26-08-2006, 00:34
|
#24
|
|
İnsanlar peygamberlerini idam ettiler, hala pişman değiller.
İnsanlar Sefiller’i okudular, idama mahkum edilmiş Dostoyevski’yi okudular; lakin klasikleri okumak da işe yaramıyor demek ki.
Hammurabi zamanından beri var olan bu ceza hem caydırıcı olmuyor, hem de haklı olmuyor : Engizisyon işkencesi bile kimseyi korkutmadı. Erkeklerin her biri Cesur Yürek, kadınların her biri Jeanne D’arc sanki.
Ayrıca, kimin neyi hak ettiğine, kim karar veriyor ? Küçük çocukların ırzına geçip öldürenlerin suçlu mu yoksa akıl hastası mı olduğuna kim karar veriyor ? Şimdiki bilirkişiler mi ?
Bin yıl önceki bilirkişiler onların şeytan olduğunu söylüyordu.
Beş yıl sonraki bilirkişilerin ne diyeceğini kim bilebilir ? Orta Çağda akıl hastalarının şeytan diye yakılmasını kınıyoruz ama psikiyatri bilimi ilerlediğinde çocuklarımız da bizi kınamaz mı ?
Neresinden bakarsanız bakın, idama karşı olmak gerekir. Hele bir de benim gibi darağacının altından bakmak zorunda kalmışsanız, hepten karşı olmanız gerekir:
İnfaz etmek zorunda kaldığım idamın mahkumu iki kişiyi uyurken başlarına çekiçle vurarak öldürdüğü için bu cezayı almıştı. Bu iki kişi inşaatlarda birlikte çalıştığı iş arkadaşlarıymış. Mahkum bu suçu işlediğinde 20 yaşlarındaymış. Şimdi benim oğlum da o yaşta. Oğlumun böyle bir suç işleyebileceğine ben inanmıyorum. Mahkumun babası da inanmamıştı zaten.
Yargılanması uzun sürmüş. Bu uzun yıllar boyunca hapishanede herkesin sevip saydığı biri olmuş. Hiçbir şiddet gösterisinde bulunmamış; kimsenin kalbini kırmamış.
Mahkumu tanıyanların merak ettiği bir soru vardı : Böyle bir adam neden böyle bir suç işlemişti? Bu soruya mahkum cevap vermemiş. Sessizce adaleti beklemiş.
Yargılanması ve sonunda idam cezasının TBMM tarafından onaylanması 8 yıl kadar sürmüş. Ben bütün bu aşamalardan sonra savcı olarak o İl'e atandığımda infaz görevi bana düştü. Günlerden bir gün ‘adalet’ sarı bir zarfın içinde sessizce geldi. İnfaz emirleri Adalet Bakanlığı tarafından özel kurye ile gizlice zarfın içinde gönderilirdi. Kuryeler ne taşıdıklarını bildiklerinden, kimseye belli etmeden, sessizce gelirlerdi. Gece uyumadım. Hazırlıklara nezaret etmek için cezaevine gittim. Herşey hazırdı. PTT'den emanet alınan üç telgraf direği çatılarak üstten birbirine bağlanmış, bir de ilmek sarkıtılmıştı. İki bin kişilik cezaevinde çıt çıkmıyordu. Sabaha karşı gün ağarmadan epey önce görevliler ve jandarmalar cezaevinin bahçesinde yerlerini aldılar. Bunca kalabalığın bunca sessiz durabildiğini ilk kez görüyordum. O anda sorsalar, kalabalıktan hiç kimse ‘infaz edelim’ demezdi. Ne yazık ki soran olmadı.
Mahkumu içerden getirirlerken koridorda her adım sesi bir çekiç sesi gibiydi. Tahta topuklu, kösele ayakkabılarının sesini hiç unutmuyorum. Sonra o ayakkabıları yerden bir buçuk metre yüksekte sallanırken gördüğümü de hiç unutmayacağım. Sanki o pırıl pırıl siyah ayakkabılar bu toplantı için sekiz yıl boyunca cilalanmış, parlatılmıştı.
Mahkum inanılmaz biçimde sakindi. Elleri arkasından bağlı olduğundan gardiyanların yardımı ile darağacının altına konan sehpaya çıktı. Ölümün eşiğinde son sözlerini söyledi : Cezaevinde bulunduğu süre içinde tanıdığı bütün mahkum arkadaşlarına ve bütün gardiyanlara birkaç cümle ile teşekkür etti ve haklarını helal etmelerini istedi. Bu kısa ama özlü konuşmayı gür bir sesle ama tam bir beyefendi nezaketiyle yapmıştı. Cümleleri düzgündü. Önceden prova edildiği belli biçimde, teklemeden konuştu. Ne dizleri ne de sesi titredi. Konuşması bitmişti. Gardiyanlar merdiven dayayıp ilmeği boynuna geçirdiler ve aşağı inip merdiveni aldılar. Artık kalabalık içinde tek başınaydı. Sehpanın devrilmesini bekler gibi duruyordu. Bu bir iki saniye bana çok çok uzun geldi. Ölümün sahibi ölümü beklerken cellat acele etmeliydi. Öylece sehpaya bakan cellada azarlar gibi ‘’ Hadi durmasana ‘’ dedim. Mahkumun bekletilmemesi gerektiğini düşünüyordum. Bu saniyeler mahkumun hayatının en kötü saniyeleri diye düşünüyordum. Kimse darağacında bekletilmemeli. Her ne kadar sekiz yıldır cezaevinde beklese bile...
Sehpanın yere devrilmesiyle ortada gözüken sadece sallanan siyah ayakkabılardı. Yüzüne bakamadım.
Artık hiç kimse bu suçun nedenini bilemeyecek. Yıllardan geriye eskimeyen güçlü bir tahmin kaldı : ‘’Bu çocuk bunu yaptıysa, o ikisi mutlaka hak etmiştir. ‘’
Yukarıda görüldüğü gibi, ‘hak eden’ diye bir ölçü kullanıldığında nehir tersine akabilir.
|