Mesajı Okuyun
Old 28-04-2003, 09:41   #6
Refya

 
Varsayılan

KIRLANGIÇ HİKAYESİ

Günlerden bir gün Kırlangıcın biri bir adama aşık olmuş.
Ve adamın penceresinin önüne konup adama söyle demiş:
- Ben seni çok seviyorum lütfen pencereyi açıp beni içeri alda birlikte yaşayalım. Adam da:
- Olmaz alamam... Sen bir kuşsun hiç bir kuş adama aşık olur mu?... demiş. Kırlangıç tekrar:
- lütfen pencereyi açıp beni içeri al birlikte yaşarız.
Hem ben sana dost ve arkadaş olurum canında sıkılmaz birlikte yaşar gideriz. demiş. Adam yine:
- Olmaz alamam...Git başımdan, diye cevap vermiş. Üçüncü ve son defa kuş adamın penceresinin önüne konup adama tekrar söyle demiş:
- lütfen beni içeri al.. Artık soğuklar da başladı, dışarıda kalamam biliyorsun ben sıcak havalarda yaşayabilirim, sadece beni içeri almazsan başka sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım.
Lütfen beni içeri alda burada kalayım. Birlikte yemek yer omuzuna konar seni neşelendirir, Sana yarenlik ederim. Hem sende benim gibi yalnızsın, der...Adam ona:
- Git derhal basımdan!... Ben yalnız kalırım demiş ve kuşu kovmuş...
Kırlangıçta bu cevap üzerine üzüntülü bir şekilde uçmuş ve uzaklara gitmiş.. Adam kırlangıç uzaklara gittikten sonra düşünmüş ve kendi kendine "Ben ne aptal , ne kadar akılsız bir adamım, niye kırlangıçla birlikte kalmayı kabul etmedim?
Ne güzel birlikte kalırdık demiş ve çok pişman olmuş, pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Kendi kendine nasıl olsa sıcaklar başlayınca kırlangıcım yine gelir bende onu içeri alır birlikte mutlu bir hayat sürerim, demiş. Ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye başlamış.
Yazın gelmesiyle kırlangıçlarda gelmeye başlamış. Ama onun kırlangıcı
gelmemiş. yazın sonuna kadar hiç penceresini kapatmadan pencerenin başında beklemiş ama boşuna....Kırlangıç yokmuş. Gelen kırlangıçlara sormuş ama onun kırlangıcın gören olmamış. Sonunda bir bilge kişiye halini danışmak ve ondan bilgi almak için gitmiş. Bilge kişiye olayı anlattıktan sonra bilge kişi ona söyle demiş:
- K ı r l a n g ı ç l a r ı n ö m r ü 6 a y d ı r . . .
Hayatta bazı fırsatlar vardır ömründe bir defa insanin eline geçer ve değerlendiremezsen uçup gider.
KAPAKTAKİ ÇİVİLER

Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. " arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş. Genç, birinci (ilk) günde tahta perdeye 37 çivi çakmış. sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve geçen her gün daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence "bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkar sök)" demiş. Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona "aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. artık çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş. Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak(kapanmayacak). Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir. Seni güldürür yüreklendirir seni ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur seni dinler sana yüreğini açar" demiş.

İNANÇ VE ÇALIŞMA

Amerika’da eskiden kayığı ile yolcuları nehrin bir sahilinden ötekine geçiren yaşlı bir kayıkçının iki küreğinden birinde “inanç”, diğerinde “çalışmak” kelimeleri yazılı imiş.
Kayıkçıya, küreklerine niçin bunları yazdığı sorulduğu zaman demiş ki;
“Nehirde karşıdan karşıya geçmek için her iki küreğe de ihtiyacımız var. Çalışmaksızın inanç veya inançsız çalışmak, sizi bir dairede hedefsiz döndürür durur. Hayat yolumuzdaki seyahate de bir tek kürekle çıkmak, nehiri tek kürekle geçmeye çalışmaktan farksızdır. Yerimizde döner durur, hiçbir yere gidemeyiz.

KURBAĞANIN AZMİ

Bir gün iki kurbağa süt dolu bir küpün içine düşmüşler. Kurbağalar atlamış,zıplamış, çırpınıp durmuşlar. Ama nafile...Küpün içi sırlı, kaygan olduğu için bir türlü içine atlayamamışlar.
Kurbağalardan biri dayanamayarak “buradan kurtuluş yok” diye düşünmüş ve kendini salıverip sütün içinde boğulmuş.
Öbür kurbağa ise azmini yitirmeyerek “Direnmeye devam etmeliyim, zıplayayım belki gelip kurtaran olur” diye düşünmüş ve başlamış sıçrayıp debelenmeye ve de bağırmaya...
Uzun süre uğraşıp didinip durmuş, bakmış ki kimse gelmiyor ; tam azmini, umudunu yitiriyormuş ki, içinde zıpladığı süt, çalkalanmadan dolayı kaymak bağlamış. Direnen kurbağa da kaymağın üzerinde kalıp batmaktan kurtulmuş ve sıçrayıp dışarı atlayıvermiş.

MEİN BALIKÇISININ TALİHİ

Bir zamanlar Mein balıkçısı diye, talihi ile meşhur bir adam varmış. Mein kıyılarında balık pek az tutulduğu halde bu adam ne zaman balığa çıksa boş dönmez sepetler dolusu balıkla gelirmiş.
Adam bu yüzden para kazanırken talihi de dillere destan olmuş. O kadar k, birinin fazla talihli olduğunu anlatmak için “Mein balıkçısı gibi talihli” demek adet haline gelmiş.
Günün birinde balıkçı ölmüş. Cenaze için evine gelenler, Mein balıkçısının evinde balık ve su üzerine zengin bir kütüphane olduğunu hayretle görmüşler ; adamın neden balık avından boş dönmediği o zaman anlaşılmış.

ÇATLAK KOVA

Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmiş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş.
İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş.
"Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum."
"Neden?..." diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..."
Kova cevap vermiş: "Çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun."
Sucu şöyle demiş. "Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum."
Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş.
Sucu kovaya sormuş.
"Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını fark ettin mi?... Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. iki yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın, o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı."
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır. Hepimiz aslında çatlak kovalarız. Kainatta hiçbir şey ziyan edilmez. Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin..
Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep olabilirsiniz. Yalnız ölü balıklar akıntı doğrultusunda yüzer...

ORMANIN GİZLİ SESLERİ

Uzun yıllar önce, bilge bir kral, tahtının varisine, ülkenin prensine büyük bir yönetici olmanın sırrını öğretmeye karar verir. Oğlundan ormana gidip bir yıl boyunca orada yalnız başına yaşamasını, bir yılın sonunda geri gelip kendisine ormanın seslerini anlatmasını ister. Babasını dinleyen oğul ondan istenenleri yapar. Ormana gider ve duyabildiği bütün sesleri dinler. Bir yıl sonra geri döner. Mutlu bir şekilde babasına rüzgarda uçan, yere düşen yaprakların sesini, kuşların şarkı söylemesini, arıların vızıldamasını, böceklerin uçuşlarını, büyük ve küçük hayvanların geliş gidişlerini, suyun kayalardan akışını duyduğunu anlatır. Fakat, kral memnun olmaz. Oğluna ormana geri dönmesini ve ormanın gerçek seslerini duyuncaya kadar geri dönmemesini söyler. Prens ormana geri döner. Büyük ağaçların altında oturur, ormanın çaylarına uzanır ve babasını memnun edememesinin nedenlerini düşünür. Pek çok gün ve gece geçtikten sonra, prens farklı bir duyguya kapılır. Artık babasının yanına dönebileceğini anlamıştır.
Genç çocuk yeni öğrendiklerinin heyecanıyla evine döner. Babasının yanına koşar ve günün doğuşunu, ağaç yapraklarının uyanışını, çiçeklerin açılış ve kapanışını, öğle güneşinin sıcak ışınlarının doğaya can verişini, binlerce kuş ve hayvanın kalp artışlarını duyduğunu anlatır. Kral yüzünde mutlu bir gülümsemeyle der ki: "Oğlum, büyük bir lider olmanın en önemli sırrı duyulmayanı duymaktır. En iyi yöneticiler söylenmemiş şakaları, insanların acılarını duyabilenlerdir. Herkesin duyabildiğini duymak kolaydır, fakat büyük krallıklar sadece etrafındaki gizli sesleri duyanlar tarafından kurulur. Krallığımı sana gönül rahatlığı ile bırakabilirim. Çünkü sen ormanın gizini ve hayat boyu yerine getirmen gereken görevini öğrendin."

VİETNAM'DAN EVİNE DÖNEN GAZİ

"San Fransısco'dan ailesini aradı. “Anne baba, eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum."
"Memnuniyetle, onunla tanışmak isteriz," diye cevapladılar. "Oğulları, "Bilmeniz gereken bir şey var" diye devam etti. "Arkadaşım savaşta ağır yaralandı. Bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok ve onun gelip bizimle kalmasını istiyorum."
"Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz." "Hayır. Anne, baba, onun bizimle yaşamasını istiyorum." "Oğlum," dedi babası, "bizden ne istediğini bilmiyorsun. Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu
arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır."
Oğlu o anda telefonu kapattı. Ailesi ondan bir sure haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco'ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler: Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı.
Bu hikayedeki aile de bir çoğumuz gibi. Güzel olan yada birlikte olmaktan zevk aldığımız insanları sevmek bizim için çok kolay, ama bize rahatsızlık veren yada yanlarında kendimizi rahatsız hissettiğimiz insanları sevmiyoruz.
Bizim kadar sağlıklı, güzel ya da akıllı olmayan insanların yanından uzak durmayı tercih ediyoruz. Neyse ki, bize bu şekilde davranmayan biri var. Biz ne kadar bozulmuş olursak olalım, bizi sonsuz ailesinin yanına çağıran, şartsız sevgiyle seven biri.
Bu gece, uyumadan önce, insanları olduğu gibi kabul edebilmemiz ve bizden farklı olanlara karşı daha anlayışlı olabilmemiz için gereken gücü vermesi için Allah'a kısa bir dua edelim.
* * * * * * * * * * * * * *
Kalbimizde ARKADAŞLIK adında bir mucize var. Nasıl olduğunu veya nasıl başladığını anlamazsınız. Ama bu özel armağanı bilirsiniz ve Arkadaşlığın Allah’ın en büyük armağanı olduğunu anlarsınız.
Gerçekten de arkadaşlar çok nadide mücevherlerdir. Sizi gülümsetip başarmanız için cesaret verirler. Sizi dinlerler ve kalplerini size açmak isterler.
Bugün arkadaşlarınıza onlarla ne kadar ilgilendiğinizi gösterin.

SEVGİNİN GÜCÜ

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine; "Sevginin sadece sözünü
edenlerle, onu yasayanlar arasında ne fark vardır?"
"Bakın göstereyim" demiş ermiş.
Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir
sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde
sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre
boyunda kaşıklar.
Ermiş "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart
koymuş.
"Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar
uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En
sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine "simdi..." demiş ermiş. "Sevgiyi gerçekten bilenleri
çağıralım yemeğe."
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıltılı insanlar gelmiş
oturmuş sofraya bu defa.
"Buyurun" deyince her biri uzun boylu kaşıklarını çorbaya daldırıp, sonra
karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri
diğerlerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
"İste" demiş ermiş. "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve
doymamış düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa
o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz bunu da unutmayın.
Hayat pazarında alan değil veren kazançlıdır her zaman..."

HAYALLERİNİZİN PEŞİNE TAKILIN

Bu öykü ,çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır.
Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta 2’deyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası.
Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev,tam kalbinin sesiydi.
İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir ‘0’ ve ‘dersten sonra beni gör’ uyarısı vardı.
‘Neden ‘0’ aldım?’diye merakla sordu hocasına, çocuk.
‘Bu senin yaşlarında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal’ dedi hocası. ‘Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun,kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para ister. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız’ ve ekledi:
‘Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan,o zaman notunu yeniden gözden geçiririm.’
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü .Babasına danıştı.
‘Oğlum ‘ dedi babası ‘Bu konuda kararını kendin vermelisin .
Bu senin için oldukça önemli bir seçim!
Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik
yapmadan geri götürdü hocasına.
‘Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin’ dedi. ‘Bende hayallerimi...’
Orta 2 öğrencisi bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı.
Öykünün en can alıcı yanı şu:
Aynı öğretmen geçen yaz, 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.
Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine ‘bak’ dedi ‘Sana şimdi söyleyebilirim.
Ben senin öğretmeninken hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah’tan ki sen hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın.
Tavuk Suyuna Çorba’ dan aldığım bu öykü şu altı çizilecek,belki de çerçeveletilip şömine üzerine asılacak şu sözlerle bitiyor:
‘Kimsenin hayallerinizi çalmasına izin vermeyin. Ne durumda olursanız olun, kalbinizin sesini dinleyin!..

ALTIN KUTU

Adam 3 yaşındaki kızını, gayet pahalı bir hediyelik kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı...
Yılbaşı sabahı küçük kızı, paketi getirip "Bu senin babacığım" dediğinde üzüldü. Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermişti kızına... Bir gece evvel yaptığından utandı... Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu.
Kızına gene bağırdı:
"Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?..."
Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı... "O kutu boş değil ki baba" dedi... "İçini öpücüklerimle doldurmuştum!..."
Adam öyle fena oldu ki... Koştu... Kızına sarıldı... Beraberce ağladılar. Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının baş ucunda sakladı.
Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerden birini çıkarırdı.
Aslında bütün anne ve babalara böyle bir altın kutuyu çocukları hiçbir karşılık beklemeden, sevgi ve öpücüklerle doldurup vermişlerdir. Hiç kimsenin hayatında bundan daha değerli bir armağana sahip olması mümkün değildir.

KAMBUR

Ünlü Alman bestecinin büyükbabası Moses Mendelsshon hiç yakışıklı bir adam değilmiş. Aşırı derece kısa boylu olmasının yanı sıra çok garip de bir kamburu varmış.
Günün birinde Hamburg'da yaşayan bir tüccarı ziyarete gitmiş. Tüccarın Frumptje adında çok güzel bir kızı varmış. Moses umutsuz bir aşkla tutulmuş bu güzel kıza tutulmuş. Fakat güzel kız onun çirkin görüntüsünden ürkmüş.
Ayrılma vakti geldiğinde, Moses, güzel kızın üst kattaki odasına çıkıp, onunla son kez konuşma cesaretinde bulunmuş. Kızın güzelliği o kadar farklı imiş ki, onun cennetten geldiğini düşünmüş bir an, ama kızın yüzüne bakmayı reddetmesi çok üzmüş Moses'i. Moses konuşma sırasında utanarak şu soruyu sormuş kıza: "Evliliklerin cennete ait bir şey olduğuna inanır mısın ?"
"Evet" demiş güzel kız, "Peki ya sen inanır mısın?" Bunu söylerken gözlerini kaldırıp bakamıyormuş Moses'in yüzüne.
"Evet inanırım" demiş Moses. "Biliyor musun? Her erkek çocuğu doğduğunda Tanrı onun evleneceği kızı belirlermiş. Ben doğduğum zaman da benim evleneceğim kızı belirlemiş ama bana 'Senin karın kambur olacak' demiş." "O zaman ben 'Lütfen onun kamburunu bana ver ve onu güzel bir kadın yap' demişim."
O zaman Frumtje gözlerini yerden kaldırıp onun gözlerinin içine bakmış ve elini uzatıp Mandelsshon'un elini tutmuş, sonra da onun sevgili eşi olmuş.

"Aşktaki ikilem, iki bedenin birleşip tek bir bedene dönüşmesine karşın, ortada yine de iki ayrı beden olmasıdır" Erich Fromm