Mesajı Okuyun
Old 11-02-2007, 13:12   #1
Doç. Dr. Özge Yücel

 
Varsayılan Lozan Barış Antlaşması'nda Azınlıklar

Makalemi sizinle paylaşmak istedim. Görüşlerinizi bekliyorum.

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NDA AZINLIK

Lozan Barış Antlaşması’na genel olarak egemen olan fikir eşitliktir. Bu, hem vatandaşlar arasında eşitliği ifade eder; hem de egemen eşit devletler arası ilişkilerin düzenlendiğini ifade eder. Antlaşma ulus üstü değil uluslararası niteliktedir; bunun anlamı hükümlerin ve teamüllerin tüm taraf devletlerin iradelerinin birbirine uygunluğu neticesinde kabul görmesidir. Bu antlaşma ulusal egemenliğe saygı duyma zorunluluğundan doğduğu için devlet egemenliğine müdahale etme gibi bir iddiası bulunmamaktadır. Getirdiği yükümlülük uluslar arası hukukun en önemli ve vazgeçilmez ilkesi ahde vefadır. Ancak görüyoruz ki taraf devletler ahde vefa ile uyuşmayan politika izleme ve tavır takınma tutumu içindeler. Ben bir hukuk öğrencisi ve Türk genci olarak Lozan Barış Antlaşması’nın içeriğini açıklama ve ahde vefa yükümlülüğünü hatırlatmayı borç biliyorum.

Lozan’da Azınlık Tanımı

24 Temmuz 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ve 1. Dünya Savaşı’ndan yengiyle çıkan devletler arasında bir varoluş belgesi niteliğini taşıyan barış antlaşması olan Lozan Barış Antlaşması’nın 3.kesiminde Azınlıkların Korunması başlıklı hükümler yer almaktadır. 37.maddeden 45.maddeye kadar sıralanmış hükümlerden çıkarılan genel düşünce eşitliğin sağlanması ve Erzurum Kongresi’nde belirlendiği üzere azınlıklara sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıkların verilmemesidir. Ayrıca Lozan’a hakim fikir Türk ulusunun tüm dünyaya kabul ettirilmesi ve demokratik halkçı Türk devriminin tanınmasını sağlamaktır. Türk ulusunun kabulü azınlıklarla ilgili maddelere de yansımış bulunmaktadır. Dini devletten ve kamu düzeninden tamamen soyutlayan yeni Türk Devleti dini toplumda kaynaştırıcı ve dayanışma sağlayacak bir olgu olarak kabul etmiş ve azınlığı Müslüman olmayanlar olarak belirlemiştir. 38.maddenin 3.fıkrasındaki “Müslüman-olmayan azınlıklar, bütün Türk uyruklarına uygulanan ve Türk Hükümetince, ulusal savunma amacıyla ya da kamu düzeninin korunması için, ülkenin tümü ya da bir parçası üzerinde alınabilecek tedbirler saklı kalmak şartıyla, dolaşım ve göç etme özgürlüklerinden tam olarak yararlanacaklardır.” hükmünde azınlık tanımı açıktır: Müslüman olmayanlar. Müslüman olan azınlık diye bir şey olamayacağını vurgulamak üzere -kanaatime göre- Müslüman olmayanlar öbeğinin ortasına birleştirici bir noktalama işareti, kısa çizgi konulmuştur. Azınlığın sadece Müslüman olmayanlardan oluştuğunu belirtmek için 42.maddenin 3.fıkrasında başka bir hükme rastlıyoruz: “Türk hükümeti, söz konusu azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve öteki din kurumlarına tam bir koruma sağlamayı yükümlenir.” Azınlıklara ait ibadethaneler arasında kilise ve havra sayılmış olup camii veya cemevi gibi İslami ibadethaneler yer almamaktadır. Ayrıca devletler arasında mütekabiliyet(karşılıklılık) ilkesine dayalı bir madde olan 45.maddede de şu tümce oldukça anlamlıdır: “Bu kesimdeki hükümlerle, Türkiye’nin Müslüman-olmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan’ca da, kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır.”

Kanun Önünde Eşitlik

Antlaşmanın tüm bölümlerinde olduğu gibi “Azınlıkların Koruması” başlığını taşıyan bölümde eşitlik vurgulanmaktadır. 38.maddenin ilk fıkrasına göre “Türk Hükümeti Türkiye’de oturan herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan olma (milliyet), dil, soy ya da din ayırımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir.” 39.madde bütünüyle eşitlik konusunda düzenlenmiştir: “Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık (medeni) haklarıyla siyasal haklardan yararlanacaklardır. Türkiye’de oturan herkes, din ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşit olacaktır.” 39.maddenin diğer fıkralarına dil konulu alt başlığımız kapsamında değinilecektir. 40.maddede ise “Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma konularında eşit hakka sahip olacaklardır.” hükmü azınlıklara ayrıcalık değil eşitlik sağlanacağını belirtmektedir. Bunu sağlamak üzere 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmış, bütün eğitim kurumları tek merkezden denetlenmiştir. Dinsel ayinlerini serbestçe yapmalarını sağlamak ise zaten din ve vicdan özgürlüğünün gereğidir ve gerçekleştirilmiştir.

Dil

Bu konuda Lozan Barış Antlaşması’nın 39.maddesinde önemli hükümlerine rastlıyoruz. Ancak son zamanlarda görüyorum ki bu madde aslından farklı bir ifadede kullanılarak amacından saptırılmaya çalışılmaktadır. 39.maddenin 4.fıkrasında “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.” hükmü aslında çok açıktır: Türkler istediği dili özel ilişkilerinde kullanabilecektir. Ama bu hükümde istediği dilde yayın yapabilecektir biçiminde bir anlam bulmuyorum. Çünkü dikkat edilirse maddede yayınlarında dilediği dili kullanmasına kısıtlama konulmayacağı belirtilmeyip açık toplantıların konuları sıralanıp yayın bu toplantıların kapsamına alınıyor. Böyle toplantılarda istediği dili kullanmak da zaten bireylerin özel yaşamlarına ilişkin bir durum olup kamusal yani toplumsal bir konu değildir. 39.maddenin son fıkrasında ise “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.” hükmü adil yargılamanın sağlanmasına yöneliktir. Zira adil yargılamanın koşullarından biri de sanığın kendini savunabilmesi için dilediği dili kullanmasına izin vermek olacaktır. Bu durum kamusal alanda resmi dil zorunluluğunun bir istisnasını teşkil eder, sebebi ise adil yargılama ve dolayısıyla eşitliktir.
41.maddenin ilk fıkrasında eğitimde dille ilgili bir hüküm bulunmaktadır: “Genel(kamusal) eğitim konusunda, Türk Hükümeti, Müslüman-olmayan uyrukların önemli bir oranda oturmakta oldukları il ve ilçelerde, bu Türk uyruklarının çocuklarına ilk okullarda ana dilleriyle öğretimde bulunulmasını sağlamak bakımından, uygun düşen kolaylıkları gösterecektir. Bu hüküm, Türk Hükümeti’nin, söz konusu okullarda Türk dilinin öğrenimini zorunlu kılmasına engel olmayacaktır.” Görüldüğü gibi azınlıklara ilkokulda anadilde öğrenim hakkı verilmekte ama Türkçe’nin Türk devletinin ve Türk ulusunun dili olduğu unutulmadan Türkçe öğretilmektedir. Bir devletin dilini o devletin uyruklarının öğrenmesinden ve o dille iletişim kurmasından daha doğal bir şey olamaz.

Türk Hükümeti bu antlaşmayla azınlıkların şahsın hukuku ve aile hukuku ile ilgili uyuşmazlıklarında onların geleneklerinin esas alınacağını taahhüt etmiştir. Ancak 1926 Türk Medeni Kanununun kabul edilmesiyle modern eşitlikçi bir hukuk sisteminin yürürlüğe girdiğini gören azınlıklar Türk Medeni Kanununa tabi olmak istemişlerdir ve böylece ulus devlete uygun olarak tek hukuk sistemi uygulanmıştır.

Sonuç olarak bağımsızlık savaşının zaferiyle imzalanan bu antlaşma aydınlanma çağının getirdiği ulus devlet, eşitlik, din ve vicdan özgürlüğü gibi kavram ve olguları benimser ve güvence altına alır. Lozan Barış Antlaşmasının bu hükümlerinin değiştirilmesine yönelik düşünceler düşünce olarak kalmaya mahkumdur, onların değiştirilmesi AB ya da ABD iradesiyle mümkün değildir. Değiştirilmesine ilişkin usul ve esaslar antlaşmada belirlenmiştir. Bu durumda kişilere ve devletlere düşen, antlaşmaya, uluslararası hukukun genel ilkelerine ve uluslararası örf ve adete uygun davranmaktır.