Mesajı Okuyun
Old 13-12-2007, 10:30   #33
fikirbay

 
Varsayılan gerçek, adalet, hukuk, devlet...

Hukukun anlamı, adaletin tecellisini sağlamaya çalışırken, gerçeklere ve doğrulara bağlı kalarak hareket etmekse, gerçek olmayan ve doğru olmayan, yani gerçek dışı ve yanlış olan üzerinden adalete erişmeye çalışmanın adı hukuk değil de başka bir şey olmalı derim.

“Adaleti Arayan Hukuk”un ilk adımı, “gerçek ve doğru olan” üzerinden, gerçeklere ve doğrulara bağlı kalarak konuyu araştırmak, incelemek ve irdelemek olmalıdır.

Örneğin, dava dosyalarına sunulan resmi yazılarda doğru olmayan (yalan olan) beyanlar var ise ve Hakimler, gerçekleri bile, bile ve resmi beyanların yalan olduğu evrensel hukukta kabul edilen yöntemlerle kanıtlanabildiği halde, doğru olmayan (yalan olan) beyanları esas alırlarsa, gerçeklerden kopmuş ve gerçeğe ihanet etmiş olacakları için, ortaya çıkan ürün bir “Hukuk Ürünü” olmaktan çıkar ve adalete götürmez demek istiyorum. Böyle yapıldığı ve bu yapılanlar da sessizce kabullenildiği takdirde, Hukuk, adaletin tecellisi için “gerçek” bir araç olmaktan çıkar ve birşeylerin üstünün örtülmesi için kullanılan bir kılıf ve adalet alanında oynanan bir tür oyun haline gelir. O zaman “Örtbas Hukuku” veya “Görmezden Gelme Hukuku” adını verebileceğimiz yeni bir Hukuk türünden bahsetmek durumunda kalırız ve Devlet içerisinde “dokunulmazlığı olan çetelerin” yerini sağlamlaştırmış ve adalet temeli üzerinde yükselen bir Devlet yerine, çeteleri ve çetecileri korumuş oluruz.

Aslında kural basit, gerçeklerden sapıldığı oranda adaletten ve adaletten sapıldığı oranda da Devleti koruma ülküsünden sapılmış olmaktadır.

Örneğin, bir polis bir avukatı veya bir avukat bir polisi öldürmüş ise, olaya zanlı ve mağdurun sosyal statüleri, mevkileri, makamları açısından değil de, hiçbir nüfuz altında kalınmayarak salt gerçekler ve doğrular açısından dürüstçe bakılabilmelidir.

Adaletin tecellisi için “Hukukun Üstünlüğü”nü de bir kenara bırakınız, “Hukukçunun üstünlüğü" söz konusu ise ve üstünlüğe sahip hukukçular da ancak belirli bir ideolojiye hizmet eden bir sistematik ile bir yerlere gelebilen veya getirilen hukukçularsa, bir ideolojinin esiri haline gelmemek mümkün müdür? Hangisi olursa olsun, herhangi bir ideolojinin “Mutlak Gerçekler”e ulaştıran “Mutlak Doğrular”ı bulduğunu varsayabilir miyiz? Bunu varsayamıyorsak eğer, en azından gerçeklere bağlı kalmak gibi bir şansımız vardır.

Burada benim kastettiğim “gerçekler”, hayat görüşü veya hayat anlayışı bağlamında insan beyninde var olabildiği düşünülen ve kişiden kişiye elbette değişen “felsefi gerçekler” değildir. Hayatın basit ve bire bir gerçeklerinden, subjektif yargılamaya bağlı olmayan objektif ve nesnel olgulardan, faktlardan, “kendi halinde olan biten”den söz ediyorum.

İşte bu basit gerçeklere, kendi halinde olan bitene, saygı gösterilmiyorsa ve “bu anlamda” gerçeklerden ve doğrulardan, “Devleti veya bilmem hangi kutsalı koruma adına” sapılıyorsa eğer, adalet tecelli etmez diyorum ve bu korunan kutsalı da yer bitirir günün birinde.

Hiçbir şey, gerçeğe bağlı kalınmasından daha adil olamaz.

Suçlular bile, “gerçeklere bağlı kalınarak” yargılanıp hüküm giydiklerinde içten içe adalet sistemine saygı duyacaklardır ki, işin özü de budur bence.

Aksi takdirde, suçlu, vicdanen “suçunu çok iyi bilse bile”, yargılama sırasında “gerçeklere ve doğrulara aykırı korumacılık” yüzünden hüküm giydiğini veya yargılama sırasında gerçeklere bağlı kalınmadığını aklına takarak, işi Devlet düşmanlığına kadar götürebilir.

Devlet, en ağır suçluların bile içten içe hayranlık ve saygı duyabilecekleri bir yargılama ve hukuk sistemi sayesinde ayakta kalabilir ancak ve böyle ideal bir sistemde ise, adaletin tecellisi adına, sanıklar veya müştekiler ne kadar yüksek bir statü, mevki, makam veya nüfuz sahibi olurlarsa olsunlar, yargılama sırasında sadece gerçeklere ve doğrulara itibar edimelidir. Gerçeğin üstün tutulduğu taraflara hissettirilmelidir.

İnsanların vicdanına “gerçeklerden” daha fazla tesir edebilecek bir gerçeklik yoktur.

Gerçeklere bağlı kalmaktan daha gerçek ve daha adil bir sistem düşünülebilir mi?

En sıradan bir insan bile, en başta “ölüm gerçeği” olmak üzere, gerçeklere saygı duymak zorunda olduğunu içten içe kabul eder ve çaresizlik nedeniyle de olsa “gerçeklere duyulan saygı”, her türlü iç isyanı bastırabilen, çok yüksek bir duygudur. Üstelik, bu şekilde “kaleler içten fethedilmiş” olur.

Bir suçlunun kısmen de olsa gerçeklerden sapılarak mahkum edilmesi, suçlunun vicdanına bir çıkış kapısı aralayacaktır. Belki de, bozuk hukuki sistem sayesinde kendisine uzatılan bu “tutunacak dal” sayesinde, kendi vicdanını besleyerek durup dururken rejime ve Devlete musallat olacak ve belki de, dış güçlerin hiçbir müdahalesi olmadan, adi bir suçludan, kendi ellerimizle, bir “Devlet Düşmanı” yaratılmış olacaktır.

Hiçbir “dış güç” adaletsizliğe ve hukuksuzluğa uğradığını düşünen bir beyin kadar bir insanı besleyemez.

Düşünsenize, haklısınız ve “Devleti korumak” adına hakkınız yok ediliyor ve gideceğiniz başka bir yer yok. Devlet düşmanlığı ve Devlet düşmanları yaratmanın yegane yolu, bence, Devleti koruma adına Devlet karşısında bireyi ezmekten geçmektedir.

Hem, ne pahasına olursa olsun (kıyamet kopsa da), gerçeğe bağlı kalınarak adaletin tecelli ettirilmesi fikrini Devletten üstün tutmak niçin Devlete zarar versin ki?

Devleti korumak adına "Adaleti" boğmak, öldürmek, yok etmek.

Bence Türkiye'de sürekli yaşanan "PARADOKS" budur.

Tıpkı, Osmanlı Devletinde Padişahların Devlet için kardeşlerini boğdurması gibi...

Bu olayın, bu sitede yarattığı tartışmalar da bunu bir kez daha ispatlamaktadır.

"Devleti korumak adına" birilerinin hukuka aykırı fiilleri himaye edilmekte ve böyle olunca da "Devletin Temeli Adalet" olduğu için ve adalet de tepetaklak olduğu için, Devleti korumak adına tam tersine Devleti çoküşe, kargaşaya, vatandaşları da infiale, isyana sevkeden, sönmüş volkanların dahi lav püskürtmesine yol açan bir ortam yaratılmaktadır. Devletin bindiği dal kesilmektedir.

Verilen "adil olmayan" tüm kararların "Devleti korumak adına" verildiğine hiç şüphem yok. Ama, böylelikle, “kutsal olan” veya öyle olduğu varsayılan “gerçek olan”dan ve adaletten üstün tutulmuş olmaktadır. Bu bir paradokstur.

Adaletin amacı, “kutsal olanı korumak” değildir.

Adaletin amacı, gerçeklere bağlı kalarak, doğruyu yanlıştan ve haklıyı haksızdan ayırt edebilmektir. Aslında, adaletin tecellisi için gayret edildiğinde ve Devleti temsil edenler kayırıldığında Devletin korunmasız kalacağını ve zarar göreceğini varsaymak en büyük yanılgıdır.

Yanılgı, Devleti temsil edenlerin Devletin kendisi zannedilmesidir.

Devleti korumak adına, “Devleti temsil edenler” karşısında “Devleti kuranlar”ın (yani milletin fertlerinin) haklarından, hem de Devleti kuranlar adına (yani Türk Milleti Adına) feragat edilmesi ne büyük paradokstur yarabbim!

Hem de tüm kararların “TÜRK MİLLETİ ADINA” karar verildiği söylenerek, Türk milletinin değerli fertlerine karşı yine o fertlerin kurduğu bir Devleti sadece “temsil etmekle” görevlendirilmiş olan birilerini yüceltip kutsayıp kayırmaya çabalamak.

Bu paradokstan kurtulamadığımız müddetçe "VARSIN ADALET YERİNİ BULMASIN, AMA YETER Kİ DEVLETE ZARAR GELMESİN" çıkmazında debelenir dururuz ve gün gelir Devletin yıkıldığını hep birlikte görürüz. Sevdiğini koruyacağım diye kolunu bacağını kesen koparan ve sonunda onun ölümüne yol açan akıl hastaları gibi...

Polis, Savcı, Hakim, General, her ne ise, bunların hepsinin "Devleti Temsil Ettikleri" düşünülerek Devleti temsil edenler nezdinde Devletin korunmasına çalışılınca temel bir hataya düşülmüş oluyor ve "DEVLETİN TEMSİLCİLERİNİ" koruyalım derken "DEVLETİN BİZATİHİ KENDİSİNİ" yok ediyoruz. Yarın çok iyi korunan "Temsilcileri" kalacak ama "Devletin kendisi" yok olacak bu gidişle...

"ADALETİN TECELLİSİNİ VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ" SAĞLAMAK VE BUNU "SUÇ İŞLEYEN HER KİM OLURSA OLSUN" SAĞLAMAK ŞARTTIR...

DEVLETİN KORUNMASI İÇİN TEK DOĞRU BUDUR.

Kanun, kural, kaide, ilke, prensip ne derseniz deyiniz, bunların bizde pek kıymeti yok.

Bunlar gariban, güçsüz, kimsesiz kimseler için geliştirilmiş ve ancak gerektiği zaman kullanılmak üzere (her an değil) yürürlüğe konmuş yazılı metinlerdir.

Bizde:

Güçlü olan kural koyar,
Zayıf olan kurala uyar.

Kuzu kurdun suyunu bulandıramaz.

Bu ilkellikten başka birşey değildir ve her ilkel toplumda bu böyledir.

Cumhuriyetin ilanının 81. yılını kutlarken, ilan etmeyi bir türlü başaramadığımız "Ciddiyet" in ilan edilmesini ve o gün bayram yapılmasını öneriyorum.

Bir hukukçunun yegane "amacı" veya "hedefi" adaleti sağlamak mı olmalıdır?

Hakime tavsiye ve telkinde bulunulamadığına göre, hakim, vicdanı ile (varsayıma göre) başbaşadır.

Örneğin, "birey" karşısında "Devleti" korumak gibi bir hedef hakime yakışır mı veya böyle bir tutum hoş görülmeli midir?

Mesela, varsayalım ki, tam demokratik bir seçim sonucunda (barajın %5'in de altına düşürüldüğü bir seçimde) bir parti halkın geçerli oylarının yüzde 75'i gibi bir oranla iktidara gelse ve Anayasa'yı değiştirerek (örneğin, Anayasa'nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerini bile referanduma götürse, Atatürk ilkelerine sadakate son verse) komünist, faşist, dindar veya dinsiz bir rejim kurmaya yeltense, hukukçular, savcılar ve hakimler "Devletin ve mevcut rejimin korunmasını" esas kabul ederek hareket etmeli midirler?

Cüppelerini giyip Anıtkabir'e doğru yürümeli midirler?

Devletin yapısının ve rejimin değiştirilmesine müsaade etmeli midirler?

ve "TÜRK MİLLETİ ADINA..."