Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. Üyelerimizin yazdığı ve bizlerle paylaştığı şiir, öykü, deneme ve diğer yazınsal türler.

Atölye Öyküleri

Yanıt
Old 03-06-2021, 13:53   #1
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan Atölye Öyküleri

Pandeminin yarattığı boş zamanı iyi değerlendirebilmek adına katıldığım bir öykü atölyesinde yazdığım öyküleri bu başlık altında toplayacağım.

Atölyedeki ilk öyküm Hediye'yi daha önce şurada yayınlamıştım.
http://www.turkhukuksitesi.com/showp...9&postcount=40

Diğerlerini aşağıya ekliyorum. İyi okumalar.
Old 03-06-2021, 13:55   #2
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

BÖBREK


İştahsızlıkla başlayan süreç çok hızlı ilerledi, daha on yedisindeki kızı haftada üç kez diyalize girmeye başladı. Doktorlar, her iki böbreğinin de işlevini yitirmek üzere olduğunu, acilen nakil gerektiğini söylediler. Dünyası başına yıkıldı Mustafa'nın. Annesiz büyüttüğü tek evladı için yapamayacağı yoktu, "Ben veririm." dedi ama kan grubu farklı olduğu için O'nunkinin uygun olmadığı anlaşıldı. Bir umut diye nakil için sıraya yazıldılarsa da, önlerinde bekleyen altmış bini aşkın insan vardı. Yeterli organ bağışçısı olmaması yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyada binlerce insanın hayatını karartıyordu. Son çare, tüm akrabalarına yalvar yakar kan verdirdi.

Güneş hiç ummadıkları yerden doğdu. Amcasının küçük oğlu, bugüne dek bir baltaya sap olamadığı gibi giriştiği her işi de batıran Cengiz'in kan grubu tutuyordu. Sülalede kimse sevmezdi O'nu. Başına açtığı dertleri çözmekten, borçlarını ödemekten gün yüzü göremeyen babasının genç yaşta ölümünden bile Cengiz'i sorumlu tutarlardı. Ama konuştuklarında "Tabii ki veririm." deyince, herkesin sevgilisi oluverdi.

Mustafa'nın hepi topu bir evi vardı, hiç düşünmeden sattı. Nakil için harcanacaktan artakalan da kızının eğitimini garanti eder, belki doktor olup herkesin derdine derman bulurdu Ayşe. Yüzü çiçek açmıştı. Artık tek derdi Cengiz'in bu fedakarlığına karşılık ne yapacağıydı. Patronuyla konuşup O'nu fabrikada işe sokabilirdi. Hele bir Ayşe kurtulsun da...

Yapılan ileri tetkikler doku uyumunun da olduğunu gösteriyordu. Doktordan güzel haberi alınca Cengiz'e sarıldı, ağladı. Kuzeni "Gel aşağıda bir çay içelim, hem hava alır rahatlarsın." deyince, "İçelim ya. Şu işler bir bitsin, rakı da içeriz be!" diye cevapladı sevinçle.

Hastane kantininden çayları alıp, dışarı çıktılar. Aylardan Kasım olsa da, Mustafa'ya bahar gibi geliyordu; şu beton otopark, papatyalarla dolu bir çayırlık sanki. Fakat Cengiz ağzındaki baklayı çıkarınca mevsim kışa döndü: "Seni de severim, Ayşe'yi de. Ama bu işler öyle kolay değil. Duydum, evi satmışsın. Herhalde üç yüz bin falan etmiştir. Şimdi sen o parayı ver, kalanına da senet yaparız. Toplam beş yüze olur bu iş. Hiç pazarlık falan edeyim deme. Ömür boyu tek böbrekle kalacağım bak senin hatırına..."

Cengiz Aladağ, 27.11.2020
Old 03-06-2021, 13:56   #3
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

GÖLGELERİN GÜCÜ



Öykü Atölyesi'nde "Bu hafta konumuz zeytin." dedi Kerem Hoca. "Unutmayın; en az yüz kelime, en çok iki sayfalık bir öykü olacak. Salı akşamı yazılarımızı okuyup, hep birlikte değerlendireceğiz."

Yazmakta zorlanıyordum. Cuma gününü ve haftasonunu harcadım, bir satır bile çıkmadı ortaya. Pazartesi zaten işler yoğundu, son gün öğleden sonra alelacele birşeyler karaladım. Akşam atölyeye gittiğimde, en kötü ödev benimki olmuştur diye düşünüyordum.

Sırayla okumaya başladık. İlk öyküler çok iyi olmasa da, benimkine fark atarlardı. Ama Cem öyküsünü okumaya başladığında kendimi bir rüyanın içinde buldum. Sözcükler sakin bir dere gibi akıyor, öykü bana sımsıkı sarılıp huzur veriyordu. Hem sade, hem de merak uyandıran, müthiş bir yazıydı. Arkadaşlara baktım, onlar da büyülenmiş gibiydiler. Bittiğinde hepimiz afallamış, farkına varmadan alkışlamıştık.

Her zamankinin aksine ilk yorumu hocamız yaptı, öyküyü uzun uzun övdü. Sonra söz verilen her arkadaş, az önce Cem'i dinlerken yaşadığımız mucizevi dakikaları anlatmakta zorluk çekerek, harikadan muhteşeme kadar bildiğim tüm güzel nitelemeleri saydı. Sıra bana geldiğinde yutkundum, ne söyleyeceğimi gerçekten bilmiyordum. "İnanamıyorum... Nasıl bu kadar güzel yazabiliyorsunuz?" diyebildim.

Kurs bitiminde Cem'le ana caddeye kadar yürürken, soruyu tekrarladım. "Başlayalı dört hafta oldu. Bir senin yazdığına bak, bir de benimkine... Ben de bu işin sırrına varmak istiyorum artık." diye ekledim.

"Hatırlıyor musun, ilk derste Hoca ne demişti? Gölge yazarlardan bahsetmişti hani..." diye söze başladı. Pek anımsamamıştım ama anlamış gibi başımı salladım. "Hah işte!" dedi. "Bir gölge yazarla anlaştım, benim yerime öykülerimi yazıyor artık."

Öyle şaşırdım ki, oracıkta durdum. Ne diyeceğimi bilemedim, "Ka-kaça ya-yazıyor?" diye kekeledim.

"Ben beş yüz veriyorum ama sen öğrencisin, Perşembe sigara molasında bir konuş istersen... Kerem Hoca sana indirim yapar bence."



Cengiz Aladağ, 28.11.2020
Old 03-06-2021, 13:57   #4
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

KALP



"Yok Cengiz şöyle, yok Cengiz böyle... Başka bir şey demiyorsunuz! Ne istiyorsunuz benden ya? Neden başka şeyleri de konuşmuyorsunuz? Daha ufacık çocukken babamdan yediğim dayaklardan bahseden yok! Kaç kere kömürlüğe kapatıldığımı hanginiz anlatacak? Okumak isteyen ama okutulmayan, yapmak istediği her işte önüne engeller konan kim? Bunları hiç söylemiyorsunuz. Ama bu işi batırdı, şunda iflas etti... Anlatıp duruyorsunuz. Bir tek ben kötüyüm, hepiniz sütten çıkmış ak kaşıksınız! Yüzüme söylemeye de cesaretiniz yok, hep arkamdan konuşuyorsunuz. Hadi söylesenize şimdi!"

Bağırarak konuşuyordu Cengiz. Herkes şaşkın, dikkatle dinliyorlardı. Sonunda Ayşe Hala dayanamadı, gelip sarıldı. "Ah yavrum!" dedi. Cengiz'in gözleri doldu, sesi titreyerek devam etti.

"Mesela, böbrek için para istemişim... Vay neden istemişim! Kimse bilmiyor derdimi. Çünkü ne zaman anlatsam, inanmadınız, ciddiye almadınız. Bu yaşıma kadar neden evlenmediğimi bile sormadınız!"

"Anlat evladım, anlat valla dinleyeceğiz." diyerek O'na tekrar sarıldı halam.

Sevdiği kızdan ilk o zaman sözetti Cengiz. Adı Bahar, yaşı yaşına, boyu boyuna uygunmuş. Ama kalbi delikmiş ne yazık ki. Bir türlü tedavi ettirememişler. Zaten babası yokmuş, anası yaşlı ve yoksul... Çapa'ya, Hacettepe'ye götürmüş. Demişler ki, ancak Amerika'daki şu ünlü Türk doktor yaparsa ameliyat başarılı olur. E Amerika bu, öyle kolay değil oraya gitmek. Gitmekle de bitmiyor; ameliyat dünya para, tedavi desen pahalı... Binlerce dolar lazım. Amerika'daki doktorla konuşmuşlar, kızın tetkiklerini internetten yollamışlar. "Olur." demiş doktor ama öyle bir rakam söylemiş ki!

Cengiz bunları anlatmayı bitiririp yere yığıldı. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş, dudakları titriyordu. Zar zor "Bahar ölürse yaşayamam ben... Kurtulursunuz benden..." diyebildi.

Ayşe Hala hepimizin yakasına yapıştı. "Hadi, bu çocuğun derdine çare olalım. Gelinimiz iyileşsin, şöyle davullu zurnalı düğün yapalım." diyerek bütün akrabaları sıkıştırdı. Bir hafta içinde neyimiz var neyimiz yok ortaya döktük. Kimi altınlarını bozdurdu, kimi bankadaki parasını çekti. Böbrekten kalan para ile birlikte hesaplayınca 1 milyonu geçen miktar, dolara çevirince küçülüveriyordu. Bahar'ın da krediydi, borçtu derken biraz topladığını söyledi Cengiz. Ucu ucuna yetecekti böylece.

Getirip bizle tanıştırdı kızı. Uçak biletlerini benim kredi kartımla aldık, arkalarından su dökerek İstanbul'a uğurladık genç aşıkları. Ertesi akşam Amerika'ya vardıklarını mesajla bildirdiler ama sonra günlerce haber çıkmadı. Meraktan çatlıyor, kızcağız iyi olsun diye dualar ediyorduk.

"Oralardan kolay değil memleketi aramak." dedim kahvede konuşurken. "Herşey ateş pahasıdır." Boşları toplarken gülerek lafa karıştı çaycı Ahmet. "Ne Amerika'sı ya? Kıbrıs'a kumara gitti. Para bitince gelir. Siz yeni hikayelere inanmaya hazırlanın şimdiden."


Cengiz Aladağ, 07.12.2020
Old 03-06-2021, 13:58   #5
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

YÜZÜK


I

Sevgililer Günü, Anneler Günü, Yılbaşı... Hangi özel gün yaklaşsa, televizyonda, gazetelerde ve internet ortamında hep aynı reklam: Tek taş! Sanki bir kadının en önemli eşyasıymış, mutlaka sahip olunması gerekirmiş gibi hazırlanan reklamlar, biz erkekler üzerinde baskı oluşturuyordu. Arkadaşlarla erkek erkeğe konuşurken “Yok canım, benimki önem vermez öyle şeylere...” desem bile, “Acaba gizli gizli istiyor mudur?” diye düşünmekten de kendimi alamıyordum. Bu tür günlerde güleryüzden başka bir beklentisinin olmadığını her fırsatta dile getiren eşim, bu yıl reklamlara göz ucuyla değil de daha bir dikkatle bakıyordu sanki. Son konuşmamızda ablama sorduğumda “Tek taş sevmeyen kadın mı olur? Pintilik etme de al işte!” deyince, kapitalizmin sevgiyi paraya dönüştürme oyunlarına kananlardan biri oluverdim ben de.

Az buz para değildi bu yüzükler, kredi kartına altı taksitle bile aylık bütçemizi zorlayan tutarlara satılıyordu. Beğendi, taktı, günlerce kaldı parmağında. Ara sıra çıkardığını, lavabonun yanında yüzüğü görünce anlıyordum. Sonra yine parmağında ışıldıyordu. Aradan ne kadar zaman geçti bilmem, bir gün baktım yok. Yanıldım mı acaba? Beğenmemiş miydi? Laf arasında sordum, “Geçen hafta kayboldu, kimbilir nereye koydum...” dedi.

Aklıma takıldı bu mesele. Geçen hafta ha! Emel gelmemiş miydi o günlerde? Hani okuldan atılmış da, “Dayım bana bir iş ayarlar nasılsa.” diye düşünüp, bir akşam kapımızı çalmamış mıydı? Ablama ve o sinir küpü kocasına telefonda saatlerce dil döküp, üç gün sonra İzmir'e geri yollamamış mıydık kızı? Beynimde dönüp duruyordu ayrıntılar. Geldiği akşam duş almış, bizim yatak odasında giyinmişti. Sabahları biz işe gidince bütün gün evde yalnız kalmıştı. O mu aldı acaba? Belki de... Almadıysa, nerede o zaman? İnsan akrabalarına güvenmeyecek de, kime güvenecek?

Eşime söyledim. “Olur mu canım!” dedi, “Çıkar bir yerden.” O aramış, hatta temizlik yaparken bulurum diye umutlanmış ama... Benim ısrarımla evin altını üstüne getirdik. Bakmadığımız köşe bucak kalmadı. Hiçbir yerde yok! Demek Emel aldı. Buhar olup uçmadı ya... Genç kız işte, heves etmiştir. Arayıp "Sen mi aldın?" da diyemem ki... Ne yapacağım? Of! “Sen takma kafana, saçma sapan şeyler düşünme.” diyerek beni rahatlatmaya çalıştı eşim.



II


O gün beni çok şaşırttı. Hiç böyle şeyler yapmazdı. Romantik biri değildi oysa, odunun tekiydi. Bugüne kadar çiçek bile getirmeyen adam, bir pırlantayla aramızı düzeltmeye mi çalışıyordu? Hele bu kadar geç kalmışken! Bıkmıştım artık. Çocuk doğurma yaşım geçmeden boşanmak, artık beni gerçekten seven bir erkekle birlikte olmak istiyordum. Üç aydır fabrikadan biriyle ilişkim vardı.

Geçen Cuma iş çıkışı bir avukata gitmiştik. Önce Ercan'ı eşim sandı avukat, sonra anlatınca durumu kavradı. Anlaşmalı boşanma ihtimalini sordu. Daha eşime bir şey dememiştim, O'nunla anlaşmak imkansız gibiydi. Tartışmalarımızı anlattım avukata. Yasak ilişkimi tamamen gizlemem gerektiğini sıkı sıkı tembihledi. Yoksa boşanmada ben kusurlu oluyormuşum, davam sırf bu nedenle reddedilirmiş. Kavgalarımızı gören, duyan tanıklar bulmalıydım. Ha, bir de avukatlık ücreti vardı tabii...

Günlerdir takmak zorunda kaldığım yüzüğü ara sıra lavabonun yanına bırakıyordum ki, zaman zaman çıkardığımı anlasın. Onu satıp ödedim avukatın parasını. Kayboldu demekten başka çarem yoktu. Yeğeninin gelmesi kötü oldu yalnız, o kızcağızdan şüphelendi. Yüzüğe benden fazla önem verdiğinden, onu ararken gördüğü bavulun neden dolu olduğunu bile anlamadı. Ertesi sabah evi terk ettim.



Cengiz Aladağ, 30.12.2020
Old 03-06-2021, 14:00   #6
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

ÇEKİM


Gelip cam kenarındaki masaya yerleşen kadın gözüme çok tanıdık geldi. Dikkatlice bakıp, ünlü oyuncu Ceren Dakika olduğunu anlayınca neredeyse elimdeki tepsiyi düşürecektim. Lokantamız ilk kez böyle tanınmış birini ağırlayacaktı. Baş garson olmasam da tek garson olduğum için kendisine hizmet etmek bana düşerdi.

Tepsiyi bırakıp siparişini almaya gittim.

- Efendim hoşgeldiniz, şeref verdiniz. Ne alırsınız?
- Neler var?

Çabucak mönüyü sayıverdim. Elimde olsa hemen bir mum yakar, ışıkları karartıp romantik bir ortamda adlarını bile bilmediğim Fransız yemekleri getirirdim ama burası sıradan bir kebapçıydı.

- Tavuk ızgara alayım, bir de yeşil salata.
- İçecek olarak ne...
- Ayran olsun...
- Hemen efendim.

Kadının lokantamıza gelişi kadar, verdiği sipariş de ne kadar alçakgönüllü olduğunu gösteriyordu. Milyonlar O'nu boşuna sevmiyordu.

Mutfağa varır varmaz aşçımız Salim'e anlattım. İnanmadı, mutfak kısmından çıkıp baktı, hayretle bağırdı:

- Valla ta kendisi!

Yemeğin hazırlanmasını beklerken gazeteci ya da televizyoncular gelir mi diye sık sık kapıya doğru bakıyordum. Acaba sevgilisi ile mi buluşacaktı? Ama öyle olsa, sipariş vermek için beklemez miydi? Belki de yakınlarda bir yerde dizi çekiyorlar, O da acıkıp karnını doyurmaya geldi. Olamaz mı?

Gidip sormaya karar verdim. Saçlarımı düzeltip, tüm cesaretimi topladım ve yanına vardım. Camdan sokağı seyrediyordu.

- E, şey soracaktım... Çekim var mı acaba?

Kadın bana doğru döndü, sanki söylediklerimi beyninde kendi diline çeviriyormuş gibi biraz durdu, sonra cevapladı.

- Çekim de yapıyoruz ama önce bir bakmak lazım, belki kurtarılabilir.

Öyle heyecanlıydım ki, söylediklerini anlamadan kafamda hazırladığım sözleri sıralıyordum.

- Zor olmalı sizin iş... Bütün gün ayakta... Karda kışta, yazın sıcakta çekim... Valla zor. Çok takdir ediyorum sizi.
- Gelmiş miydiniz? Hiç hatırlayamadım.
- Nerede çekildiğini bilsem gelirim tabii.
- Sokağın başındaki işhanındayım ben. İkinci kat. Durun bir kartımı vereyim size.

Uzattığı kartviziti aldığım sırada Salim Usta "Izgara hazır!" diye seslendi. Kadına teşekkür edip mutfağa doğru giderken elimdeki kartı okudum.

"Diş Hekimi Zeynep Aslan" yazıyordu.


Cengiz Aladağ, 07.01.2021
Old 03-06-2021, 14:01   #7
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

KIZIL KAR


“Yılbaşında babamlardayım, ayın otuzunda geleceğim. Görüşürüz.” mesajını görünce kalbi hızla atmaya başladı. Can ve Canan çocukluk arkadaşıydılar. On yıldan fazla zamandır da memleketlerinde, aynı okulda görev yapmışlardı. İlk kez bu yıl, Canan'ın tayini İstanbul'a çıktığı için ayrı düşmüşlerdi. Dostlukları o kadar derindi ki, birbirlerinin en gizli sırlarını bile biliyorlardı. Güven ve paylaştıkları onca şey, aralarındaki sıcaklığın zamanla bir aşk alevine döneceğini gösterse de, bu konuyu hiç açmamışlardı. Ama mesajı okuduğunda Can'ın hissettiği şey, sevgiliye kavuşma arzusundan başka bir şey değildi.

Beklenen günün sabahında Canan telefon etti. Yola çıkmıştı. Can “Tamam, ben karşılarım seni. İyi yolculuklar.” dedi. Yol üç saat sürüyordu ama Can'ın o ruh hali ile evde durması imkansızdı. Kafasında düşüncelerle, yüzüne buzdan iğneler gibi çarpan kara aldırmadan otogara doğru yürümeye başladı.

“Bir keresinde ne demişti hani? Bizde eksik olan tek şey cesaret, mutlu olmamızın önündeki tek engel bu korkaklığımız, dememiş miydi? Evet, bu sefer söyleyeceğim. Bunca zamandır tanıyor beni. Bilmez mi? Belki de hep benden bekledi. Herşeyimizi anlattık birbirimize ama duygularımızı konuşmadık. Sevmese o kadar güzel bakar mıydı bana? Hep yanımda olmak ister miydi? Bak işte, gelir gelmez görmek istediği ilk kişi benim. İstese eniştesine söyler, bu karda kışta bırakırlar mı hiç, arabayla garajdan alırlardı. Beni özlediği o kadar belli ki. Artık yeter, sevdiğimi söylemekten çekinmeyeceğim.”

Daha otobüs perona yanaşmadan, aralarındaki camı delip geçen bakışları karşılaştı. Hoşgeldin ve hoşbulduk kelimeleri eşlik etti sarılmalarına. Canan'ın bavulunu alıp, karşılarına çıkan ilk kafeye girdiler, bir ısıtıcının yanına oturdular. Canan mantosunu ve beresini çıkardı. Saçları uzamıştı. Bir tarafı sırtına doğru, diğer tarafta yanağına düşen kor gibi kızıl...

Canan heyecanla atandığı okulu anlatıyor, Can ise hayranlıkla O'nu seyrediyordu. Çaylarını içerken küçük bir suskunluk oldu. Yudum yudum giderilen özlemi, Can'a kendine verdiği sözleri bir süreliğine unutturmuştu. Canan ise gözlerini hızlı hızlı kırpıştırarak müjdeli haberi vermeye hazırlanıyordu.

“Hatırlar mısın, ilk görüşte aşka inanmam demiştim sana. Ama varmış işte... Okula ilk gittiğim gün tanıştım. Adı Arif. Görür görmez tutuldum, inanabiliyor musun? Bir aya kalmadan sevgili olduk. Çok mutluyum Can. Babamlarla konuşmak için geldim. Ara tatilde ailesiyle gelecek, bizimkilerle tanışmaya. Tabii usulen isteyecekler. Baharda nişanlanacağız. Düğün de yaza olur artık. Hadi be Can, sen de birini bul da çifte düğün yapalım. Can... Bu ne suskunluk?”

“Hiç... Gelirken karda yürüdüm de, biraz üşüdüm... Kalkalım mı?”

Canan'ı dolmuşa bindirip, yine yürüdü. Rüzgar azalmış, iri kar taneleri nazlanarak düşmeye başlamıştı. Adımları sarsak, beyni bulanıktı. Yüreğini çıkarıp kentin ortasına atsa, soğuk beyazlığın yerini kızıl alevler alacaktı.


Cengiz Aladağ, 12.01.2021
Old 03-06-2021, 14:02   #8
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

İLK ÇORUMLU


Gök gürültüsü ile uyandı. Yukarıdan sular döken tanrı, keşke bunu daha sessiz yapsaydı. Gözleri karanlığa alışınca eline kuru bir dal parçası alıp, bunu yakabilecek kor bulmak için sönmeye yüz tutmuş ateşi hafifçe karıştırdı. Keşke daha fazla odun koysaydım diye düşündü. Ateş sönerse, kuru yaprakların arasında taşları birbirine vura vura yakmak çok zaman alıyordu. Sonunda dalı tutuşturdu, onunla başka dalları da yakıp mağarayı aydınlattı. On iki yaşındayken, anne ve babasıyla gelmişlerdi buraya. Mağaranın asıl sahibi olan ayı, içeriye giren ailesini öldürmüş, kendisi ise ilk kez gördüğü dereye hayran hayran baktığı için kurtulmuştu. Durumu anlayınca, babasının akıl edemediğini yapmış ve mağaranın girişinde, dumanını rüzgarla içeri dolduran koskoca bir ateş yakarak ayıyı kaçırmıştı. O zamandan beri barınağı burasıydı. Diğerlerine göre daha büyük bir kafası vardı. Belki de bu yüzden, kimsenin merak etmediği şeyleri araştırıyordu. Elbette bilinmeyen herşeyden diğerleri gibi korkuyordu ama merakı üstün geliyor, korkusuna yenilmiyordu. Çevrede gitmedik yer bırakmamıştı. Taşları sürte sürte yaptığı ilkel balta ile kesemeyeceği dal yoktu. Eğreltiotlarından ördüğü halatın ucuna eklediği eğri kemiği ağaca atıp, en üstlere tırmanarak herkesi şaşırtıyordu. Birbirine bağladığı ince kütükleri düz bir yere koyup, üzerine yığdığı kuru yapraklarla yaptığı yatağı çevredekilerin en rahatıydı. Dere kıyısından topladığı servet niteliğindeki çakıl taşları, keskin uçlu mızrakları ve topladığı meyvelerden oluşan tüm malvarlığı bu mağaradaydı.

Yağmur ve rüzgarın sesi, biraz azalmıştı. Korka korka mağaranın girişine doğru gidip, dışarı baktı. Durmaksızın çakan şimşeklerin aydınlattığı vadide, biraz ilerideki mağarada yaşayan kara sakallı adamı gördü. Dün avladığı geyiğin koca bir parçasını, derenin kenarındaki dümdüz kayanın üstüne koymuş, ellerini göğe kaldırıp birşeyler söylüyordu. Komşusu mağarasına dönünceye kadar, kulakları dışarıdaki yaygaraya alışmıştı. Zor bir hayatı vardı. Kira derdi olmasa da, yiyecek bulmak büyük meseleydi. Emin olmak için biraz daha bekledi. Adam mağaradan bakıyorsa, geçenlerde yaptığı gibi yine O'nu dövebilirdi. Dayağın nedeni, öbür mağaranın önünde uzun saçlı kadına bir kez dokunmasıydı. İçinde bir kıpırtı duymuş, kendine engel olamamıştı. Kara sakallı birden karşısında bitivermiş, bizimkini fena benzetmişti. Neyse ki henüz aşk acısı icat edilmediğinden, sadece yüzündeki şişliklerin ağrısını çekmişti. Şimşekler biraz azalıp ortalık yeniden alacakaranlığa büründüğünde, dereye doğru koştu. Ganimet kayanın üzerinde öylece yatıyordu. İki eliyle kavrayıp kucakladı, hızlıca mağarasına döndü. Böylece dinlerden nemalanan ilk insan oldu.

Üç yıl daha yaşayıp, kayalardaki deliklerin ne olduğunu anlamaya çalışırken yılan sokması sonucu yirmi beş yaşında öldü. Alaca'nın Kuzey Batısındaki bu güzel vadide yaşayıp ölen adsız Çorumlu hemşehrimizden geriye, kara sakallının el koyduğu güzel mızraklar, mağaranın duvarlarına yaptığı anne ve babasının resimleri kaldı. Bir de güneşli sabahlarda söylediği, anlamsız bağırışlardan ibaret şarkıların yankıları...


Cengiz Aladağ, 19.01.2021
Old 03-06-2021, 14:03   #9
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

YAZILANIN AĞIDI



Eyvah! Yazacak galiba. Kalemi kırılasıca...

Lafın gelişi öyle diyorum, aslında bilgisayarda yazıyor. Hani tavukların tık tık buğday yiyişi gibi, harfleri üçer beşer ekrana gönderiyor. O sınırlı beyazlıkta, kara harflerle kaderim oluşuyor, yazdıkça beni varediyor. Öf! Yazmasa keşke!

Kiminde erkek oluyorum, kiminde kadın. Bazen bir adım oluyor, bazen de isimsiz kalıyorum. Ne olacağımı önceden bilemiyorum, herşey şu lanet kafasında! Kuruyor, kuruyor... Sonra hepsini kusuyor. Saçma sapan olayların içine sokuyor beni. Okuyanın nefret ettiği, güldüğü ya da acıdığı biri oluveriyorum. Ne istediğimi bana sormuyor. Hiç olmak, hep böyle hiç kalmak isterdim oysa.

Kahretsin, başladı! Kim bilir başıma neler gelecek... Dur desem duymaz, durmaz. Hem var, hem yok, bir garip alemdeyim çünkü. O istediği an şekilleniyorum. Yazarak olduruyor, yazarak öldürüyor. Bir kukla gibiyim, herşeyi yaptırıyor bana. Elimden bir şey gelmiyor. Yazılmadan göremiyor, konuşamıyor, bir adım atamıyorum. Ah! Sevemiyorum bile, sevemiyorum...

Bitirdi işte! Oysa siz hiç okumasanız, belki de yazmayacaktı. Evet, yazardan çok size kızıyorum. Aslında bana biçtiği gömleğe bakıyorsunuz. O harfler, sözcükler, tümceler yüzünden beni var sanıyorsunuz. Hani gözlerim, hani ellerim, beynim nerede? Yaşamadan yaşayan biriyim artık. Ömrüm sadece bir öykü uzunluğunda.


Cengiz Aladağ, 28.01.2021
Old 03-06-2021, 14:06   #10
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

ÇÖP DAĞLARI ARASINDA


“Hoşgeldin Hanım Abla. Ooo! Zarife de gelmiş.” diyerek kapıyı açtı Fuat. Temizlikçinin adı başka bir şey, örneğin Ayşe olsa, Ayşe Hanım diyebilirdi. Ama kadının adı Hanım'dı. Önceleri hitap konusunda zorlanmıştı Fuat; sadece Hanım demeyi uygun bulmamış, kendisinden küçük olmasına rağmen Hanım Abla diye seslenmeye başlamıştı. Kadın, iki haftada bir Cumartesi günleri eve geliyor, yılların bekarı Fuat'ın temizlik dışında çamaşır ve ütü işlerini de hallediyordu. Bazen yanında sekiz yaşındaki kızı Zarife'yi de getiriyordu. Zarife, o küçücük elleriyle, hiç mızmızlık etmeden annesine yardım ediyordu. Fuat ara sıra bu küçük kıza hediye alıyordu. İlk defasında bir kitap vermiş ama Zarife'nin hiç okula gitmediğini, okuma yazma bilmediğini öğrenmişti. Bu yüzden artık yalnızca oyuncak bebek alıyordu. Zarife'nin önce annesine bakıp onay aldıktan sonra hediyeyi kabul edip, r harfini söyleyemeden “Teşekküy edeyim.” demesi hoşuna gidiyordu.

Temizlik günleri genellikle Fuat dışarı çıkar, akşama dek gelmezdi. Ama o gün biraz yorgundu, kendini iyi hissetmiyordu. “Ben biraz uzanacağım Hanım Abla. Yatak odasını en sona bırak, öğleden sonra ben salona geçerim, o zaman temizlersin.” diyerek dinlenmeye çekildi. Başucundaki kitabı kucağına alıp, kulaklıklarını taktı, elektrik süpürgesi sesini hafifletecek bir müzik eşliğinde okumaya başladı. Öylece dalıp gitti, öğle saatlerinde uyandı. Acıktığını hissetti, kalkıp mutfağa geçti. Zarife sandalyeye çıkmış, annesinin bulaşık makinesinden verdiği bardakları dolaba diziyordu. Hanım, Fuat'ı görünce hemen hareketlenip, mutfak kapısının koluna astığı ütülü gömlekleri götürüp gardroba koydu. Zarife'ye “Kolay gelsin fındık. Acıktın mı?” diyen Fuat, mutfağa dönen kadına da “Çocuk acıkmıştır. Dışarıdan yemek söyleyeyim mi?” diye sordu. Hanım, pek konuşmaz, genellikle kafasını sallardı. Yine öyle yaptı. Bir süre sonra gelen pizzaları yerken Hanım'ın konuşacağı tuttu.

- Fuat Bey, benim adamla bir konuşsan...

Kadın, eşinden bahsederken ya adam ya da herif diyordu. İlk zamanlar garip gelmişti ama artık anlıyordu Fuat.

- Hangi konuda?
- Zarife...

Fuat, kıza baktı. Adının geçmesine aldırmadan yemeğini yiyordu.

- Okul konusunda mı?
- Yok... Kocaya vereceğim diyor Mehmet. Daha küçük dedim, dinlemiyor ki herif.

Fuat'ın hiç ummadığı bir cevaptı bu. Aklı almıyordu.

- Aa... Hiç olur mu öyle şey? El kadar çocuk...
- Valla aynısını söyledim. Laf anlamıyor ki benim adam...
- Tamam, konuşurum. Nerede bulurum Mehmet'i?

Hanım, eşinin bir geri dönüşüm şirketinde çalıştığını, her gün çöplük alanında olduğunu anlattı. Fuat, hemen gideceğini söyledi.

Çöplüğe vardığında karşısına ilk çıkana Mehmet'i sordu. Etraftaki çöp dağlarından birini işaret ettiler, o yöne doğru gitti. Berbat bir koku yayan çöpler aralıklarla yığılmış, ayrıştırılmayı bekliyordu. Artık içinde işe yarar bir şey kalmayanlar kamyonlara yüklenip, yakılıp elektriğe dönüşecekleri başka bir tesise götürülüyordu. Fuat'a gösterilen yerde bir adam eğilip kalkarak çalışıyordu.

- Kolay gelsin! Mehmet Bey siz misiniz?
- He, benim. Sen kimsin?

Yanına gelen adama kısaca kendini tanıttı Fuat.

- Biraz şöyle gidelim mi? Fena kokuyor.
- Gidelim gitmesine de... Beyim ne oldu? Hanım'dan bir şikayetin mi var?
- Yok, yok... Benim diyeceğim Zarife ile ilgili.
- Zarife? Zarife mi bir şey yaptı?
- Hayır, öyle değil. Zarife'yi kocaya vereceğim falan demişsin de... Çocuk daha çok küçük, yapma öyle bir iş... Okula gönder en iyisi.

Birden yüzü değişti Mehmet'in.

- Hanım sana da mı anlattı meseleyi? İsteyen var beyim. Alan razı, veren razı... Sana ne oluyor?
- Yahu daha çocuk. Sen babasısın. Nasıl kıyarsın ufacık kıza?
- He, babasıyım. Benim bileceğim iş Fuat Bey. Elaleme laf düşmez.
- Tamam da, anasına da laf düşmez mi? Bak Hanım da razı değil buna.
- Kadın kısmına da düşmez. Sen de karışma, git işine...
- Bak bu suçtur, söyleyeyim. Başın derde girer Mehmet. Yapma böyle...
- Ne suçu be! Bizim oralarda böyledir. Git, istediğin yere şikayet et!

Sırtını dönüp çöp dağına doğru yürüdü Mehmet. Fuat öylece kaldı. Çok gerilmişti ama ne yapacağını bilmiyordu. Bu adamı konuşarak caydırmak olanaksızdı. Eve varınca olanları Hanım'a anlatmak istedi ama kadın ağlayarak “Telefon etti, söyledi, tartışmışsınız. Artık size gelmemi istemiyor Fuat Bey, yasakladı.” dedi ve gittiler.

Pazartesi günü ilk iş karakola gitti Fuat. Polisler, daha bir suç işlenmediğini, üstelik kendisinin de çocuğun akrabası bile olmadığını söyleyip başlarından savdılar. Ertesi gün, bir arkadaşının tanıdığı olan savcı ile görüştüler. Savcı da, sadece söylenenlere dayalı bir soruşturma açamayacağını, ortada işlenmiş bir suç bulunmadığını anlattı. “Kanun böyle Fuat Bey.” dedi çaresizlikle.

Günler geçiyor, bu mesele Fuat'ın aklından çıkmıyordu. Neredeyse her gün Hanım'ı arayıp bir gelişme olup olmadığını soruyor, Mehmet'in kendiliğinden vazgeçmesini umuyordu. Ama beklediği haber gelmediği gibi, son konuşmalarında Urfa'dan birilerinin geleceğini söylemişti Hanım. Belli ki Mehmet kızını onlara vermeyi düşünüyordu. Zaman gitgide daralıyordu.

Zarife'yi kurtarmayı son bir kez daha denemek için yeniden çöp toplama alanına gitti. Mehmet, küfrederek gitmesini, bu işe karışmamasını istedi. Fuat, sadece konuşmak istediğini söylüyordu ama Mehmet çöpleri karıştırmakta kullandığı ucu kıvrık demiri iki yana sallıyor, bağırıp duruyordu. Aniden atılıp, o demiri almak istedi Fuat. Alamadı...

Küçük kızın kurtuluşu ancak böyle oldu. Fuat'ı öldüren babası hapse girince, annesi Zarife'yi okula yazdırdı. Bir Pazar günü Fuat'ın mezarına da gittiler, Hanım dua etti, kızı da mezar taşının yanına eskimiş bebeğini koydu. Sonra hepsi unutuldu, hayat devam etti.


Cengiz Aladağ, 02.02.2021
Old 03-06-2021, 14:08   #11
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

DEVECİ


Yetmişlerin sonlarına doğruydu. Ülkenin yetmiş sente muhtaç olduğu, halkın tüpgaz kuyruklarında bekleştiği yıllar. Bazen Sana yağı karaborsaya düşerdi, bazen de sigara. Kırmızı kalem bile bulunmazdı. Ortaokul öğrencisiydim. Yaz tatilinde mahalleden arkadaşlarla bin bir türlü oyunlar oynar, ara sıra da yürüyerek babamın çalıştığı hava üssüne giderdim. Babamı herkes tanıdığından nizamiyeden girmekte zorlanmazdım. Astsubaydı babam, elektrik teknisyeniydi. Pist ışıklarından kantindeki buzdolabına kadar elektrikle çalışan ne varsa, onlardan sorumluydu. Babamın çalıştığı levazım denen birim, üsse gereken her tür malzemenin temini ile görevli olduğundan, mesleği ile ilgisiz sıkıcı evrak işlerini de yapmak zorunda kalıyordu.

O gün yine oradaydım. Soğuk hava deposunu tamir etmeye gittiği için babamı görememiştim. Piste doğru yürüdüm, uçakların kalkış ve inişlerini izledim. Uçakların modellerini ve özelliklerini bilir, pilot olmaya özenirdim. Pisti gören bir yerde hayaller kurarak saatler geçirirdim. Yanımda bir kamyonetin durması ile düşlerden sıyrıldım. Önde oturan çavuş “Çarşıya gidiyoruz, istersen seni de götürelim.” deyince kamyonetin arkasına atladım.

Şehrin hâl binası, ikinci kattaki kütüphane nedeniyle sık uğradığım yerlerden biriydi. Bodrum katı kasaplarla doluydu, zeminde ise manavlar. Diğer katlar ise kabzımallardan emlakçılara kadar büroların bulunduğu bir işhanı gibiydi. Askerler önce sebzeleri taşıdırlar, sonra dünya kadar meyve getirdiler. Kasalardan birinde, o güne dek gördüğüm en büyük armutlar vardı. Koyu sarı yüzeyine sanki sonradan eklenmiş kırmızılıklarla, bildiğim armutların iki katı büyüklükte, parlak, nefis görünümlü bir meyveydi. Onları da yükledikten sonra, “Sizin ev nerede?” diye sordular. “Hacı Yusuf.” dedim. “Hadi yokuş çıkmaktan kurtuldun, yukarıdan da alınacaklar var.” diye müjdeledi çavuş. Araç bizim mahalleye doğru çıktı, ters yöne dönecekken seslendim, beni indirdiler.

Mahalleye varınca hemen eve girmek ne mümkün o yaşta? Sokak tam curcunaydı; Volkan bisiklet almış, nerdeyse tüm çocuklar bir tur atabilmek için sıraya girmişlerdi. Arkadaşların “Neredesin be sabahtan beri?” sorusunu kısaca “Uçaklara bakmaya gittim.” diye yanıtlayıp günümün en ilginç şeyini, armutları anlatmaya başladım. Büyüklüğünü ellerimle gösterince “Yok artık, karpuz kadar mı?” diye dalga geçtiler. Ben de uzatmadım. Bisikletten inenler misket oynamaya başlamışlardı, onlara katıldım. Babamın geldiğini görene dek sokaktaydım.

Merdivenleri çıkarken babam “Ne yaptın bugün? Uçaklara bakmaya mı geldin?” diye sordu. Günümü kısaca anlatıp, konuyu o armutlara getirdim. Güzelce tarif edip “Çok kocamanlar baba, biz de alsak ya...” dedim. “Ha, gördüm. Mal kabulünü ben yaptım. Deveci armudu o, pahalıdır biraz.” dedi babam, çok ümit vermeyen bir sesle “Alırız bir ara.” diye de ekledi. Eve girer girmez anneme de armutlardan sözettim. O'nun “Pazardan bakarız.” cevabına “Hâlde var anne, pazarda yok ki! Askerler hâlden aldılar.” diye itiraz etsem de, annem çoktan babamla konuşmaya başlamıştı.

Akşama Murat Amcalara gidecektik. Murat Amca, babamla aynı birimde çalışan bir yüzbaşıydı. Eşi Gülşen Teyze annemle, kızları Buse de kardeşlerimle iyi anlaşırdı. Evleri yakındı. Bizimkiler beni köşedeki pastaneye yolladılar, bir kilo tulumba tatlısı alıp geldim. Annemin “Şuraya bak, üstünüz başınız batmış!” lafları eşliğinde ben ve iki kız kardeşim temiz giysiler giydik. Uslu duracağımıza dair söz verdik. Hazırdık artık, gidebilirdik.

Yemekte babamla Murat Amca rakı içtiler. Aslında babama rakı dokunuyordu. Kırk yılda bir, o da ısrar edilirse içer, bir iki dubleden fazlasını kaldıramazdı. Bir saat kadar sonra anneler masada sohbet ederken, kızlar da oyun oynamaya başlamıştı. Onların oyunları hiç ilgimi çekmiyordu. Babamla Murat Amca sigara içmek için balkona çıkınca, ben de peşlerinden gittim. Ama anlamadığım şeylerden sözediyorlar, bana bakmıyorlardı bile. Yeniden içeri döndüğümde Gülşen Teyze'nin mutfaktan masaya meyve taşıdığını gördüm. İlk gözüme çarpan armutlardı. İşte o armutlar! Kırmızı tarafları yukarı gelecek şekilde tabağa konmuş, üzerleri buzdolabından çıktıklarını belli eden ince bir buğu ile kaplı. Sevincimden zıplayacaktım. Annemle Gülşen Teyze az önce yarım kalmış sohbetlerine devam ediyor, kızlarsa koltuklardaki yastıkları yere dizmiş evcilik oynuyorlardı. Balkona koştum, bağırdım. “Baba! Baba! Armutlar! Hani o armutlar!” Babam sigarasından bir duman çekti, anlamayan gözlerle bana baktı, “Ne armudu be oğlum?” diye sordu. Murat Amca anlamıştı, “Bugün üsse güzel armut aldık ya Rıfat Abi. Onlardan getirdim. Senin oğlan seviyor galiba.” dedi. Babamın çakırkeyif hali kalmadı, sanki birden ayıldı. Sigarası daha yarısında bile değilken sinirle tablaya basıp söndürdü, içeri girdi. “Hadi hanım! Kalk, gidiyoruz!”

Ne Gülşen Teyze'nin “Aaa! Olur mu? Daha erken...” demesi, ne de benim “Baba, bir tanecik yiyeyim!” feryadım işe yaradı; babam başka bir şey söylemeden ayakkabılarını giyip merdivenleden inmeye başladı. Annem, nedenini bilmese de babamın sinirlendiğini anlamış, bizi önüne kattığı gibi evden çıkarmıştı. Gülşen Teyze son anda elime bir armut tutuşturdu, başımı okşadı, “Evde yersin.” dedi.

Bizim apartmana varıp, merdivenleri tırmanmaya başladığımızda babama yetiştik. “Ne oldu öyle? Niye bir hışımla kalktın?” diye söylendi annem. Cevap vermek için arkasını döndüğünde babamın gözüne elimdeki armut ilişti. İki basamak aşağıya inip bana bir tokat attı. Şaşkınlığım geçmeden armudu elimden alıp ayağıyla ezdi, “İşte bunun yüzünden! Anladın mı? Bunun yüzünden!” diye anneme bağırdı. Sus pus olduk, o akşam hiç konuşmadık.



Cengiz Aladağ, 16.02.2021
Old 03-06-2021, 14:10   #12
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

KRİSTAL BARDAK


Tepesine kadar dolu alışveriş arabasını iterek çıkışa doğru gidiyordu. O ünlü kahve dükkanının yanındaki kapıdan dışarı adımını attığında gördü onları. Aslında önce Ercan'ı farketti, sonra yanındakini. Kafenin bahçe kısmında bir masada dipdibe oturuyorlardı. Aklından kötü düşünceleri uzaklaştırmaya çalıştığı anda Ercan, aynı kendisine yaptığı gibi, dudağının kenarından öptü kadını. Oya ağlamaya başladı. Gördüklerine inanamıyordu. Aklı karmakarışıktı. Bir dakika önce sorsalar, çok mutlu olduğunu söylerdi. Oysa şimdi ölmek istiyordu. Bir taksi çevirdi, alışveriş arabasını ve evliliğini orada bırakarak gitti.

- Nöbetçiyim bugün, sana söylemeyi unutmuşum.
- Olsun gülüm. İyi nöbetler. Ben dışarıdan yemek söyler, idare ederim.

Gülümmüş, idare edecekmiş... Nasıl da yüzsüzdü! Kesin o kadına koşacaktı. Ercan'ı aradıktan sonra böyle düşünüyordu Oya. Hastanede, dinlenme odasındaydı. Nöbeti olmadığı halde gelmesi arkadaşı Necla'nın dikkatini çekmiş, biraz dertleşmişlerdi. Anlatmıştı herşeyi. “Burada kal, sakinleş. Yarın ne yapacağına karar verirsin.” demişti Necla. Arada gelip kontrol ediyordu. Delice bir şey yapmasından korkuyordu aslında. Gerçekten de Oya sağlıklı düşünemiyor, kendine acımakla Ercan'a kızmak arasında gidip geliyordu. Aklından sırayla bir ölmek, bir de öldürmek geçiyordu.

Ertesi sabahtan itibaren mutsuzluğunu Ercan'a da yansıtarak günlerce acı çekti. Konuyu eşine hiç açmadı. Yatağını ayırınca O sordu tabii. Sorularını geçiştirdi, konuşmak istemediğini söyledi. Ercan ısrar ettikçe tersledi. Her gün belki bin tane plan yaptı; çoğunda intiharını, bazılarında ise Ercan'ı öldürmenin yöntemlerini düşündü. Zaman zaman en doğru olanı, boşanıp bu adamdan kurtulmak aklına geldiyse de bunalıma girmişti bir kere, sağlıklı düşünüp davranmak artık çok zordu.

Geçen yıl televizyonda sık sık siyanürle intihar haberleri izlemişti. Hatta o olaylardan sonra internetten siyanür satışının yasakladığını da söylemişlerdi. Hastanede bulabileceğini düşündü ama riske girmedi. Kısa bir aramayla laboratuvar malzemeleri satan yerlerden edinebileceğini öğrendi. Ercan'ın kredi kartıyla ve O'nun adına sodyum siyanür siparişi verdi. Kargo gelir diye üç gün izin aldı, ikinci gün paket eline geçmişti. Neyse ki pandemi nedeniyle teslim sırasında imza almıyorlardı.

Akşamları televizyon karşısında viski içmeyi severdi Ercan. Hele maç varsa, şişeyi devirdiği olurdu. Yıllar önce bir yılbaşında O'na kesme kristal bardaklar ve buz yerine kullanacağı viski taşları almıştı. Ercan bunlara bayılmıştı. Tüm hazırlıklarını yaptı, akşamı bekledi. Eşi maçı izlemek için televizyonun karşısına geçtiğinde, günlerden beri ilk kez O'na gülümseyip viski getirdi. “Badem de aldım sana.” dedi, Ercan'ın önüne koydu çerezleri. Eşinin konuşup barışma yönündeki sözlerini “Şimdi maçını izle, yarın konuşalım.” diyerek geçiştirdi. İçinden “Zıkkımlan da geber!” diye haykırıp, mutfağa gitti.

Kristal bardağın ağız kısmına sulu boya fırçası ile sürmüştü siyanürü. Bir de su bardağı hazırlamıştı, sırasını bekliyordu. Mutfakta kulak kesildi, Ercan'ın öksürmesini duyar duymaz salona koştu. “Ne oldu? Genzine mi kaçtı? Biraz su iç.” diyerek suyu uzattı. İkinci kez zehiri yutan adamın artık kurtuluşu yoktu. Ercan yere yığıldığında siyanürü kargo kutusuyla sehpaya getirip koydu, viski ve çerezi kaldırdı. İki bardağı da yanına alıp çıktı, uzaktaki markete giderken çöpe attı. Markette bütün kameralarda göründüğünden emin oluncaya kadar oyalandı, birkaç ıvır zıvır satın alıp eve doğru çıktı. Evin kapısını açar açmaz 112'yi aradı.

Ercan'ın ölümü iki gün sonra bir gazetenin üçüncü sayfasında “Yine siyanür intiharı. Yasağa rağmen satışı yapılıyor.” başlığıyla yayınlandı. Diğer gazeteler ve televizyon kanalları bu haberi atlamışlardı.


Cengiz Aladağ, 10.03.2021
Old 03-06-2021, 14:11   #13
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

ALTINLARINIZI NEREYE SAKLARSINIZ?



Her şey bir buçuk yıl önce araba almaya niyetlenmemizle başladı. O akşam bu fikri ortaya attığımda önce büyük oğlum sevinçle yerinden fırladı, tek vuruşta boğayı yere sermiş matador edasıyla “Oley!” diye bağırdı. Küçük oğlan da pek hevesliydi, hemen ehliyet alma yaşına ne kadar kaldığını ayıyla günüyle hesaplayıp “Bana da kullanmayı öğretirsin değil mi baba?” diye sordu. Eşim ve kızım ise nereleri gezmek istediklerini sayıp dökmeye başladılar. Anlaşılan evde herkes araba sevdasına tutulmuştu.

Eşim ve ben memurduk, eve giren para belliydi. O halde araba alabilmek için harcamaları kısmak, tasarruf yapmak gerekliydi. Hemen hesap kitap yapıp, nereden ne kadar kısabiliriz diye düşünmeye başladım. Evdekiler de bunun farkındaydı, herkes tasarruf fikirlerini ortaya atıyor, her akşam bunları konuşuyorduk. Ailece karar verdiğimiz gibi, önce bozuk paraları biriktirmek için küçük bir kutudan kumbara yaptık. Ben haftasonları içtiğim iki kadehten, büyük oğlum Taner internet kafelerde oynadığı oyunlardan, küçüğü Caner halı saha maçlarından, kızım Güler ise gitar kursundan fedakarlık yaptık. Eşim herhangi bir şeyden vazgeçmedi, “Benim zaten gereksiz masrafım yok.” dedi. Hayatımızdaki bu değişikliğin bize sağladığı tasarruf pek azdı; değil araba, bir tekerleğini bile alamazdık. Ama herkes araba hayali kurduğundan, planladığımızdan fazla para biriktiriyorduk. Çocuklar harçlıklarının neredeyse yarısını bana geri veriyor, eşim de mutfak masraflarını düşürdükçe düşürüyordu. Eskiden sebze yemeklerine burun kıvıran çocuklar, şimdi hiç itiraz etmeden yiyiyorlardı. Ben de sigarayı azaltıp, dışarıda para harcamamak için işe giderken evden yemek götürmeye başlamıştım.

Paralar birikiyordu birikmesine de, araba fiyatları da durmadan artıyordu. Akıllı kızım Güler, “Bunları değerlendirmek lazım, yoksa paramız eriyip duruyor.” diyerek bize yol gösterdi. Neye yatırım yapacağımızı ailece uzun uzun tartıştık. Döviz kurları bir artıyor, bir düşüyordu. Borsadan zaten anlamıyorduk. Eşimin önerisi ile altın almaya karar verdik. Artık biriken parayla hemen küçük altın alıyor, çil çil altınları sayıp kafamızdan hesaplar yapıyorduk.

Altınların sayısı elliyi geçip, yan apartmandaki bir eve hırsız girdiğini öğrendiğimizde bu sefer de bunları nerede saklayacağımız sorunu ortaya çıktı. Eşim “Buzluğa koyalım.” dediyse de, buzluk geçen kurban bayramında memleketten gelen etlerle tıka basa doluydu. Kızım halının altına koymayı önerdiğinde hep bir ağızdan altınların kırılacağını söyledik. Taner “Balkondaki saksılara gömelim.”, Caner ise “Çamaşır deterjanı kutusunun içine saklayalım.” dedi. Her önerinin sakıncaları vardı. Ben de banka kiralık kasalarına koymayı teklif ettim ama bunun masrafını öğrenince vazgeçtik. Böylece akşam yemeğinden yatana kadar altınları nereye saklayacağımızı düşündük durduk. Bir bilseniz, öyle yerler aklımıza geliyordu ki: Bulaşık makinesinin altı, kullanmadığımız çaydanlığın içi, akvaryumdaki kumların arası, bir hevesle başlayıp da yarım bıraktığım maket gemi, çalışmadığı halde atmaya kıyamadığım doksanlardan kalma eski bilgisayar, eşimin çeyiz sandığı, oğlanlara aldığımız ama hiç giymedikleri yün çoraplar, kızın bebekliğinden hatıra mama çantası, daha neler neler. Ama herkesin onayladığı bir yer bulamıyorduk. Aklımızda hep “Hırsız oraya da bakar.” düşüncesi olduğundan her öneriyi reddediyorduk. Sonunda herkesin uykusu geldi, esnemeye başladık. “Tamam, ben saklayacağım bir yere, hadi yatın.” dedim. Hep bir ağızdan “Nereye?” diye sordular ama söylesem yine bir neden bulup beğenmeyeceklerdi. “Tamam dedim ya, bana bırakın.” diyerek otoritemi konuşturdum ve asık suratlarıyla çocukları odalarına yolladım. Eşime de “Sen yat, hemen geliyorum.” dedim.

O gece biraz daha oturup, artık esnemekten çenem yorulduğunda altınları ilk aklıma gelen yere sakladım. O an kendi kendime “Hırsız bile bulamaz.” dediğimi çok iyi hatırlıyorum ama sonradan bizim de bulamayacağımızı hiç düşünmemiştim. Sabah uyandığımda altınları sakladığım yeri unuttuğumu farkettim ama utandığımdan eşime söyleyemedim. Neyse ki kimse bir şey sormadı, para biriktirmeye devam ettik. İki hafta geçmeden bir küçük altın daha alacak paramız birikmişti. Çocuklar “Baba bugün alsaydın ya, bak günden güne artıyor.” diyorlardı. Alamıyordum, çünkü alırsam “Bunu da diğerlerinin yanına koy.” diyeceklerdi. Altınları sakladığım yeri bir türlü hatırlayamadığım için geçiştirip duruyordum. Derken birikimimiz iki altın parası oldu, sonra üç. En sonunda günlerdir neden altın almadığımı ısrarla sormaya, hatta beni sorguya çekmeye başladılar. Uydurduğum mazeretler hiç inandırıcı değildi. Köşeye sıkıştığımı kabullenip, herşeyi itiraf ettim. “Nasıl hatırlamazsın ya!” diye patladı eşim. Çocuklar da “Baba o gece bizi yatırdın, altınları ne yaptın? İyi düşün.” diyorlar, yalvaran gözlerle bana bakıyorlardı. Düşünüyordum ama bir türlü hatırlayamıyordum.

Altınları saklayacak yer aradığımız o akşamdaki gibi tek tek düşündüğümüz yerlere baktık, bulamadıkça daha da gerildik. Sık sık “Evde nasıl olsa, çıkar bir yerden.” diyordum ama bunu her söyleyişimde suratlarını asıyorlardı. Sonunda aramaktan yorgun düşüp yattık. Eşim yatakta bana sırtını dönüp “Sabah nereye koydunsa bul şunları, yoksa kötü şeyler düşünmeye başlayacağım.” deyince, dayanamayıp “Ne yani, ben kumarda mı yedim onları? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin?” diye bağırdım. Kavgamız sabaha kadar sürdü, çocuklar sık sık kapıya gelip artık kavga etmememiz için dil döktüler.

Ertesi gün eşim benden, ben de O'ndan özür dileyip barıştık. Ama aklı almıyordu, sakladığım yeri nasıl unuturdum. Bu kısır tartışmaya bir son vermek için, o gün daireden izin alıp evin altını üstüne getireceğimi söyledim. Yaptım da. Akşam herkes geldiğinde evin hali hırsız girmiş gibiydi. Koltukların yeri değişmiş, dolaplar ve çekmeceler açılıp içindekiler yere atılmış, saksıların toprağı deşilmiş, buzluktaki etler mutfak tezgahına dizilmiş, kitaplar karmakarışık, yorganlar yastıklar darmadağın...

Yok, bir türlü altınları nereye sakladığımı hatırlayamadım. Tasarruf olsun diye vazgeçmiştik ama yine eve temizlikçi çağırmaya başladık; sırf belki bir yerde bulur diye. Arkadaşlarımıza “Siz olsanız nereye saklarsınız?” diye sorup, her söyledikleri yere baktık, yine bulamadık. Şimdi hırsızları özendirmek için, evin kapısını kilitlemiyor, balkon kapısını da açık bırakıyoruz. Her gece sırayla birimiz elinde fener ve düdükle nöbetçi kalıp uyumuyor, eve hırsız girmesini ve altınları bulmasını bekliyoruz. Bulduğu anda ensesine yapışıp hem hırsızı yakalayacağız, hem de altınlarımıza kavuşacağız.


Cengiz Aladağ, 12.03.2021
Old 03-06-2021, 14:12   #14
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

BOŞANMA



Bizden gizlemeye çalışmaları çok saçmaydı, küçük kardeşim Ali bile anlıyordu durumu. Anne baba ayrı yatmaya başladı mı, sorun var demektir. Bunu bütün çocuklar bilir. Ama mesela mutfakta birlikte yemek yapıyorlarsa, beraber gülüyorlarsa, dudaktan öpüşüyorlarsa veya haftasonu bizi Ayten Abla'ya bırakıp “Bu hafta çok yorulduk, biraz kafamızı dinleyelim.” diyerek tatile gidiyorlarsa her şey yolundadır. Bir akşam uyumamızı bekledikten sonra fısıltıyla başladıkları kavgayı, uyumuş olsak bile uyanacağımız kadar bağırarak sürdürdüler ve sabah babamın salondaki koltukta yattığını gördük. Sonraki günlerde bu duruma öyle alıştık ki, kahvaltıya başlamadan önce babamın yattığı koltuktan çarşafı toplamak benim, yastığı götürmek de Ali'nin görevi oldu.

Bizim sınıftakiler arasında anne babası ayrılan beşinci çocuktum ben. O yüzden çok garip gelmedi bana. Büyükler nedense kavgalarını barışmayla değil, ayrılmayla bitiriyorlardı. Boşanmak deniyordu buna. Tam olarak nedir, bilmiyordum. Anne ve babamın ayrı evlerde yaşaması hayatımızı nasıl etkileyecek, haberim yoktu. Ama beklemediğim bir şey oldu, annem Ali'yi de alıp gitti evden. Böyle karar vermişler!

Bir abi olarak kardeşimden ayrılmak bana çok zor geldi. O'nu çok özlüyordum. Odamızda, üstteki ranzada yatardı Ali. Sabah genellikle ben önce uyanır, gözlerimi açar açmaz Ali'nin ya kolunun ya bacağının yataktan aşağıya doğru sarktığını görürdüm. Ayaklarını gıdıklayıp uyandırmama çok kızardı, merdiveni kullanmadan aşağıya atlayıp bana saldırırdı. Şakacıktan boğuşurduk. Sonra yüzümüzü yıkamaya beraber giderdik. Kahvaltıda benim tabağımdaki yumurtalardan birinin sarısını O'na verirdim, çok severdi.

Hep böyle iyi bir abi değildim elbet. Küçükken çok kıskanır, annemden gizli o şişko bacaklarını sıkar, ağlatırdım kardeşimi. Oyunlarda O'na hiç kazanma fırsatı vermez, hatta gerekirse hile yapar, ben yenerdim. Ama o küçücük ağzıyla, kelimeyi uzata uzata "Abiiii" deyişine bayılırdım. Abi olmak güzeldi. Herşeyi benden öğreniyordu neredeyse. Karşıma geçip, beceriksiz hareketlerle benim yaptıklarımı taklit etmeye çalışması da çok hoşuma giderdi. Yemek yerken ben ağzımı şapırdatsam, O benden fazla ses çıkarır, kahkahalara atardık.

Aylar geçti, Ali'yle sadece telefonda görüşebildim. Ayrılıktan sonra babam bana güzel bir telefon almıştı. Kardeşim de istiyordu ama ben dahil herkes daha küçük olduğunu söylüyorduk. Hem benim okulumda telefon getirmek serbestti, nedense Ali'nin öğretmeni yasaklamıştı. Annemin telefonunu görüntülü arıyordum, hep Ali açıyordu. Annemle görüşmelerimiz kısacıktı ama kardeşimle yarım saati geçiriyorduk. O da beni çok özlüyordu.

Sonunda bir gün babam Ali'yle buluşacağımızı söyledi. Havalara uçtum. Bilmediğim bir semte geldik, bir parkta bekledik. Annemle Ali'nin dolmuştan indiklerini görünce babamın itirazına aldırmadan o yöne koştum. Öyle bir sarıldık ki, dengemizi kaybedip düştük. Hem ağlıyor hem gülüyorduk. Kavuşmak güzel şeydi. Annem başımı okşadı ama pek yüz vermedim. Kardeşimle el ele parkta dolaştık. Hava güneşli ve ılıktı. Nereden estiyse "Bana ağaca çıkmayı öğretsene." dedi. Ali'nin bana bakışı, kendimi ağaca tırmanma şampiyonu gibi hissetmeme neden oldu. Abi olmanın tadını bir kez daha aldım. "Gel, buna çıkalım." dedim. Küçük bir ağaçtı. Beyaz çiçekler açmış, güzel görünüyordu. Kardeşime belli etmeden annemle babama doğru baktım, bir bankta oturmuş konuşuyorlardı. Ali'ye ağacın gövdesinde tutunacak bir yer gösterdim, "Buraya asıl, ayaklarının ucuyla da ağaca bas, kendini yukarı it." dedim. Böyle birazcık yükselirse ağacın ilk dalına yetişecekti. "Olmuyor abi!" diye sızlandı kardeşim. Sırtından destek oldum, bu sefer başardı. Dalı yakalayıp, ayaklarıyla epeyce uğraştıktan sonra o dalın üstünde ayağa kalktı. Bir sonraki dal daha da yüksekteydi. "Dur, ben de geleyim." dedim ve kolayca yanına çıktım. Ağacın gövdesi bazı yerlerde yapış yapış, çoğunlukla kaygandı. Tanımıştım, erik ağacıydı bu, okul bahçesinde de vardı. "Şimdi dikkatli tırman." dedim. Ali ellerini kaldırmış, ağaçta tutunacak bir yer arıyordu. Parmaklarını bir yere geçirdi, sonra ayağını basacak bir çıkıntı buldu, tek bacağı üzerinde yükseldi. Diğer ayağı boşta kalmıştı, nereyi denese kayıyordu. "Hadi, olacak." diye cesaret vermek istedim. O sırada annem bizi görmüş, koşarak geliyor, bir yandan da "Aliiii!" diye bağırıyordu. Ali'nin anneme doğru bakması ile düşmesi bir oldu. Hemen yanımdaydı ama dikkatimi anneme verdiğim için tutmaya çalışamadım bile.

Ali'nin başı betona çarptı, yere atılmış oyuncak bebek gibi hareketsiz kaldı. Ben ağaçta, annem aşağıda bağırıyorduk. Birkaç saniye sonra babam da oraya varmış, kıyametleri koparıyordu. En çok bana kızmaları gerekiyordu ama nedense birbirlerine bağırıyor, ambulans çağırmak akıllarına gelmiyordu. Ağaçtan atlayıp telefonumu çıkardım, 112'yi aradım. O sırada kendine gelen babam telefonumu aldı, görevliye durumu ve parkın adını söyledi. Ben ancak bu andan sonra ağlamaya başladım.

Hastaneye beni almadılar, babamla dışarıda bekledik. Sonra annem geldi, babam içeri girdi. Annem bana demediğini bırakmadı, hiç anneminkine benzemeyen bir sesle dünya kadar laf saydı. Ağlıyor, cevap veremiyordum. Babam yanımıza geldiğinde, kardeşimin iyi olduğunu, birazdan çıkaracaklarını söyledi. Annem "Dediklerimi unutma Murat!" diye öfkeyle bana bağırıp, hastaneye girdi. Babam elimi tuttu, "Ne dedi annen?" diye sordu, Ağlamaya devam ettim. Gerçekten annemin neler söylediğini hatırlamıyordum.

Kardeşimi başına bir bez sarılmış olarak çıkardılar hastaneden. Neyse ki canı yanmıyordu artık. Ali gülerek bana “Bir daha tırmanacak mıyız ağaca?” diye sorunca, annem hemen “Hayır!” diye araya girdi. Taksiye bindik, yanyana oturduk kardeşimle. “Hintliler gibi olmuşsun.” dedim, kıkırdadık. O akşam ben de annemin evinde kaldım, Ali'yle beraber uyuduk. Sabah babam gelip beni aldı, okula gittim.

En son dün görüştük kardeşimle. Erik ağaçlı parkta buluştuk yine. Bu sefer annem ve babam bizi yalnız bırakmadı, bir çay bahçesine oturduk. Tamam, ağaca tırmanmamızı istemiyorlardı ama salıncakta sallanmak, kaydıraktan kaymak niye yasaktı? Önce kendi aralarında konuştular. Bu sırada biz kardeşimle yeni öğrendiğim bir oyunu oynuyorduk. Ben bir kelime söylüyordum, O da benim söylediğim kelimenin son harfiyle başlayan bir kelime buluyordu. Böyle devam ediyordu oyun. Bir süre sonra annemle babamın sustuklarını ve bize baktıklarını farkettim. “Ne oldu?” dedim. Babam “Çocuklar, boşanma davamız bitti. Bundan sonra iki haftada bir Cuma akşamı sen annene gideceksin, Ali de bana gelecek. Pazar akşamı tekrar alacağız sizi.” dedi. Neden böyle olacağını anlamıyordum. Kardeşim “Buraya ne zaman geleceğiz?” diye sordu. Annem “Bakarız.” deyince itiraz ettim. Çünkü “Hayır” gibi bir cevaptı bu, ne zaman “Bakarız.” dese istediğimiz şey olmuyordu. “Ali'yi özlüyorum ama... O da beni özlüyor. Beraber otursak olmaz mı?” dedim. “Anlamaya çalışın, biz babanla boşandık.” diye açıklamaya çalıştı annem. Ali ağlamaya başladı, zor anlaşılır bir sesle “Biz abimle boşanmadık ama! Boşanmadık biz abimle!” dedi.


Cengiz Aladağ, 13.04.2021
Old 03-06-2021, 14:13   #15
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

DAĞ EVİ


- Abla, yazabildin mi öykünü?
- Yok ya, yazamadım. Gençler öyle şeyler yazmışlar ki, biz ne yazsak güzel olmaz gibi geliyor.
- Ben başladım ama bakalım nasıl bitireceğim... Yazmazsak Kerem Hoca'ya ayıp olur bir kere. Sen avukatsın abla, malzeme boldur sende.
- Ya, öyle de... Ne bileyim... Yıllar önce başıma gelen bir şey var ama... Fazla özel bir olay...
- Ne olmuştu?
- Anlatsam mı? Hele bunları yazmak... Nasıl desem...
- Anlat işte ya... Valla bu helva süper olmuş. Vereyim mi bir rakı daha?
- İyi be Hüsniye, ver madem... Beni sarhoş edip anlattıracaksın anlaşılan.

Birkaç yıldır tanıdığım Nergiz Abla'nın evindeydim dün. Birlikte katıldığımız öykü atölyesinin bu haftaki ödev konusu bizi çok zorladı, onu konuşuyorduk. Genç katılımcıların öykülerini okuyunca, zar zor yazdıklarımı da beğenmiyordum. Nergiz Abla'nın anlatacaklarını merakla bekliyorum. Kadehleri doldurduktan sonra, “Eee, hadi ama!” deyince dili çözüldü.

Yirmi yıldan fazla oldu. Doksanların başları... İki, üç yıllık avukatım o zamanlar. Hani aynı daireleri onlarca kişiye satan bir müteahhit vardı, hatırlar mısın? Hah, işte o iş bana hem dünya kadar para, hem de şöhret kazandırdı. Bine yakın kişinin parasını kurtarmıştım. Özel televizyon kanalları peşimde koşuyor, habire benimle röportaj yapıyorlar, programlara davet ediyorlardı. Gençtim, bekardım, güzeldim...

- Hâlâ güzelsin Abla.
- Hadi canım! Yaş elli beş, iş bitmiş... Kafiyeli olmadı ama, öyle.

Neyse işte... İstanbul'da ne kadar bekar çapkın varsa peşimde koşuyordu. Moon vardı hani, ilk özel televizyon kanalı. Orada bir söyleşiye katıldım, program bitti, bana bir taksi çağırmalarını söyledim. Ehliyetim vardı ama trafikte çok panik yaptığım için araba almamıştım henüz. Binadan çıktım, bekliyorum. Lüks bir araba durdu önümde. Önce camı açıp bana baktı, sonra arabadan çıkıp yanıma geldi. “Ekonomi programına katılmıştım, çıkarken sizi duydum. Taksiyle gitmenize gönlüm razı olmadı. Sizi istediğiniz yere bırakabilirim.” dedi. Adama dikkatle baktım. Otuz, otuz beş yaşlarındaydı. Yakışıklıydı. Uzun saçlarını at kuyruğu yapmış, çok havalıydı. O tarihlerde erkeklerde uzun saç şimdiki gibi yaygın değildi ya, ilgi çekiyordu. Açık kahverengi gözleri içtenlikle parlıyordu. Hoşlanmıştım adamdan. Elimi uzattım, adımı söyledim. “Biliyorum.” dedi, “Hayranınızım. Ben Umut...” Adı da güzeldi. “Zahmet olacak.” deyip, arabaya doğru adım attım. Öyle başladı...

Sevgili olmamız uzun sürmedi. Her yönden beni çekiyor, kendine hayran bırakıyordu. O da bana tapar gibiydi. Aylarca bir rüyada gibi yaşadım. Çok kibar, kadın ruhundan anlayan biriydi. İnisiyatifi bana bırakıyor, önerilerimi hemen kabul ediyor, hiçbir şey için ısrar etmiyordu. Sadece sonbaharda, dağ evine gitmek için çok ama çok uğraştı.

- Dağ evi mi? Ooo... Çok romantik.

Evet, ben de romantik olur diye düşünmüştüm. Seçimi bana bıraktı, sadece “Issız bir yer olsun, doğa ve senle başbaşa kalmaktan başka bir şey istemiyorum.” dedi. Ben de Yalova'da bir yer buldum. Şehirden epey uzakta, yanında yöresinde başka bina olmayan, harika bir yerdi.

- Of! Ne güzel! Kaç gün kaldınız orada?
- Gelmedi ki.
- Gelmedi mi? Aaaa, neden?
- Anlatıyorum işte...

Gideceğimiz gün telefon edip, işinin uzadığını, benim arabayla gitmemi, kendisinin de işi biter bitmez geleceğini söyledi. Doğumgünümde araba almıştı bana. Kullanmayı, daha doğrusu kullanırken korkmamayı öğretmişti. Önce sıkışık İstanbul trafiği, sonra Yalova'da evin anahtarını alma işi ve güzel köy yolları... Böylece vardım eve. Bütün gece bekledim, gelmedi. O zamanlar cep telefonu yok, iş telefonunu da bilmiyorum. Evini arıyorum, kimse açmıyor. Hem meraktan ölüyorum, hem O'na kızıyorum... Getirdiğim iki şişe şarabı da içtim, sızıp kalmışım.

- Başına bir iş mi gelmiş?

Ben de öyle düşündüm. Ertesi sabah İstanbul'a döndüm. Evine gittim, kimse yok. Aylardır sevgiliydik ama beni arkadaşları ile tanıştırmamıştı, iş adresini bile bilmiyorum.

- Ne iş yapıyordu?

Borsacıydı. Kendi şirketim var demişti. İyi para kazanıyordu. İkimizin de işleri yoğundu. Ne bileyim, ayrıntıları sormak hiç aklıma gelmemişti. Ya evlerimizde buluşuyorduk ya da haftasonları İstanbul'dan kaçalım diye yakın yerlerdeki otellere gidiyorduk.

Suratımı asıp evde bekledim bütün gün. Sonunda aradı. Binlerce özür diledi, saçma sapan olaylar olduğunu ve hepsini anlatacağını söyledi. Önce naz yaptım tabii ama tatlı sözlerine dayanamadım, yumuşadım. Yarım saat sonra geldi. Üstü başı perişandı, sakalları uzamıştı. Sarıldı, yeniden özür diledi. Elinde olmayan şeyler yüzünden gelemediğini fısıldadı kulağıma. Öptü, öptü, sanki aylarca ayrı kalmışız gibi öptü beni. Neler olduğunu merak ediyordum. “Oturalım, anlatacağım.” dedi. Ellerimi hiç bırakmadan kanapeye götürdü beni, yanıma oturdu, sarıldı. “Şimdi söyleyeceklerimden bazılarını sana daha önce anlatmalıydım. Biliyorum, kızacaksın. Ama önümdeki sorunları çözüp, sana öyle anlatmak istiyordum.” diye başladı. Ne sorunu, ne oldu, neyi bilmem gerekiyor? Aklımdan bin tane soru geçiyor, sırayla dudaklarımdan dökülüyor, zincir halkaları gibi birbirine ekleniyordu. Bitmek üzere olan bir evliliği olduğunu söyledi önce.

- Aaa! Evli miymiş?

Benimle tanıştığında zaten ayrı yaşadıklarını, aramızdaki her şey çok hızlı geliştiği için anlatamadığını, zaman geçtikçe ve bana olan aşkı büyüdükçe anlatmanın daha da zorlaştığını söyledi. “Boşanma konusunda anlaşmıştık. O meseleyi halledip, sana ondan sonra söylemeyi düşündüm. Ama psikolojisi bozuktu, sık sık karar değiştiriyordu. Uzadıkça uzadı, bir türlü...” Ağlamaya başlamıştı. Konuşmanın başından beri birkaç kez ellerimi çekmiştim; yine tutmuş, bırakmamıştı. Yeminler ediyor, sık sık “İnan bana.” diyordu.

Bir gün önce, “İşim uzadı” dediği şeyin, eşinin işyerine gelerek rezalet çıkarması olduğunu söyledi. “Seni öğrenmiş, gelip şirketin önünde beklemiş. Kıyametleri kopardı sokak ortasında. Zar zor ikna edip evine götürdüm. Belki konuşup ikna eder, boşanmayı çabuklaştırırım dedim. Önce sakinleşir gibi oldu ama sonra yine delirdi. Nereden aldıysa, bir silah çıkardı. Önce bana doğrulttu, beni öldüreceğini söyledi. Öldür, dedim; öldür de kurtulayım senden. Bu sefer silahı kafasına dayadı. Kendini öldüreceğini söyledi. Tek yaptığım O'na doğru gitmekti, inan. Silahı elinden alıp, sakinleştirmeye çalışacaktım. Yanına varamadım bile. Sıktı kafasına. Yığıldı kaldı. Her yer kan... Ne yapacağımı şaşırdım. İnan bana. Alt üst oldum. Ambulans çağırsam bir türlü, polisi arasam... Ben yaptım sanacaklar... Korktum. Oradan kaçıp şirkete gittim. Sabaha kadar uyuyamadım. İnan bir tanem, ben bir şey yapmadım.” dedi.

Şok olmuştum. Yine de sakin çıkan bir sesle “Yaşayıp yaşamadığını kontrol etmedin mi?” diye sordum. Etmemiş, çıkıp gitmiş evden. Meslek refleksi devreye girmişti, evin her yerinde parmak izi bıraktığını falan düşünmeye başlamıştım. Evli olduğunu bana söylememesine kızgınlığım geride kalmıştı o an, şimdi sevdiğim adama yardım etmeliydim. Belki de evde güvenlik kamerası vardı, o zaman gerçek kolayca ortaya çıkardı. Sordum, yokmuş. Umut ağlayarak panik halinde konuşuyor, O'na inandığımı birkaç kez söylememe rağmen hâlâ beni ikna etmeye çalışıyordu. Polisin işe karışıp karışmadığını bilmiyordu. Kimseye bir şey anlatmamış, o gün tatil olduğu için şirkette de O'nu gören olmamıştı.

“Sana gidelim, üzerini değiştirip biraz sakinleş.” dedim. Yol boyunca korkularından bahsetti. Eşi bu intiharı önceden planlayıp, Umut'u katil gibi gösterebilirmiş. Dünkü her şeyi önceden düşünüp, onu eve götürmesini sağlamış olabilirmiş. Olabilirdi; psikolojisi bozuk bir kadının yapamayacağı şey yoktu. İşte o an aptallık edip bir laf etttim.


- Ne dedin?

“O zaman biz de dün bütün gün birlikteydik deriz.” dedim. Amacım sadece sakinleşmesini sağlamaktı. Ama bu öneriye sıkı sıkıya sarıldı. Eve vardığımızda kapıda polisler bekliyordu. Yanlarına gittik, hemen amirlerini çağırdılar. Umut'un kollarına iki polis girdi, o sırada amirleri geldi, “Umut Bey, sizi arıyoruz dünden beri, neredesiniz?” diye sordu. “Ne oldu komiserim? Bir şey mi var?” diye araya girdim. Gözler bana döndü, amir kim olduğumu sordu. Avukat olduğumu vurgulayarak kendimi tanıttım, “Yalova'dan geliyoruz, yorgunuz, içeride konuşsak olmaz mı?” dedim sakin bir tavırla. Polisler hem Umut'u tutuyor, hem de birbirlerine bakıyorlardı. Amir, “Yalova mı?” diye sordu. Bu sefer Umut cevap verdi, “Evet, bir dağ evinde kaldık Yalova'da. Bunları niye soruyorsunuz ki?” dedi. Birkaç dakika önceki korkusu geçmişti, sesi cesur notalardan çıkıyordu. Eve girdik, komiser olayı açıkladı. Eşinin öldüğünü söylediklerinde Umıut'un üzülüşü, “Nasıl olmuş?” gibilerden soruları bana yapmacık geldi. Ama polisler rahatlamış, Umut'a karşı tavırları yumuşamıştı. “Yine de şubeye gidip yazılı ifadenizi almamız lazım.” dedi komiser, “Madem hanımefendi avukat, isterseniz o da gelebilir.” diye ekledi.

- Vay be! Olaya bak!

Nergiz Abla rakısının son yudumunu da içti, derin bir nefes aldı.

İşte böyle, benim sayemde cinayet suçlamasından yırttı o ****** çocuğu... İki üç ay daha beni idare etti, sonra da tüydü.

- Aaa! Bunu beklemiyordum.

Ben de beklemiyordum, ben de... Versene bir rakı daha... Üstelik, salak gibi güvenip borsaya yatırsın diye verdiğim paraları da alıp gitti. Aptalım ben, aptal! Bir silah alıp kendimi vurmalıydım. O piç yüzünden bir daha erkeklere güvenemedim. Bak kaç yaşıma geldim, yapayalnızım.

- Yapma be abla! Deme öyle şeyler. Boşver rakıyı, sana bir kahve yapayım ben.


Cengiz Aladağ, 22.04.2021
Old 03-06-2021, 14:14   #16
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

SESSİZ OLUN BABA UYUYOR

Yahu o kapıya vurup durmayın, sonra benden biliyorlar. Baba çok kızıyor, komşular uyanacak diyor. Boşuna uğraşmayın, o şıngırtı yapan “oyuncak değil” şeylerden olmadan açamazsınız. Buradan, içeriden de açılıyor aslında ama şu parlak kolu aşağı çekmek gerekiyor. Kolay gibi görünüyor da, diğer kapıların parlak olmayan kolları gibi değil bununki; çok sert. Birkaç kez denedim, olmuyor. Hayır vurmayın, sesler beni korkutuyor. Siz de dün geceki amcalar gibi balkondan gelsenize. Yüksek biraz, nasıl becerdiler bilmiyorum ama çıkmışlar işte. Baba düşerim diye çok korkuyor, oradan kuşlara bakmama izin vermiyor ya, işte o mutfak balkonunu diyorum. Gerçi onlar amca mıydı, emin değilim. Eve gelenlerden bazılarını amca diye benle tanıştırıyor baba, benim adımı da onlara söylüyor. Böylece onların güvenilir olduğunu anlıyorum. Bazılarıyla da, kocaman poşetlerde “işine yaramaz onlar, dokunma.” şeylerini getirenler gibi mesela, hiç tanıştırmıyor. Zaten bir daha gelmiyor o amca olmayanlar. Sık gelen amcaları tanıyorum. Balkondan gelenler tanımadığım kişilerdi, baba da tanıştırmadı. Demek ki onlar, amca olmayanlardı.

Bugünlerde maske takıyorsunuz ya hani, virüs varmış diye. Dün gece gelen amca olmayanlar çok kocaman maske takmışlardı, galiba virüsten çok korkuyorlar. Nasıl maskeyse, benim küçükken poşetin içine girdiğim gibi, kafalarını tamamen kapatıyordu. Siz de balkondan çıkın, kapıya vurup durmayın. Baba uyuyor, çok gürültü ediyorsunuz. Şimdi “terlik geliyo” yapacak size ha! Belki de terlik nedir bilmiyorsunuz. Eve gelir gelmez ayağına takıyor baba, hep yanında taşıyor onları. Ben yaramazlık yapınca çıkarıp havada sallıyor, hemen kaçıyorum. Bir de “tekme atıcam şimdi” var, o da bir tür saçma oyun. Ayağıyla havadaki, benim göremediğim bir topa vuruyor. Ben de ayağı yanlışlıkla bana çarpıp acımasın diye yana çekiliyorum. Anladınız mı?

Aaa, yeter ama! Ne gürültü yaptınız ha! Hepiniz birden kumdan mı çıktınız yoksa? Siz şimdi amca mısınız, amca olmayan insanlardan mı? Amca olsanız bence baba uyanıp sizi eve alırdı, benle tanıştırırdı. Nedense yerde uyudu bu sefer. Genellikle yatağa gider veya koltukta beraber uyuruz. Aslında dün akşam da koltukta uyuyorduk ama gece amca olmayanlar gelip de babayla sopa sallama oynayınca böyle oldu. Oyuncaklar kötüydü bence, sopanın ucunda ip bile yoktu. Amca olmayanlar sopaları salladılar, ip olmayınca baba şaşırdı tabii, öyle durdu. İpsiz sopa mı olurmuş! Baba oyuncakları beğenmediği için oynamadı bence. Sopalar babanın kafasına değdi ama merak etmeyin çok sağlam oyuncaklarmış, kırılmadılar. Ucuna ip bağlansa işe yarar. Baba kısık sesle bir şeyler söyledi ama hiç anlamadım, sonra da uyudu. Bugün işe gitmeyecek galiba, hâlâ uyuyor.
Baba, amca olmayanlarla oynamayıp uyuyunca, onlar da benim açmam yasak olan çekmeceleri açtılar, içinden bana dünya kadar oyuncak attılar. Bazı oyuncakları da çantalarına koydular, ne olduklarını göremedim, çok merak ettim. Herhalde kendi kedilerine götürecekler. Hani babanın koltuğa oturup şu düğmeli oyuncakla çalıştırdığı televizyon denen şeyi de aldılar. Baba ona bakarken kucağına yatmama izin verir, dilimle uzanamadığım yerleri güzelce okşayıp bana “güzel oğlum” derdi. Şimdi nasıl olacak, bilmiyorum. Belki de bu amca olmayanlar koltuğa uzanıp, kedilerini kucağa alacaklar ve güzelce okşayıp “güzel oğlum” diyerek sevecekler. Yalnız televizyonu açma oyuncağını almayı unuttular. Ha, bir de televizyona benzeyen ama amca olmayanların amca olmadıkları gibi televizyon olmayan, kapaklı, düğmeleri altında olan, üstüne oturmamın yasak olduğu şeyi de aldılar. Babanın pantolonundan biraz da kağıt aldılar, ne işlerine yarayacaksa!

Durun, ben gidip baba uyanmış mı diye bakayım, çünkü mamam az kalmış. Hayır ya, yatıyor hâlâ. Ne uyudu be arkadaş! Kafasının yanında, baba gibi kokan bir su birikintisi var. Yapış yapış olduğu için fazla ellemedim. İlk defa babanın kulağından böyle bir su çıkıyor, daha önce burnundan çıkmıştı. İlginç! Yatak odasında gardrobun kapaklarını da açmış dün geceki amca olmayanlar, bak bunu görmemiştim. Amca olmasalar da iyi insanlarmış, ben bir türlü bu kapakları açıp kazakların üstüne yatamıyordum. Oh, ne rahatmış! Siz şu gürültüyü kesseniz de şurada güzelce uyusam. Zaten baba elini sürünce içinden başka insanların sesi gelen, nedense kulağına götürüp dinlediği ve bana anlamsız şeyler söylediği telefon denen oyuncak da sabahtan beri kaçıncı kez ses çıkarıp duruyor. Niye uyudu bu kadar, bilmiyorum. Belki de bugün hani o “kahretsin yine hafta sonu evdeyiz” günüdür. Bu günleri seviyorum aslında, baba hiç dışarı çıkmıyor, hatta bazen balık veriyor bana.

A ama baba size çok kızacak, kırdınız kapıyı. Neden bu kadar çok amca olmayan geldi ki şimdi eve? Değişik çantaları var, içindeki oyuncakları da ilk defa görüyorum. Yalnız şu veterinerde canımı acıtan şeyleri tanıyorum. Babanın aşı zamanı mı geldi, kimbilir... Ama şimdi rahat bırakın babayı, uyuyor görüyorsunuz. Küçük bir yatak getirmişsiniz, daha rahat uyusun diye mi oraya koyuyorsunuz? Hey durun, babayı nereye götürüyorsunuz? Başka yerde mi uyuyacak? Neden bağırıyorsunuz, baba işe gelmeyi unuttu diye mi kızdınız? O ucu püsküllü çubuklar ne güzel oyuncakmış! Püskülleri kapılara, çekmecelere sürmek yerine bana verseniz de oynasam.

Ha, bir de amca olmayanlardan biri kumumu temizleyebilir mi lütfen?

Cengiz Aladağ, 25.04.2021
Old 03-06-2021, 14:15   #17
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

BAŞLANGIÇ

Sanırsın ki sabahın köründe ağlayabilmek için açılmış gözlerim. İri iri damlalar, öyle bir sağanak. Zihnim bomboş. Kötü bir rüya mı gördüm, hâlâ onun etkisinde miyim? Hiçbir şey bilmiyorum. Bilmek için çok küçüğüm. Evrende minik bir noktanın içinde minicik bir nokta. Bir nokta ben, bir nokta sen, bir nokta o... Uzaklaştıkça küçülüyor noktalar, giderek görünmez oluyor. Bitiyor, bitiyorum.

Yataktan sırt ağrılarıyla kalkıp sarsak adımlarla mutfağa geçiyorum. Kahve iyi gelir. Eski ahşap sandalyeye tüneyip, dudaklarımı yaka yaka kahveden bir yudum alıyorum. Birkaç damla yaş kahveye karışıyor. Nasıldı o şiirim? Tam da bu sandalyede oluyordum hani, bir yelkenli beni alıp götürüyordu. Nereye? Uzaklara. Herşeyden, herkesten. Sonsuzluğa, hiçliğe. Aynı şey, aynı yer. Nerede o yelkenli, neden gelmiyor artık? Düşünmeye çalışıyorum. Aklıma hep hüzünlü şeyler geliyor. Hiç mi şöyle mutlu, huzurlu olduğum bir anım yok benim? Beynim boşalmış sanki. Küçük yudumlarla içiyorum kahveyi. Bitiyor, bitiyorum.

Dün, son defa konuştuk. Aynı tası aynı hamamda aynı yerde bıraktık. Su tası kaldırıyordu, biz birbirimize söylediğimiz sözleri kaldıramıyorduk. Bir sinir harbiydi bu, kazananı yoktu. Farklı dillerde konuşsak, belki kendi dilimizdeki bir kelimeye benzer söz duyduğumuzda kendimizi anlıyormuş gibi hissedebilirdik. Oysa aynı dilde hiç anlamadık. Seslerimiz yüksek perdeden çıkarken, sevgimiz saygımız yerlerde sürünüyordu. Konudan konuya atlıyor, en hassas noktalarımıza kroşeler indiriyor, ellerimizle yapamadıklarımızı sesimizle yapmaya çalışıyorduk. Hep böyle yaptık biz. Neden böyle yaptık biz? Birimiz dayanamayıp çekip gidene kadar süren, kavga desen değil, tartışma hiç değil, çıldırtma raundlarıydı bunlar. Kalan için bile bir zaferden sözedilemezdi; varlık nedenimiz ortadan kalkmış gibi boşlukta sallanırdık. Yine öyle bitti, bittik.

Sigara kutusu bir dal azalırken, küllük bir izmariti daha bağrına basıyor. Gözlerim yanıyor. Banyoya gidemem, aynaya bakmaya korkuyorum. Yeni bir hayata başlamaya korkuyorum. Bu korkularla savaşmaya korkuyorum. Mutfakta yüzümü yıkayıp, gömleğimin koluyla kuruluyorum. Düşünmemeye çalışıyorum bu sefer. Bırak, oluruna bırak. Yaşa gitsin. Yap bir kahve daha. Radyoyu aç, müzik ruhun çikolatasıdır. Yapıyorum, açıyorum. Emel Sayın "Unut onu gönlüm / Unut onu sen de..." diyor. Sahi; elimize sigarayı tutması, dudaklarımıza götürmesi, çakmağı çakması komutlarını verebilen beynimiz, kendine unutması emrini neden veremiyor? Yanıt bulamadan şarkı bitiyor, bitiyorum.

Saat altı. Buluttan perdeyi aralayıp, yüzüme gülüyor güneş. Balkondaki sardunyalar çiçeklenmeye başlamış. Ne zamandır su vermiyorum onlara? Elimde sürahi, kapıyı açıyorum. Bahar serinliği ilk içime, sonra eve doluyor. Toprak, aç kalmış yavru kuş gibi emiyor suyu. Rüzgar burnuma taze ekmek kokusu getiriyor. Seksen altı yazı, Alaçatı'daki fırının önündeyim sanki. Gördün mü, ne güzel anıların var senin! Ekmeği alır, motora atlarsın. Çadırın orası topu topu beş dakika. Viyanalı kızlarla İngiliz çift uyanmış olur bir tek. Good morning. Onlardan kahve kokusu, diğer çadırlardan horultular gelir. Çay demlenirken deniz kıyısında oyalanır, sonra kahvaltını yaparsın. Güne taze ekmekle başlamak gibisi var mı ya! Yakındaki fırın açılmış mıdır? Üşenme, git bak!

Merdivenlerdeyken yanıma para almadığımı farkediyorum. Olsun. Fırın açık, ekmek kesekağıdına rağmen el yakıyor. Para almadan çıkıvermişim kardeş. Dönüp ustasına bakıyor kasadaki genç. Bir kafa sallaması, iki kelime: “Askıdan veriver.” Eve varıp çayı demliyorum. Bir serçe gelip, sardunyaların yanına konuyor. Hani nereye gitti o hüzün? Kahvaltını yap, işe git. Dönüşte fırına uğrayıp askıya birkaç ekmek bırak ve tezgahtara gülümse. Gün başlıyor, başlıyorum.


Cengiz Aladağ, 04.05.2021
Old 22-11-2021, 10:06   #18
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

SAVUNMA

Evet hakim bey, okuduğunuzu anladım. Savcı benim için, ömür boyu hapislerde çürüsün demiş. Zaten kaç senem kalmış ki! Tamam, savunmamı yapacağım. Aslında size ta başından anlatacağım herşeyi.

Ben on beşimdeydim evlendiğimizde, Mahmut yirmi. Bizde görücü usulü vardır. Analar beğenir gelini; ne oğlana laf düşer, ne kıza. Öyle çeşme başında görüşmeler, bağda bahçede buluşmalar ancak filmlerde olur. Neyse uzatmayayım; gelip istediler, verdi babam. İmam nikahıyla gittik. Daha ilk günün sabahı kolumu koparacak gibi bir sıktı bu. Neymiş efendim, çay açık olmuş. Ağlaya ağlaya anama gittim. Dedi ki, “Kocandır. Döver de, sever de. Baban vurunca ben anama mı gidiyorum? Hadi bakalım evine.”

Diyeceğim, daha o yaşta dayakla başladık. Üç gün iyi olur, dördüncü gün bir bahane bulup döverdi. Bir hafta gözüm mor gezerim, öbür hafta bacaklarım... Kah tokat atar, kah yumruk. Bir tek gebeyken karnıma vurmadı, bedenimin gerisi hep nasibini aldı koca dayağından. Hele o tespihi parmaklarına dolayıp kafama üstüste vurmaları var ya, günlerce başım ağrırdı. Ha bir de tespih koparsa, bu sefer tekme savururdu artık nereme denk gelirse. Korkardım eve geldiğinde. Ömrüm korkmakla geçti. Baba evinde babadan... O da yetmez; anadan, abilerden... Hatta benden küçük oğlan kardeşlerimden bile korkardım. Öyle yetiştirildik. Erkekse baş tacı, kadınlar kızlar tezek misali değersiz...

İşte böyle geçti yıllar hakim bey. Tam altmış sene. Kader dedik, katlandık. Beş çocuk büyüttüm. Hem de nasıl? Benimkisi kahvede pinekleyedursun, ilk evladımı meradan dönerken ebesiz doğurdum ben. Büyüdüler, evlendiler. Boy boy torunlar oldu. İsimlerini say desen sayamam, onlar bile siz yaşlarda artık. Evi de, tarlayı da, bostanı da hep ben çekip çevirdim; malları ben güttüm, kasaba pazarına ben gittim. Hiç gün yüzü görmedim ki. Bir defacık gülmedi, güldürmedi. Hele anam babam göçüp gittikten sonra iyice sahipsiz kaldım, her gün dayağa başladı.

Yetmişinde hacca gittiydi. Artık durulur dedim, yok... Hep sabrettim. Geçen sene seksen yaşına girdi, tamam dedim, artık elden ayaktan kesilir... Ne gezer! Bastonla bir vurur, feleğim şaşar. Bir de ısırma huyu çıktı sonradan. Sanki takma dişleri sırf bunun için yaptırmış dersin...

Tamam, uzatmıyorum hakim bey. O gün... Ah odun bitmeseydi... Bitmiş. Yine laf edecek, kafama bir tane geçirecek diye korktum. Uyandığında soba yanmazsa, üstünde çay kaynamazsa yandık! Daha hava aydınlanmadan aldım nacağı, bahçede odunları kırıyorum. Yok hakim bey, balta değil. Benim üç numara ormancıdır, kestirip yığdırmıştı evin yanına. Nacakla küçük küçük bölüyorum ki, kolay tutuşsun. Neyse, Mahmut sese uyanmış, bir hışımla geldi. Bir küfürler, bir laflar, düşmanına demezsin. Bastonla önce kollarıma vurdu, sonra sırtıma. Yapma dedim, sen misin diyen! Bu sefer kafama kafama vuruyor da vuruyor.

İşte o zaman, ömrümde ilk defa bana bir şey oldu hakim bey. Korkudan yıldım. Korkmaktan bıktım ben, nefret ettim. Nacağı bir salladım... Baston bir yana düştü, O bir yana. Artık hiçbir şeyden korkmuyorum!

Cengiz Aladağ, 15.01.2021
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 
Konu Araçları Konu İçinde Arama
Konu İçinde Arama:

Detaylı Arama
Konuyu Değerlendirin
Konuyu Değerlendirin:

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
işçinin sigortasının fason atölye üzerinde gösterilmesi haklı sebepmidir. Av.Y.Selim ÜSTÜN Meslektaşların Soruları 0 18-12-2009 21:00


THS Sunucusu bu sayfayı 0,08366203 saniyede 15 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.