Mesajı Okuyun
Old 28-11-2007, 18:19   #5
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 4
Gönderim Tarihi : 12.11.2007 / 11:13
Yazar : Rumuz : Sagalassos
Başlık : Kara Papaz


Hücre, soğuk ve sessiz. Rutubetten çürümüş taş duvarların arasında çıyanlar geziniyor. Taşların arasındaki boşluklara, karanlık deliklere girip kayboluyorlar.

Buraya yaka paça getirildi Stefanos. Karnı aç, giyitleri soğuktan korumuyor, dişleri birbirine vuruyor. Burada ömür tüketirken hastalanacak, ölüp gidecek... Oturacak bir iskemle bile yok. Yere otursa, kıçı nem yüklü taşlara yapışıp kalır, bir daha da ayağa kalkıp yürüyemez. Yürüse de hayır etmez. Bacakları, ayakları, kalçaları sekteye uğrar, inme iner, hemen oracıkta can verir.

Az ötede paslı, teneke bir kap duruyor. İçi bokla sıvanmış; sidik kokusu, *** kokusu midesini ayaklandırıp isyan ettiriyor. Belli ki tuvalet kabı bu, çaresiz burada görecek işini.

Çekmeyen bilmez yedi tepeli kentin kara kışını, amansız bir ayazı vardır. Stefanos’un bacakları romatizmalı. Soğuk ve rutubet bastırınca ağrısından sızısından duramaz oluyor. Yere otursa da, yatsa da kâr etmiyor, ille de sıcak tutacak bacaklarını. Sıcak banyo iyi gelir, battaniyelere sarınmak, ateşin başında oturmak…

Küçük kilisesinden bu sabah alındı Stefanos. Suçu ne, bilmiyor. Düşünüyor düşünüyor, bulamıyor. Bogomil olmakla mı suçlanacak o da papaz dostu Nikeforos gibi? Onu da soğuk bir şafak vakti alıp götürmemişler miydi? Yerler kırağı kaplıydı, uzaktan Aya Sofya Kilisesi’nin silueti gözüküyordu… O uğursuz günden sonra bir daha haber alamadı Nikeforos’tan.

Kara Papaz, hücresinde dönüp duruyor. Manastırda geçen gençlik yıllarında, yaralı bir karga yavrusu bulmuştu. Kargayı sağaltıp, onunla dostluk kurmuştu. Beslediği karga yüzünden Kara Papaz dediler ona, öyle kaldı adı.

Gözleri karanlığa alıştı. Biraz ötede duran teneke kaba doğru yürüdü, içindeki suya baktı. Suda titreşen çıyan ölülerini gördü. Tiksindi, kaptan uzaklaşıp öteye yürüdü. Yere çömeldi. Olacak gibi değil, bacakları nasıl da ağrıyor. Dayanamadı, yere oturdu. Taşların dondurucu soğuğu romatizma ağrısından bile beterdi. Kalçası buz kesiyor, ağrıları azıttıkça azıtıyordu. En iyisi ayağa kalkmak, şöyle birkaç adım atıp hücreyi arşınlamak. İleri geri, ileri geri…

Zaman geçmiyor. Tavanın altındaki küçük pencereden sızan ışık öyle solgun ki, zamanı kestiremiyor. Hücreyi adımlamaktan yorulmaya başladı. Teneke kabın yanına gidip, içindeki suyu çıyanlarla birlikte yere boşalttı. Ters çevirdi, üzerine oturdu.
Burnu tıka basa sümükle dolu. Sümükler aktıkça akıyor, uzadıkça uzuyor. Ağzına yüzüne bulaşıyor, sıvanıp kalıyor. Soğuk yüzünden bunlar, hep soğuk yüzünden, diyor içinden. Eliyle alıp taşlara siliyor sümüğünü.

Ayağa kalkıp yürüyor, hücrenin içinde dolaşıyor. Isınması gerek, oturunca üşüyor, hareketsiz kalmak iyi değil, diyor. Daha hızlı adımlaması gerek hücreyi, nemli deniz havası iliklerine işliyor. Hastalanacak, ateşi çıkacak… O zaman kaderine terk edilir, soğuk taşların üzerine uzanır, öylece yatar, ölümü bekler, Tanrı’ya dua eder. Bildiği bütün duaları okur. İyi ki okuma yazması var, kutsal kitaptan ezberlediği yerleri tekrarlar, Tanrı’yla konuşur, cennete girebilmek için yalvarır, ama hiç pazarlık yapmaz, çünkü çömezken öğrendi Tanrı’yla pazarlık yapılmayacağını. İğrenç bir davranış bu, büyük bir günah, bir tüccar değil o, bir din adamı. Tanrı’ya hep hizmet etti bugüne kadar. Günahtan uzak durmaya çalıştı. Şehvetten, paradan, oburluktan, dünyevi hazların her türlüsünden kaçındı. Yaşadığı sürece günahtan sakınmaya devam edecek, gerçek bir Hıristiyan olarak ölecek, bu kararından hiç kimse döndüremez onu.

Manastırda oruç tuttu, bahçede çalıştı. Zehirli bitkilerle şifalı olanları birbirinden ayırmayı, şarap yapımını, domuzları kesip içlerini boşaltmayı, derilerini yüzüp tuzlamayı öğrendi. Sonunda iradesi daha da kuvvetlendi. Öyle ki, artık kimse bükemez bu güçlü iradeyi.
Duvarlar konuşuyor. Kötücül bakışlarla onu izliyor duvarlar, hissediyor bunu. Kara Papaaaz, Kara Papaaaz, diye sesleniyorlar ona. Kara Papaz olmaktan hiçbir zaman gocunmadı. Manastırda yaşarken, öbür rahipler karga sesi çıkararak onunla alay ettikleri zaman bile umursamadı bunu. Bir kötülük yok bunda, önemli olan hizmet etmektir, diyor. O hep hizmet etti, herkes kendini Tanrı’ya böyle büyük bir inançla adayamaz, olsun o adadı. Başkaları ona eşlik etmiyor, onu kurtuluşa ulaştırmıyor, büyütmüyor, kısır döngülere sevk ediyor, orada döneniyor Kara Papaz, akıntıyla birlikte sürükleniyor, karşı koyamıyor, mücadele etmek istediğinde kolları itaat etmiyor, küreklere asılamıyor, tutunamıyor, kayalar, ağaçlar geçiyor, kıyıdan uzaklaşıp açıklara sürükleniyor, nehir denize dönüşüyor, nereye gittiğini bilmez oluyor, yazgısını kontrol edemiyor, Tanrı’dan uzaklaşıyor… Oysa Tanrı’nın inayetiyle başardı her şeyi, geçmişini bir çırpıda silip atamaz. Yapacak çok iş var daha. Bogomilleri dize getirdiğinde, aptallardan mürekkep mahkeme heyeti de özür dileyecek ondan. Bağışlayın, diyerek önünde saygıyla eğilecekler. İmparator bile duyacak hizmetlerini, kimmiş bu büyük bilge, biz de görelim, düşüncelerinden ve hizmetlerinden faydalanalım, diyecek, huzuruna çağıracak, gidecek, imparator onu sarayın bahçesinde karşılayacak, onuruna büyük bir ziyafet verecek, herkes görecek Stefanos’u. Onu tanımayan, duymayan, bilmeyen kalmayacak. Sevecekler, baş tacı edecekler, aziz mertebesine yükseltilecek, adına nice kiliseler inşa edilecek, hiç unutulmayacak, Ortodoks kilisesinin en büyük azizi olacak…

Kara Papaz düşlerinden sıyrılıyor, soğuğun tokadıyla acınası bir hale düşmüş. Teneke kabın üzerine oturup kıvrılıyor, dizlerini karnına çekiyor, bacaklarını göğsü ve kollarıyla sarıyor. Böylece biraz olsun ısınıp ağrılarını azaltmayı umuyor. Ağzını dizlerine yaklaştırıyor, sıcak nefesinden sızılı dizleri de faydalansın istiyor. Her nefes alıp verişte bir sıcaklık yayılıyor dizlerine. Hücrenin ortasında bir ateş yansın istiyor, üzerine yünlü bir cüppe verilsin, kat kat battaniyeler örtülsün…

Sabahları şafakla birlikte uyanır Kara Papaz. Güneşi üzerine doğdurmamakla övünür. Günün büyük bölümünü tapınçla geçirir. Kalan zamanında günlük işlerini görür. Manastırdaki gençlik yıllarında sabahları buğday bulamacı yerdi. Akşamları sofrası daha da şenlenirdi. Şarap, balık, beyaz ekmek, şalgam, nohut, mercimek, tuzlanmış domuz etiyle doyururdu karnını. Manastırdan ayrıldıktan sonra, sofrası gibi porsiyonları da yoksullaştı.

Ona bugün yiyecek getiren olmadı. Belki midesi delininceye kadar ağzına bir şey koyamayacak, delindikten sonra istese de koyamaz. Tıpkı, çocukken gördüğü sarı köpek yavrusu gibi açlık yüzünden ölüp gidecek. Köpeğin bir deri bir kemik kalmış sıska bedenini, sakallı çenesini, küçük kara gözlerini tüm canlılığıyla anımsıyor. Yaz sıcağında bir tarlaya çökmüştü. Açlıktan titriyordu. Ölümün ağırlığını taşıyan yorgun gözlerini yere dikmişti. Işıl ışıl yanan yeşil renkli *** sinekleri, besili karasinekler, köpeğin nemli burnuna, çapaklı gözlerine konuyor, onu rahat bir ölümden yoksun bırakıyorlardı. Köpeğin, bu sinekleri kovalayacak gücü yoktu.
Kara Papazın içinde, köpeğe karşı en ufak bir acıma duygusu uyanmamıştı o zaman. Keşke içi cız edip yüreği merhametle dolsaymış, keşke karga yavrusu gibi onu da iyi etmenin yollarını arasaymış.

Kapıyı çalıyor, bekleyip kulak kabartıyor. En ufak bir ses yok. Daha güçlü çalıyor bu kez. Gene ses yok. Yumrukluyor, tekmeliyor. Avazı çıktığı kadar bağırıyor boş yere.

Karanlık duvar köşesine doğru yürüyor. Pencereden sızan ışık da, denizin nemini taşıyan rüzgâr da ulaşamıyor buraya. Yere çömelip bekliyor. Başını ellerinin arasına alıyor, adamın boku donar bu soğukta, diye düşünüyor. Dönüp tenekeye oturuyor, başını dizlerine yaslayıp gözlerini kapatıyor, iyice büzülüyor.

Kadınların, şeytanın arabacısı olduğunu öğrendi gençliğinde. Ben de Tanrı’nın arabacısıyım, diyor. Kilisesine ne zaman yalnız bir kadın gelse, ona kuşkuyla bakıyor. Belki de aranıyor, beni ayartmaya çalışacak, diye düşünüyor. Ama şeytanın tuzağına düşmemeye kararlı. Madem şeytan ona elçisini yolladı, o da elçiyi ayartmaya, ruhunu şeytanın elinden çekip almaya çalışacak. Böyle yaparsa biliyor en büyük hediyeyi alacağını. Verirmiş gibi yaparken alanlardan değil o, o yalnızca verir, almaz, buna yeminli çünkü. Ölümü en büyük hediye olacak ona. Cennetin kapıları aralanacak, Tanrısal ışığın aydınlattığı yollarda yürüyecek, bir dere kıyısında durup nurla yunacak, tüm bedeni tatlı bir arınmışlıkla dolacak.
Yaşam ışıktır, sözlerden sıyrılıp ruhlarımızda ışıldar, demişti son vaazında. Oysa sözler birer yanılsamaydı, bir çalgıcının tatlı nağmeleriydi sözler. O, Tanrı’ya olan bağlılığını akıldan çok, ruhunun derinliklerinden alıyordu. Duyguları çokluk dile gelmiyor, dile gelip söze döküldüğündeyse anlamını yitiriyordu. Söz, duygular karşısında güdük ve çaresizdi.

Gençliğinde, iyi bir vaiz olabilmek için çok çalıştı. Bir yandan sözlere karşı bir küçümseme, bir tepeden bakma duygusu yer etti içinde, bir yandan da Aya Yorgos gibi ikna yeteneğini geliştirmeye çalıştı. O zaman anladı, söz ustasının elinde ne güçlü, ne tehlikeli bir silâh bulunduğunu. Korktu, bu gücü hiçbir zaman kötüye kullanmayacağına yemin etti. Bugüne kadar da yemininden dönmedi.

Deri pabuçlarının uçlarını zemindeki taşlara sürtüyor. Taşların arasına sıkışıp kalmış nemli toprağı dışarı çıkarmaya uğraşıyor. Bu yaptığı çocukluk günlerindeki oyunlara benziyor. Akşam duasını beklerken avluda tek başına oturup yere şekiller çizerdi. Kimi zaman başrahibin piramit gibi göğü delen koca burnunu, kimi zaman da Aya Yorgos'un nurlu yüzünü.

Kara Papaz, Aya Sofya Kilisesi’ni görür düşlerinde, sonra Aya Sofya kendi kilisesine dönüşür. Küçülür, ama bazen tasavvuru güç bir biçimde daha da büyür. Sırtını bir yamaca yaslamıştır, sürekli kıpırdanır. İkonalardaki azizlerin gözlerinden kanlı yaşlar boşanır. Uyanmak ister, uyanamaz, uyanmak istedikçe uykusu daha da derinleşir.

Düşünde gene kilisesini görüyor Kara Papaz. İri pençeli, kıvrık gagalı bir kuşun havayı döven kanatları, bıçak gibi kesiyor yarıgeceyi. Kara giyitlere bürünmüş bir kafilenin başında, kilisesinden içeri giriyor gümüş gözlü patrik. Çift kanatlı kapılar, açılıp kapandıkça paslı gıcırtılar yayıyor etrafa.

Başını kaldırıp bakıyor, bunun bir düş olup olmadığını anlamaya çalışıyor. Kapının üzerindeki gözetleme penceresi açılıyor, yarım parmak aralıkta bir çift göz beliriyor. Gözlere deriden bir perde iniyor, sonra perde indiği gibi kalkıyor. Gene aynı çıplak gözler çıkıyor meydana. Göz göze geliyorlar. Stefanos olduğu yerde donup kalıyor, ağzını açacak oluyor, açamıyor. Boğazından anlamsız, boğuk hırıltılar çıkıyor. Ne kadar çabalarsa çabalasın konuşamıyor, karşısında açılıp kapanan çıplak gözlere odaklanmış, saplantılı bir bakışla öylece bakıyor.

“Bir yanlışlık olmuş Stefanos Niketas, aradığımız sen değilmişsin. Biraz daha dayan” diyor adam.

Sonra geldiği gibi gidiyor.

Stefanos kulaklarına inanamıyor. Tepeden tırnağa sevince, tepeden tırnağa mutluluğa kesiliyor. Çektiği onca ıstırabı, onca sıkıntıyı unutuyor. Yüzünü pencereye dönüp diz çöküyor.

Mayıs 2005 Kıbrıs