Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Hukuk Sohbetleri Hukuki yorumlar, görüşler ve tartışmalar.. Soru niteliği taşımayan her türlü hukuki sohbet için.

Kararlar Dünyasının Hayattan Kopan Bağları

Yanıt
Konuyu Değerlendirin Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 22-04-2010, 15:44   #1
Av.Duygu Işık Behrem

 
Varsayılan Kararlar Dünyasının Hayattan Kopan Bağları

Dün okuduğum bir Yargıtay kararının duygusal ve manevi yönü sanıyorum beni etkiledi. Aslında daha çok etkilendiğim şey, kararın verildiği tarihten sonra geçen 36 yılın ardından bugünümüze baktığımda yargı dünyasının ve hatta her birimizin hayattan ve maneviyatımızdan biraz daha koptuğumuzu görmekti. Belki bu söylediğim artık basmakalıp hale gelmiş Hollywood yapımı filmlerin konularından biri gibi durabilir. Fakat klişeleştiler diye gerçekleri de yadsıyamayız.

Kararlar sistematikleşti, kararlar tek tipleşti, artık eskiden olduğu kadar görüş ayrılıkları dahi olmuyor! Hatta artık "görüş"ler bile yok! Kararlar hayatın gerçeklerinden uzak, ruhsuz ve pek çoğu birbirinin tekrarı mahiyetinde.

Okuduğum karar muris muvazaası ile ilgili bir karardı. Bugün muris muvazaası ile ilgili okuduğum pek çok karar birbirinden farksız. Yani ruh olarak! Kararlar artık 1+1=2'lerden ibaret. Oysa benim düşünceme göre hayatın tam da içine nüfuz etmiş bir temas noktası olarak hukuk da bir ruha sahip olmalı ve 1 artı 1 her zaman 2 olmamalı.


1974 yılında kurulan bahsettiğim kararda, "ölmek üzere olan" yerine "ebediyete geçiş sınırına çok yaklaşmış bulunan" ifadesi kullanılmış ve olması gereken anlatılırken; "kalbin tasdik ettiği yön, dille ikrar edilmelidir." şeklinde zarafet içeren bir cümle yazıya dökülmüştü. Bugün çoğu kararda bu tarz ifadeler görebileceğimi sanmıyorum. Ha bu gerekli mi? Belki pek çokları için bu tip süslü kelimeler kullanılması anlamsız gelebilir ancak bence bir kararın bu boyutu, o kararı veren hakimin vicdani yönünü gösterdiği gibi o karara özenildiğinin de göstergesidir. Örneğin ben bahsettiğim 74 tarihli kararı okuduğumda, bu kararı kuran Hakimin zarif bir ruhu olduğunu ve bu karara değer verdiğini görebiliyordum.

Hayatın gerçekleri söz konusu iken, hakim iddiaların-savunmaların ve delillerin ışığında kanaatini kullanırken, en nihayetinde bir insanla ilgili bir diğer insan karar verirken, sahip olunması gereken bir ruh vardır. Bu öyle Mahkeme salonunda vatandaşı azarlayıp kararı almaya gelirsin demekle, alelacele ve umursanmamış incelemelerle, vasıfsız dilekçelerle olmaz. Bu ancak, kalpte yitirilmemiş sevgi, hayat heyecanı ve özen duygusu ile olur.

Şimdi kimileri, bu kadar iş yükünün içinde bir de bununla mı uğraşacağız diyebilir. Fakat benim inancıma göre, bir insan bir işi yapmayı kabul etmiş ise o işi hakkını vererek ve özenerek yapmalıdır. Bence bunun aksinin hiçbir mazereti de olamaz. Yapamayan, taşıyamayan yapmaz ve yerine gelecek olana yer açar.

Bir deli olarak kuyuya taşı attım. Okuyanlara teşekkürler.

Saygılarımla,
Old 22-04-2010, 16:09   #2
Av.Özgür KARABULUT

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Duygu Işık
Bir deli olarak kuyuya taşı attım.
Çıkarmaya çalışanlardan olmayıp, bir taş da ben atacağım :

Modern yaşam karmaşıklaştıkça/maddi dünya büyüdükçe manevi dünya küçülüyor. Biz de işimizi yaparken zaten bu iş yükü/karmaşıklaşma yüzünden ruhsuzlaşmıyor muyuz? Bir an durup düşünen herkes senin bu yazdıklarına hak verecektir mutlaka ama bu durup düşünme "bir an"lık olunca...

Ancak ve ancak senin elinin ürünü olabilecek bu yazı için teşekkür ederim.
Old 23-04-2010, 17:51   #3
M.SERDAR DEMİRTAŞ

 
Varsayılan

Anlattığınız durum insanın kalbiyle ilgili değil mi ? Hayatımıza yön veren uzvumuzla yani.Dünya'ya kalbimizle mi yoksa aklımızla mı baktığımızla ilgili. Geçen hafta bir arkadaşım aklında hiç olmamasına rağmen ( ya da kalbinde mi diyelim ) ailesinin ısrarıyla bir bayanla görüşmüş ve o hanıma ; şu an yurt dışında iş kurmak üzereyim ; fakat siz hayatımda olursanız taze bahar esintinizden kopup hiçbir yere ayrılamam demiş v.s. Aynı arkadaşım o bayana ; senden elektrik alamadım da diyebilirdi. Her iki cümlede aynı sonucu ihtiva ediyor. Ama aynı sonuç , farklı uslûplarla çok farklı etkiler bırakabiliyor. Bahsettiğiniz konu hakimlerin sadece hakimlik rolü sırasında değil babalık , kocalık , arkadaşlık v.s. statülerinde de mutlaka görülüyordur.İnsan bir bütün olarak hayatının tüm alanlarında gül ya da kaktüs oluyor.Ama özelde hakimlik mesleğine dönersek bence , zaten başarıyla hukuk fakültesinden mezun olmuş kişileri yeniden hukuk sınavına tâbi tutmak yerine şiir ve psikoloji sınavına tâbi tutarak hakimlik mesleğine almalılar.
Old 24-04-2010, 15:07   #4
Av.YBayrak

 
Varsayılan

"Belki pek çokları için bu tip süslü kelimeler kullanılması anlamsız gelebilir ancak bence bir kararın bu boyutu, o kararı veren hakimin vicdani yönünü gösterdiği gibi o karara özenildiğinin de göstergesidir."

Sayın Meslektaşım Av.Duygu IŞIK,
Düşünce ve duygularınızda yalnız değilsiniz.
Hiç bir zaman da yalnız kalmazsınız.
Sizi kutlar, saygılar sunarım.
Old 24-04-2010, 16:50   #5
günay yıldız

 
Varsayılan

Belki de kanunların bu şekilde yazılması ciddiyeti sağlamak içindir.Ama elbette naif bir tarafının olması gerekir kanunların.Ayrıca hukuk kitaplarında kanunlardan bahsedilirken uzun uzadıya farklı görüşlerden bahsedilir.Normal olarak kitabın yazarıda bu konudaki görüşünü beyan eder.Bu tartışmalı kanunlar daha önce çıkarılmış ve şu an uygulanmayan daha doğrusu değişikliğe uğramış olanlardır. Zaten kanunlar ne kadar tartışma alanı bulursa o kadar da pozitif hukuka yaklaşır.Sadece kanunların içerikleri deil üslubuda tartışma konusu olmalı."Ölmek üzere olan" tabiri yerine "ebediyete geçiş sınırına çok yaklaşmış bulunan" tabiri bu kanun çıkarılırken üslubuna önem verilmiş olduğunun göstergesidir.Kanunlara maruz kalacak kişilerin ruh halide düşünülmeli.Buda ancak kanunların kalbede hitap etmesiyle olur.Maddiyatın önemli olduğu günümüzde maneviyatta unutulmamalı.Bu konuda bizi aydınlattığı ve bazı şeylerin farkına varmamızı sağladığı için Av.Duygu Işık'a teşekkür ederim.
Old 24-04-2010, 21:34   #6
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Duygu Hanım,

Eleştirinizde çok haklısınız. Hukuki bir konuyu tartışabilmek için somut olayı enine boyuna düşünmek, araştırmak gerekir. Kararlara düşünceyi yansıtabilmek için ise yazmak zorunludur. Düşüncenin yazıya dökülmesi , yazıyı güzelleştirir, özenli hale getirir.

O halde, bu zamanın kararları ne düşünce ürünüdür ne de araştırma diyebiliriz.
Old 24-04-2010, 22:46   #7
Yücel Kocabaş

 
Varsayılan

Bu gibi kararlar Yargıtay 1.HD.sinin ebediyete göç eden iki bilge Başkanı Sabri Tırpan ( 1960-1979 ) ve Zekai Özdil ( 1973 de Üye, 1986-19090 Başkan) döneminde çıkan kararlardır. Ben Zekai Özdil’le tanışmak ve birikiminden yararlanma fırsatını bulmuştum. Kendisi gayet kibar, topluma karşı saygılı, her konuda son derece, bilinçli, bilgili, çok kapsamlı düşünen ve düşüncelerini çok güzel ifade edebilen bir hukuk adamı idi. 1.HD.sinin o dönemdeki başkanları ve üyeleri dava dosyaları ile teker teker ilgilenir ve pek çok kararı bizzat kendileri , kendi ifadeleri ile kaleme alırlardı . Bu kararlarda toplumsal vurgulamaları, hukukçulara verilen dersleri, kuru hukuk kurallarının yaşam kuralları ile bağdaştırılmasını, ifadedeki rahatlık ve nezaketi ve edebi değeri görebilirsiniz. Kararlar üslup yönünden adeta bir öykü anlatır gibi akıp gitmektedir.
Duygu IŞIK’ın verdiği örneğe ek olarak Zekai Özdil’in Tapulu Taşınmaz Mal Davaları isimli eserinde yayınlanan 1.HD.sinin iki kararına eserdeki yorumlarıyla birlikte yer veriyorum. ( yazımda kolaylık yönünden kararları KAZANCI’dan aldım.)
Yargıtay 1.HD.sinin rahmetli Başkanları Sabri Tırpan ve Zekai Özdil 'in başkanlık dönemlerinde ortaya konulan bu tavrın ve üslubun sonradan daha da geliştirileceği beklenirken maalesef hukuk yaşam kurallarından tamamen uzaklaştırılmış , yargı kararları yorumsuz anlamsız biçimde, yasalarda yazılı ifadelerin tekrarından öteye gitmez bir duruma gelmiştir. En önemlisi eskiden var olan karşılıklı nezaket tamamen unutulur hale gelmiştir.

************************************************** **********************************************
(Buraya kadar yazılan tüm karar ve içtihatlara hakim olan kuralları ve hak duygusunu özümseyen ve 1.HD.sinin bilge başkanı rahmetli Sayın H.Sabri Tırpan’ın kaleminde ışıldayan örnek kararın sunulması dahi konuyu iyice aydınlatmaya yarayacaktır.Z.Özdil )
T.C.

YARGITAY

1. HUKUK DAİRESİ

E. 1979/2664

K. 1979/4666

T. 10.4.1979

DAVA : Davacı, aslında hibe olduğu halde muvazaalı ve bedelsiz olarak satış gösterilmek suretiyle davalı adına tesis olunan 841 ada, 21 parsele ait kaydın İptalini, payları oranında adlarına tescilini istemişlerdir.
Davalı, zamanaşımı bulunduğunu, gerçek bir satış Olduğunu söylemiştir.
841 ada, 21 parselin 32 pay itibar edilerek 24 payın davalı uhdesinde ibka edilerek 8 paya ait kaydın iptali ile 2 payın Fatma, 3 payın Haluk, 3 payın Erkan adına tesciline dair verilen kararın duruşmalı olarak Yargıtay'ca incelenmesi davacılar ile davalı vekilleri tarafından istenilmekle dosya tetkik olunarak gereği düşünüldü :
KARAR : Türk toplumu zengin bir kültür hazinesine sahiptir. Atasözlerini bu hazinenin eşi bulunmaz nadide pırlantalarıdır. Çoğu üç beş kelimeden oluşan Atasözleri halkımızın çeşitli alanlardaki değer yargılarını kesin çizgilerle dile getirir. Atasözleri bazı konularda bilinçsiz tekrarlar için bir tekerleme olarak değil sağlıklı ve doğru düşünmeyi sağlayan bir taban ve araç olarak kullanıldıkları takdirde gerçeğe ulaşmakta büyük ölçüde yararlı olurlar.
Hukukçu toplum ve hayat dışından uzak ve yalnız kitaba bağlı olan kuru, katı ve biçimsel bir yasa uygulayıcısı değildir. Hukukçu özellikle hakim, içinde yaşadığı toplumun insanları arasında çıkan uyuşmazlıkları çözerken kaynağını o toplumun geçmiş yüzyıllarından alan bazı değer yargılarına ters düşmemek, yasa maddelerine toplumun bu konu ile ilgili anlayışına uygun düşecek ve kabulüne mazhar olacak bir anlam ve kapsam kazandırmak zorunluluğundadır. Hakimler de yeri geldiğinde Atasözlerinden istime ve istifade edebilir, yorumlama ve uygulamalarda uyuşmazlığın kilidini açmakta atasözlerini bir anahtar gibi kullanabilirler.
Halkımızın miras konusundaki görüşü "ölüm hak, miras helal " sözleriyle açıklanmıştır. Halkın mirasla ilgili yargısı Medeni Kanunun bu konudaki hükümlerine aykırı olmayıp tersine onu destekleyen ve güçlendiren bir doğrultudadır. Yasa ve Atasözü mirastan, yasal ölçüler ve çerçeve içinde -ayrıcalığa yer vermeksizin- bütün mirasçıların yararlanmalarını öngörmektedir.
Yasa hükmüne ve toplumun bu konuda bilinen değer yargısına rağmen son yıllarda bazı yurttaşlarımızın sakin bir yola düşmekten -kendilerini alıkoyamadıkları yönü dikkati çekmektedir. Özellikle birden çok evliliklerde, ilk eşin öldüğü veya boşandığı durumlarda murisin ikinci veya son eşi ve ondan olan çocukları üstün tutmak istediği, normal evliliklerde bazen çocuklardan birinin veya birkaçının ötekilere tercih edildiği, böylece mirasçılar arasında eşitliği bozan ve yasal çizgiyi aşan temliki tasarruflara başvurulduğu çoklukla görülmektedir. Miras bırakanın bu tür tasarrufları ölümden sonra mirasçıları birbirine düşürmekte ve "muris muvazaası" denilen tatsız davaların açılmasına neden olmaktadır. Çoğu kabulle sonuçlanan muvazaa davaları murisin arzularının gerçekleşmesine engel olmakta, mirasçılar arasında kırgınlıklar doğurmakta ve müteveffa ya karşı beslenmesi gereken saygı duygularını azaltmaktadır. Bu gibi hallerde bağış arzusu daima satışla gizlenmekte, satış muvazaadan ötürü geçersiz olduğu için temlik tümüyle iptal edilmekte ve müteveffanın bu yöndeki isteği geçersiz sayılmaktadır. İşin doğrusu muvazaayı bir kenara itmek, işlemi gerçek amacı uygun düşecek yasal biçimde yapmaktan ibarettir. Yasal biçime uyulduğu takdirde tasarruf ancak tenkise konu olabilir, saklı pay aşılmamışsa müteveffanın arzusu tümüyle, aşıldığı durumlarda bir bölümüyle geçerli olur.
Türk Ulusu'nun karakteri içi ve dışı bir olmayı öngören bir yapıdadır. Hal böyle olunca tarihi yapımıza ters düşen muvazaayı temeli samimiyete dayanan aile müessesesi ve ilişkileri içine sokmaktan kaçınmak gerekir. Aksi takdirde bu tür davalar sürer gider.
Konuyu bir "sür" gibi çeviren bu zorunlu açıklamalardan sonra uyuşmazlığa şimdi daha yakından değinmek mümkün olacaktır.
Davada; davacı miras bırakanın oğlu, davalı kızıdır. Ortak miras bırakan iki parça iken birleştirme sonucu tek parça haline gelen dava konusu taşınmazın önceki 1/2 payını 3.9. 1968 tarihinde davalıya bağışlamıştır. Müteveffa bu bağışla iç aleminin kapısını aralamış, düşünce ve duygularını bir ölçüde açığa vurmuş, kızını oğluna tercih ettiğini göstermiştir.
Bundan sonra müteveffa aynı taşınmazın dava konusu olan bakiye 1/2 payını 8. 1. 1972 gününde davalıya satmıştır. Müteveffa davalıya temlikte bulunmadan önce nizalı payı davacı oğluna satmayı önermiş, davacı parası olmadığını ileri sürerek teklifi olumsuz karşılamıştır. Bu durumda babanın yapacağı iş; oğlum "mademki satın almak güç ve isteğin yok, bu payı kardeşine yaptığım gibi sana bağışlıyorum" demek olmalı idi. Esasen davacı parası olmadığından söz etmek suretiyle. babasına taşınmazı kendisine bağışlamasını ve tasarruflarında denge kurmasını duyurmak ve anlatmak istediği açıktır. Tarafların sosyal durumları böyle bir isteğin daha açık sözlerle ifade edilmesine engeldir. Arzu arifane bir tutumla ve kibarca anlatılmak istenilmiştir. Müteveffa buna rağmen temlik tarihinde (216198) lira değerinde olan 1/2 payı davalıya (60500) liraya satmış gibi işlem yapmakta sakınca görmemiş ve eksik kalan ihsanını tamamlamıştır.
Miras bırakanın ekonomik durumu yerindedir. O kadar ki bir vakıf kurmayı bile düşünmektedir. Müteveffanın dava konusu payı satması ve hele bu satışı sembolik bir bedel karşılığında kızına yapması için geçerli ve tutarlı bir neden mevcut değildir; maksat açıktır.
Müteveffa kendisini kızına götüren yolda son bir adım daha atmış, isteğini eksiksiz olarak gerçekleştirmiş ve amacını gizlemek için satış işlemini maske olarak kullanmıştır Değerler arasındaki açık fark muvazaanın kesin kanıtıdır. Bağış arzusu satış işleminin arkasında realize edilmiştir. Uyuşmazlık benzerlerinden farksızdır, dairenin sürekli ve şaşmayan uygulaması bu doğrultudadır. Ayrıca çoğu tarafların aynı derecede yakın akrabası olan tanıklar muvazaa iddiasını doğrulayacak şekilde açıklamada bulunmuşlardır. Mahkemenin delilleri takdirinde ve sonuca varmasında hiçbir yanlışlık yoktur. Davayı tereke mümessili takip ettiğine, dava yalnız satışa konu olan pay için açıldığına göre tarafların temyiz itirazları yerinde değildir.
Davacı ve davalının geçerli olmayan temyiz itirazlarının reddiyle hükmün yukarıda yazılı nedenlere dayanarak (ONANMASINA) ve onama harcının davalıdan tahsiline 10.4.1979 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

( Hilenin ehliyetsizliği yenmeye çalıştığı korkunç olay, Tarafımızdan kaleme e alınan bu karara konu olay çok yönlüdür. Ülkemiz gerçekleri ile yakından ilgilidir. Hukuk açısından önemli sorunları içermekte ve çözümlere ulaşmaktadır.Z.Özdil )
T.C.

YARGITAY

1. HUKUK DAİRESİ

E. 1981/8282

K. 1981/8950

T. 3.7.1981

• HUKUK-CEZA İLİŞKİSİ

• HUKUKİ EHLİYET

• USULSÜZ YAPILAN SATIŞIN İPTALİ

818/m.53

743/m.359

ÖZET : Davacılar, ortak miras bırakanları adına tapuda kayıtl olan 25 parsel sayılı taşınmazın kanuna aykırı ve geçersiz satış sureti ile davalılar adına intikal eden kaydının iptalini istemişlerdir. Davalılar davanın reddini savunmuşlardır.
DAVA : Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Bu hüküm yasal sürede davacılar tarafından temyiz edildiğinden dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR : Davacılar, iki hukuksal nedene dayanarak ortak miras bırakanları tarafından satış sureti ile davalılara temyik edilen, dava konusu taşınmaza ait tapu kaydının iptalini ve adlarına tescilini istemişlerdir.
1 - "Taşınmaz Edirne'de bulunduğu halde, satış işlemi usul ve yasaya aykırı olarak Edirne Tapu Sicil Muhafız Yardımcısı tarafından satıcının yatmakta olduğu İstanbul'daki Amerikan Hastanesi'nde yapılmıştır."
2 - "Satıcı Fatma, akdin yapıldığı 14.8.1975 günü hukuki ehliyetten yoksun olup 17.8.1975 tarihinde de ölmüştür."
Mahkemece satış işleminin geçerliliğinden, satıcının hukuki ehliyete sahip bulunduğundan tapu sicil muhafızı ve yardımcısının yaptıkları işlemden dolayı ceza mahkemesinde muhk–m olmalarının satış akdini etkilemeyeceğinden... vs. söz edilerek, davanın reddine karar verilmiştir.
Mahkemenin olayları, delilleri takdirde ve değerlendirmede düştüğü yanılgıları özellikle hukuki ehliyetsizlik iddiasına ilişkin soruşturmadaki hareket noktasının yasaya aykırılığını sergileyebilmek için dava dilekçesi, layihalar, mahk–miyet ilamı ve tanık sözleri ile tartışmasız hale gelen ve kesinlik kazanan maddi olayın açıklanması gerekir.
Şöyle ki :
Edirne şehir merkezinde, 525 ada, 25 parsel sayılı dava konusu evin maliki ve davacıların miras bırakanı Fatma, bu evde yalnız yaşayan hasta, yaşlı, fakat varlıklı bir kadındır. Tapu Sicil Muhafızı Orhan, Muhafız Yardımcısı Gülşen ve tüccar Sinan ile iyi komşuluk ilişkileri içindedir. Ağırlığı artan ve ileride ne getireceği bilinemeyen bu ilişkilerden uzaklaşmak istemiş olacak ki, Fatma, bu sözde dostlarını Edirne'de bırakıp Kartal'a yerleşmiş ve kısa bir süre sonra da kanser hastalığı nedeni ile İstanbul Amerikan Hastanesi'ne 13.8.1975 günü yatmıştır. Adı geçen hanımın Edirne Tapu Sicil Muhafızlığı'nda 4.8.1975 tarihli bir dilekçesi vardır. Dava konusu taşınmazın Sinan'ın çocukları olan Arslan, Kerim ve Nihat'a satacağını, akdin Edirne'deki adresinde yapılmasını istediğini bildirmektedir. O tarihte bu dilekçenin Fatma tarafından bizzat verildiği belli değildir. Fakat Sinan tarafından verilmesi çok güçlü olasılıktır. Nitekim Sinan 14.8.1975 günlü dilekçeleri ile Edirne Tapu Dairesi'ne başvurmuş satıcı Fatma'nın Kartal İlçesi ...... Sokak, Doğan Apartmanı No: 409'da oturduğunu bildirmiş ve satış akdinin bu adreste yapılmasını istemiştir. Aynı gün Tapu Sicil Muhafızı Orhan, yardımcısı olan Gülşen'i İstanbul'da takrir olmak üzere görevlendirmiş, adı geçen memure, Sinan tarafından hiç vakit kaybedilmeden İstanbul a götürülmüş Kartal'daki adresinde bulunamayan Fatma hastanedeki ölüm döşeğinde ele geçirilmiş, orada hazır iki tanık huzurunda akit tablosuna imzasının alınması başarılmıştır. Satış akdi, alıcılardan 1962 doğumlu Nihat'a velayeten babası Sinan huzurunda yapılmış diğer iki alıcı bulunmamış, onların imzaları da Edirne'de daha sonra alınmak suretiyle işlem tamamlanmıştır. Tamamlama işleminin Fatma'nın ölümünden evvel mi sonra mı yapıldığı soruşturma dışı bırakılmıştır.
Bir çok memurun yapmakla zorunlu olduğu görevini ifadan çeşitli bahanelerle kaçındığı ülkemizde tapu sicil muhafızına baş vurulduğu anda olağanüstü bir süratle hareket ederek yardımcısını yetki bölgesi dışına takrir almak üzere göndermesi ve aynı gün aynı hızla el ve işbirliği içinde satış sözleşmesinin tamamlanması üzerinde dikkatle durulacak ve düşünülecek bir olaydır. En basit işler için tapu dairelerine günlerce gidip gelen saatlerce bekletilip yüzlerine bile bakılmayan vatandaşlar acaba neden bu sür'at ve kolaylık nimetinden yararlandırılmazlar? Onlar için bürokrasi aşılmaz bir çemberdir de, Sinan için tüm yasalar usuller, genelgeler bir tarafa itilerek, yollar bir anda dümdüz hale getirilmiştir. Hiç kuşkusuz bu kolaylığın, bu ayrıcalığın bir tavizi bulunduğu kabul edilmese bile, en azından güveni yok eden bir anlamı olmak gerekir.
Olayların oluşan zinciri, elele veren iki memurla iş sahibinin gerçek amaçlarını hiçbir duraksamaya yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koymuştur. Çok acele etmekte hakları vardır çünkü Fatma, hayatının son saatlerini yaşamakta, ölümle savaşmaktadır. Yasayı çiğnemek pahasına da olsa satış sözleşmesine imzası alınmalıdır. Bunun için her olanak kullanılmış, her kapı zorlanılmış ve sonuçta iş onlara göre kotarılmıştır.
Asliye ceza mahkemesinin Yargıtay'ca onanıp kesinleşen ve infaz edilen 16.3.1979 gün ve 1977/59 esas sayılı olup Tapu Sicil Muhafızı Orhan ile Yardımcısı Gülşen'in mahk–miyetine ilişkin, örnek sayılacak kararında belirtildiği gibi; adı geçen görevliler 2015 sayılı Yasalara usullere ve genelgelere göre aykırı hareket etmek suretiyle görevlerini kötüye kullanmışlardır. Hukuk mahkemesinin kabul ettiği gibi, eylemleri inzibati cezayı gerektirir derecede değil suç niteliğindedir. Zaten bu nedenle TCK. nun 59. maddesi uygulanmadan cezanın ertelenmesi isteğinde reddedilerek mahk–miyet kararı verilmiş, kamu düzenine karşı işlenen suçun ağırlığı vurgulanmıştır. Böyle bir mahk–miyet ilamının hukuk hukimini bağlamayacağı yolundaki düşünce hukukun temel kurallarıyla bağdaşamaz. Hukuk hakimi kesinleşmiş ceza ilamının yanlış ve isabetsiz olduğunu tartışamaz. Eğer eylem Türkiye'nin bir yerinde suç ise her yerinde suçtur. Ceza mahkemesinde suç sayılan eylemin aynı yerdeki hukuk mahkemesinde suç sayılmayacağına ilişkin düşüncenin hukuk mantığında yeri bulunamaz. Öyle olduğu için karar yerinde aksine bir gerekçe gösterilmemiştir.
Bu konuya ışık tutan ( 15.11.1953 gün - 25/10 ve 29.5.1957 gün 4/16 sayılı İnançları Birleştirme Kararları ile HGK.nun 10.1.1975 gün 1971/1-406 sayılı ve yine HGK.nun 16.5.1975 tarih 1970/4 577 E.427 K.sayılı kararlarında Y.4.H.D. nin 14.5.1975 gün 2342/6310, 11.5.1973 gün 7158/5969, 19.4.1965 gün 4159/2061 sayılı kararlarında Andreas von Tuhr, Borçlar Hukuku Cilt : 1, Cevat Edege tercümesi, sahife 412, Oser/Schönenberger, Dr. Recai Seçkin tercümesi sahife 490 ) da açıklandığı üzere; ceza ve hukuk mahkemeleri karaları arasındaki ilişkiyi düzenleyen BK.nun 53. maddesi hükmü hukuk hakimini, ceza mahkemesinin keşinleşen kararı karşısında maddi hukuk bakımından kural olarak bağımsız kılmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki; hukuk hakiminin bu bağımsızlığı sınırsız değildir. Her mahk–miyet kararı o eylemin ( olayımızda işlemin ) hukuka aykırılığını tesbit etmesi bakımından hukuk hakimini bağlayıcı niteliktedir. Gerek bilimsel görüşlere ve gerekse Yargıtay'ın kökleşmiş içtihatlarına göre ceza hakiminin saptadığı maddi olaylar ve özellikle fiilin hukuka aykırılığı ve davalılar tarafından işlenmiş olup olmadığı hukuk hakimini tamamen bağlayıcıdır.
Maddi olayları ve yasak eylemleri saptayan ceza mahkemesi ilamı, taraflar yönünden kesin hüküm niteliğini taşır. Artık hukuk mahkemesinde bu maddi olayın aksi iddia ve ispat edilemez. Hukuk hakimi ceza hakiminin mevcut delil ve işlemlerini hatalı takdir ettiği düşüncesi ile aksine bir hüküm kuramaz.
Kaldı ki, ortada bu mahk–miyet ilamı olması bile "Tapu memurlarının, ancak kendi görev bölgeleri içinde takrir almaya yetkili olduklarına, yani bölgeleri dışında görev yapamayacaklarına" ilişkin 2015 sayılı Yasanın buyurucu 1. maddesini ve 711 sayılı Yasayı gözardı etmek ya da bu yasaları sözü ve ruhu dışında hukuksal olmayan kişisel düşüncelerle davalılar yararına yoruma tabii tutmak olanağı yoktur.
Ayrıca olayların düzenlenmesinde en aktif rolü oynayan Sinan'ın alıcılardan 1962 doğumlu Nihat'ın velisi sıfatı ile akit sırasında bulunması yeterli değildir. Hazır olması gereken diğer alıcı Kerim ve Arslan'ın da Esma'nın velayeti altında oldukları anlaşılmaktadır. Satış işlemi yapılırken bu iki alıcı temsil edilmemiştir. Sonradan akit tablosuna imzalarının alınması bile, görevlilerin hastahanede yapılan işlemi yetersiz gördüklerinin sonradan tamamlama ya da düzeltme zorunluluğunu duyduklarının kanıtıdır. Olaya bir başka yönden de yaklaşıp inceleme gereği vardır. Satıcı Fatma ölüm döşeğindedir, akciğer kanserine iki gün sonra yenik düşecektir. Edirne'den kalkıp, Kartal'ı İstanbul u aynı gün dolaşan ve sözde görevine çok bağlı olan bu hanım memur hastanenin içindeyken neden hastanın şuuru konusunda çok kolaylık sağlanması olanağı bulunan bir rapor hiç değilse bir belge almak ihtiyacını duymamıştır da, kendi gözlemleri ile yetinmiş, Sinan beye gösterdiği fevkalade ilgiyi zavallı bir hastanın hukukundan esirgemiştir. Görevseverlik tek yanlı mıdır? Uzman doktor yerine geçen tapu memuru ülkenin neresinde görülmüştür? Hal böyle olunca memurenin iyiniyetle bu işlemi yaptığına nasıl güvenilir? Bu davranış vazife yapmak değil, tertibin gerçekleşmesini sağlamaktan başka bir anlam taşımaz.
Akit tablosunda satış bedeli 100.000.- lira gösterilmiş; 30 bin lirasının hastahanede satıcıya ödendiği ya da hastahane giderlerinin karşılandığı konusunda bir uyuşmazlık yoksa da kalan 70.000.- liranın ödendiği kesinlik kazanmamıştır. Bir an için satış bedeli 100.000.- liranın satıcıya ödendiği kabul edilebilse, bu taşınmazın akit tarihinde en az 400-500 bin lira değer taşıdığı iddiası inceleme konusu yapılmamış, soruşturma bu yönden noksan bırakılmıştır. Edirne şehir merkezinde 30 bin, yüzbin liraya akit tarihinde bir ev satın alınabileceği ülkemizin ekonomik gerçeklerine aykırıdır. Taşınmazın gerçek değerinin saptanması yoluna gidilse idi, tertipdeki amaç, işlemlerdeki sür'at daha açıklıkla anlaşılabilir hale gelecekti. Ne var ki, mahkeme satış işlemini daha başlangıçta geçerli saydığı için böyle bir yönün saptanması gereğini önemsememiştir. Ancak soruşturmadaki bu noksanlık yukarda belirlenen güçlü delilleri değerden düşürecek ve davanın kabulünü önleyecek nitelikte değildir.
Mahkeme satış sözleşmesinin hukuka uygunluğunu kabul ettikten sonra, davanın gündemine "hukuki ehliyetsizlik" iddiası gelmiştir. Bu konudaki iddia tanık sözlerine dayanılarak reddedilmiştir. Oysa MK.nun 359 ve ona bağlı hükümlerine göre, hukuki ehliyetsizliğin varolup olmadığının mutlaka tabip raporu ile saptanması zorunludur. Gerçeğe ulaşmak için belli yasal kurallara göre soruşturma yönteminin tayini, sorun ile çözüm arasındaki yolu yasa açısından saptanması gerekir. Hastanedeki protokol kayıtları, inceleme, gözetleme raporları tıbbi müdahale ve uygulamalara ilişkin bilgilerin getirtilerek uzman doktorlardan ya da Adli Tıp Meclisi'nden hastanın akit tarihinde hukuki ehliyete sahip bulunup bulunmadığına dair kesin rapor alınması olanağı varken, mahkemece böyle bir nesnel delilin ihmal edilmesi, tanıkların soyut sözleri ile yetinilmesi yasaya aykırıdır. Adli Tıp Bilim dalının eski deyimle, "Haleti-nezi" olarak tanımladığı yaşamla ölüm arasındaki şuursuz dönemde hastanın ehliyetli olduğundan söz etmek, pozitif bilimin, hayat gerçeğinin karşısına çıkmak demektir. Akciğer kanseri ile boğuşan bir hastanın ölümünden en çok iki gün önce "Haleti-Nezide" bulunup bulunmadığının soruşturulması en azından yerine getirilmesi gereken bir araştırma işlemi olmak gerekirdi. O halde, mahkeme kendi kabulüne göre dahi yetersiz soruşturmaya, yanlış değerlendirmelere dayanarak hukuki ehliyetsizlik iddiasını reddetmiş bulunmaktadır.
SONUÇ : Olaya hangi açıdan bakılırsa bakılsın satış işlemi, kökeninde suç teşkil eden bir eylem yaptığı için yasaya aykırıdır. Akit ölü doğmuştur. Gerçersizdir. İptal davasının kabulüne karar verilmesi gerekirken, hukuksal olmayan düşüncelerle reddedilmesinde isabet yoktur. Davacılar vekilinin tüm temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün yukarda açıklanan nedenlerden ötürü HUMK. nun 428. maddesi gereğince ( BOZULMASINA ), oybirliğiyle karar verildi.
Old 24-04-2010, 22:50   #8
Doç. Dr. Özge Yücel

 
Varsayılan

Sayın Av. Duygu Işık,

Çok önemli bir konuya değindiniz, sonuna kadar hak veriyorum. Ben de bu konuda iyi örnekler sunmak istedim, bunlar son üç yılın kararlarıdır.

"...Ne var ki yasada yer aldığı üzere davacıların isteminin kabul edilebilmesi için olağan üstü durum ya da pek önemli bir sebebin ileri sürülmüş ve kanıtlanmış olması gerekir. Somut olayda davacıların, küçük F----'n evlenmesi için öne sürdükleri "bir akrabalarıyla nişanlı olması ve evlenmek için acele etmeleri" gibi nedenler, olağan üstü durum ya da pek önemli bir sebep olarak kabul edilemez. Bu nedenlerle davanın reddine karar verilmiştir.
Ancak açık olarak dile getirilmemiş olmasına karşın, ailenin küçük F----'ı evlendirmek istemesindeki temel nedenin, çocuk sayısındaki çokluk, (6 çocuklu) buna karşın ailenin ekonomik ve sosyal olarak güçsüzlüğü olması kuvvetli bir olasılıktır . Bu nedenle 4787 sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluşu hakkındaki Yasa'nın 6. maddesi uyarınca, ailenin ekonomik ve sosyal anlamda desteklenip güçlendirilmesi ve küçük yaşta evliliğin yaratabileceği sorunlara ilişkin olarak bilinçlendirilmesi, F---- dahil kardeşlerinin okumaya yönlendirilebilmesi için re'sen Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü, İl Sağlık Müdürlüğü ve Belediye Başkanlığına yazılar yazılmasının aile mahkemelerinin kuruluş amacına uygun olacağı düşüncesiyle aşağıdaki hüküm kurulmuştur. ..."

"...
6- Yaz tatilinde ailenin Gerede'de babaanne ve büyükbabayla kalma süresinin 15 günü aşmamasına,
7- Kusurlu eş B.Y.'nin ev içerisinde sigara içmemesine, diş, beden temizlik ve sağlığına özen göstermesine,
8- Kusurlu eş B.Y.'nin, çocuklarına ve eşine karşı ilgili ve sevecen davranmasına, onlara yeterli zaman ayırmasına,
..."

"...Kaldı ki somut olayda davalı erkek, mal varlığının yarısını davacı kadın adına kaydettirmiştir. Yani görünüşte iyi niyetlidir. Ama yaşamın sırf tasarrufla geçmeyeceği, bu arada bir ömrün de tükenip gideceğini anlamak için somut olayda davacı kadının emekli olması gerekmiştir. Öyle ise bozmadaki, "bir kısım olaylardan sonra evlilik birliğinin devam ettiği" yani örtülü af gerekçesi de ekonomik şiddetin yukarıda belirtilen niteliği gereği yerinde değildir.
Sonuç olarak davacı ve davalı Adalet Bakanlığında farklı birimlerde çalışmışlardır. Davacı tanıkları, davacı kadının çalışma arkadaşlarıdır. Uzun yıllar aynı birimde aynı odada çalışan insanların, birbirlerinin özel yaşamlarına ilişkin olarak gözlemde bulunmaları ve bilgi sahibi olmaları doğaldır. Özellikle davacı kadının sürekli parasızlık çekmesinin, kırılan çay bardağının hesabını yapmak zorunda kalışının, çay parası ödemekte dahi sakınımlı davranmasının yani uğradığı ekonomik şiddetin çalışma arkadaşlarının gözünden kaçması düşünülemez. Bunun, gerek davacıdan gerekse kısıtlı da olsa görüştükleri davalıdan kaynaklanıp kaynaklanmadığına ilişkin gözlem yapmaları ve bilgi edinmeleri de kaçınılmazdır. Süreklilik taşıyan bu olguya davacı kadının uzun yıllar katlanmış olması, hiç olmazsa emeklilik döneminde bir parça olsun parasal rahatlık istemesine engel sayılmamalıdır.
Bu açıklamalar ışığında, davacı tanıklarının tek yanlı da olsa davacı kadından edindikleri bilgi ve izlenimleri süreç içerisinde doğrulama şanslarının olacağı, sürekli aynı sıkıntılardan söz eden kadının sözlerinin, yaşanılan bu sıkıntıları bizzat gören tanıklarca doğrulanabileceği kabul edilmelidir. Kaldı ki davacı kadının hastalığı döneminde taksi parasını dahi ödeyememesi, davalı erkeğin cimriliği nedeniyle onu otomobili ile hastaneye götürmeyişi, tanıkların somut ve görgüye dayalı bilgileridir.
O halde, uzun yıllar eşinin aşırı hesaplı ve cimrilik ölçüsündeki tutumluluğuna dayanmak zorunda kalan kadının, ekonomik ve sosyal alanda özgür ve rahat yaşamak ve ekonomik şiddetten kurtulmak için açtığı davanın kabulüne karar verilmesi gerektiği inancıyla önceki kararımızda direnilerek aşağıdaki yargı kurulmuştur.
H Ü K Ü M : Yukarda açıklanan nedenlerle,
Mahkememiz kararında direnilmesine,
..."

"...Somut olayda amca ve yenge küçüğün süreğen tedavisinin halen yaşadıkları Viyana şehrinin sağlık olanaklarının daha iyi olacağı inancıyla küçük G.’yi evlat edinip götürmüşler, sonrasında tam bir tedavinin sağlanamayacağı anlaşıldığından, bir, bir buçuk yıl kadar sonra çocuğu Türkiye’de gerçek anne ve babasına bırakmışlardır. Dosyaya sunulan rapor ve belgelerin yanında duruşmada bizzat gözlenen küçük G.’nin yaşamı boyunca tedavisinin sürdürülmesi bir zorunluluk olup somut durumu itibariyle bu sorumluluğun Avusturya’da yaşayan, evlat edinen amca ve yenge tarafından yerine getirilemeyeceği, yükümlülüğün gerçek anne ve baba tarafından üstlenildiği ortadadır. Ne var ki, gerek hukukumuz gerekse ülkemizin imzaladığı uluslar arası anlaşmalar, Çocuk Hakları Sözleşmesi uyarınca asıl olan küçüğün üstün yararıdır. Aile mahkemelere kuruluş amacı ve çerçeveyi düzenleyen hukuksal düzenleme itibariyle aynı zamanda çare makamıdır. Buna göre davalıların velayet görevlerini yerine getirmekten kaçındıkları tartışmasız olmakla, evlatlık ilişkisinin kaldırılması yerine, davalılardan velayetin alınmasının amaca uygun ve küçüğün üstün yararına olduğu düşünülerek, evlatlık ilişkisinin kaldırılması isteminin reddine, TMK nun 348. maddesi uyarınca davalılardan velayetin alınarak küçüğe halen bakmakta olan babanın vasi olarak atanması için Sulh Hukuk Mahkemesine ihbarda bulunmaya karar vermek gerekmiştir.
H Ü K Ü M : Yukarda açıklanan nedenlerle;
Davanın reddine,
TMK nun 348/2. maddesi uyarınca S.Ü. ve Ş.Ü.'nün çocuğa yeterli ilgiyi göstermediği ve yükümlülüklerini ağır biçimde savsakladıkları anlaşıldığından velayetin kaldırılmasına, küçüğe babası S.Ü.'nün vasi atanması için Sulh hukuk Mahkemesine ihbar edilmesine, ..."

"...Korunma isteyen F.K. dilekçesinde, resmi nikahlı olmadan birlikte yaşadığı, O. G'ın uzun süredir kendisine şiddet eylemlerinde bulunduğunu, bu nedenle hayati yönden derin endişe duyduğunu ileri sürerek, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına dair Yasanın 1. Maddesinde yazılı tedbirlerin uygulanmasını istemekle, dosya incelendi.
Dilekçe içeriğinden tarafların resmi nikah olmaksızın birlikte yaşadığı görülmekle öncelikle, 4320 sayılı Yasa'nın uygulanması olanağı tartışılmalıdır. Yasada koruma kapsamının resmi evlilikle sınırlandırıldığına ilişkin bir anlatım bulunmamaktadır. Buna karşın tarafların yakın yaşam arkadaşı olarak uzun süredir bir arada yaşadığı, sosyolojik anlamda bir aile kurulduğu ve kadının bu nedenle şiddete uğradığı anlaşılmaktadır.
4320 Sayılı Yasa, nihai amaç olarak kadın ve erkek arasında eşit olmayan güç ilişkisinden kaynaklanan kadına yönelik şiddeti önlemek için çıkarılmıştır. Öyleyse davacı kadının 4320 Sayılı Yasanın korumasından yararlandırılması, Yasanın amacına uygun düşecektir. Esasen çağdaş gelişmeler de bu yöndedir. Başta Kadına Karşı Ayrımcılığın Önlenmesine İlişkin Sözleşme (CEDAW) olmak üzere, ülkemizin imzaladığı kadına yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin tüm sözleşmeler yanında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yakın yaşam arkadaşlığını aile sayan kararlarının ulusal hukukumuz açısından da bağlayıcılığı gözetilerek, -Mahkemeye göre evliliğin biçimsel koşulları değil, eylemsel olarak aile olup olmamak önemlidir. (Bkz. Dinç. 2006 s.22, Dinç G.,(2006), Özel Hayatın ve Aile Hayatının Korunması, İnsan Hakları Konferansları (14 Nisan 2006-26 Mayıs 2006), Ankara : Ankara Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları)- 4320 Sayılı Yasa'nın uygulanması, resmi evlilikle sınırlandırılmamalıdır.
Bu kapsamda, evrak içeriğine göre istek mahkememizce yerinde görüldüğünden, 5636 sayılı Yasa ile değişik 4320 Sayılı Yasa uyarınca aleyhine tedbir istenen davalı O. G'ın istekte bulunan F. K'a şiddet uygulamamasına ilişkin uyarılması için aşağıdaki önlemlerin uygulanmasına karar verilmiştir. ..."

"DAVA : 4320 Sayılı Yasaya Göre Koruma Kararı
DAVA TARİHİ : 17/12/2008
KARAR TARİHİ : 18/12/2008"

"...İddia, dilekçe içeriğine göre samimi görülmekle, her ne kadar taraflar boşanmış olsalar da bir süre için aynı çatı altında oturmayı sürdürdükleri anlaşılmış, yasanın amaç, kapsam ve ruhu gözetilerek, -boşanmış olsalar bile kimi zaman eski kocaların bazılarının boşandıkları eş ve velayetleri altında bulunmayan çocukları üzerinde baskı ve şiddet uygulama eğilimini taşıdıkları bilinmekle; 4320 Sayılı Yasanın 1. maddesi uyarınca aleyhine koruma istenen S. Ş. hakkında aşağıdaki şekilde tedbir kararı verilmesi gerekmiştir. ..."

"ÖN SORUNA İLİŞKİN KARŞI OY YAZISI

Dava konusu çekişmenin incelenebilmesi için öncelikle bu davada dava konusu çocukların bir temsil kayyımı ile temsil edilmeleri gerekip gerekmediği konusu bir ön sorun olarak yüce Hukuk Genel Kurulu'nda oylanmış olup değerli çoğunluk tarafından bu davada dava konusu çocukların bir temsil kayyımı ile temsil edilmeleri gerekmediğine
karar verilerek işin esasının incelenmesine geçilmiştir. İşin esası hakkında değerli çoğunluk ile aynı görüşü paylaşmakla beraber ön sorun konusunda değerli çoğunluktan farklı düşünerek dava konusu çocukların bir temsil kayyımı ile temsil edilmeleri gerektiği yönünde oy
kullanmış olduğumdan ön soruna ilişkin karşı oy gerekçelerim tarafımdan aşağıda arz edilmiştir.
Davacı anne tarafından 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 348 hükmüne göre davalıdan velâyetin kaldırılması konusunda dava açıldığı ve dava konusu çocukların bir temsil kayyımı tarafından temsil edilmeden işin esası hakkında karar verildiği konusunda değerli
çoğunluk ile aramızda görüş birliği vardır.
Çekişme nedir?
Velâyetin kaldırılmasına yönelik davalarda dava konusu çocuklar bir temsil kayyımı tarafından usulüne uygun biçimde temsil edilmeden işin esasının incelenebileceğine yönelik değerli çoğunluğun düşüncesine aşağıdaki gerekçelerle katılmıyorum.
A- VELÂYET İLİŞKİSİ TEK KUTUPLU MUDUR ?
Velâyet ilişkisinde iki taraf (=Ebeveyn ve çocuklar) söz konusudur.(Selma BAKTIR ÇETİNER, Velâyet Hukuku, Ankara-2000, s. 32) Velâyet bu sebeple iki kutupludur. Velâyet, küçüklerin ve bazı durumlarda kısıtlı çocukların gerek kişiliklerinin gerek mallarının korunması ve onların temsili konusunda yasanın ana babaya yüklediği ödevler ile bu ödevlerin gereği olan hakların tümünü ifade eder. Velâyet, Çocuk Haklarına Dair Sözleşme hükümleri ile de ana baba yararına değil çocuk yararına bir hak olarak kabul edilmiştir. (BAKTIR/ÇETİNER, VelâyetHukuku, s. 46) Velâyet ilişkisinin yeniden düzenlenmesinde bu
sebeplerle çocukların yararı gözönünde tutulmalıdır.(Bilge ÖZTAN, Aile Hukuku, Ankara-2004, s. 472, Lüchinger/Geiser, Art.157, nr. 13, BGE 118 II 23) Velâyet, ana-babaya bırakılan denetimsiz bir hak olmaktan çıkarılmış, kamusal niteliği olan bir hak olduğundan bu hakkın
kullanımı denetlenmektedir. (BAKTIR/ÇETİNER, Velâyet Hukuku, s. 19)
Velâyetin kötüye kullanılması halinde çocuğu korumak üzere alınabilecek en radikal, en etkin önlem ve bu anlamda son çare ise velâyetin kaldırılmasıdır.(Rona SEROZAN, Çocuk Hukuku, İstanbul-2005, s. 292.)
Yüce Hukuk Genel Kurulu'nda incelenmiş olan dava, T.A. (=Davacı) ile R. E. R.(=Davalı) arasında gerçekleşmiştir. Oysa bu öykünün başoyuncuları onlar değil çocukları olan S. ve Ş.'dur. Başka bir anlatımla dava; T.-R. davası değil ebeveynleri ile S.-Ş.'un davasıdır. S.
ve Ş.'un korunması, güvenliğinin sağlanması davasıdır. Velâyetin ya davacı T.'ya ya da davalı R.'e verilmesi değil S. ve Ş.'un onlara karşı bile korunması gereğinin davasıdır. Öyleyse bu davada S. ve Ş. bağımsız olarak
(=temsil kayyımı ile temsil edilerek) rol almalıdır. Onların temsilini ana babasının yapmasına göz yumulmamalıdır.
Başka bir anlatımla dava sonuç olarak ebeveyn (=davanın bir tarafı) ile çocuklar (=davanın diğer tarafı) arasında görülmelidir/görülmesi gerekli bir davadır.
Velâyetin iki kutuplu olmasının doğal sonucu: Çocuğun güvenliğini doğrudan ilgilendiren velâyetin kaldırılması davasında çocukların bağımsız temsil edilmesidir. Aksi düşünce; davayı (=velâyetin kaldırılması) tek kutuplu (=sadece ebeveyn yani ana-baba arası) hale
getirir ki Çocuk Hukuku böyle bir anlayışı içine sindiremez.
B- TEMSİL KAYYIMI ATANMASI TAKDİRE BIRAKILMIŞ MIDIR?
Temsil kayyımı ise bir kimseyi belirli bir iş ya da birden fazla işte temsil etmesi için atanan kişiyi ifade eder.(Kemal OĞUZMAN/Mustafa DURAL, Aile Hukuku, İstanbul-1994, s. 510) Velâyetin kaldırılmasına ilişkin bu dava çocuğun güvenliğini doğrudan ilgilendiren bir dava olup velâyet kendisinde bulunan davalının her zaman çocuğun yararına davranmayacağı şu veya bu gibi düşüncelerle çocuk aleyhinde birleşmesi ve onun zararına bir durum yaratması
davanın açılış sebebi göz önüne alındığında olası olduğundan çocuk ile yasal temsilcisi arasında menfaat çatışması olduğu açık ve seçiktir. O kadar açık ve seçiktir ki çocuk yönünden işler yolunda gitmediğinden velâyetin yeniden düzenlenmesi için dava açılmıştır/açılmak zorunda kalınmıştır. Başka bir anlatımla açılan bu davada velâyetin davalı
tarafından kullanılmasında çocuk için zarar oluştuğu ileri sürülmektedir. Zarar iddiası menfaat çatışmasının göstergesidir. Bilindiği üzere çocuk ile yasal temsilcisi davalı arasında menfaat
çatışması varsa vesayet makamı re'sen temsil kayyımı atar.(TMK. m. 426 b. 2). Atar ifadesinden de açıkça anlaşılacağı üzere düzenleme emredici nitelikte olup takdire yer bırakılmamıştır.
C- MENFAAT ÇATIŞMASI VAR MIDIR?
O halde menfaat çatışması kavramına açıklık getirmek zorunludur. İsviçre ve Türk Hukuk öğreti ve uygulamasında baskın biçimde hakim olan görüşe göre: temsil olunanın menfaatinin ihlaline yönelik salt soyut bir tehlike olasılığının varlığı menfaat çatışmasının varlığının kabulü için yeterlidir. (Mustafa Alper GÜMÜŞ, Türk Medeni Hukukunda Kayyımlık, İstanbul-2006, s. 46) Dairem de aynı görüştedir. Daireme göre uzak da olsa yarar çatışması olasılığının bulunması kayyım atanması için yeterlidir. (Y2HD, 3.5.1976, 3621-3760, Feyzi Necmeddin FEYZİOĞLU, Aile Hukuku, İstanbul-1986, s. 643, dip not:23., GÜMÜŞ, s. 46, dip not: 197) Bu sebeplerle yasal temsilcinin kişisel nitelikleri hiçbir şekilde göz önüne alınmaz. (GÜMÜŞ, s. 46) Sonuçta şartlar çatışma olasılığına işaret ediyorsa küçüğe kayyım atanması zorunludur. (GÜMÜŞ, s. 46) 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m.
183 hükmüne göre ana veya babanın başkasıyla evlenmesi, başka bir yere gitmesi veya ölmesi gibi yeni olguların zorunlu kılması hâlinde hâkim, re'sen veya ana ve babadan birinin istemi üzerine gerekli önlemleri alacağı gibi çocuğun korunmasına ilişkin diğer önlemlerden
sonuç alınamaz ya da bu önlemlerin yetersiz olacağı önceden anlaşılırsa, hâkim 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 348 hükmünde yer alan hâllerde velâyetin kaldırılmasına da karar verir.
İMK 308/II, İMK 392/b. 2,3, TMK 426/b.2,3 hükümleri, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinin 12. maddesi uyarınca çocuk için önemli kararlar alınırken çocuğun bağımsız temsili zorunludur. (HEGNAUER, N.27.63a, s.224-225, GÜMÜŞ, s. 183, dip not:638) Velayetin kaldırılması istemi çocuk için alınacak önemli kararlardan biridir.
İsviçre Hukukunda da bu zorunluluk ana ve babadan velayetin alınması için (İMK 311-TMK 348) yapılacak yargılamalar için de söz konusudur. (HEGNAUER, N.27.63a, s.224-225, GÜMÜŞ, s. 183, dip not:638) Dairem de çocuğun bağımsız temsili konusunda benimle aynı görüştedir: ...Dava, velayet hakkının kaldırılması talebini de içermektedir. (TMK.md.348) O
halde küçüğe kayyım tayini ettirilmesi davaya dahili, taraflardan delilleri sorulup toplanması delilerin bu çerçevede değerlendirilmesi sonucuna göre karar verilmesi gerekir. Bu yön gözetilmeden eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru
bulunmamıştır. Y2HD, 25.11.2002, 11983-12963)
D- MAHKEME TARAFINDAN YAPILMASI GEREKEN NEDİR?
Dairem Çocuk Hukukunu ilgilendiren hemen hemen bütün davalarda çocuğun bağımsız temsil edilmesi kenarda kalsın aynı vekil tarafından temsilini bile içine sindirememektedir. (Bir örnek: Y2HD, 29.4.2002, 4849-5638) Açıkladığımız gerekçelerle velâyetin kaldırılması
davasında dava konusu çocuklara (=S. ve Ş.) bir temsil kayyımı atanmalı, temsil kayyımı davaya katılmalı ve temsil kayyımı tarafından gösterildiği takdirde delilleri toplanarak sonucu uyarınca bir karar verilmelidir.
Hükmün bu gerekçe ile bozulması görüşünde olduğumdan değerli çoğunluğun ön sorun konusundaki farklı görüşüne katılmıyorum.
Ömer Uğur GENÇCAN
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi Üyesi"
Old 30-04-2010, 20:47   #9
semeni

 
Varsayılan

Kararları zevkle okudum. Duygu Hanım'a farklı bir pencere açtığı için teşekkür ederim.
Old 11-05-2010, 06:22   #10
Hak Hukuk

 
Varsayılan Hukuk samimiyet demektir

Hukuk samimiyet demektir. Samimiyet açıklık demektir. Bu samimiyeti sağlayan hükümdeki gerekçedir. Gerekçe ise ikna etmek içindir.Gerekçe sayesinde insan ruhunun örselenmesi önlenmiş olur. Sağlık her şeyin başıdır; bedensel sağlık doktorların, ruhsal sağlık ise hukukun alanına girer. Mahkeme kararlarındaki gerekçe ne kadar sağlam olursa, ikiyüzlülüğün prim yapması o derece engellenmiş olur; yani toplumun ruh sağlığı (yani hukukun üstünlüğü)korunmuş olur. Bu nedenle insanın duygu dünyasına hitap eden mahkeme kararları içimizi ışıklandırmaktadır. Hukukun samimiyetle ilişkisini bu tür kararlar bize hatırlatır.
Old 11-05-2010, 07:33   #11
Av. Şehper Ferda DEMİREL

 
Varsayılan

Dilimiz değişti. Hem eskiye hem güncele vakıf, aralarından uçurum geçen nesillerin arasına sıkışmış, iki arada bir derede mesleğimizi sürdürürken, üzülüyoruz bazen. Önceyi bilmeseydik, böyle bir sıkıntımız olmayacaktı

Bazen hala muhteşem bozmalarla karşılaşabiliyoruz. Seyrek elbette, ama hiç yok değil. Böylesi kararlarla karşılaştığımda kararı verenleri arayıp teşekkür edesim geliyor.

Saygılarımla
Old 11-05-2010, 08:56   #12
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Hak Hukuk
Hukuk samimiyet demektir. Samimiyet açıklık demektir. Bu samimiyeti sağlayan hükümdeki gerekçedir. Gerekçe ise ikna etmek içindir.Gerekçe sayesinde insan ruhunun örselenmesi önlenmiş olur. Sağlık her şeyin başıdır; bedensel sağlık doktorların, ruhsal sağlık ise hukukun alanına girer. Mahkeme kararlarındaki gerekçe ne kadar sağlam olursa, ikiyüzlülüğün prim yapması o derece engellenmiş olur; yani toplumun ruh sağlığı (yani hukukun üstünlüğü)korunmuş olur. Bu nedenle insanın duygu dünyasına hitap eden mahkeme kararları içimizi ışıklandırmaktadır. Hukukun samimiyetle ilişkisini bu tür kararlar bize hatırlatır.

Gerekçenin olması ve ayrıca hukuka uygun olması elbette ki şarttır. Hakimin gerekçesinin tarafları tatmin etmesi de çok önemlidir. Hukuka aykırı bir gerekçe tarafların ruh sağlığını (belki) zedeleyebilir ama bu problem de doğal olarak sağlıkla yani tıp ile ilgilidir.

"Ruhsal sağlık hukuk alanına girer..." ifadesi yanlış anlaşılmaya müsait, meramınızı tam anlamıyla anlatmaya yetmeyen bir cümledir diye düşünüyorum.
Old 11-05-2010, 16:20   #13
meltem2007

 
Varsayılan

Sayın Yücel Kocabaş'ın eklediği Yargıtay 1. HD kararlarına hayran oldum ve çoook şaşırdım."Müteveffa bu bağışla iç aleminin kapısını aralamış" diye yazılmış, ne kadar edebi bir ifade bunun gibi onlarcası var kararlarda.Bir hukukçu düşüncelerine duygularını da katıp bu kadar mı güzel ve zarif karar yazar, sayın Av.Duygu Işık'a teşekkürler....
Old 11-05-2010, 23:33   #14
Hak Hukuk

 
Varsayılan Glastnost

Kralın yaptığı işlemin haksız olduğunu düşünen vatandaşın söylediği, “Berlin’de hakimler var” özdeyişi onun nasıl bir ruh dinginliğine sahip olduğunu gösterir. Toplumsal ruh sağlığı budur. Buradaki sağlık ancak bütün açıklık ve samimiyetiyle işleyen bir hukuk düzeninde korunabilir. Hukukun açıklık ve samimiyetinden (Hukukun üstünlüğünden) emin olunmayan toplumlarda ise, ruh sağlığı kaybedilmiş,(linç, işkence, katliam vb) tedavi edilmesi bakımından iş doktorlara kalmış demektir. Kısaca ruh sağlığının korunması hukukun alanına girer; denge kaybedilmişse (içtihatlar sabahtan akşama değişiyor; biri öbürünü tersliyor; gerekçeleri maşeri vijdanı ikna edemiyor,kuru sözlerden ibaret kalıyorsa) tedavi aşamasına gelinmiştir. İşte bu istisnai hallerde artık tıp devreye girer ve damarlarda akan DNA’nın (veya tıbbi adı ne ise) düzene kavuşması için ilaçlarla müdahale edilir. Ama ruh sağlığının tıptan çok bir hukuk dünyası terimi olduğu kanaatindeyim.
Old 14-05-2010, 09:29   #15
ahmet_B

 
Varsayılan

Siteye her girdiğimde yeni şeyler öğreniyorum. Bu defa bilgi paylaşımı dışında insani duygularında sitede bu kadar güzel bir örnekle yer almasından, bir çok kişinin de bu değerlerin yaşatılması konusunda hemfikir olmasından mutlu oldum. Bir hukukçu olmamakla birlikte hukuk çerçevesinde verilen kararlarda, kararı verenin hissiyatının, kararda kullanılan kelimelerden hissedilmesi bence de güzel bir olay.
Old 23-05-2010, 21:35   #16
Recep Ayer

 
Varsayılan

Bir çok yönünden bakılacak bir durum sanki.
medeniyet ve kültür yönü var öncelikle.Medeniyetin ve kültürün değişkenliği ve inşa süreci var.Önceki kararda ifade edilen başka bir kültür sanki.Yani çok değil 1970 li yıllarda konuşulan dil ve fikir ve düşünceler böylemiydi acaba?Hem evet hem hayır.İçiçe geçmiş bazen paralel değişik anlayışlar o zamanda bu zamanda var aslında.Kullanılan dil incelikli bir şehir dili.Osmanlı geçmişini hatırlatıyor belki de kaybettiğimiz ve şimdi yaşamayan değerlerimizi yansıtıyor.

Şimdilerde ise kullanılan dil çok başka.Sanırım bugünü ve geleceği inşa ederken geçmişi yeterince kullanamadık ve geçmişi yeterince öğrenemedik.Belki de sorun burada.
Old 24-05-2010, 00:58   #17
Av. Bülent Sabri Akpunar

 
Varsayılan

Duygu hanımın kuyuya attığı taşı çıkarmak değil üstüne taşlar hatta kayalar atmak lazım bence Zira kararlar dünyasının, diğer deyişle hukukun hayattan kopması düşünülemez. İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerin önceden belirli kurallar çerçevesinde düzene sokulması, sorunlarla bozulan düzenin ihyasını öngören adli mekanizmanın soyut normu somut olaya uygularken toplumsal ve insani değerlerden uzaklaşıp soyutlanması aslında vicdanlardaki adalet ve hakkaniyet duygularının yadsınması anlamına gelecektir.Adalet hissinin tatmin edilemediği ve hukukun hayattan koptuğu bir adli sistemde uzun vadede insanlar da hukuktan kopacak, farklı çözüm yolları arayışına girecek sonuçta kaos ortamı yaşanacaktır.

Medeni hukuk ve Borçlar Hukukundaki, "MK 3 : iyi niyet", "MK 2: dürüstlük", "MK4: hakimin takdir yetkisi", "BK 18: lafza değil öze göre yorum ilkesi", "BK 20, 41/II, BK 65 vb. ahlaka aykırılığın yaptırımları", "BK 21 : aşırı yararlanma", "BK 23-30 vd. irade fesadı halinde iptal edilebilme" , "BK 44 : tazminatın hakkaniyet çerçvesinde indirilebilmesi veya kaldırılması" , "halin icabı" ; Ceza hukukundaki "ıztırar halinde hırsızlık halinde cezasızlık" , "taksirle yakına karşı ilenen suçta cezasızlık" "yakına karşı işlenen bazı suçlarda cezasızlık " "suç konusunun düşük olmasında cezasızlık" ... gibi sayısız hukuki olgu aslında hukukun sert yapısını yumuşatabilmek ve soyut kuralın somut olaya yani insana uygulanırken nihai amacın yani adaletin tecellisini sağlayabilmek için düzenlenmiştir. Yasa koyucu bu anlamda, hakime uluslararası normları dahi doğrudan uygulayabilmek için yetki vermiştir.(AY. 90)
Kaldı ki hakimin, bir konuda yazılı veya yazısız kural olmasa dahi kendisine "çare makamı" olarak başvuran kişilerin sorununu hakkaniyete uygun bir şekilde çözmek de görevidir. (MK.1)

Alıntı:
Hayatın gerçekleri söz konusu iken, hakim iddiaların-savunmaların ve delillerin ışığında kanaatini kullanırken, en nihayetinde bir insanla ilgili bir diğer insan karar verirken, sahip olunması gereken bir ruh vardır. Bu öyle Mahkeme salonunda vatandaşı azarlayıp kararı almaya gelirsin demekle, alelacele ve umursanmamış incelemelerle, vasıfsız dilekçelerle olmaz. Bu ancak, kalpte yitirilmemiş sevgi, hayat heyecanı ve özen duygusu ile olur.


Tamamen katılıyorum.Bazen, iyimser bir ifade oldu aslında çok seyrek, bu bahsettiğiniz özen duygusuna rastlanabiliyor. Bir kararın karşı oyunda veya bir duruşmada tanık ifadesinde veya bir dilekçe okurken bahsettiğiniz hayat heyacanına rastlamak insana yaşadığını hissettiriyor.

Umarım hukuk hayattan hiçbir zaman kopmaz.
Old 04-06-2010, 11:00   #18
persona

 
Varsayılan

Değerli meslektaşlar....
Eskiye özlem , olması gerekenlerden bahsetmek gerçekten çok güzel... ancak mevut Yargıtay yargılama sürecinde hakimlere dosyayı incelemeleri için 2 dakika gibi bir sürenin düştüğü bir sistemden bahsediliyor sanırım . Böyle bir sistemde Yargıtay hakimlerimizden çokta derin ve incelikli , estetik kararlar beklemek imkansız gibi geliyor bana. Bu ne hakimlerimizin hayattan kopuk olmaları ya da ihmalkar olmaları ile alakalı bence sorun tamamen sistemin sizin olması gerekene ulaşmanızı engellemesi. Dolayısıyla önüme bazen gerekçesi olmayan yargıtay kararı geldiğinde çok kızamıyorum açıkçası ( gerçi gerekçe olmadan karara karşı yargı yoluna başvurmak bayağı güç açık söyliyim :-)

Kısaca, elimizdeki mevcut sistemde alabileceğimiz hizmet maalesef bu,... 1970 li yılların kararlarını şimdikilerle kıyaslamak bana biraz elma ile armutu kıyaslamak gibi geliyor maalesef...

Ayrıca, Hakimlerimizin verdikleri kararları eleştirirken Biraz da Avukatların dilekçelerine baksak mı acaba ??? Bazen öyle dilekçeler geçiyor ki elime gerçekten üzülüyorum halimizden...

saygılar...
Old 04-06-2010, 12:43   #19
Av.Duygu Işık Behrem

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan persona
Ayrıca, Hakimlerimizin verdikleri kararları eleştirirken Biraz da Avukatların dilekçelerine baksak mı acaba ??? Bazen öyle dilekçeler geçiyor ki elime gerçekten üzülüyorum halimizden...

Bu tespitinize kesinlikle katılıyorum. Mesajımdaki "vasıfsız dilekçeler" den kasdım da buydu. Kesinlikle bizlerin de eleştirilmesi gereken çok yanı var ancak bu tamamen ayrı ve çok da kapsamlı bir konu. Bizler yerden yere vurulmaya alışık bir mesleğin mensubuyuz ; bu nedenle eleştiriye de alışığız.

Söylediğiniz gibi bazen öyle dilekçelerle karşılaşıyoruz ki kurulan cümleden anlam çıkarmak mümkün değil. Ben bazı meslektaşlarımızın bunu bilinçli olarak yaptığını bile düşünebiliyorum zaman zaman. Öyle bir dilekçe geliyor ki elinize cevap verebilmek mümkün değil... Sanki özellikle cevap veremeyelim diye yazılmış!

Kişisel kanaatim özellikle benim neslimin ve daha yeni nesillerin en basit konuyu çözüme ulaştırmaya çalışırken dahi kendini zorlayıp araştırmak yerine hazır lokma cevaplar araması. Çaba gösterip daha sonra farklı fikirlere başvurulacağına, hiçbir şey yapmadan ve bir görüş oluşturmadan birilerinin göstereceği hazır sonuç bekleniyor.
Old 24-06-2010, 14:17   #21
Emre Can

 
Varsayılan

Sayın Işık kesinlikle size katılıyorum.Bugün ben 2.sınıfa geçmiş bir hukuk öğrencisiyim ve bize söylenen tek teşbih şuydu;"Butlan da bebek doğdu ama engelli,yoklukta ise bebek hiç doğmadı".Hukuk dediğin hele ifadelerde kazuistik olmamalı,dendiği gibi bir hakim "gidici bu adam yerine" "ebediyete intikaline yakın olan" gibi hoş tabirler kullanabilir.Yazı için kutluyorum
Old 02-07-2010, 14:19   #22
süleymanakyol

 
Varsayılan çok teşekkür ederim.

Duygu Hanım,
Paylaşımınızı okudum.. Sonra tekrar okuyarak haddim olmadan tetkik ettim.
Sizin hukuk insanı olduğunuz kanaati bende hasıl oldu.. Teknisyenlikten
uzak; realitenin manaya dönüştürüldüğü bir gerçeklik anlayışı. Dünya
üzerinde bulunan hayat sahiblerinin, hayat sahibi olduklarına delalet eden
maslahatlarındandır ruh.. Nasıl buğday öğütülünce özü çıkar; aynen öyle
de, hayat sahibinin kalbine (özüne) inince ruh'u çıkar karşımıza. Her hayat sahibinin
bir Hakk'ı vardır. Hukuk; hak'ların çoğuludur. Öyleyse Hukuk Ruh'ludur!
Old 31-07-2010, 11:14   #23
hakkaniyet_

 
Varsayılan

Bir panelde bir aile mahkemesi hakimi: "Siz avukatlardan ısrarla istirham edeceğim bir husus var. Lütfen dava dilekçelerinize özen gösterin.Öyle cümleler görüyorum ki; o gün eve gittikten sonra dahi kendime gelemiyorum.Siz sıradan insanlar değilsiniz ki...Sizler hukukçusunuz.Neyin nasıl yazılacağını en iyi siz bileceksiniz." diye serzenişini dile getirmişti.Gerçekten bakıyorum da bazı dava dilekçelerine, bazı meslektaşlar müvekkilin ağzından çıkan cümleleri olduğu gibi aktarıyor dilekçelere,özensiz ve onları yeniden düzenleme gereği duymadan.Bence de sayın hakimin dediği gibi, dikkat edilmesi gereken önemli bir husus.Belki biz avukatlar olarak özenli dilekçeler hazırlarsak,beklediğimiz nitelikte ki kararlara da kavuşmamız o kadar uzak olmaz.
Duygu Hanım'a bu hassas ve aslında görmezden gelinen bu konuyu açtığı için teşekkürler.
Saygılarımla
Old 05-08-2010, 12:07   #24
Av. Atilla Şen

 
Varsayılan

Sayın Duygu Hanım'a çok teşekkür ederim. Yazınız mesleğimizde her gün karşılaştığımız zorluklar karşısında zaman zaman kapıldığımız umutsuzluğa sürüklenen ruh halimizin kalıcı olmadığı konusunda bize verilmiş güzel bir hatırlatma idi. Ayrıca "Ankara'da hakimler var" ya da "Türkiye'de gerçek hukukçular var" diyebilmenin geçmişte de bugün de hala ve herşeye rağmen mümkün olduğunu da siz ve diğer katılımcılar birlikte örneklerle gösterdiniz.
Haklısınız çok eleştirlen bir mesleğin mensuplarıyız. Fakat birleşik kaplar kanunu örneğinde olduğu gibi, toplumun genel düzeyi her şeyi etkilerken hukuk sistemimiz bunun dışında kalamıyor. Lise eğitiminin düzeyi, hukuk fakültesine yönelen hukukçu adayının mezuniyette ulaşacağı kalite düzeyini birebir etkiliyor. Toplumun genel yapısıyla birlikte düşündüğümüzde, hukukun üstünlüğünü sağlayacak olanların yine ve öncelikle hukukçular olacağı inancındayım. Bu inançla ruhu olan, insanı dikkate alan, samimi bir çabaya ve araştırmaya dayanan dilekçeler ve kararlar ile daha çok karşılaşmak ümidimi paylaşmak isterim. Saygılarımla
Old 08-08-2010, 15:02   #25
adil özcan

 
Varsayılan

Duygu Hanım'a hak vermemekmümkün değil.Sanırım burada gözden kaçan husus kuşakların yetişme farkı, aldıkları eğitim ve kültürdür. O kuşaklar klsik eğitimde yetişmiş kültürümüzü önemli ölçüde özümsemiş ve yaşam biçimi haline getirmiş kuşaklardı.Son çeyrek asrın çocukları gibi "test"e ve "tost"a mahkum edilmiş,kullan at şarkılarla,şiirlerle ve sevgilerle(!) yetiştirilmemeişti.Sonuçta Hâkim de avukat da insandır. İnsan aldığı eğitim ve kültürü hayatının her anına yansıtan varlıktır, diye düşünüyorum.
Old 03-09-2010, 09:58   #27
aysun nalbant

 
Varsayılan

Duygu Hanım

Hukuk bir sanattır, hukuçu da sanatçı, ne yazık ki artık mesleğimizi icra ederken sanatçı naifliğinden uzaklaştık. Avukatların altına imza attıkları dilekçelerdeki üslup, avukatın kişiliğini yansıttığı gibi, hakimlerin de altına imza koydukları kararları onların aynasıdır.Bugün dilekçelere ve kararlara bir baksanıza, sanattan - hoşgörüden - düzenden - özenden ne kadar uzak.
Sizi tebrik ederim.
Tüm duygu ve düşüncelerinizi aynen paylaşıyorum.
Old 21-09-2010, 12:37   #28
libra

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Duygu Işık
Hayatın gerçekleri söz konusu iken, hakim iddiaların-savunmaların ve delillerin ışığında kanaatini kullanırken, en nihayetinde bir insanla ilgili bir diğer insan karar verirken, sahip olunması gereken bir ruh vardır. Bu öyle Mahkeme salonunda vatandaşı azarlayıp kararı almaya gelirsin demekle, alelacele ve umursanmamış incelemelerle, vasıfsız dilekçelerle olmaz. Bu ancak, kalpte yitirilmemiş sevgi, hayat heyecanı ve özen duygusu ile olur.

Şimdi kimileri, bu kadar iş yükünün içinde bir de bununla mı uğraşacağız diyebilir. Fakat benim inancıma göre, bir insan bir işi yapmayı kabul etmiş ise o işi hakkını vererek ve özenerek yapmalıdır. Bence bunun aksinin hiçbir mazereti de olamaz. Yapamayan, taşıyamayan yapmaz ve yerine gelecek olana yer açar.

Bir deli olarak kuyuya taşı attım. Okuyanlara teşekkürler.

Saygılarımla,

Duygu hanım yazdıklarınıza tüm kalbimle katılıyor, duyarlı ve zarif yapınız için de sizi tebrik ediyorum.

Dilerim toplumumuzda sizin gibi delilerin
sayısı hızla artar ve daha birçok konuda kuyuya taş atar. Ben de deli bir okuyan olarak size teşekkür ederim.
Old 28-09-2010, 23:33   #29
Stj. Av. Emrah İRVEN

 
Varsayılan Edebiyat ve Hukuk İlişkisi

Hep şuna inanmışımdır: İyi bir hukukçu iyi bir okuycudur., iyi bir okuyucu da edebiyattan az veya çok nasibini almış bir kimsedir. Sadece edebi bir hukuki formasyon da yeterli değildir elbette ki hukukçu için. Aynı zamanda edebiyatın ana öğelerinden olan, en az hukuçunun bilgisi ve düşünceleri kadar değerli olan ''duygu'' kavramına da sahip olmalıdır hukukçu. Olay ve olgulara mekanik bir tarzda değil bilinçli ve insancıl, yani duygulardan sıyrılmamış bir yaklaşımla bakmalıdır diye düşünüyorum. Yazınız bu anlamda gerçekten çok önemli bir örneği içeriyor. Meslek hayatımızda inandığımız değerlerden, ilkelerden ödün vermemek dileğiyle...
Old 07-10-2010, 10:19   #30
ftmmtl

 
Varsayılan

4,5 yıl önce annemi kaybettiğim zaman "Allah rahmet eylesin, başın saolsun, ay duydum annen ölmüş" diyenlerin boğazını sıkmak geliyordu içimden, -ki artık hayatımın geri kalanında canım annemin olmayacağını kabullenmek o denli zordu benim için. Hastane tarafından ölüm belgesi bana verildiğinde de yine aynı acıyı yaşamıştım. "ölüm" kelimesiyle "anneciğim" bir cümlenin içinde yan yana yakışmıyorlardı,birisi için "öldü" denmesi, heleki bu kelimenin annem için kullanılması hakaret gibi geliyordu, inciniyordum, üzülüyordum, tekrar isyan bayraklarını açasım geliyordu. İşte o acı olayı yaşadığım 2006 yılından beri yazdığım hiç bir kararda "ölen, ölmek, maktül" kelimeleri geçmedi, yerine "vefat eden" kelimesini tercih ettim, rahmetlinin yakınlarının da benim duyduğum acıyı duymamaları için. Ve taksirle ölüme neden olma gibi davaların duruşmalarında vefat eden kişinin yakınlarının acısını o kadar derinden yaşadım ve paylaştım ki özür dileyerek hıçkırıklarla salondan çıktığım duruşmaların sayısını bile hatırlamıyorum. Nezaket her zamana, her yere, her ortama yakışan bir davranış arkadaşlar.
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Ayakkabımın Bağları Av.Nihat Karataş Hukuk Sohbetleri 23 30-12-2010 14:38
Hayattan Sıkılmak cebba Site Lokali 3 14-03-2009 05:45
Sözcükler Yüzünden Kopan iletişim Durdu GÜNEŞ Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. 2 28-01-2009 14:44
AnlayiŞ FarkliliĞindan Kopan İletİŞİm Durdu GÜNEŞ Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. 0 01-09-2008 09:28
Hayattan hikayeler!!!! Staj.Av.Selçuk Site Lokali 2 02-02-2007 10:54


THS Sunucusu bu sayfayı 0,12403297 saniyede 16 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.