yayınlamanın amacını kesin olarak bilmek mümkün değil. Belki filmin ilgi çeken bir film olmasıyla açıklanabilir. Kanalın nasıl bir politika izlediğini bilemiyorum. Ancak sizin de vurgulayarak sorduğunuz gibi, ikinci bir çevirinin gerekmesi, ulusal kanallarda altyazı kullanılmamasından kaynaklanmıştır.

U-571 filmini satın alan kanal, filmi satın aldığında, filmle birlikte yalnızca dublaj metnine sahip olmuştur. Altyazı metnine ihtiyaç duyduğu için de, bu ikinci çeviriyi, dublajın üzerinden yaptırarak, söz etmeye bile değmeyecek oranda tasarruf yapmayı hesap etmiştir. Altyazı metni de olsaydı, o altyazıyı da çevirmenini arayıp sormadan kullanacaklardı. Kullanıyorlar da.

Kitap çevirisinde intihal uygulamaları uzun zamandır biliniyor: Yayıncılar Birliği'nden Kitap Çevirmenleri Birliği'ne dek birçok kurum bu uygulamaları önlemeye yönelik çalışmalar yapıyor. Fakat birkaç noktada sorun düğümleniyor gibi: birincisi, intihalin kanıtlanması güç, değiştirilen metnin birçok kez hukuken yeni bir metin sayılması söz konusu olabiliyor. İkincisi, yayınevi-şirketlerin piyasa üzerindeki yaygınlığı, köklü bir mücadelenin önüne geçmeyi engelleyebiliyor. İntihal yaptığı kesin olan bir yayınevini piyasadan çıkarmak mümkün olmayabiliyor. Üçüncüsü, özellikle telifi olmayan klasik eserlerde, editör ya da çevirmenlerin kolay gelir elde etmek için bazen takma isimle, bazen kendi isimleriyle intihal yaptığı görülüyor, meslektaşları da buna sessiz kalabiliyor. Bu açıdan, film çevirisi alanında durum nedir? Örneğin siz U-571'in hazır çevirisi olarak önünüze gelen metni değiştirseydiniz, belki de ortaya çıkan metin biçimsel olarak hukuken suç teşkil etmeyecekti: sizi vicdanınız ve mesleki sorumluluğunuz engelledi. Peki bu açıdan film çevirmenliği ortamının durumu nedir: bu "metin üzerinde oynama" teklifi piyasa açısından bir ilk örnek mi, yoksa yaygın bir teklif mi? Şirketler bunu sıkça yapıyor mu? Ve geleceğe baktığınızda, birçok kanalda gösterilen güncel filmlerin çevirmeni belirtilmediğine göre, gelecekte bu filmlerin değişik kanallarda yeni çeviriler yerine intihal çevirilerle yeniden gösterilmeleri mümkün mü sizce?

Yayınevlerinin yaşadığı sorunları, farklı mecrada olsa da, altyazı dünyası da yaşamaktadır. İrili ufaklı birçok yayınevinden çıkan kitapları incelemek ve intihal araştırması yapmak ne kadar zor ise, çevirmenlerin kanallar, festivaller ve DVD'ler içinde yüzen çevirilerini takip etmeleri de o kadar zordur. Pratik olarak imkansızdır. Dediğiniz gibi, şirketleşen yayınevlerinin piyasa üzerindeki tahakkümü, oyun alanı olarak, eser sahiplerine pek manevra şansı vermiyor. Televizyon dünyası da, müşteri ya da reklam kaybetmemek için, bu tip durumlarda sessiz kalmayı tercih ediyor.

Belki de en kötü veya talihsiz durum, aynı mesleği yapan kişilerin bazen "sessiz kalarak" durumu kabullenmek zorunda kalmalarıdır. Böyle olduğu için de film çevirileri, alenen, hiçbir şekilde izin alınmadan, filmlerle birlikte verilir, dağıtılır, değiştirilir ve kullanılır. Öyle ki, bunun için takma ad kullanmaya ya da battaniyenin altından yastık yürütmeye gerek de duymazlar. Yaygınlık, onlar için meşruiyet sorunu doğurmaz. Oysa Kant'ın deyimiyle ifade edersek, yaygın olan evrensel olan değildir. U-571 filminin dublaj metninin "redaksiyonu" elbette başka bir çevirmen tarafından yapıldı ve kanal da bu çeviriyi kullandı.

Bu durum, sıklıkla tekrarlanan, bir rutin haline gelmiş ve kanalla olan yazışmalarımızda görülebileceği "yapmak istemezsen başka birine yaptırabiliriz" nihayetine eren bir vakıadır. Aynı kanalla çalışan Kaan Zanbakçı adlı çevirmen arkadaşım, House dizinin çevirilerinin, o kanal tarafından intihal edilmesine karşı çıktığı için işinden ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Dolayısıyla ne Kaan'ın ne de benim yaşamadığım şey ilk değildir, böyle giderse son da olmayacaktır. Çeviriler, elden ele dolaşır, dolaştırılır, değiştirilir ve işin ironik kısmı, bunun yasal olduğu iddia edilir.

Çevirmen tarafında ise durum biraz trajiktir. Çevirmen, bu yaptığının bir intihal olduğunu bile bilemeyebilir. Olmadı, işini kaybetmemek için yapabilir çünkü sırada bekleyen ve bu işi yapabilecek birçok işsiz çevirmen vardır. Bilgisayarları başında saatlerce oturan, boyun ve bel tutulmalarından fıtığa kadar gidebilen hastalıklarla cebelleşen çevirmenler, metin üreten torna tezgahları olarak görülmeye devam ettiği sürece; kimliksizleştirilip emeklerine yabancılaştırıldığı sürece; anonimleştirilip tektipleştirildiği sürece; gelecekte de bu uygulama devam edecektir.

İntihal yapmayı reddetmem üzerine kanalla yaptığımız toplantıda bana söylenen şu sözler, durumu gözler önüne açık bir şekilde serecektir: "Sizin yaptığınız çevirileri, dışarıya da verebilirim çünkü bunu artık almışım sizden. Ayrıca bir an gelir, kemer sıkma politikası nedeniyle, dublaj ve altyazı için ayrı ayrı çeviri yaptırılmaz da, dublaj metinlerini redakte edip altyazı haline getirmenizi isteyebiliriz, bu da olabilir."

Geçtiğimiz yılda film festivalinde Irak işgali konulu bir filmin sonuna eklenen bir mesaj yüzünden bir film çevirmeni işten çıkarılmış, bu konudaki haber basında yer almış, ama çevirmenin konuyla ilgili açıklaması yer bulmamıştı. Çalışma alanınızda çevirmenin mesleki sorumluluk ve özgürlük alanı nedir sizce? Çevirmenin ortaya koyduğu çeviriyi özgün metinden ayıran sınır, çevirmenin metne müdahale alanı nedir? Yani birebir çeviri, uyarlama, sansür gibi metin düzeyindeki uygulamaların arasında intihal hangi noktada duruyor sizce? Yine bu çerçevede, olağan süreçte, film çevirmenleri olarak, sizden çıkan çeviri metninin ekranda aynı şekilde yayınlanmasını, üzerinde izinsiz editöryel değişiklik yapılmamasını sağlayabiliyor musunuz?

Yalnızca işverenler değil aynı zamanda kamuoyunda da, altyazı ve dublaj çevirmenleri konusunda böyle bir bilinç ne yazık ki yok. Seyirciler 90 dakikalık bir filmin 90 dakikada çekilmediğini artık biliyor. Bir dakikalık bir sahnenin çekimlerinin aylarca sürebildiğini de biliyor. İşte yapılması gerekenlerin en başında gelen şey de, kamuoyunu, tıpkı film çekiminde bilgilendirilmiş olduğu gibi, çevirmenlik ve onların hakları konusunda da bilinçlendirmek.

Basının buradaki rolü elbette tartışılmaz ancak güdümlü ve yönelimli basının, bu konuya ilgisini çekmek gerçekten çok zor. Reklam marjı oldukça yüksek olan kanalları ya da sponsorları elbette karşılarına almak istemiyorlar. Çevirmen arkadaşımın açıklamasının basına yansımaması bir yana, söz konusu olay "Skandal" etiketiyle sunulmuştu. Aynı durum, bundan birkaç yıl önce, bu camiada sayısız çevirisi bulunan Ebru Kardeşler'in başına da geldi. Verdiği bir çeviri kararı, çeviri konusunda herhangi bir bilgisi ve bilinci olmayan kurumlar ve şirketler tarafından büyük bir baskı altına alındı ve sonunda işten çıkarıldı. Bu konu hakkında yaptığı açıklamalara nedense yer verilmemişti.

Özgünlük ve müdahale kavramlarını çevirmen açısından şu şekilde irdeleyebiliriz. Altyazıya özel bir durum olarak altyazının sahne üzerinde gerektiği kadar durması, zamanında ekrandan çekilmesi ve her iki çeviri için de metne (senaryoya) bağlı kalınması, sınırları çok hassas çizilmiş bir alanda çevirmene özel sorumluluklar yükler. Çünkü çevirmen, bir yerden sonra, karşısındaki izleyici için, filmin senaristi ve yönetmeninin kimliğini kullanmaya başlar. Filmin asıl sahibi olan yönetmenin, izleyiciye anlatmak istediklerine karşı herhangi bir ipotek koymamalıdır.

Sözgelimi altyazı basarken, iki karakterin karşılıklı kavga ettiği bir sahnede, tarafların birbirlerine sordukları soruların cevaplarını, karakterin yanıtlama hızından daha hızlı bir şekilde ekrana getirirse, o zaman çevirmen, yönetmenin vermeye çalıştığı dramatik etkiye bir balyoz indirmiş olacak ve başta kendine olmak üzere izleyicisine saygısızlık yapmış olacaktır. Bu aynı zamanda, yönetmene karşı da yapılmış bir saygısızlıktır. Altyazı çevirmeni, yönetmenin hedeflemediği hiçbir dramatik etkiyi, hiçbir koşul altında yapamaz. Buna hakkı olmadığı gibi, bu tavır, gereksiz bir "rol çalma" egoizmine de yol açacaktır. İzleyiciye, çevirmenin varlığını nahoş bir şekilde hatırlatacaktır.

"Traduttore, Traditore!" (Çevirmen haindir!) sözü İtalyanlar tarafından, çevirmenin nasıl bir biri olduğunu belirtmek için söylenmiştir. İçinde ironi barındıran bu söz, çevirmenin eserin aslına göstereceği yaklaşımının, hem aslına bağlı olmasında hem de çeviri kokmaması için mesafeli bir farklılığa erişmesinde yattığını özetler. Dolayısıyla metne (senaryoya veya filme) müdahale, ancak bu şekilde mümkün olabilir ki buna da müdahale denmez.

Ancak bir de, çevirmenden bağımsız olarak yapılan müdahaleler vardır. Buna da elbette sansür diyoruz. Festivalleri dışarıda tutarsam, televizyonda yayınlanacak olan dizi ve filmlerin çevirilerinde uyulması gereken ya da uyulmamız istenen bazı kurallar vardır. RTÜK'ün hassas ve dayatmacı anlayışından ileri gelen bu sansür, hem yönetmenin eserine hem de çevirmenin eserine ayrı ayrı müdahale anlamına gelir. Ahlakçılık düsturuyla davranan kural koyucuların sansürleri/yasakları ve artık kraldan çok kralcı haline gelmeye başlayan yöneticilerin de oto sansürleriyle kirlenen eser dünyası, "genel ahlâk" denen bir virüse kurban edilmektedir.

Çevirmenler, eserlerini filme yerleştirirken orada hazır bulundukları için, filmlerinin izinsiz olarak değiştirilmesine "o anda" izin vermeyebiliyorlar ve böyle bir müdahaleyi engelleyebiliyorlar ancak nasıl bir süreç olduğunu bilmediğimiz kontrol ve editöryel süreç içinde yapılan müdahaleleri takip etmemiz ne yazık ki mümkün değil. Temel mesele, çevirmenin, eser sahibi olarak kamuoyunda bir türlü yer edemeyen varlığı. Önce bunun aşılması gerekiyor.

Açıklamanızdan sonra olumlu ya da olumsuz yönde ne gibi gelişmeler oldu? Örneğin kitap çevirmenlerinden sonra şimdi film çevirmenlerinin de kendi özel örgütlerini kurma yolunda çalışmasına bu olayın bir etkisi oldu mu ya da olur mu? Meslektaşlarınızdan ve başka kişilerden destek bulabildiniz mi? Bir değerlendirme yaparsanız, geleceğe yönelik öneri ve beklentileriniz neler olabilir?

Kınama metnini ve olayın haberini, başından beri benden desteklerini esirgemeyen Sertaç Canbolat ve Aslı Takanay'ın da yardımlarıyla yazılı basına gönderdim. soL ve sendika.org, bu haberi internet sitelerinden okuyucularına duyurdular. Kitap Çevirmenleri Birliği ÇEV-BİR de, söz konusu intihal olayını, sitesinden yayınladığı bir yazıyla kınayarak benimle dayanışma halinde olduğunu belirtti. İlk kez soL'da yayınlanan haberi referans alan diğer siteler de okuyucularına bu haberi ilettiler.

Bazı forumlarda bu konunun konuşulduğunu görmek ve benim gıyabımda beni destekleyenleri, onurlu bir hareket yaptığımı söyleyenleri görmek beni memnun etti. Ayrıca Uykusuz dergisinde Fırat Budacı ve Milliyet'te Sina Koloğlu, köşelerinden bu durumu duyurdular. Böyle olunca en azından yalnız olmadığınızı hissediyorsunuz ve davanızda ne kadar haklı olduğunuzu bir kez daha onaylıyorsunuz. Ekimde Antalya'da düzenlenecek olan Altın Portakal Film Festivali'nin Ana Sponsoru'nun da söz konusu şirket olması hasebiyle, festival yönetimine bir e-posta atarak durumu bildirdim ve proteste edilmesini talep ettim. Bunun bir sonuç doğuracağını sanmıyorum ancak en azından, bu girişimin değere dönüşen bir bilgi oluşturması için adım attım. Söylediğim gibi, meslek birliğimiz kuruldu kurulacak. Resmi bir düzlemde, çevirmen arkadaşlarımın da katkısıyla, inanıyorum ki çok daha büyük adımlar atabileceğiz.

Gelecek içinse, kişisel olarak hissettiğim kötümserliğimi, bu noktada terk etmek istiyorum. Adım atmadan yola çıkmak, yola çıkmadan da yolda yürümek mümkün değil. Bir aslan sürüsü, bir geyik sürüsüne yekten saldırmaz, saldıramaz. Önce üzerlerine yürür, korkutur, etrafa dağıtır ve ancak o zaman tek başına kalan geyiklerin peşine düşer. Bir olmalı, birlikte olmalıyız. Ben belki işimi kaybettim ama on kişi, yirmi kişi, yüz kişi olduğumuzda artık iş kaybetmeyiz. Böyle bir korkumuz da olmaz. Bunun anlaşılmasını ve aşılmasını isterim. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir de işimiz varmış gibi davranmamak isterim. Naçizane önerim şudur: Bütün çevirmenler, birleşin! (SG/TK)

(1) "Altyazı ve dublaj çevirmenliği meslekleş(eme)me sorunu ve örgütlenme gereği üzerine". Varlık, Temmuz 2008, s 93-94. Çevbir: Gizli Özne bölümünde yer alan bu yazıda, örnek Luyken'in bir hesabına dayanılarak geliştiriliyor.
Old 28-02-2009, 11:33   #16
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Yeniden merhaba!
"Onlar nasıl yazmışlardı?" kadar önemli olan bir diğer konu "onlar nasıl ve neler okurlardı?" sorusudur. Buna örnek olan bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim:

11.ÖRNEK:
http://www.radikal.com.tr/Default.as...ateg oryID=97

KİTAP

Kitap aşkı, özellikle memleketimizde pek mubah sayılmaz; bir çetecilik hareketinin parçası olarak görülür. Gerçi kafayı kitapla bozmuşlar, dünyanın hiçbir yerinde baş tacı edilmez, sorumsuzlukla iktidarsızlık arası bir konumda ayakta dikilirler. Yine de Batılı toplumlarda kamusal alanlarda neredeyse herkesin elinde bir kitap görmek mümkündür. Büyük Batı kentlerinin toplumsal resminde bir başına vakit geçirmenin en meşru biçimlerinden biriyken, uluorta kitap okumak bir Türkiyeli için neredeyse cesaret ister. En azından içtenliğine inanılmadığı için dünyanın hiçbir dili ve mantığında böylesine aşağılayıcı bir anlam yüklenmeyen ‘entelektüel’lik ‘taslamakla’; ‘entellikle’ suçlanır, alay konusu edilir. Olmadı, tekinsiz münzeviler, hayatla yüzleşmekten kaçınan hayalperestler, kafası karışıklar. Aydınlanmacılığın Türkçe’ye tercümesindeki romantik kültür seferberliği hesaba katılacak olursa okumanın ya toplumca bir program dahilinde bayraklaştırılacak bir eylem ya da it-kopukluk olarak görüldüğü iyice açıklık kazanır. Kısacası bu sularda kılavuzsuz seyretmek sakıncalıdır. Hatırı sayılır bir mübadele değeri olmadığı için de eşyalardan kitabı seçenin hayata yerleşme biçimi titrek, beceriksiz, hatta bencilce olarak algılanır. Halam, küçücük evlerini bir kütüphaneye çeviren, hayatını kitap kokusuna adamış eniştemi aşağılamak istediğinde gözlerini belerterek kitaptan görünmeyen duvarlara işaret eder, “Hayatını oduna yatırdı” derdi. “Kazandığı üç kuruş parayı oduna harcadı.”

Çocukluk kitabı
Annemin bana ilk okuduğu kitap o değildi mutlaka, ama yine de onun sesinden ilk hatırladığım, beni coşkudan deliye çeviren kitap, şarabi ciltli büyük boy bir Robin Hood’du. Okumayı öğrendiğimde Sherwood ormanının derinliklerine yuvam demiş, bir yanımda Robin öte yanımda Küçük John; çoktan efsanelere karışmıştım. Artık kapağını kaldırdığım her kitapta ormanların gümbürtüsü,
sonsuz serüvenlerin vaadi karşılardı beni. Babamın yuvasını kurarken tahliye olan bir pastaneden ucuza kapatmış olduğu o kocaman vitrin eskisi, ana kütüphanemizdi. Camlı, sürgülü kapıların sesi hâlâ kulaklarımda. Yanılmıyorsam 12 yaşında hülyalı bir çocukken ilk okuma yasağıyla karşılaşmış, Sartre’ın ‘Özgürlüğün Yolları’ üçlemesini okumak için henüz yeterince büyümemiş olduğuma karar verilmişti. O sürgülü kapıların önünde ayaküstü sabah akşam demeden her fırsatı değerlendirip o yüzlerce sayfalık kitabı kaçamak okumuştum. Ivich’in durduk yerde sigarasıyla avcunu yakması
hâlâ hatırımda. Okuduğumu yeterince anlayıp anlamadığımı ayırt edemiyordum elbet. Hem umurumda da değildi. Yasaklar delinmek içindi. O kadar. Hâlâ da öyle.
Ankara’nın yüreğinde, Zafer Pasajı’ndaki küçücük kitapçısıyla Remzi İnanç, Büyük Sinema’nın pasajında, üst kattaki Sergi Kitabevi’nde beni birçok kitapla tanıştıran Metin Çulhaoğlu, şimdilerde pek rastlanmayan türde kitapçılardı. Heyecanla çıkmasını beklediğim yeni bir şiir kitabı mı var, her gün uğrayıp ‘Geldi mi gelmedi mi, ne zaman gelir?’ sorularıyla onları bezdirirdim.
Daha sonra da içedönük, bir sürgün olarak yatılı gittiğim okulun kütüphanesinden çıkmayacak, orada sadece Aragon okurken gördüğüm için uzun siyah saçlı esmer bir kızı ilk aşk hanesine yazacaktım. O zamanlar bana bin bir çeşit hayat sunan okul kütüphanesinde müthiş bir arkeoloji çalışması başlatmıştım. Kitapların arkalarına iliştirilmiş kartlardan kimler tarafından okunduklarını takip ediyor, üst sınıflardan ilginç bulup gözüme kestirdiğim insanların okuduğu kitapları alıp onlarla uzaktan da olsa bir yakınlık kuruyordum. Benim için sosyalleşmek böyle bir şeydi.
O lise kütüphanesini denetimim altına alıp yetersiz bulmaya başlayınca da ver elini karşı tepedeki üniversitenin müthiş kütüphanesi. Artık orada lanetlilerin ormanına dalabilirdim. Genet, Burroughs, Cocteau, Artaud.
Çocukluğumu hatırlamaya çalıştıkça aklıma yalnız kitap kapakları, birbirinden kopuk, belirli bir mantık takip etmeden art arda dizilmiş öykücükler, kopuk cümleler, arkadaşlık edilmiş roman kahramanları, her şeyden öte yaşandı mı yoksa okundu mu ayırt edilemeyen serüvenler geliyor.

İlkgençlik kitabı
Ben de ne kitapsız ne kedisiz yaşadım. Küçük evinde eski koltuklar, sadece işe yaradığı için kullanılan çirkin sehpalar, yıllarca sabunlu bezlerle silinmekten yarı yarıya erimiş muşamba örtülü masalarda oturup hayatımın en büyük dostluklarından birini yaşamış olduğum Bilge Karasu, hınzırca tadını çıkararak ‘musandıra’ derdi, “Bir gün musandırayı bir elden geçirelim.” Gerçekten de her yerinde üst üste dizilmiş her dilden kitap bulunan evinde binlerce kitabını yerleştirmiş olduğu yüksek, derin bir gömme dolabı vardı. O dolaba aramızda musandıra derdik. Bilge’yi tanıdığımda, siyah, kare biçiminde, Mengü Ertel kapaklı ‘Troya’da Ölüm Vardı’, en büyük hazinelerimden biriydi. İlk çevirimi birlikte yaptığım o olağanüstü yazardan birçok şey öğrendim. Musandırayı bir türlü elden geçiremediysek de bana baş döndürücü bir dünyanın kapılarını araladı.
Daha o zamandan adını koymuştum. Kitap sevgisi, aşktır. Yani imkânsızın kıyılarında yaşanır. Bağımlılık yaratır. Bütün bağımlılıklar gibi sinsi bir suçluluk duygusu eşliğinde yaşanır. Gün gelir, özgürlük adına atılması gereken yük bile sayılır. Çocukluğumdan beri bir gezginin ruh haline sahip olduğum için hayatımı toptan değiştirsem, kendimi bambaşka bir hayata yolcu etsem yanımda neleri götürmek isterim diye kendime sürekli işkence ettiğimi hatırlıyorum. İlkgençliğimde ne zaman uyku tulumumu dertop edip yola çıksam sırt çantama mutlaka sıkıştırdığım vazgeçilmez sekiz, 10 kitap olurdu. Onlarsız 10 günlük bir tatile bile çıkamazdım. Önceleri çekip gidecek olsam yanıma en fazla 100 kitap almam gerekir, fazlasını taşıyamam kararı aldım. O 100 kitabı saptamak hiç de kolay değildi. Yıllar geçtikçe o sayıyı 50’ye, 30’a, 20’ye kadar düşürdüm. Çok sonraları kendimi, nereye gitsem aradığım kitabı bulabilirim fikrine ikna edebildim. Şimdi benim de ‘musandıra’ dediğim küçük bir dolap odam var. Elim varıp da bir türlü elemeden geçirip raflara dizemediğim binlerce kitap orada bekliyor. Ama kitap, bir eşya olarak kâbusum değil artık.
Ne zaman istesem çekip giderim. Yanıma belki Necatigil’in şiirlerini alırım. Bir de... ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’ni. Bir de...
Kimileri için okumak en büyük bağımlılıktır. O insanların çoğunluk hayatla dertleri vardır. Bilen, bilir. Bir gün bir kitap okuyunca insanın hayatı gerçekten değişebilir
Old 11-05-2009, 13:30   #17
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

12.ÖRNEK:

http://www.radikal.com.tr/Radikal.as...&CategoryID=40


Okumanın sırları




08/05/2009

Okumayı çekici kılan, hayallerin karşılıklarını bulmaktır. Okuma, Mrs Dalloway ile aynı sokaklarda dolaşmak zor olduğunda Hemingway ile kırları ve dağları dolaştığımız bir dünyayı ayaklarımızın altına cömertçe serer

SEMİH GÜMÜŞ (Arşivi)


İlk okumada bütün gizlerini çözemediğimiz bir metne bağlanmak olanaksız gibidir. Bu arada aslında beğenilerimize tam uygun olan kitapları anlayamadığımız için yarıda bıraktığımız da olur. Pek hoşlanmadığımız, ama okumaya zorunlu olduğumuz pek çok kitabı da neden sonra belleğimizden sildiğimiz gibi. Belki yazarına yüzümüz tutmadığı için hoşlanmadığımızı itiraf edemediğimiz kitaplar arasında sabırlı olanlarımızı sonunda yanlarına çekenler, giderek başucumuza koyduklarımız da az değildir.
Marcel Proust’un Okuma Üzerine kitabıyla bu küçük serüvenlerden birini yaşadım. Nisan Yayınları’nın güzel bir küçük kitap tasarımıyla yayımladığı Okuma Üzerine’yi o günlerde doğru dürüst tamamlayamamıştım. Proust’un bu sıra dışı denemesi, dokuz yıl aradan sonra Notos’ta yayımlanırken okuma ödevlerim arasında bir kez daha yer aldı, ama birbirimize gene ısınamadık; ben onun taşıdığı hayalleri paylaşamadığımı biliyordum, belki nasıl okumam gerektiğini anlayamamıştım, o da benim adam gibi okurlarından biri olamayacağımı görüyordu. Yayımlamaktan gurur duymuştum duymasına, ancak onun birkaç yüz tane satılıp raflarımızda kalacağını düşünürken, nasıl bir tılsımlı dokunmanın sonucuysa, sürekli satılan kitaplardan biri olarak kıpır kıpır hareket etti Okuma Üzerine. Her ay düzenli olarak kitapçılardan istendiği için bir yılı biraz aşkın bir süre sonunda tükendi, bu arada yeni basımı yapılırken ben de kendimi yeni bir okumaya hazırladım. Proust’un satırları arasında bir şey vardı var olmasına ve benimki nasıl bir zavallı okumaydı ki onu görmekte bu denli güçlük çekiyordum.

Sesli okumanın tılsımı
Belki kendi yazdıklarımı yayımlanmadan önce birkaç kez sesli okuduğum gibi, derin yapısına girmek ya da Proust’un sözcüklerinin görünen anlamlarının yanı sıra içinde bulundukları bağlamlara göre çoğalttıkları öteki anlamları kavrayabilmek için Okuma Üzerine’yi de sesli okumalıydım. Bu kez Proust’un, “basitlik, sadelik ve sevimlilik” ölçütleriyle anlatılabilecek bütün önemli bulduğum tümcelerini, gözlerimle okumakla yetinmeyip bir de sesli okudum. Genç yazarların, kendi yazdıklarını en az iki kez sesli okumadan hiç kimseye göstermemesini her frsatta yinelerim; hiç kuşku duyulmasın ki, ilk okuduklarında açığa çıkmayan bütün görünmez kusurlar bir bir açılmaya başlayacaktır o zaman, ama yazdıklarımıza ışık tutmasını istediğimiz kitapları da yer yer sesli okumalıyız.
Proust’un çocukluk yıllarında okumakla ilişkisi Okuma Üzerine’nin önemli bölümünü oluşturuyor. Öğle vakitlerindeki aile yemeğinden sonra herkes odasına dinlenmeye çekilince, o da kendi odasına okumaya çekildiğini anlatıyor. Sessizlik, derin okumanın olmazsa olmaz koşullarından sayılır. Ortalık yerdeki bir kafede okuduğunuz kitabınıza gömüldükçe gömülün, gene de sessizlikteki verimli okumayı yakalamanız olanaksızdır. Yolculuk sırasında okuduğum kitapları çevremde dikkatimi dağıtan bin bir görünmez şey uçuşurken en az yarı hızda okuyarak anlayabiliyorum. Gazetedeki köşe yazarını okur gibi Okuma Üzerine’yi okumak da olanaksız elbette, bir Proust romanıyla heyecanlı bir serüven romanını okumanın aynı düzeyde yaşanamayacağı gibi.
Edebiyat yapıtlarının en ilginç yanlarından biri, okuduğumuz hayatların ve o hayatların yaratıcısı olan kişilerin gerçek olduğunu düşünmektir. Üstelik yazarları da onları gerçekten yaşıyormuş gibi yazar. Benzer duyguları çocukluk okumaları sırasında yaşadığını Proust da, “yaşayan insanlardan daha fazla özen ve şefkat gösterdiğimiz, onlar için soluk soluğa kaldığımız bu varlıkları bir daha görememenin, haklarında hiçbir şey bilememenin içimizi parçaladığını itiraf edemeyiz,” sözleriyle anlatıyor. Öte yandan hiç kuşku yok ki, “Kitabın devam etmesini çok isteriz ve eğer mümkünse, bütün bu kişiler üzerine başka bilgilere sahip olmak, şimdiki hayatlarından bir şeyler öğrenmek, bize esinledikleri ve eksikliğini birden hissettiğimiz aşka tümüyle yabancı olmayan şeylere kendi yaşamımızı uygulamak” da isteriz.
Bitimsiz bir özdeşleşme duygusudur bu. Okumayı çekici kılan nedenlerin biri bilgi edinmek elbette, ama bilgiyi alacağımız kitaplar da yaratıcı metinler değil. Belki klasik gerçekçiliğin büyük romanları yazıldıkları döneme ilişkin adamakıllı gerçek bilgiler yerine geçebilir. Değil mi ki dönemin büyük yazarları anlatmak istedikleri gerçekliğin neredeyse gerçek bir temsilini yansıtmaya çalışır, en azından kurmaca öğelerin bile gerçeğin yazınsal karşılığı olmasını amaçlar, Tolstoy’u okuyarak meydan savaşlarının, Anna Karenina’yı okuyarak Rus düşünme biçiminin ya da kadın ve erkek ilişkilerinin ne olduğunun gerçeğe çok yakın bilgisini almış gibi oluruz. Ne ki, gene de okuduklarımız yazarların imgelem yetilerince kurgulanmış gerçeklerdir ve elbette hayatın gerçekleri değil, yazınsal yazının yarattığı gerçeklerdir bunlar.

Okuma ve bilgelik
Öte yandan okumayı çekici kılan asıl etmen, hayallerin karşılıklarını bulmak, dolayısıyla gitgide genişleyen hayallerimizin yazarlarıyla, onların yazınsal kişileriyle bire bir ilişki içinde yaşadığımızı ve kendi başımıza yaşayamayacağımızı gördüğümüz dünyaların parçası olduğumuzu hissetmektir. Üstelik yalnızlığımızı başkalarıyla paylaşmadan sürdürdüğümüz okuma, Mrs Dalloway ile aynı sokaklarda dolaşmak zor olduğunda Hemingway ile kırları ve dağları dolaştığımız bir dünyayı ayaklarımızın altına cömertçe serer ki, bunun da yerine hiçbir duygunun geçemeyeceği söylenebilir.
Kendimizi bir bilge yerine koyduğumuzu da belirtir Proust; “Yazarın bilgeliğinin bittiği yerde bizimkinin başladığını çok iyi hissederiz,” derken, okurun tuttuğu yer yazarın son satırından sonraki sayfadadır. Bu kez okurun zihinsel sürecinde yazılmayı sürdüren yapıt, yazarın karşısında okurun bilgeliğini başlatır.
Öteki yazarları okuyan yazar da orada yazar olarak değil, okur kimliğiyle durur. Kendi yazdıklarından önce yazılmış kitapları okuma alışkanlığından yazarların hiçbiri vazgeçmez. Öteki yazarların dünyasına bazen yazınsal merak nedeniyle girer yazarlar, bazen tıkandıkları sözcüklerin sonunu getirebilmek için. Yolun başındaki yazarın kendi yazarlarını ve kitaplarını seçmesi önemlidir; özellikle kendi dünyasına, beğenilerine, yazınsal yatkınlığına yakın bulduğu yazarları bulmak, sonra onları derin okumalarla adamakıllı içselleştirmek, bu arada yazmaya oturduğunda tıkandığı yerleri açmak için yardımına başvuracağı kitaplar...
Okuma Üzerine’de, “Emerson yazmaya, Platon’dan birkaç sayfayı tekrar tekrar okumadan ender olarak başlardı,” diyor Proust. “Vergilius’un cennetin eşiğine kadar götürdüğü tek şair de Dante değildir.”
Oradan çıkıp yaşadığımız günlere gelelim, öykü yazsaydım eğer, yazmaya başlarken birkaç paragrafını okuyacağım öykücülerim hiç kuşkusuz olurdu, şimdi eleştiri yazmaya başlarken okuduğum eleştiri, deneme yazarlarım hep olduğu gibi.
“Bu yüzden, en büyük yazarlar, kendi düşünceleriyle doğrudan ilişki içinde olmadıkları zamanlarda, kitaplarla birlikte olmaktan zevk alır.” Kimi şairlerin öteki şairlerden aldıkları sözleri, yazılmış bütün şiirin kendilerine ait olduğu biçiminde açıklamasında biraz latife varsa, biraz da yazınsal metinler arasındaki kaçınılmaz ilişkiler olduğu yadsınamaz. Kaldı ki okumanın sınırları önceden nasıl belirlenebilir? Okumaya başlarken ne alacağımızı, okuduğumuz metinden çıkardığımız anlamların yetmediği yerde hangi yeni anlamları cömertçe o metnin zihnimizde yaşayan biçimine vereceğimizi baştan kestirmek olanaksızdır. Yoksa okumanın bildiğimiz çekiciliğini taşıyabileceğini hiç sanmam.
Dahası Proust, “Ama en azından dostluğun samimi bir biçimidir,” diyor okuma için, “ve bir ölüye, olmayan birine yönelik olması ona çıkarsız, neredeyse dokunaklı bir hava verir.” Yazarın öteki dünyaya geçmiş olması biçiminde anlaşılmayacağını biliyorum bu sözün, çünkü kitaplarını okuduğumuz yazarların pek azını tanırız ya da belki hiçbirini tanımayız ömrümüz boyunca ve hemen her okurun yanı başına oturtup bazen yücelttiği yazarlara sevgisinin koşulsuz oluşu çarpıcıdır.
Bir eksiklik varsa okuma içinde, o da nedense çoğun geçmiş zamanların büyük yazarlarına, ölülere duyduğumuz sevgi ve saygının günümüzün yazarlarına gösterdiğimizden daha büyük oluşudur. Hayatımızı paylaşan yazarları dile getirmekten kaçındığımızdan mı, yoksa onları gizlice kıskandığımızdan mı? Eski zamanların tümceleri mi bizim ruhumuzu daha sıkı yakalamaktadır, Proust da belirtir bu eğilimi, yoksa geçmişe duyulan özlemin yaşadığımız zamanlara hemen her zaman üstün gelen zenginliği ya da dinginleştirici hali mi?
Okuma: bana kalırsa bilinçaltını açığa çıkarma edimini herkesin kendi başına yaptığı bir deneyim gibi çözümlenebilir. Orada bilinçaltından geçenler dışarıdan bütün bütüne bilinemez. Bundan mı bilmiyorum, ki işine bağlı, deneyimli yayıncılar bilir aslında: kitap ve okuma üstüne kitaplar okurların ilgi alanına öncelikle girer ve her zaman azımsanmayacak sayıda satılır. Bunu her şeyden önce, okurların kendilerini anlama endişesine bağlıyorum.

notoskitap.blogspot.com
Old 02-12-2009, 15:14   #18
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Merhaba, Edebiyat Dünyası bir yazarını daha kaybetti. !3. Örnek olarak ondan bir alıntıyı paylaşmak istiyorum sizlerle:


13.Örnek:

http://kaosgl.org/icerik/tam_bir_tes...dimi_birakirim

Tam bir teslimiyettir; kendimi bırakırım

Salı, 1 Aralık, 2009



Cahide Birgül"İki senaryoyu bir arada yazabilirim, araya bir tiyatro oyunu sıkıştırabilirim, ama roman yazarken onunla baş başa kalmam gerekir. Çok tutkulu bir aşk yaşarken sevgilinizle bir odaya kapanmanız gibidir durum. O odada olanlar, yaşanan her şey çok mahrem, çok ikinizin arasındadır. Siz orada, kimsenin bilmediği, bilmesini istemediğiniz şeyler yaşarken, hiçbir senaryo, hiçbir başka metin kapıyı aralayamaz, kafasını uzatamaz içeri."

Bir kitabım çıktıktan sonra bir süre yazıdan uzak dururum. Sanki bütün o kahramanlar, bütün o olaylar, romanın kurgusu, yaptıklarım ve yapamadıklarım ayağıma bağlı bir pranga gibi benimle yaşamaya devam eder. Fena hâlde yorgun hissederim kendimi. 'Yeni bir şeyler var mı?' diye soranlara ne cevap vereceğimi bilemem. Bir roman bitince hemen diğerine başlayanlar var, ama ben onlardan değilim. 'Yazmak her şeyim, yazmadan duramam' diyenlerden de değilim. Yazmak benim için birlikte yaşadığım bir ev arkadaşına benzemez. O, yani yazma isteği, gönül indirir ve bir gün kapımı çalar. İşte o zaman elinden tutar, içeri alırım onu. Yazma serüveni başlar.

'Endişe' serisini okudum, herkesin başka bir biçimde yazdığını daha iyi anladım. Ya da başka endişelerle diyelim. Mesela ben, asla bir romanı bütün olarak kurgulamış oturmam bilgisayarın başına. Hiç böyle yazmadım ve sanırım beni yazmaya çeken en önemli etkenlerden biri de bu; yazacağım romanın içinde sakladığı bilinmezlik. Bir bilinmezliğe adım atıyor duygusu taşıyor olmak...

Anlatayım; şöyle başlar film; kabaca bir hikâye vardır kafamda. Neyi anlatmak istediğimi bilirim (nedenini bilmem). Ama ne karakterler nettir, ne olaylar, ne de son. Bu, başımı döndüren bir tür esriklik hâlidir benim için. Masaya oturur ve sadece yazanların bildiği o tuhaf, büyüleyici, baş döndürücü (sanırım bu bütün yazarlar için aynıdır) ama asla sıkıcı olmayan dünyaya girerim. Ondan sonrası tam bir teslimiyettir. Kendimi bırakırım. Şimdilerde yeni romanımı yazarken İsmail Güzelsoy'un Ruh Hastası romanında anlattığı bir kahramanı sık sık hatırlıyorum. Adam bir kazada kolunu kaybeder ve ona bir yazarın kolunu takarlar. Adam, yazmaya çok uzak bir karakterken kendini masasının başında bulur. Saatlerce o yabancı kol yazar, yazar, yazar... Adam yalvarır, yoruldum der, kol anlamaz. Hatta bazen şiddete bile başvurur, adamı döver vs. Sonuçta bir metin çıkar. Öyle ya da böyle. Benim içimde durum bir bakıma buna benziyor. Yazarım, yazarım yazarım. O sırada kimi ana kahramanlarım geri düşer, hiç ummadıklarım öne çıkar, olay başka bir akış kazanır, son ise tam bir sürprizdir. Bittiğine 'vay canına' derim; 'demek bunu yazmak istiyormuşum?'

Roman yazarken ruh hâlim bazı dönemler geçirir. Başlarda daha dalgacı bir tavrım vardır. O kadar da sarmalamamıştır beni henüz yazdıklarım. Güvenmiyorumdur beyaz sayfa üzerindeki kara küçük şekillere. İnsanlar ete kemiğe bürünmemiştir, kurgu oturmamıştır, olaylar sanki pek de ikna edici değildir. Endişe işte o sırada yoklar beni. Önümü göremem, bir sayfa sonrasını düşünemem. Şiddetli bir 'ne yapıyorum?' Ya da 'iyi mi yapıyorum acaba?' duygusu oturur başköşeye. Ardından yazıyla hafif hafif flörtleşme dönemi gelir. 'Tutku' söz konusu değildir daha, ama onun kokusunu almaya başlamışımdır. 'Geliyor' derim içim ürpererek. Endişe ile vedalaşmışımdır artık. Yerine bir gözü karalık geçmiştir. Durum tıpa tıp hepimiz için bambaşka olan o tek ve biricik aşk hikâyemizi yaşarken olduğu yaşanır. İki senaryoyu bir arada yazabilirim, araya bir tiyatro oyunu sıkıştırabilirim, ama roman yazarken onunla baş başa kalmam gerekir. Çok tutkulu bir aşk yaşarken sevgilinizle bir odaya kapanmanız gibidir durum. O odada olanlar, yaşanan her şey çok mahrem, çok ikinizin arasındadır. Siz orada, kimsenin bilmediği, bilmesini istemediğiniz şeyler yaşarken, hiçbir senaryo, hiçbir başka metin kapıyı aralayamaz, kafasını uzatamaz içeri. Artık yazdığım roman benim efendim olmuştur. O yönetir, o yönlendirir, o karar verir. İster canımı yakar, ister sevgiyle okşar. Ben bilmem, o bilir. Ben sadece boyun eğerim. Bu sürüklenişi severim, kendimi bütünüyle bırakırım. Zaten başka türlü davranamam. Ona ihanet edemem, çünkü o bütün aklımı, içimi, bakış alanımı doldurmuştur.

Sadece romanım için...


Giderek, sona yaklaştıkça yazma eylemi bütün hayatımı kapsar. Ben değişmişimdir, evim, yaşadıklarım, gördüklerim değişmiştir. Baktığım her şey, konuştuğum her insan, hayatın o küçük, küçücük ayrıntıları yazdığım romana değip bana döner. Mesela şehir hatları vapurları yine aynıdır; peşindeki martıların kanatları yine kirli, yerlerdeki susam tanecikleri yine sayısız, içerisi yine taze çay kokuludur. Ama bütün bunlar artık birer cümledir benim için. Romanıma katabilirim onları, hatta bir adım daha ileri gideyim, sadece romanım için vardırlar. Bu dönemde, parlak diyaloglar, akıllı (bulduğum) sözler, kimi vurucu görüntü parçacıkları gelir aklıma. Hiç olmadık şeyleri fark etmeye başlarım, algım açılır, parlar. O zaman not alırım. O son günlerde ama. Sadece finale yaklaşmışken, artık nefes nefese iken not alırım. Yine de çoğu kullanılmaz, yıpranmış bir defterin sayfaları arasında kalır.

Roman bittikten sonra ise hiç endişe duymam, kitap çıktığında utanırım daha çok. Onu elime aldığımda sevinçten çok mahcubiyettir beni kuşatan. 'Bu ne küstahlık?' derim kendi kendime. 'Yazıyor ve bastırıyorsun. İnsanlar okusun diye. Bu nasıl bir kendini beğenmedir?' diye sorarım. Çünkü yazmanın bütün aşamalarında tek kişilik bir eylem olduğunu düşünürüm. Sonunda da öyle olmalı, madem bir kişi yazdı, sadece o kişi okumalı. O kadar... Bundan sonrası tam bir 'kendini bilmezlik' hâli bence. Ama hangi yazar egosuyla başa çıkmış ki ben çıkayım?

Ah Tutku Beni Öldürür müsün? adlı romanım araya bir senaryo işinin girmesiyle biraz sekteye uğradı. O, başka bir iş yüzünden yarı yolda, henüz flört aşamasındayken bıraktığım ilk romanımdı (tutku döneminde olsaydım asla bırakamazdım). Yeniden elime aldığımda, yabancı birinin yazdığı bir metni okur gibiydim. Ama çabucak ısındık birbirimize...

Ripley'e benzesin istedim


Patricia Highsmith gibi serin, sakin ve inanılır yazmak istiyordum. Onun olağanüstü karakteri Tom Ripley benzeri bir kahraman yaratmaktı amacım. Melih karakteri böyle çıktı: Eşcinselliğini bastıran, aseksüel, zeki, yakışıklı, sınıf atlamaya çalışan bir üniversite öğrencisi. Sonra Sevim Hanım. O aristokrat, çekici ve soğuk kadın, sevgisi belirsiz teyze. Olcay. Alaycı, kompleksli, zeki yeğen. Selim. Türkiye'de sayısız benzeri olan kimsenin önemsemediği bir araba hırsızı. Mabeyinoğulları ailesinin karanlık ve gizemli hikâyesiydi yazdığım. Onları anlatırken aslında Türkiye'yi de anlatmışım. Bunu çok sonra fark ettim. Asıl amacım şuydu, bütün karakterlerim üzerinde esrarlı bir bulut kalsın, kimse onların gerçekten nasıl biri olduğunu sonuna kadar anlamasın. Kitap bittiğinde okuyanı çözemedikleri bir dünya sarmalasın, ama hiçbir okur asla o bilmece ile baş edemesin. Tıpkı hayatta olduğu gibi. Asla ve asla emin olamama hâlini ölene dek yaşamamız gibi. Romanım, bittikten sonra okuyana birkaç gün huzur vermesin isterim. Okur, hiç değilse bir karakteri yanı sıra taşısın. İşe, okula götürsün, arkadaşlarına anlatsın, sevişirken, çalışırken, olur olmaz yerlerde aklına geliversin. Bir süre. Kim bilir belki bu belki de benim okuyucudan aldığım öçtür ('Kolay mı oldu sanıyorsun ey okur? Var mı öyle okuyup da hemen unutmak?' kötücüllüğü diyelim ya da...).

Ah Tutku Beni Öldürür müsün?'de, tarz olarak yeni bir şey deniyordum, heyecanlıydım. Hikâye, gerilim teması üzerine kuruluydu, bazı sahneler yazarken zorlandığımı itiraf etmeliyim. Kahramanlarımla mahzene girdim, cinayetler işledim, en çok Selim'e acıdım ama yine de onu hayat içinde, diğer kahramanlarla el birliğiyle öğütürken kılım kıpırdamadı.

Ah Tutku Beni Öldürür müsün? bitti, basıldı, çıktı... Ve daima yaşadığım bir şeyi yeniden yaşadım. Merak. Bu da sanırım, 'hadi sen saçmaladın, bu kitabı bastırdın, peki acaba bu saçmalamayı okur nasıl sürdürecek?' merakı özünde. Acaba kimler, neden okuyacaktı bu kitabı? Nasıl bir ortamda ilk sayfayı açacaklardı? Öylece akıp gidecek miydi roman, yoksa sıkılıp çabucak esneyecekler miydi? Kitap bitince beni düşünecekler miydi? Arka sayfadaki resmime bir daha bakıp nasıl biri olduğum üzerine fikir yürütecekler miydi? Romanımı sonra nereye koyacaklardı? En çok görünmez olmayı istediğim zamanlar budur işte. Bir kitapçıda durmak ve kitabımı alan birini izlemek isterim. Onunla evine gitmek ve kitabımı okuduğu anları görmek. Bunun için çok şey feda edebilirdim...

Şimdi yeni bir romanla 'flörtleşme' aşamasındayım. Bir aşk romanı olacak. Aykırı bir aşk romanı. Bu kez şunu istiyorum, pek yapamadığım bir şey bu; taraf tutmak. Asıl kahramanım olan orta yaşlı kadının, Tuna'nın yanında olmak. Onu korumak, incinmesini önlemek. Arzum, hayatta tecrübenin her şey olmadığını, kabalığın, duygusuzluğun, kötülüğün, çiğliğin karşısında büyümüş olmanın 'kandırılmayı' yine de engelleyemeyeceğini anlatmak. Olabilecek en iyi şekilde anlatmak. Yapabilecek miyim, bilmiyorum... Deneyeceğim...
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 
Konu Araçları Konu İçinde Arama
Konu İçinde Arama:

Detaylı Arama
Konuyu Değerlendirin
Konuyu Değerlendirin:

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
"İçtihat Uyuşmazlığı" Varsa Gidermenin Yolu Nasıl Olmalı VARTO'LU İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Çalışma Grubu 11 30-12-2015 16:43
Matbu bono metni üzerindeki "malen" kelimesinin üzeri çizilerek "nakden" yazılması Av.Özgür Özlem Öngel Meslektaşların Soruları 9 26-02-2008 18:02
"Bunlar Onlar" Tiyatro Sporu Gösterisi- Hiç bu kadar eğlenmediniz !!! ağaoğlu Kültür ve Sanat 1 17-02-2008 16:26


THS Sunucusu bu sayfayı 0,11880398 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.