Mesajı Okuyun
Old 12-07-2003, 07:03   #33
Refya

 
Varsayılan Öykü

Dirseğini masaya dayamış, çenesini de avuçlamış, öyle düşünüyordu. Başını usulca kaldırıp pencereye baktı. Karanlıkta bir şey görünmüyordu. Masadaki şişeyle boşalan bardağı tekrar doldurdu; iri şişe boşalmak üzereydi.
Babasından iki ay önce gelen korkunç haber, beynine çakılmış bir mıh gibi duruyordu. Karısı hamile olduğu için onu anasının evine göndermişti. Göndermiş miydi, yoksa o mu gitmişti! Karısı onun açısını ne kadar paylaşırdı, ya da kaç gün daha dayanırdı?

Zaten iyi günde doğru dürüst geçinemiyorlar, sık sık tartışıyorlardı! Bu dayanılmaz yürek acısını gerçekten kaç gün daha onunla paylaşırdı? Üç gün, beş gün; bilemedin bir hafta sonra, onu içinde bulunduğu bunalımdan çıkartmak istermişçesine ufaktan başlardı: “Haydi kalk tıraş ol, duş al, giyin sokağa çık! Falana, filana gidelim biraz açılırsın!” ve sürdürüp giderdi dozajını arttırarak! Ardından da bağrışmalar, küskünlükler...
Elini iki haftalık tıraşsız yüzünden gezdirdi. Başını çaprazlama masaya koyduğu kollarının üzerine bıraktı. Beyaz badanalı duvara asılı çerçevenin içindeki fotoğrafa takıldı gözleri. İlk bakışta gelinliği anımsatan beyaz dantelli elbisesiyle Nursen ona gülümseyerek bakıyordu. Altın sarışı saçları omzuna düşmüş, beyaz elbisesinin üzerinde ışıl ışıl ışıldıyordu. Çocuksu yüzünü tatlı kılan bakışları öylesine mahzun ve etkileyiciydi ki, ona olan özlemiyle yüreğinde korkunç bir acı duydu! Gözlerinden dökülen yaşlar masadaki kollarına düştü. Yürekten gelen bir sesle:
“Günahsız gülüm! Zavallı kardeşim!” dedi ve hıçkırıklar konuşmasını engelledi.
O ara Nursen, ani bir sıçramayla aşağı atlayıp önüne dikildi!
Sami, yaş dolu gözlerini Nursen’e kilitlemiş, ne olup bittiğini anlamadan bakıyordu.
Nursen sokulup elini ağabeyinin omzuna koydu, yanağından öptü.
Nursen’in kan kırmızı dudakları, Sami’nin yanağına buz gibi yapışınca, irkildi! Şaşkın şaşkın bakıp:
“Olamaz, rüya mı görüyorum yoksa? Nursen bu!... Aman Allah’ım olamaz Nursen öldü! intihar etti, astı kedini!... Olamaz!” diye haykırdı.
“Benim abi ben!” dedi Nursen. Sesi kadife gibi yumuşaktı.
“Bedence yok olmak, o kişinin ölmesi demek anlamına gelmez! Ölmüş olabilmek için unutulmak gerekiyor. Bir kişi unutulmuşsa işte o zaman ölmüştür! Bak benimle konuşuyorsun, öykülerinden benden bahsediyorsun. Demek ki, senin için ben ölmedim, yaşıyorum. Yaşamasam, benimle konuşur, beni çağırır mısın, günde kaç kez adımı anıyorsun? Ölmüş bir kişi, çok seyrek anımsanır, ayda yılda bir adı anılır değil mi? Sen günde kırk kez beni anıyor, beni tüm benliğinde yaşatıyorsun! Ben hiç ölür müyüm abi?... Ölmüş olsam bile sen beni yaşatıyorsun!... Başka beni anan yok! Bir sen varsın! Ne zaman beni unutursan işte o zaman ölürüm abi!...”
“Affet beni güzel bacım, yüreğim özleminle kavrulur nice zamandır! Yokluğun benim için büyük bir kayıptı. Nasıl da özlemişim seni!” dedi Sami ve Nursen’i kollarının arasına alıp yanaklarım, saçlarını öpmeye başladı.
“Gelişim sürpriz oldu!”
“Ne iyi ettin geldiğine! Seni tekrar görmek, beni çok mutlu etti. Sevincim anlatamayacağım kadar büyüktür!”
“Sevineceğim biliyordum! Zor durumdasın herhalde abi! Seni sık sık duyarım, bir kurtarıcı arar gibisin, belki yardımım dokunur umuduyla çıkıp geldim! Ağlama abi! Benim de yüreğim yanık, gönlüm yaralıdır, biliyorsun! Ama önce seni konusalım!...”
“İyi değilim bacım! Umutsuzum! Karamsarlık içimi bürümüş, karartmış yüreğimi! Yaşam isteğim, sevincim körlenmiş!”
“Neden abi, neden? Oysa mutlu olman gerek! Zorla büyüdüğün çevreden koparılmadın, sevmediğinle de zorla evlenmedin! Sonra hep ileriyi görmek isteyen biriydin bu karamsarlık neden?”
“Şöyle bir çevrene bak bacım! Sokakları dolduran milyonlarca insanım diyen yaratık görürsün! Bunların kaç tanesinin kafa dedikleri organı sağlıklı düşünüyor? Çok azının tabii! O azınlığa da neler yapılmıyor ki? Hırsızı namussuzu, dolandırıcıyı, soyguncuyu tanıyan, gelecek olan her türlü tehlikeyi sezen o azınlık dövülüyor, kurşunlanıyor, hapishanelere dolduruluyor, susturulmak isteniyor! Günlük gazetelerin hangisinde hırsızlar, çeteler, talancılar, babalar, gündemin ilk sırasında değil? Hangi televizyon kanalı, onları gün boyu anlatmıyor? Kaç tane milletvekili şaibeli değil? Hangi başbakan önce kendini ve akrabalarını mal ve söz sahibi yapmadı? Kaç yazar, kaç haberci, faili meçhul olarak tarihe yazıldı? Kaç yazar, gazeteci, bilim adamı hapiste? Din tüccarları meydanı boş buldukları için alabildiğine at koşturmuyor mı? Hele bu yobazlar, sokaklarda kızları, kadınları çevirip giysilerini dahi eleştirmiyor mu? Aile içi baskılar had safhada değil mi? “Örneğin sen güzel bacım! Büyüdüğün çevrede yaşamak, sevdiğine kavuşmak, ev içine kapatılmamak; senin de hakkın değil mi? Seni buradan zorla alıp götürmek kimin hakkıydı? Senin kaderini kim belirleyebilir?... Ne yazık ki devlet dışarıda, komşular mahallede; ana, baba, abi, amca, dayı, ailede baskı yapar ve bir başkasının nasıl yaşaması gerekiyorsa, onlar tayin eder!” dedi Sami ağlıyordu.
“Üzülme abi, bir gün mutlaka her şey düzelir buna inan!...”
“İnanmak mı? Çok klasik bir kavram!... İnanmak diye bir kavram var ama, inanan yok! Kim kime inanıyor? Kanımca çok az inanan ya da inanılan kişi var!... Saçmalıyorum bacım bağışla! Aslında insanlar onları yaratana bile tam inanmıyorlar! Birbirlerine nasıl inansınlar?”
“Hiç umut yok mu dersin?”
“Bilmiyorum, belki de var?” dedi ve Nursen’in omzundaki kolunu çekip, “Çay içersin değil mi?”
“İçerim abı. Çok özledim çayı!” dedi Nursen.
Sami onun omzuna elini tekrar koyup mutfağa doğru götürdü. Kendisi ocağı yakıp çay suyu koyarken Nursen de oradaki bir sandalyeye oturdu, isteksiz bir tonla:
“Yengem nasıl?” dedi.
Sami bunu beklemiyordu. Su doldurduğu çaydanlığı ocağa koydu bir süre suskun bekledikten sonra:
“İyi!” dedi.
Nursen bu ‘iyi’ sözcüğünün geçiştirmek için söylemiş olduğunu ve özenle seçildiğini ayrımsamış, onun bir süre suskun kalışını da bu sözcüğü aramasına bağladı.
“Anlaşamıyorsunuz, öyle mi?”
“Çok yabancıyız birbirimize! Anlaşamamak için birleşmişiz sanki! Üç yıldır evliyiz, göstermelik bir evlilik ama, o da bitti! Annesine gitti iki ay önce. Ayrılacağız galiba!... Ayrılsak ne yapar tek başına diye düşünüyorum. Benimle kaçıp evlendiği için ailesi onu yanına almaz, alsalar da bin türlü işkence ederler. O da bilincinde bunun. O yüzden boynu bükük... Bu da beni çaresiz kılıyor boşanmayı çok istediğim halde boşanmıyorum! Sonra, her şeye boş vermiş gibi, mücadeleci biri değil. Kendi işini bile kendisi göremeyecek kadar zavallı! İlk günden beri onun kendi ayaklarının üzerinde durması için sürekli çaba harcadım, olmuyor. O zerrece değişmemek için adeta direniyor!”
“Varsın o da istediği gibi sürsün yaşamını abi! Yaşam onun değil mi?”
“Onun... Onun ama bunaltıyor, sıkıyor, insanı! Aynı, elinden tutulup gezdirilen bir kör gibi yaşanmaz ki! insan biraz atılgan olur, bir konuda fikrini söyler, doğru bulduğu şeyleri savunur, yanlış bulduklarını tartışır! Ama o böyle değil, kırmızıya sarı desen, bön bön bakar, yok o sarı değil, kırmızıdır demez! Bu da çok zoruma gidiyor. Ona karşı olan sevgimi saygımı silip götürüyor!”
Nursen başını eğip bir süre öylece kaldı. Sonra:
“Oysa ne zorluklarla evlendiniz!” dedi. Üzgündü! Düş kırıklığına uğramış gibi bir süre daha başı öne eğik düşündü.
Sami, Nursen’in başını ellerinin arasına alıp gözlerinin içine baktı, alnından öptü. Sonra demlediği çayın altını kıstı. Demliğin kapağını açtı, kapağın altından bir top buhar yükseldi tavana, suyun üzerinde toplanan çayı karıştırıp yeniden kapağı kapattı.
“Az sonra demlenir!” dedi.
Dolaptan iki bardak çıkartıp gelişigüzel suyun altına tuttu. Birer de kaşık attı içlerine, sonra bir eliyle bardakları avuçladı, öbür eline şeker kutusunu aldı. Yaptığını basit buldu. Elindekileri tekrar oraya bıraktı; dolapta çay tepsisini, bardak altlarını çıkarttı. Şekeri de tepsiye koydu, başka bir tabağa bisküvi doldurdu ve Nursen’e bakarak yumuşak bir tonla:
“Oturma odasına geçelim mi?” dedi.
Nursen, oturduğu yerden kalkıp ağabeyinin elindeki tepsiyi almak istedi.
Sami sevecen bir bakışla onu süzdü, gülümseyerek:
“Sen benim en kıymetli misafirimsin, sana bir çay ikram etmeme müsaade et benim talihsiz bacım!” dedi ve tepsiyi Nursen’e vermedi.
Oturma odasına girdiler. Nursen odayı gözden geçirdi. Duvarlardaki aile fotoğraflarını özlem dolu bakışlarla seyretmeye koyuldu.
“Evi yeniden düzmüşsün önceden böyle değildi.” dedi. Çiçeklerle süslenmiş bir çerçeve içindeki kendi fotoğrafını görünce, çocuk gibi sevindi!
“Şurada!” dedi, “Pencerenin önünde üçlü bir koltuk vardı. Orası babama aitti. O evdeyken başkası oturamazdı oraya. Boydan boya uzanır, ayaklarının dibine de beni oturturdu. O koltukta çektirmiştim bu fotoğrafı. Başımdaki fötr de babamın. Bak yanımda ayakları görünüyor. Bileklerinden kesmiş makine. Başka fotoğrafım var mı abi?”
“Var! Hepsini albümümde saklıyorum, kimde senin fotoğrafın varsa hepsini topladım! Bakamıyorlarmış, görünce yürekleri sızlıyormuş, bu yüzden yakmak istiyorlardı! Kızmıştım onlara ve ellerindeki tüm fotoğrafları aldım!”
Nursen ağlamaklı oldu! Yüzünü saklamak için arkasını döndü.
“Beni suçluyorlar, öyle mi?”
“Hayır Seni suçladıkları için değil!” dedi Sami ve sustu.
Nefret ettiği ölüm konusuna yeniden döndükleri için kendini suçladı.
Nursen de sustu. Yüzünü gizliyordu. Belli ki ağlıyordu, göz yaşlarını göstermemeye gayret ediyordu. Utanıyor muydu? Kim bilir?...
Sami, gerginleşen havanın etkisinden kurtulmak için olsa gerek, mutfağa gidip demlediği çayı getirdi.
Nursen, onun bardakları dolduruşunu seyretti. Sonra Sami’nin önüne sürdüğü bardağı alıp koltuğa sırtını yasladı. Buharı tüten çayı tam yudumlayacakken vazgeçip, bardağı masaya bıraktı:
“Kimsenin beni suçlamaya hakkı yok! Herkes vicdan azabından kurtulmak için bir suçlu arayarak, haklı görünmeye çalışıyor! Benim neler çektiğimi bilen var mıydı? Hangi acılara katlandığımı bilen var mıydı? Bir insanın kendi canına kıyması o kadar kolay mı?” dedi ağlamaklı.
“Kolay değil bacım! Ama bazı konuları anlamakta hala güçlük çekiyorum? Belki de anlayamadığımız için seni suçluyor gibi bir durum hasıl oluyorsa da bu suçlamadan ziyade, on sekizinde yok olan bir fidana duyulan acıma duygusu olduğunu zannediyorum!”
“Kimsenin bana acımasını da istemiyorum! Acınacak bir halim de yok zaten! Ben kendime uygun olanı yaptım! Bir insanın hayatını kiminle paylaşacağı, nerede ve nasıl yaşayacağı, başkaları tarafından kararlaştırılırsa, o insan da hayatını özgürce yaşayamayacağına inanırsa, benim seçtiğim bu onurlu yolu seçer! Yaşamımın bu şekilde sonuçlanmasında sorumlulardan biri de sensin abi!...”
“Neler söylüyorsun gülüm?”
“Babamın önüne geçemez miydin? Beni götürmesine karşı çıkamaz miydin? Götürme, yanımda kalsın, diyemez miydin? Şöyle diyemez miydin?”
“Dinler miydi sanıyorsun? Tanımıyor gibi konuşma!”
“Deneseydin! Ne kaybın olurdu?... Olsa olsa iki tokat atardı, ya da karşı geldiğin için azar işitirdin!”
“Peki sen niçin direnmedin bacım? Götürülmek istenen sen değil miydin?”
“Direnmedim mi?... Kim dinledi beni? Arka çıktın mı bana? Belki sen de gitmemi istiyordun!... Elimden gelen her şeyi yaptım gitmemek için!”
“Beni suçlama bacı! Beni suçlama! Bak senden sonra ne hale girdim! Senin verdiğin acı, beni hayata küstürdü! O günden sonra bir gün olsun gülmedim! Yolun sonuna gelmiş gibiyim! Ne olur beni suçlama!” dedi Sami, göz yaşları yanaklarından aşağı süzüldü.
“Kimseyi suçlamıyorum sadece gerçeği söylüyorum!” dedi Nursen ve susup, Sami’ye sokuldu.
Sami, kollarını Nursen’in boynuna dolayıp sıkı sıkı sarıldı. Gözlerin kapayıp, o günü anımsamaya çalıştı.
Nursen’in, eski bir binanın ağır kapısını iterek açıp içeri girdiğini gördü. Koşar adımlarla merdivenleri çıkıyordu. Üçüncü katta, önünde durduğu kapının zilini çaldı. Kapı açıldı, Emrah’ın annesini karşısında görünce heyecanla utangaçlığın verdiği duyguyla ona baktı.
“Hoş geldin kızım içeri girsene!” dedi kadın ve Nursenin içeri girmesi için kenara çekildi.
Nursen tedirgin ve çekingen adımlarla oturma odasına yürüdü. Odaya girmeden kapıda dikilip kaldı! Emrah’ın babasının evde olabileceği aklına bile gelmemişti. İyice tedirgin oldu, geri dönüp gitmeyi arzuladı.
Emrah da babası da kapıda donmuş gibi dikilen Nursen’e şaşkınlıkla baktı!
Emrah, oturduğu yerinden kalkıp Nursen’e doğru yürüdü:
“Ne oldu Nursen, bir şey mi var?” dedi.
Nursen donmuş gibi duruyor, utancından başını önüne eğmiş bekliyordu.
“Bir şey mi oldu? Konuş, Allah aşkına!”
Nursen başını usulca kaldırıp Emrah’ın babasına şöyle bir baktı.
“Çekinme kızım, bir şey mi oldu? Benzin sararmış, üstelik titriyorsun da, anlat ne oldu?” dedi. Emrah’ın babası, o da kalkıp yanına geldi.
“Beni götürüyorlar!” dedi. Fısıltı gibi çıktı sesi.
“Nereye?” dedi Emrah.
“Köye! Temelli dönüş yapıyoruz!”
“Nasıl olur, hani daha bir ay zamanınız vardı? Neden öyle ani karar verdiniz?”
“Kararı babam verdi, akşam sekiz uçağıyla uçuyoruz!”
“Ne diyorsun sen? Bu akşam mı?”
Nursen usulca başın kaldırıp Emrah’a baktı, fısıltı halinde:
“Evet, bu akşam!” dedi ve başını tekrar önüne eğdi.
“Ne yapacağız şimdi, nasıl geçeceğiz babanın önüne?” dedi Emrah bir babasına, bir annesine baktı. Tam bir panik içindeydi.
Annesiyle babası da bir birlerine bakıp durdular.
“Ben size gidip isteyin demedim mi? Ne yapacağız şimdi, söyleyin ne yapacağız?” diye bağırdı.
“Dür oğlum, dür hele! Bağırmakla çağırmakla olmaz, istedik vermediler!” dedi annesi.
“Ama duymadın mı, bu akşam gidiyorlarmış? Yani sekiz saat sonra!”
“Bir çaresini buluruz elbette!” dedi babası.
“Daha ne duruyorsunuz? Hemen gidip isteyin! Şurada birkaç saat zaman kalmış!” dedi Emrah.
“Sakin ol oğlum, yola çıkmak üzereler! Bu durumda gidip de kız istenir mi hiç? İnsana gülerler! Adreslerini alıp yazın izine gidince Allah’ın emriyle gidip isteriz!” dedi annesi.
Nursen tüm cesaretini toplayıp:
“Ben babamla köye dönmek istemiyorum! Buraya da gitmemek için geldim!” dedi, başı biraz daha öne düştü. Onların yüzündeki ifadeyi görmüyordu. Ama şaşırdıkları, uzun bir süren suskunluklarından anlaşılıyordu. Çünkü öyle bir şey beklemiyorlardı. İlk şaşkınlığı atan Emrah’ın babası oldu.
“İşte bu olmaz kızım, bu olmaz!” dedi. Onun duygularını incitmemek için ses tonu gayet yumuşatıp, “Seni telli duvaklı bir gelin olarak evime almak isterim! Annenin, babanın rızasıyla, dostlukla olsun isterim! Sana söz veriyorum, köyünüze gelip, seni Allah’ın emri, Peygamberin kavli ile isteyip, telli duvaklı gelin edeceğim, buna emin ol!”
Nursen, arkasına bakmadan oradan ayrıldı! Son umudu da yıkılmış, tam perişan olmuştu! Yol boyunca hep ağladı! Tam bir çıkmazdaydı! Nasıl yol bulup çıkacağını bilmiyordu! Beyni durmuş, düşünce üreten hücrelerine kilit vurulmuştu sanki!
Yürüyerek Ren’in Kıyısına gitti. Bir ara köprüye çıkıp Ren’in azgın sularına atlamayı düşündü, etrafta birçok insan vardı! “Kurtarırlar da rezil olurum!” korkusuyla vazgeçti. Köprünün üzerinde hızla gelip, giden arabaların önüne kendini atmayı bile düşündü! Ama bir türlü beceremedi. Bir hayli bezgin bezgin dolaştıktan sonra, isteksiz olduğu halde, eve gitmek zorunda kaldı.
“Hatırlıyor musun abi, eve geldiğimde hepiniz telaş içindeydiniz! Senden başka bana gülümseyen olmadı herkesin suratı iki karıştı!” dedi Nursen.
Sami, kollarının arasındaki Nursen’i bırakıp, masadaki çay bardağına uzandı:
“O günü unutmam mümkün değil! Akşam sekizde uçacaktınız ama, saat üç olduğu halde sen evde yoktun! Annem huzursulaşmış, yerinde duramıyordu! Kaygısız rahat bir şekilde koltuğa uzanmış televizyon izleyen babamın tepesine dikilip:
“Bre herif, şu kız dört saattir gideli, hala gelmedi! Son günde başımıza bir iş açmasın?’ dedi, sinirliydi.
“Nereye gitti?’ dedi, babam da.
“Arkadaşlarına Allahaısmarladık demeye gitti.”
“ Gelir o zaman.”
“Gelir diyorsun ama, bak hala gelmedi! Zaten günlerdir ağlayıp duruyor, ‘İki oğlunu burada bırakıyorsun da beni niye götürüyorsun?’ diye başımın etini yedi! Aklıma kötü şeyler geliyor!”
“Pasaportunu iptal ettirdiğimizi biliyor! Artık iş işten geçti! Sonra kız başına burada kalıp ne yapacak?”
“Belli mi olur?... Cahil çocuk işte! Kalk Sami ile gidip bakın bakayım nerede kaldı! Zaman da kısaldı, daha yapılacak bir sürü işimiz var!”
Babam, uzandığı koltukta isteksiz kalktı. Pencereye gidip bir süre dışarıyı seyretti, sonra yavaş hareketlerle salona geçti, asılı ceketini alıp giydi, fötrünü de başına geçirip ayakkabısını giymek için dış kapıya giderken: