Mesajı Okuyun
Old 12-12-2006, 22:46   #7
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Radikal 2'de yayımlanan bir haber:

Kadın, şiddet ve kutsal
Şiddeti sokakta görmeye tahammül edemeyen modern dünyanın vatandaşları, tanık olmadıkları "içerideki" şiddete karşı sessiz kalabiliyorlar


10/12/2006 (71 defa okundu)


SAİME TUĞRUL (Arşivi)

''Fransa'da her üç günde bir, bir kadın kocası ya da sevgilisi tarafindan öldürülüyor". Sosyal Uzlaşma ve Eşitlik Bakanlığı'nın yayınladığı raporun sonucu bu; 2006 Ocak ayından bu yana 113 kadın, erkeklerinin şiddetine maruz kalarak hayatını kaybetmiş. Aile içi şiddet olaylarında ölenlerin yüzde 83'ü kadın. Kocalarını öldürenlerin ise yüzde 66'sı, daha önce kocalarından defalarca dayak yemiş kadınlar. Karılarına dayak atan, hatta öldüresiye döven erkeklerin her sınıftan olduğuna dikkat çeken rapor, bu şiddet eylemlerine karşı parlamentoyu ve yargı kurumlarını, kadınları korumak için daha ciddi reformlar yapmaya davet ediyor. Bir yandan da toplumu bu konuda uyarmak üzere çeşitli dernek ve örgütler de "aile içi şiddete karşı" kampanyasını başlatıyor.

Bu kampanya çerçevesinde televizyonda gösterilen bir anons, özellikle ilgi çekici. Çocukları rahatsız edebileceği düşünülerek, gece geç saatlerde yayınlanan tanıtım filminde gördüklerimiz, biz büyükleri de altüst etmeye yeterli: Önce mutfakta yemek hazırlayan bir genç kadın görüyoruz, bıçakla bir şeyler doğruyor, dolapları açıp yiyecekleri çıkartıyor. İkinci planda ise, bir erkek salonda gazetesini okuyor, arada bir de kızgın gözlerle, tabak çanak seslerinin geldiği mutfağa bakıyor. Bir anda gazetesini fırlatıp mutfağa giden erkek, kadını saçlarından yakalayarak, bağırarak, gürültü yapmamasını söylüyor. Kadına tokat atmıyor, başka yerine de vurmuyor ve bir yandan da vurmadığını, vurmayacağını şiddetle tekrarlıyor. Aynı anda, bukle bukle saçlı küçük bir erkek çocuğu, mahzun gözlerle bu sahneyi izliyor. Kocasının pençesinde kıvranan ve ağlayan kadın yere düşüyor. Çocuğu, düştüğü yerden kendisine çaresiz bir ifadeyle bakan kadına yaklaşıyor. Ayakta duran çocuk, yerde yatan kadının karnına bir tekme atıyor.

Şiddetiyle, seyredenlerin de karnını burkan bu mini filmin, ilk başta, vermek istediği mesajları tahmin edebiliyoruz:

1) Aile içi siddet başladığı yerde kalmıyor, bir sonraki kuşak da benzer davranışları üretiyor, (İstatistiklere göre, karısına, çocuklarına dayak atanların çoğu, kendi çocukluk yıllarında da anne-babalarından dayak yemiş kişiler.)

2) Erkek, dövmediğini, vurgulu bir biçimde tekrarlıyor ama davranışının şiddeti vurmakla eşanlamlı,

3) Vurmayanla vuran aynı kişi değil ama "ayrışmamış" iki kişiler; baba ve oğul. Çocuğun erkek modeli, şiddet gösteren babanın henüz yapmadığı icraatı -tekme atma- oğlu gerçekleştiriyor, yani biri diğerinin uzantısı,

4) Tek suçu kocasına ve çocuğuna yemek hazırlarken gürültü yapmak(!) olan kadına karşı kullanılan şiddetin "boşuna, temelsiz" karakteri***, karılarını dövmek için kocaların özel bir nedene ihtiyaçları yok!

İçerisi-dışarısı

Bunların ötesinde, aile içi şiddete özgü bir başka olguyu bize hatırlatıyor. Kapalı bir mekân, "ev içi". Anne, baba ve çocuğun paylaştığı bu mekânın içinde geçenler "dışarıya", kamusal alana sızmıyor. Dolayısıyla şiddet, sokağa taşmadan, bu küçük mekâna sıkışmış. Buradaki "içerisi-dışarısı" dikotimisi, bireyin dışardaki sosyalliği ile içerdeki arkaik niteliği arasındaki ikilemi de ortaya çıkartıyor. Dışarda, sosyalleşmiş birey, normların getirdiği huzur ve barış ortamında düzenin korunmasına katkıda bulunur, onun aktif bir parçasıdır. Sosyal düzeni tehdit edecek, topluluğu kaosa itecek davranışlar, yasal yollarla olduğu kadar, eğitim yoluyla da birey tarafından içselleştirilir. "Şiddet", "kutsal", "mimetizm krizi" etrafında yaptığı araştırmalarda René Girard, şiddetin oluşma mekanizmalarını incelerken, bu kavramın sosyal barışın oluşma sürecindeki fonksiyonelliğini, özellikle ilkel toplumlarda "kutsal" etrafında oluşan ritüellerle açıklar. "Kutsal"ın özünü dışardan gelen şiddet oluşturur. R. Girard'a göre, şiddet bir taraftan "sosyal barışın" gizli nedeni olduğu kadar, bu barışı da mümkün kılan temel öğedir. Eğer, ortada normal bir düzen var ise, bu daha önceki bir şiddet, ya da Girard'ın deyimle "mimetizm" krizinin meyvesidir. Toplum, genellikle bu krizi bir "kurban" seçerek ve onu feda ederek çözer. Kurbanın fonksiyonu, krizi kendine rağmen üstlenerek barışın tekrar gelmesini sağlamaktır.
Oysa modern toplumlarda, sosyal barış adına kurbanlar, ritüeller ve kutsallık etrafında verilmiyor. (Her ne kadar, töre cinayetlerinin "kutsal" ve "kurban" kavramlarıyla yakın ilgisi varsa da, daha ayrıntılı bir inceleme gerektirdiğinden, bir başka yazının konusu olacaktır). Bireysel özgürlük, insan hakları ve kişisel başarının bir şekilde kutsallaştırıldığı, hedonist tüketim toplumunda, sosyal uzlaşmayı tehdit edici, şiddet krizlerine yol açabilecek davranışlar da tüketiliyor, tüketilemeyen de evlere taşınıyor.

Şiddeti sokakta görmeye tahammül edemeyen modern dünyanın vatandaşları ise, tanık olmadıkları "içerideki" şiddete karşı sessiz kalabiliyorlar. Dışarıdaki şiddete karşı, örneğin ırkçı bir saldırıya karşı, "civilite" örneği vererek, protesto yürüyüşleriyle, gazete sayfalarını ve televizyon ekranlarını doldurabiliyorlar. Ancak üç günde bir öldürülen kadınlar için kimse üç günde bir sokaklara dökülmüyor. "Kadınlara yapılan şiddete karşı" diye icad edilen yılda bir günde bile kadınlar, siyasileri, sivil toplum örgütlerini toplamakta zorlanıyorlar. Kadınlara yönelik cinayetler, diğer adi cinayetlerle eşanlamlı kabul ediliyor!

Oscar Wilde, 'Reading Zindanı' baladında "Herkes sevdiğini bir şekilde öldürür: Kimisi bir bakışla, kimisi bir bıçak darbesiyle..." der, oysa kadınlar hep aynı şekilde öldürülüyorlar: Dayak, tokat, tekme gibi ritüellerin sonunda gelen bir bıçak darbesi ya da kurşunla... Erkeğin şiddetinin yatışması için bir kurban vermesi gerekiyor. Neredeyse her gün feda edilen kadınlar, dışarıda vahşetine katlanamadığımızdan evlerin içine ittiğimiz, erkek şiddeti adına verilen kurbanlar.