Mesajı Okuyun
Old 02-12-2009, 15:14   #18
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Merhaba, Edebiyat Dünyası bir yazarını daha kaybetti. !3. Örnek olarak ondan bir alıntıyı paylaşmak istiyorum sizlerle:


13.Örnek:

http://kaosgl.org/icerik/tam_bir_tes...dimi_birakirim

Tam bir teslimiyettir; kendimi bırakırım

Salı, 1 Aralık, 2009



Cahide Birgül"İki senaryoyu bir arada yazabilirim, araya bir tiyatro oyunu sıkıştırabilirim, ama roman yazarken onunla baş başa kalmam gerekir. Çok tutkulu bir aşk yaşarken sevgilinizle bir odaya kapanmanız gibidir durum. O odada olanlar, yaşanan her şey çok mahrem, çok ikinizin arasındadır. Siz orada, kimsenin bilmediği, bilmesini istemediğiniz şeyler yaşarken, hiçbir senaryo, hiçbir başka metin kapıyı aralayamaz, kafasını uzatamaz içeri."

Bir kitabım çıktıktan sonra bir süre yazıdan uzak dururum. Sanki bütün o kahramanlar, bütün o olaylar, romanın kurgusu, yaptıklarım ve yapamadıklarım ayağıma bağlı bir pranga gibi benimle yaşamaya devam eder. Fena hâlde yorgun hissederim kendimi. 'Yeni bir şeyler var mı?' diye soranlara ne cevap vereceğimi bilemem. Bir roman bitince hemen diğerine başlayanlar var, ama ben onlardan değilim. 'Yazmak her şeyim, yazmadan duramam' diyenlerden de değilim. Yazmak benim için birlikte yaşadığım bir ev arkadaşına benzemez. O, yani yazma isteği, gönül indirir ve bir gün kapımı çalar. İşte o zaman elinden tutar, içeri alırım onu. Yazma serüveni başlar.

'Endişe' serisini okudum, herkesin başka bir biçimde yazdığını daha iyi anladım. Ya da başka endişelerle diyelim. Mesela ben, asla bir romanı bütün olarak kurgulamış oturmam bilgisayarın başına. Hiç böyle yazmadım ve sanırım beni yazmaya çeken en önemli etkenlerden biri de bu; yazacağım romanın içinde sakladığı bilinmezlik. Bir bilinmezliğe adım atıyor duygusu taşıyor olmak...

Anlatayım; şöyle başlar film; kabaca bir hikâye vardır kafamda. Neyi anlatmak istediğimi bilirim (nedenini bilmem). Ama ne karakterler nettir, ne olaylar, ne de son. Bu, başımı döndüren bir tür esriklik hâlidir benim için. Masaya oturur ve sadece yazanların bildiği o tuhaf, büyüleyici, baş döndürücü (sanırım bu bütün yazarlar için aynıdır) ama asla sıkıcı olmayan dünyaya girerim. Ondan sonrası tam bir teslimiyettir. Kendimi bırakırım. Şimdilerde yeni romanımı yazarken İsmail Güzelsoy'un Ruh Hastası romanında anlattığı bir kahramanı sık sık hatırlıyorum. Adam bir kazada kolunu kaybeder ve ona bir yazarın kolunu takarlar. Adam, yazmaya çok uzak bir karakterken kendini masasının başında bulur. Saatlerce o yabancı kol yazar, yazar, yazar... Adam yalvarır, yoruldum der, kol anlamaz. Hatta bazen şiddete bile başvurur, adamı döver vs. Sonuçta bir metin çıkar. Öyle ya da böyle. Benim içimde durum bir bakıma buna benziyor. Yazarım, yazarım yazarım. O sırada kimi ana kahramanlarım geri düşer, hiç ummadıklarım öne çıkar, olay başka bir akış kazanır, son ise tam bir sürprizdir. Bittiğine 'vay canına' derim; 'demek bunu yazmak istiyormuşum?'

Roman yazarken ruh hâlim bazı dönemler geçirir. Başlarda daha dalgacı bir tavrım vardır. O kadar da sarmalamamıştır beni henüz yazdıklarım. Güvenmiyorumdur beyaz sayfa üzerindeki kara küçük şekillere. İnsanlar ete kemiğe bürünmemiştir, kurgu oturmamıştır, olaylar sanki pek de ikna edici değildir. Endişe işte o sırada yoklar beni. Önümü göremem, bir sayfa sonrasını düşünemem. Şiddetli bir 'ne yapıyorum?' Ya da 'iyi mi yapıyorum acaba?' duygusu oturur başköşeye. Ardından yazıyla hafif hafif flörtleşme dönemi gelir. 'Tutku' söz konusu değildir daha, ama onun kokusunu almaya başlamışımdır. 'Geliyor' derim içim ürpererek. Endişe ile vedalaşmışımdır artık. Yerine bir gözü karalık geçmiştir. Durum tıpa tıp hepimiz için bambaşka olan o tek ve biricik aşk hikâyemizi yaşarken olduğu yaşanır. İki senaryoyu bir arada yazabilirim, araya bir tiyatro oyunu sıkıştırabilirim, ama roman yazarken onunla baş başa kalmam gerekir. Çok tutkulu bir aşk yaşarken sevgilinizle bir odaya kapanmanız gibidir durum. O odada olanlar, yaşanan her şey çok mahrem, çok ikinizin arasındadır. Siz orada, kimsenin bilmediği, bilmesini istemediğiniz şeyler yaşarken, hiçbir senaryo, hiçbir başka metin kapıyı aralayamaz, kafasını uzatamaz içeri. Artık yazdığım roman benim efendim olmuştur. O yönetir, o yönlendirir, o karar verir. İster canımı yakar, ister sevgiyle okşar. Ben bilmem, o bilir. Ben sadece boyun eğerim. Bu sürüklenişi severim, kendimi bütünüyle bırakırım. Zaten başka türlü davranamam. Ona ihanet edemem, çünkü o bütün aklımı, içimi, bakış alanımı doldurmuştur.

Sadece romanım için...


Giderek, sona yaklaştıkça yazma eylemi bütün hayatımı kapsar. Ben değişmişimdir, evim, yaşadıklarım, gördüklerim değişmiştir. Baktığım her şey, konuştuğum her insan, hayatın o küçük, küçücük ayrıntıları yazdığım romana değip bana döner. Mesela şehir hatları vapurları yine aynıdır; peşindeki martıların kanatları yine kirli, yerlerdeki susam tanecikleri yine sayısız, içerisi yine taze çay kokuludur. Ama bütün bunlar artık birer cümledir benim için. Romanıma katabilirim onları, hatta bir adım daha ileri gideyim, sadece romanım için vardırlar. Bu dönemde, parlak diyaloglar, akıllı (bulduğum) sözler, kimi vurucu görüntü parçacıkları gelir aklıma. Hiç olmadık şeyleri fark etmeye başlarım, algım açılır, parlar. O zaman not alırım. O son günlerde ama. Sadece finale yaklaşmışken, artık nefes nefese iken not alırım. Yine de çoğu kullanılmaz, yıpranmış bir defterin sayfaları arasında kalır.

Roman bittikten sonra ise hiç endişe duymam, kitap çıktığında utanırım daha çok. Onu elime aldığımda sevinçten çok mahcubiyettir beni kuşatan. 'Bu ne küstahlık?' derim kendi kendime. 'Yazıyor ve bastırıyorsun. İnsanlar okusun diye. Bu nasıl bir kendini beğenmedir?' diye sorarım. Çünkü yazmanın bütün aşamalarında tek kişilik bir eylem olduğunu düşünürüm. Sonunda da öyle olmalı, madem bir kişi yazdı, sadece o kişi okumalı. O kadar... Bundan sonrası tam bir 'kendini bilmezlik' hâli bence. Ama hangi yazar egosuyla başa çıkmış ki ben çıkayım?

Ah Tutku Beni Öldürür müsün? adlı romanım araya bir senaryo işinin girmesiyle biraz sekteye uğradı. O, başka bir iş yüzünden yarı yolda, henüz flört aşamasındayken bıraktığım ilk romanımdı (tutku döneminde olsaydım asla bırakamazdım). Yeniden elime aldığımda, yabancı birinin yazdığı bir metni okur gibiydim. Ama çabucak ısındık birbirimize...

Ripley'e benzesin istedim


Patricia Highsmith gibi serin, sakin ve inanılır yazmak istiyordum. Onun olağanüstü karakteri Tom Ripley benzeri bir kahraman yaratmaktı amacım. Melih karakteri böyle çıktı: Eşcinselliğini bastıran, aseksüel, zeki, yakışıklı, sınıf atlamaya çalışan bir üniversite öğrencisi. Sonra Sevim Hanım. O aristokrat, çekici ve soğuk kadın, sevgisi belirsiz teyze. Olcay. Alaycı, kompleksli, zeki yeğen. Selim. Türkiye'de sayısız benzeri olan kimsenin önemsemediği bir araba hırsızı. Mabeyinoğulları ailesinin karanlık ve gizemli hikâyesiydi yazdığım. Onları anlatırken aslında Türkiye'yi de anlatmışım. Bunu çok sonra fark ettim. Asıl amacım şuydu, bütün karakterlerim üzerinde esrarlı bir bulut kalsın, kimse onların gerçekten nasıl biri olduğunu sonuna kadar anlamasın. Kitap bittiğinde okuyanı çözemedikleri bir dünya sarmalasın, ama hiçbir okur asla o bilmece ile baş edemesin. Tıpkı hayatta olduğu gibi. Asla ve asla emin olamama hâlini ölene dek yaşamamız gibi. Romanım, bittikten sonra okuyana birkaç gün huzur vermesin isterim. Okur, hiç değilse bir karakteri yanı sıra taşısın. İşe, okula götürsün, arkadaşlarına anlatsın, sevişirken, çalışırken, olur olmaz yerlerde aklına geliversin. Bir süre. Kim bilir belki bu belki de benim okuyucudan aldığım öçtür ('Kolay mı oldu sanıyorsun ey okur? Var mı öyle okuyup da hemen unutmak?' kötücüllüğü diyelim ya da...).

Ah Tutku Beni Öldürür müsün?'de, tarz olarak yeni bir şey deniyordum, heyecanlıydım. Hikâye, gerilim teması üzerine kuruluydu, bazı sahneler yazarken zorlandığımı itiraf etmeliyim. Kahramanlarımla mahzene girdim, cinayetler işledim, en çok Selim'e acıdım ama yine de onu hayat içinde, diğer kahramanlarla el birliğiyle öğütürken kılım kıpırdamadı.

Ah Tutku Beni Öldürür müsün? bitti, basıldı, çıktı... Ve daima yaşadığım bir şeyi yeniden yaşadım. Merak. Bu da sanırım, 'hadi sen saçmaladın, bu kitabı bastırdın, peki acaba bu saçmalamayı okur nasıl sürdürecek?' merakı özünde. Acaba kimler, neden okuyacaktı bu kitabı? Nasıl bir ortamda ilk sayfayı açacaklardı? Öylece akıp gidecek miydi roman, yoksa sıkılıp çabucak esneyecekler miydi? Kitap bitince beni düşünecekler miydi? Arka sayfadaki resmime bir daha bakıp nasıl biri olduğum üzerine fikir yürütecekler miydi? Romanımı sonra nereye koyacaklardı? En çok görünmez olmayı istediğim zamanlar budur işte. Bir kitapçıda durmak ve kitabımı alan birini izlemek isterim. Onunla evine gitmek ve kitabımı okuduğu anları görmek. Bunun için çok şey feda edebilirdim...

Şimdi yeni bir romanla 'flörtleşme' aşamasındayım. Bir aşk romanı olacak. Aykırı bir aşk romanı. Bu kez şunu istiyorum, pek yapamadığım bir şey bu; taraf tutmak. Asıl kahramanım olan orta yaşlı kadının, Tuna'nın yanında olmak. Onu korumak, incinmesini önlemek. Arzum, hayatta tecrübenin her şey olmadığını, kabalığın, duygusuzluğun, kötülüğün, çiğliğin karşısında büyümüş olmanın 'kandırılmayı' yine de engelleyemeyeceğini anlatmak. Olabilecek en iyi şekilde anlatmak. Yapabilecek miyim, bilmiyorum... Deneyeceğim...