Mesajı Okuyun
Old 03-06-2021, 14:13   #15
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

DAĞ EVİ


- Abla, yazabildin mi öykünü?
- Yok ya, yazamadım. Gençler öyle şeyler yazmışlar ki, biz ne yazsak güzel olmaz gibi geliyor.
- Ben başladım ama bakalım nasıl bitireceğim... Yazmazsak Kerem Hoca'ya ayıp olur bir kere. Sen avukatsın abla, malzeme boldur sende.
- Ya, öyle de... Ne bileyim... Yıllar önce başıma gelen bir şey var ama... Fazla özel bir olay...
- Ne olmuştu?
- Anlatsam mı? Hele bunları yazmak... Nasıl desem...
- Anlat işte ya... Valla bu helva süper olmuş. Vereyim mi bir rakı daha?
- İyi be Hüsniye, ver madem... Beni sarhoş edip anlattıracaksın anlaşılan.

Birkaç yıldır tanıdığım Nergiz Abla'nın evindeydim dün. Birlikte katıldığımız öykü atölyesinin bu haftaki ödev konusu bizi çok zorladı, onu konuşuyorduk. Genç katılımcıların öykülerini okuyunca, zar zor yazdıklarımı da beğenmiyordum. Nergiz Abla'nın anlatacaklarını merakla bekliyorum. Kadehleri doldurduktan sonra, “Eee, hadi ama!” deyince dili çözüldü.

Yirmi yıldan fazla oldu. Doksanların başları... İki, üç yıllık avukatım o zamanlar. Hani aynı daireleri onlarca kişiye satan bir müteahhit vardı, hatırlar mısın? Hah, işte o iş bana hem dünya kadar para, hem de şöhret kazandırdı. Bine yakın kişinin parasını kurtarmıştım. Özel televizyon kanalları peşimde koşuyor, habire benimle röportaj yapıyorlar, programlara davet ediyorlardı. Gençtim, bekardım, güzeldim...

- Hâlâ güzelsin Abla.
- Hadi canım! Yaş elli beş, iş bitmiş... Kafiyeli olmadı ama, öyle.

Neyse işte... İstanbul'da ne kadar bekar çapkın varsa peşimde koşuyordu. Moon vardı hani, ilk özel televizyon kanalı. Orada bir söyleşiye katıldım, program bitti, bana bir taksi çağırmalarını söyledim. Ehliyetim vardı ama trafikte çok panik yaptığım için araba almamıştım henüz. Binadan çıktım, bekliyorum. Lüks bir araba durdu önümde. Önce camı açıp bana baktı, sonra arabadan çıkıp yanıma geldi. “Ekonomi programına katılmıştım, çıkarken sizi duydum. Taksiyle gitmenize gönlüm razı olmadı. Sizi istediğiniz yere bırakabilirim.” dedi. Adama dikkatle baktım. Otuz, otuz beş yaşlarındaydı. Yakışıklıydı. Uzun saçlarını at kuyruğu yapmış, çok havalıydı. O tarihlerde erkeklerde uzun saç şimdiki gibi yaygın değildi ya, ilgi çekiyordu. Açık kahverengi gözleri içtenlikle parlıyordu. Hoşlanmıştım adamdan. Elimi uzattım, adımı söyledim. “Biliyorum.” dedi, “Hayranınızım. Ben Umut...” Adı da güzeldi. “Zahmet olacak.” deyip, arabaya doğru adım attım. Öyle başladı...

Sevgili olmamız uzun sürmedi. Her yönden beni çekiyor, kendine hayran bırakıyordu. O da bana tapar gibiydi. Aylarca bir rüyada gibi yaşadım. Çok kibar, kadın ruhundan anlayan biriydi. İnisiyatifi bana bırakıyor, önerilerimi hemen kabul ediyor, hiçbir şey için ısrar etmiyordu. Sadece sonbaharda, dağ evine gitmek için çok ama çok uğraştı.

- Dağ evi mi? Ooo... Çok romantik.

Evet, ben de romantik olur diye düşünmüştüm. Seçimi bana bıraktı, sadece “Issız bir yer olsun, doğa ve senle başbaşa kalmaktan başka bir şey istemiyorum.” dedi. Ben de Yalova'da bir yer buldum. Şehirden epey uzakta, yanında yöresinde başka bina olmayan, harika bir yerdi.

- Of! Ne güzel! Kaç gün kaldınız orada?
- Gelmedi ki.
- Gelmedi mi? Aaaa, neden?
- Anlatıyorum işte...

Gideceğimiz gün telefon edip, işinin uzadığını, benim arabayla gitmemi, kendisinin de işi biter bitmez geleceğini söyledi. Doğumgünümde araba almıştı bana. Kullanmayı, daha doğrusu kullanırken korkmamayı öğretmişti. Önce sıkışık İstanbul trafiği, sonra Yalova'da evin anahtarını alma işi ve güzel köy yolları... Böylece vardım eve. Bütün gece bekledim, gelmedi. O zamanlar cep telefonu yok, iş telefonunu da bilmiyorum. Evini arıyorum, kimse açmıyor. Hem meraktan ölüyorum, hem O'na kızıyorum... Getirdiğim iki şişe şarabı da içtim, sızıp kalmışım.

- Başına bir iş mi gelmiş?

Ben de öyle düşündüm. Ertesi sabah İstanbul'a döndüm. Evine gittim, kimse yok. Aylardır sevgiliydik ama beni arkadaşları ile tanıştırmamıştı, iş adresini bile bilmiyorum.

- Ne iş yapıyordu?

Borsacıydı. Kendi şirketim var demişti. İyi para kazanıyordu. İkimizin de işleri yoğundu. Ne bileyim, ayrıntıları sormak hiç aklıma gelmemişti. Ya evlerimizde buluşuyorduk ya da haftasonları İstanbul'dan kaçalım diye yakın yerlerdeki otellere gidiyorduk.

Suratımı asıp evde bekledim bütün gün. Sonunda aradı. Binlerce özür diledi, saçma sapan olaylar olduğunu ve hepsini anlatacağını söyledi. Önce naz yaptım tabii ama tatlı sözlerine dayanamadım, yumuşadım. Yarım saat sonra geldi. Üstü başı perişandı, sakalları uzamıştı. Sarıldı, yeniden özür diledi. Elinde olmayan şeyler yüzünden gelemediğini fısıldadı kulağıma. Öptü, öptü, sanki aylarca ayrı kalmışız gibi öptü beni. Neler olduğunu merak ediyordum. “Oturalım, anlatacağım.” dedi. Ellerimi hiç bırakmadan kanapeye götürdü beni, yanıma oturdu, sarıldı. “Şimdi söyleyeceklerimden bazılarını sana daha önce anlatmalıydım. Biliyorum, kızacaksın. Ama önümdeki sorunları çözüp, sana öyle anlatmak istiyordum.” diye başladı. Ne sorunu, ne oldu, neyi bilmem gerekiyor? Aklımdan bin tane soru geçiyor, sırayla dudaklarımdan dökülüyor, zincir halkaları gibi birbirine ekleniyordu. Bitmek üzere olan bir evliliği olduğunu söyledi önce.

- Aaa! Evli miymiş?

Benimle tanıştığında zaten ayrı yaşadıklarını, aramızdaki her şey çok hızlı geliştiği için anlatamadığını, zaman geçtikçe ve bana olan aşkı büyüdükçe anlatmanın daha da zorlaştığını söyledi. “Boşanma konusunda anlaşmıştık. O meseleyi halledip, sana ondan sonra söylemeyi düşündüm. Ama psikolojisi bozuktu, sık sık karar değiştiriyordu. Uzadıkça uzadı, bir türlü...” Ağlamaya başlamıştı. Konuşmanın başından beri birkaç kez ellerimi çekmiştim; yine tutmuş, bırakmamıştı. Yeminler ediyor, sık sık “İnan bana.” diyordu.

Bir gün önce, “İşim uzadı” dediği şeyin, eşinin işyerine gelerek rezalet çıkarması olduğunu söyledi. “Seni öğrenmiş, gelip şirketin önünde beklemiş. Kıyametleri kopardı sokak ortasında. Zar zor ikna edip evine götürdüm. Belki konuşup ikna eder, boşanmayı çabuklaştırırım dedim. Önce sakinleşir gibi oldu ama sonra yine delirdi. Nereden aldıysa, bir silah çıkardı. Önce bana doğrulttu, beni öldüreceğini söyledi. Öldür, dedim; öldür de kurtulayım senden. Bu sefer silahı kafasına dayadı. Kendini öldüreceğini söyledi. Tek yaptığım O'na doğru gitmekti, inan. Silahı elinden alıp, sakinleştirmeye çalışacaktım. Yanına varamadım bile. Sıktı kafasına. Yığıldı kaldı. Her yer kan... Ne yapacağımı şaşırdım. İnan bana. Alt üst oldum. Ambulans çağırsam bir türlü, polisi arasam... Ben yaptım sanacaklar... Korktum. Oradan kaçıp şirkete gittim. Sabaha kadar uyuyamadım. İnan bir tanem, ben bir şey yapmadım.” dedi.

Şok olmuştum. Yine de sakin çıkan bir sesle “Yaşayıp yaşamadığını kontrol etmedin mi?” diye sordum. Etmemiş, çıkıp gitmiş evden. Meslek refleksi devreye girmişti, evin her yerinde parmak izi bıraktığını falan düşünmeye başlamıştım. Evli olduğunu bana söylememesine kızgınlığım geride kalmıştı o an, şimdi sevdiğim adama yardım etmeliydim. Belki de evde güvenlik kamerası vardı, o zaman gerçek kolayca ortaya çıkardı. Sordum, yokmuş. Umut ağlayarak panik halinde konuşuyor, O'na inandığımı birkaç kez söylememe rağmen hâlâ beni ikna etmeye çalışıyordu. Polisin işe karışıp karışmadığını bilmiyordu. Kimseye bir şey anlatmamış, o gün tatil olduğu için şirkette de O'nu gören olmamıştı.

“Sana gidelim, üzerini değiştirip biraz sakinleş.” dedim. Yol boyunca korkularından bahsetti. Eşi bu intiharı önceden planlayıp, Umut'u katil gibi gösterebilirmiş. Dünkü her şeyi önceden düşünüp, onu eve götürmesini sağlamış olabilirmiş. Olabilirdi; psikolojisi bozuk bir kadının yapamayacağı şey yoktu. İşte o an aptallık edip bir laf etttim.


- Ne dedin?

“O zaman biz de dün bütün gün birlikteydik deriz.” dedim. Amacım sadece sakinleşmesini sağlamaktı. Ama bu öneriye sıkı sıkıya sarıldı. Eve vardığımızda kapıda polisler bekliyordu. Yanlarına gittik, hemen amirlerini çağırdılar. Umut'un kollarına iki polis girdi, o sırada amirleri geldi, “Umut Bey, sizi arıyoruz dünden beri, neredesiniz?” diye sordu. “Ne oldu komiserim? Bir şey mi var?” diye araya girdim. Gözler bana döndü, amir kim olduğumu sordu. Avukat olduğumu vurgulayarak kendimi tanıttım, “Yalova'dan geliyoruz, yorgunuz, içeride konuşsak olmaz mı?” dedim sakin bir tavırla. Polisler hem Umut'u tutuyor, hem de birbirlerine bakıyorlardı. Amir, “Yalova mı?” diye sordu. Bu sefer Umut cevap verdi, “Evet, bir dağ evinde kaldık Yalova'da. Bunları niye soruyorsunuz ki?” dedi. Birkaç dakika önceki korkusu geçmişti, sesi cesur notalardan çıkıyordu. Eve girdik, komiser olayı açıkladı. Eşinin öldüğünü söylediklerinde Umıut'un üzülüşü, “Nasıl olmuş?” gibilerden soruları bana yapmacık geldi. Ama polisler rahatlamış, Umut'a karşı tavırları yumuşamıştı. “Yine de şubeye gidip yazılı ifadenizi almamız lazım.” dedi komiser, “Madem hanımefendi avukat, isterseniz o da gelebilir.” diye ekledi.

- Vay be! Olaya bak!

Nergiz Abla rakısının son yudumunu da içti, derin bir nefes aldı.

İşte böyle, benim sayemde cinayet suçlamasından yırttı o ****** çocuğu... İki üç ay daha beni idare etti, sonra da tüydü.

- Aaa! Bunu beklemiyordum.

Ben de beklemiyordum, ben de... Versene bir rakı daha... Üstelik, salak gibi güvenip borsaya yatırsın diye verdiğim paraları da alıp gitti. Aptalım ben, aptal! Bir silah alıp kendimi vurmalıydım. O piç yüzünden bir daha erkeklere güvenemedim. Bak kaç yaşıma geldim, yapayalnızım.

- Yapma be abla! Deme öyle şeyler. Boşver rakıyı, sana bir kahve yapayım ben.


Cengiz Aladağ, 22.04.2021