Mesajı Okuyun
Old 02-08-2009, 11:29   #244
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Herkese merhaba, çok uzun süredir aranızda değildim. Daha önce sözünü ettiğimiz kitaplardan bir çoğunu anlatan bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.



http://www.radikal.com.tr/Radikal.as...&CategoryID=40

31/07/2009

Kambur Nosferatu ve gömleği fırfırlı, ceketi kadife Kont Dracula artık mazide kaldı. Bram Stoker'ın yerini, Stephenie Meyer aldı. Günümüzün vampirleri artık, güneşin altında parıldayan sıfır beden gençler. Vampirizm kuralları altüst oluyor

ZEYNEP ALPASLAN (Arşivi)


KAPAK
Vampir mitleri her geçen gün değişiyor, vampirizm kuralları altüst oluyor. Ama ‘güneşte parlayan vampir mi olurmuş’ demek yerine, bu heyecan verici değişimin altında yatan anlamları görmeye çalışmakta fayda var. Nelerin değiştiği kadar, nelerin aynı kaldığı da önemli. Vampirliğin özünü kavrayanlar, sarımsak meselesine bu kadar takılmayacaklardır. Blade, Vampire Hunter D ve Dampyr gibi melezler ve çocuk doğuran, geleceği gören vampirler, ‘vampir’ algımızı uzun zaman önce değiştirdi. Yine de, bir kez daha deneyelim: Bir an için, onun gerçekleri yazdığını varsayalım. Bir an için, onun ‘melek yüzlü şeytan’la gerçekten tanıştığını kabul edelim. Ve inanalım: Çünkü kökleri Lilith’e uzanan vampir efsanesi, tek bir beyefendinin şiiriyle, hiç bu kadar gerçekçi görünmemişti...
Baudelaire, Le Vampire... Bize onlar hakkında bilmemiz gereken her şeyi anlatıyor:
“Sen ki bir hançer gibi
Sızlayan kalbime daldın
Sen iblisler gibi güçlü
Çılgın ve süslü geldin.”
Vampir korkusu, ölüm korkusu değildir. Vampir, yaşama ya da ölüme ait değildir. Genç ve ölümsüzdür. Kurbanlarına vaat ettiği kanlı bir acı değil, kanlı bir zevktir. (Vampirin dişlerini geçirdiği kurban, çoğu zaman başını geriye atıp gözlerini kapatır ve yarı aralık dudaklarında, şehvetli bir gülümseme belirir.) Vampir korkusu, baştan çıkarılmanın korkusudur. Ve vampir çoğu zaman hem korkulan, hem de arzulanan bir figürdür. O kadar güzeldir ki, kalpleri sızlatır.
Televizyon tarihinin en çekici ‘ruh sahibi’ vampir karakterlerinden Angel, karizmatik bir gülüşle ‘Le Vampire’ şiirini okuyarak eski günleri yad eder. Baudelaire’le ‘oynadığı’, onu çıldırtığı zamanları. Angel (Angelus) sıkılıp gitmiş ama Baudelaire onu unutamamıştır. Ve sonunda, ileride Kötülük Çiçekleri’nde yer alacak olan bu şiiri yazar. Şair, baştan çıkarılmış ve bundan zevk almıştır. Ama fantezilere fazla kapılmadan önce, şu ‘güçlü, çılgın ve süslü’ meselesine geri dönelim:
Aristokrasi! Sarımsak, tabii ki ‘alt tabaka’nın besinidir. Vampirler, besin zincirinin en tepesinde yer alır. Aynada görünmezler, sinsidirler. Haçtan ve kutsal sudan korkarlar, çünkü şeytanın tarafındadırlar. Kızdıklarında ya da acıktıklarında vampir yüzüne bürünürler, ikiyüzlüdürler. Yanık ten, halka özgüdür, onlar güneşe çıkmazlar, çıkarlarsa ölürler. Geceleri yarasaya dönüşüp, sisler içinde kaybolabilirler. Tabutta uyurlar. Bazıları uçabilir. Hiçbirinin vicdanı ya da ruhu yoktur. Fırfırlı gömlekleriyle, kol düğmeleriyle, kadife ceketleriyle, çok güzel, çok zengin ve çok süslüdürler. (Tabii ‘zamane kızları’ için modası geçmiş bir şey bu. Buffy the Vampire Slayer’da Spike, Drakula’nın süsleriyle, şatosuyla ve kibar aksanıyla dalga geçer ve ‘bana hâlâ on dolar borcu var, önce onu ödesin’ der.) En azından, 18. yüzyılda durum böyleydi.
18. yüzyılda vampirler, Alman şiirinin erotik figürleri olarak varlıklarını sürdürdüler. Yüzyılın sonlarına doğru İngiliz şiirinde de popüler oldular, ama 1818’de İsviçre’de yapılan o meşhur ‘toplantı’ya kadar, onları o zamanlar ‘kadın işi’ denilip küçümsenen roman türüyle- ölümsüzleştirmek kimsenin aklına gelmedi.
Tıpkı Ken Russell’in 1986 tarihli filmi Gothic’te anlattığı gibi, bir göl kenarında, muhteşem bir malikanede toplandılar. Shelley, Byron ve Doktor Polidori. Absent eşliğinde anlatılan hikâyelerden sonra, Mary Shelley, Frankenstein’ı yarattı. Ama o gecenin bir önemi daha vardı: Bir süredir vampirlerle ilgili saplantılı şiirler yazan İngiliz şair Lord Byron, doktorunun kanına girmeyi başardı ve sonunda Polidori, The Vampyre’yi yazdı. Polidori’nin hayat verdiği ve ilk modern vampir olarak kabul edilen Lord Ruthven karakteri, gücüyle, çılgınlığıyla ve süsüyle, Lord Byron’un ta kendisiydi. (Vampirlere inananlar, ‘tehlikeli ve çılgın şair’ Byron’un hâlâ aramızda dolaştığını kolaylıkla düşünebilirler.) Polidorinin vampir romanı, neo-gotik türünün başlangıcı oldu ve arkası su gibi geldi. Ancak sonraları Bram Stoker’ın de editörlüğünü yapacak olan Sheridan le Fanu’nun Carmilla’sındaki lezbiyen vampirler çabuk unutuldu ve herkesin diline doladığı Romanya prensi Kazıklı Voyvoda -Vlad Tepeş dışında- bilinen ilk vampirin bir kadın olmasına rağmen, vampirler karşımıza uzun bir süre ‘çekici ve kötü’ erkekler olarak çıkmaya devam ettiler. Bunun sorumlusu, Drakula’ydı.
“Horlanmış yalnız ruhumdan
Yatağını sermeye bak
Zincire vurulmuş gibi
Sevip bağlandığım alçak.”
Vampirin baştan çıkarıcılığı, yalnızca ölümsüz-ölümcül olmasında değil, ‘yasak meyve’ olmasında yatar. İleride Buffy, bu yasağı delip Angel’le, Spike’le hatta bir geceliğine, Drakula’yla birlikte olup, Alacakaranlık’taki Bella ve Edward aşkının öncüsü olacaktır ve bu, Lord Ruthven, Kanlı Kontes-Elizabeth (Erzsebet) Bathory ve Kazıklı Voyvoda -Vlad Tepeş kırması Drakula’nın bıraktığı vampir avcısı Van Helsing hariç- en önemli miras olarak görülmelidir. Ama bir kadın, bir vampire âşık olacaksa, o vampirin sadece ‘kötü’ olması, elbette yetmeyecekti. Çekici ve baştan çıkarıcı olması gerekiyordu, aynı zamanda da sonsuz gençlik/güzellik vaatleriyle dolu olması. Murnau 1922’de Drakula’yı beyazperdeye uyarladı. Sessiz filmin siyah-beyaz vampiri Nosferatu iyiydi, hoştu ama dişleri bir felaketti. Onu mezuniyetinize çağıramazdınız, garip kaçardı. Anne Rice bunun farkındaydı. Bu yüzden, zamanla ön dişler gitti, sivri ve erkeksi köpek dişleri geldi. Uzun tırnakların yerini manikürlü eller aldı. Dağınık saçlar, çarpık gülümsemeler ve romantik döneme özgü tüm ‘dandy’ cazibe unsurları, bir araya geldi ve Anne Rice’nin vampirleri, yetmişli yıllara damgasını vurdu.
Rice’nin Vampir Günceleri’ndeki ölümsüz erkekler, kıllarını bile kıpırdatmadan kadınları baştan çıkarıyorlardı. İşkence görmüş, ‘düşmüş’ vampir (Vampirle Görüşme’de çöplüklerde dolaşıp fare avlayan Brad Pitt), şefkat ve şehvet duydularını aynı anda tetikleyen bir yasak meyveydi. Bir ‘ruh’la lanetlenmiş Angel, çıplak ve yaralı bedenini çekingen bakışlarla teşhir ederken, ‘kötü’ vampir Spike, “İnsanlar hâlâ bu Anne Rice saçmalıklarına kanıyor mu?” diyordu. Tabii ki kanıyorduk. Laurell Hamilton’un vampir avcısı Anita Blake hiçbir şeyi altüst etmiş filan sayılmazdı. Ama hâlâ bir şeyler eksikti. Angel kendi seçimiyle ‘iyi’ olmamıştı, sürekli acı çekiyordu ve karanlık tarafın cazibesine kapılıp da Angelus’a dönüşmediği zamanlar dışında, arzulanmayı reddeden, biraz fazla dostane bir tarafı vardı. Daha kötü, daha çekici, daha eğlenceli bir ‘iyi’ye ihtiyaç vardı. Spike. Kendi isteğiyle ‘ruh’unu kazandı, sevdiği kadın için ‘dünyayı kurtarmak’ gibi fedakarlıklar yaptı ve arzularını hiçbir zaman gizlemedi. Kilisede tabii ki çıplak- bedeniyle sarıldığı dev haç onu yakarken bile halinden memnundu. Bir kadın başka ne isteyebilir?
“Nasıl kumarbaz kumara
Nasıl şişesine sarhoş
Nasıl kurtlarına bir leş
Bağlandıysa. lanet sana.”
Baudelaire, Angelus’un sadece kaşına gözüne bağlanmamıştı belli ki. Her yazarın vampirlik kurallarını baştan yazdığı şu günlerde vampirlere yüklenen anlamlar kaçınılmaz bir biçimde- 18. yüzyıl erotizminin (cinsel birleşmenin ya da şehvet düşkünlüğünün sonucu olarak ‘veba’) dışına taşıyor. Uyuşturucu bağımlılığı (yine Buffy’den örnek vereceğim) vampirizmin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Buffy’nin sevgilisi Riley, sistemdeki kara delikleri görüp ordudan ayrıldıktan sonra kendini ‘uyuşturucu’ya veriyor: Gecelerini bir batakhanede, kendini çoğunlukla bileklerini- vampirlere ısırttırarak geçiriyor ve her küçük ‘doz’ ısırıkla göz bebekleri biraz daha küçülürken, kendinden geçiyor. Tabii seksenli yılların kült filmlerinden Lost Boys’taki Kiefer Sutherland’i de es geçmek olmaz. Ama bağımlılık türlü türlü olabilir. Tüketim, en büyük zaaftır. Buffy’de vampirler, insanları kaçırıp bir fabrikaya götürüyorlar. Seri üretim kan. Kapitalizmin tükettiği, aslında biziz, deniyor. Bir tüketim nesnesi olarak ‘vampir’ ise, Alacakaranlık’ta karşımıza çıkıyor. Ama bundan önce, Macar kontesi Elizabeth Bathory’i analım:
“Özgürlüğüm boynuna
Bir pala insin istedim
Alçaldım kalleş zehire
Bana bunu ödet istedim.”
‘Kanlı Kontes’i altı yüzden fazla genç-bakire kızı öldürmeye iten, gençlik saplantısıydı. Kızların kanının cildine iyi geldiğine ve onu gençleştirdiğine inanıyordu. Zamanla saplantısı büyüdü, buna bağımlı hale geldi. Ve kendini, gerçek bir vampire dönüştürdü.
Bathory’inin arzusu, bugün bir sektöre hayat vermiş olabilir, ancak burada sözü edilen, başka türlü bir şey. İçten ya da dıştan, hiç yaşlanmamak. Doğu Avrupa topraklarından doğan bir mit, Amerikan kültürüne uyarlandığında, gençliğin en büyük erdem -ve tüketim malzemesi- olması da kaçınılmaz. Debussy dinleyen, yüksek sanat düşkünü, bol diplomalı zengin çocukları bu kadar cazip kılan nedir? Stephanie Meyer’in kitaplarının -ve filmin- tek özelliğinin, liseli aşıklardan birinin vampir (ama ‘doğru dürüst bir vampir’ bile değil) olması doğru değil. Alacakaranlık’taki ‘vampirlik’, gençlik, güzellik ve zayıflık saplantısı olan bir kültürün hastalıklarına, anoreksiya/blumia nevroza’ya işaret ediyor. Hiç yemek yemeyen bu çok ‘cool’ çocuklar, güzel giyinip, güzel arabalara biniyorlar. Esas oğlan Edward ise, güneşin altında ‘manyak elmaslar gibi’ parlıyor. Neden olmasın? Sonuçta en değerli tüketim/arzu nesnelerinden biri olan pırlanta, kan dökülerek elde edilir.
‘Vampir’in bu kadar çok yan anlamı varken, yüzyıllardır başı çeken altmetnin cinselliğin- artık ‘metnin kendisine dönüşmesi’ de kaçınılmaz. Yine Buffy’den bir sahne:
İnsanları ısırmaması için kafasına çip takılan ama bundan habersiz olan ‘kötü vampir’ Spike, Buffy’nin arkadaşı Willow’un odasına gelir ve onu ısırmaya çalışır. Başaramaz ve -kaba bir özetle- şunlar konuşulur:
Willow: Bu her vampirin başına gelir...
Spike: Benim değil!
W: Benim yüzümden, değil mi? Ben vampirlerin dişlerini geçirmek istediği türden bir kız değilim. Daha çok ‘benim kızkardeşim gibisin’ dedikleri türden biriyim.
Ve Le Vampire’ye dönecek olursak:
“Heyhat! Zehir de pala da
Hafife aldılar beni.
Dediler: Pis bir kölesin,
Kurtarmaya değmez seni
Budala! Çabalarımız
Seni ondan kurtarsa da
Hortlayıp öpücüklerden
Doğacak bir vampir daha.”
Yeraltı kulüplerinde takılıp, umutsuzca vampire dönüştürülmeyi -kurtarılmayı- bekleyen Goth’lardan söz ediliyor. İnsanlar vampir, vampirler insan olmak istiyor. İnsanların vampirlere olan hayranlığı, vampirliğe geçiş töreni kurallarını (bir vampirin önce kanınızı içmesi ve sonrasında, siz ölmeden hemen önce size kendi kanını içirmesi gerekir) hâlâ ayakta tutuyor. Vampirliğinden acı çeken modern vampir ise, güneşlenmeyi, yemek yemeyi ve sonunda ‘kız’a sahip olmayı arzuluyor. Bu arada, değişimin kaçınılmaz bir sonucu olarak, popüler kültürde iz bırakmış vampir kişilikler ve ‘kadınları’, hayranları tarafından yeniden eşleştiriliyor. Belki ileride sadece bu konu üzerine birçok postmodern vampir kitabı yazılacak ama şimdilik, kulağa garip geliyor: Lestat, Spike’ye ‘serseri’ derdi, Buffy Edward’ı çocuksu bulurdu, Elizabeth Bathory ise, Bella’nın kanında yıkanmak isterdi muhtemelen...
Son bir not: Konuyla ilgili daha fazla bilgi için, geçen senelerde Independent Scholars’ın girişimleriye İstanbul’da düzenlenen Buffyverse (Buffy the Vampire Slayer evreni) konferansının metinlerine bakılabilir.

Vampir literatürü kronolojisi
* 18.yüzyıl sonlarında Heinrich August Ossenfelder (The Vampire), August Bürger (Lenore) ve Goethe (Die Braut von Corinth-Corinth’in Gelini) şiirlerini yazdılar.

* Lord Byron, 1813’te The Giaour şiirinde, vampirleri anlattı. Altı yıl sonra, Byron’un doktoru Polidori, şairin etkisiyle, İngilizcede yazılmış ilk vampir romanını, The Vampyre’yi yazdı.

* Bram Stoker’ın 1897 tarihli romanı Drakula, vampirlerin popülerliğini artırdı.

* F. W. Murnau 1922 yılında Drakula’yı beyazperdeye uyarladı. Nosferatu, korku sinemasının sayılı klasikleri arasına girdi.

* Anne Rice’nin Vampir Günceleri, 70’li yılların en sevilen vampir serilerinden biri oldu.

* Angela Sommer Bodenburg’un Küçük Vampir serisi, seksenli yılların çocuklarına, vampirlerin ürkütücü canavarlar olmadıklarını gösterdi.

* Laurell K. Hamilton’ın Anita Blake serisi, 90’ların erotizm anlayışının bir yansımasıydı. Hamilton’ın romanları (ve sonrasında Anita Blake çizgiromanları) ‘vampirizm’ algısını ve bilindik vampir rollerini altüst etmeyi amaçladı.

* Vampirle Görüşme, Neil Jordan’ın yönetmenliğinde 1994 yılında beyazperdede boy gösterdi. Film Brad Pitt, Tom Cruise, Kirsten Dunst, Antonio Banderas gibi güzel vampirleri bir araya getirdi.

* ABD yapımı bir televizyon dizisi Buffy the Vampire Slayer 1997 yılında televizyonlarda gösterilmeye başladı. Bir hayli ilgi gören ‘gençlik dizisi’ 7 sezon sürdü.

* Vampir kanı taşıyan vampir avcısı stil sahibi Blade’in filmi 1998 yılında gösterime girdi. Çok tutulunca 2002’de ikincisi, 2004’te üçüncüsü çekildi...

* İkibinler. Stephenie Meyer’in Alacakaranlık’ı ilk olarak Dharma Yayınları tarafından 2005 yılında yayımlandı ancak serinin birinci romanından sonra devam bir türlü gelmedi. Epsilon Yayınları 2008’de seriyi eksiksiz yayımlayarak, vampirlerin yeniden moda olmasına sebep oldu. Alacakaranlık’ın filmini takiben, Buffy the Vampire Slayer ve Angel etkilerinin de çokça hissedildiği televizyon dizileri, seri bir biçimde üretilmeye başlandı. Sonrasında, genç yazar Richelle Mead, 2007’de yayımlanan Vampir Akademisi serisinde, melez vampirlerin (dampirlerin) ve ölümlü vampirlerin fantastik evrenini anlattı. Charlaine Harris’in Şehir Ölüsü ve Gündüz Ölüsü gibi isimleri olan Güneyli Vampir polisiyeleri ise, Anita Blake hayranlarını mutlu etti. True Blood gibi vampir dizilerine ilham vermiş -şimdilik- dokuz kitaptan oluşan bu seride, Sookie isminde, düşünceleri okuma gibi bir ‘beceriksizliği’ olan garson kızla ‘kötü şöhretli’ vampirin ilişkisi anlatılıyor.

En yeni Vampir romanları
*VAMPİR AKADEMİSİ
Richelle Mead
Çeviren: Yeliz Üslü
Artemis Yayınları
2009, 367 sayfa, 18 TL.
*GÜNDÜZ ÖLÜSÜ/ŞEHİR ÖLÜSÜ
Charlaine Harris
Çeviren:
Yiğit D. Bengi
Artemis Yayınları
2009.