Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Hukuk Sohbetleri Hukuki yorumlar, görüşler ve tartışmalar.. Soru niteliği taşımayan her türlü hukuki sohbet için.

Su Hukuku

Yanıt
Konu Notu: 3 oy, 5,00 ortalama. Değerlendirme: Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 08-12-2008, 03:49   #1
ismailduygulu

 
Varsayılan Su Hukuku

Su
Av. İsmail DUYGULU
Su sadece insanların değil, bütün canlıların, hatta cansız varlıkların da varlıklarını sürdürebilmeleri için ihtiyaç duyulan doğal temel bir madde. Susuz bir yaşam düşünmemiz mümkün değil. Ama su ile olan ilişkimizi ne kadar duyumsuyor, farkına varıyoruz?
Sözlük anlamında su, yağmur, kar, dolu şeklinde bulutlardan yağan bayağı sıcaklıkta sıvı halinde olup tadı, rengi, kokusu olmayan iki oylum hidrojen ve bir oylum oksijenden oluşmuş bulunan buzulları, denizleri, gölleri, ırmakları, pınarları, çayları, akarsuları, yeraltı sularını meydana getiren ve bütün canlıların yaşam için ihtiyaç duyduğu saydam maddedir.
Başlangıçta evren belirsiz ve boştu ve su yalnızca H2O’ydu. Ivan İllich’in anlatımıyla , “Başlangıç olarak bütün suların H2O’ya indirgenebileceğini ilke olarak ileri sürmeyi” reddeder. Illich , daha çok maddenin tarihselliğini irdelemeye çalışır. “Bir dönemin imgelemiyle su neydi, bugünkü imgelemde su nedir?” sorusunu sorar ve bunun yanıtını aramaya çalışır. “Tarih boyunca su, daima arılık yayan bir madde olarak algılanmıştır. Oysa şimdi ise yeni madde H2O olmuştur ve canlıların hayatta kalabilmesi H2O’nun arıtılmasına bağlıdır. H2O ile su birbirine zıt şeyler haline gelmişlerdir.Genç kentli, artık yaşayan suyla temas etme fırsatına sahip değildir. Bu durum çağdaş sanayi toplumunun bir sonucu olmuştur.”
Bugün düşlediğimiz kent ütopyalarımızda, kirlenmiş H2O’nun arıtılıp, yeniden kente geri dönüşümünün yapılarak, tarımsal/bahçe sulamasında değerlendirilmesi istekleri, “çevre duyarlılığı” olarak yansımaktadır. Oysa sorun çok daha derinlerde ve kendi kendisinin sonunu hazırlayan yaşam tarzımızdadır.
Temel dinlere ve hümanist görüşe göre, yeryüzünde var olan bütün varlıkların insanların yaşamı için var olduğu/yaratıldığı ileri sürülür. Artık bu görüş geride kalmış, doğanın, evrenin bir bütün olarak algılanması çerçevesinde canlı ve cansız varlıkların bütünlüğüne vurgu yapılmaya başlanmıştır. O yüzden artık sadece insan haklarından değil, hayvan ve bitki haklarından, dağların, ovaların, havanın, suyun ve güneş gibi gezegen sistemlerinin de haklarından söz edilir olmuştur.
Hak kavramı soyut bir kavram değildir. Esasen hukuki bir kavramdır. O halde biz hak kavramını daha dar anlamda ve hukuki terminolojiye uygun olarak kullandığımızda, suyun da yaşamın idamesi için temel haklardan olduğunu kabul etmek durumundayız.
Su temel bir haktır ve bu hak sadece insanlar için değil, bütün canlı ve cansız varlıklar için geçerlidir. Hak kavramını dar anlamda anladığımızda, canlı ve cansız varlıkların hakkı, hukuken kabul edilen insan hakkı içinde kabul edilir ve doğanın dengesinin sarsılması halinde meydana gelebilecek olumsuzluklardan, en çok ve başta insanın etkileneceğini söyleyebiliriz.
İnsanlık tarihi aynı zamanda sıvıların da tarihidir ve her bir sıvı keşfi, insanlık tarihinin de ayrı bir keşfidir. Başlangıçtaki su, yerleşik hayata geçtikten sonra yeterli gelmemeye, kirlenmeye doğru giderken, biranın, şarabın, damıtık içkilerin, kahvenin, çayın ve nihayetinde bugün colanın keşfini gerçekleştiren insan, su, toprak ve güneşin olmadığı bir hayatı uzun süreli gerçekleştirememiştir. Bira, şarap ve damıtık içkiler, alkolün de yardımı ile kirli suyun arıtılmasını, kahve ve çay yoluyla suyun kaynatılarak hijyenik hale gelmesini sağlamışlar ise de, cola şehrin kirli suyunun ozonlanıp arıtılmasıyla ortaya çıkan H2O’dur ve içindeki karbondioksitin vücüdumuza verdiği geçici zindeliğin aldatıcılığı ile bizi sarhoş etmeye devam etmektedir.
Ve insan yeniden suyu tartışır, suyu düşünür olmuştur. Çünkü artık su keşfedildi ve ticari bir meta olarak dağıtım şirketlerinin “içilebilir” garantisi olan suları içiyoruz. Sanayileşen ve kentleşen yeryüzünde, suyu taşıyan borular aynı zamanda hastalığı da yayan borular haline gelmişlerdir. Kentli yurttaşlar, her şeyden önce, musluklardan mikropsuz su akmasını istiyorlar. Klor kokmayan bir suda yıkanmak ya da köyümüzün, mahallemizin, evlerimizin çeşmelerinden akan suda, susuzluğumuzu gidermek istiyoruz. Ama musluklarımızdan gelen su, artık kokusuz ve içilebilir değil. O nedenle modernleşen çağda, su yönünden ilkelleşiyor, daha da geriye gidiyor, gerçek sudan uzaklaşarak H2O ile yaşamak zorunda bırakılıyoruz.
Yaşam tarzı, üretim yöntemindeki hatalı tercihler ve tüketim nedeniyle, su kaynaklarının önemli ölçüde kirlenmesi, nüfusun hızla artışı ve yanlış kentleşmenin sonucu olarak, su sorunu önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Varlığı sınırlı kalan “kaliteli” su, “doğal” temel bir hak olarak değil, kapitalizmin “arz ettiği” ve “pazarlanabilir/satılabilir” bir ürün haline dönüştükten sonra, ülkesel ve küresel duyarlılık artmıştır.
Yeryüzünde su kaynakları ile nüfus orantılı dağılım içinde olmadığından, bu orantısızlık ülkelerin başlıca sorunlarından birisi haline gelmiştir. Türkiye’nin de içinde yer aldığı Ortadoğu bu orantısızlığı en çok yaşayan bölgelerden birisidir. Türkiye’nin suyu kendisine yeterli iken, suyun kullanımındaki hatalı tutumlar nedeniyle Türkiye’de de susuzluk sorunu baş göstermiştir. Artık temiz ve içilebilir suya ulaşmak zorlaşmakta, daha pahalılaşmaktadır.
Türkiye’den kaynaklanarak uluslararası nitelik kazanan sular ise, Ortadoğu’daki politikaların şekillenmesinde etkili olmaktadır. Şimdiye kadar petrol sayesinde ülke ekonomilerini ayakta tutan ülkelere karşı, “su kartı”nı kullanmaya çalışmakta ve bu amaçla “Barış Suyu” projesini üretmektedir.
İşte tartışma budur ve suyu bu anlamda tartışmaya açıyoruz.
Suyun hukuku
Hukuksal bakımdan doğrudan doğruya maddi olarak su ve ikinci hal ise doğal olarak ortaya çıktığı biçim ve görünümdeki su, yani akarsu, yer altı suyu, kaynak ve göl gibi görünümlerini söyleyebiliriz.
Suları, doğal bilimlerin ve hukukun konusu olarak ayrıma tutmak mümkündür.
Doğal bilimlere göre, denizler ve iç sular. İç suları akarsular, yer altı suları ve kaynaklar ve göller diye ayırabiliriz.
Peki bu sulardan hangi yol ve yöntemlerle yararlanmaktayız? İçme, sulama, enerji üretimi, ulaşım, su ürünleri avcılığı, turizm, dinlenme, su kıyılarındaki kum ve çakıllardan ve kaplıcalardan faydalanma şeklinde olmaktadır. Bunlara başkaca kullanım biçimleri de eklenebilir.
Hukuki olarak su ise, mülkiyet ve kullanım hakkında ifadesini bulmaktadır. Su, bir ülkede kaynaklanıp, yine o ülkede son buluyor ise, “milli sular”; bir ülkeden çıkarak, bir başka ülkeden geçen suya “uluslararası sular”, herkesin kullanabildiği sulara “genel, kamusal” sular, özel mülkiyete konu olan sulara ise “özel sular” diyoruz.
Roma hukukuna göre, bireyci anlayışa uygun olarak toprağın üstünde ve altındaki su, toprak mülkiyetinden ayrı olarak düşünülmemiş ve toprağın ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmiş ve toprağın maliki olmak, o toprakla ilintili suyun sahibi olmayı da getirmiştir. Sadece devamlı akan sular özel mülkiyetin dışında bırakılmış ve bu anlayış daha sonraları Pandekt hukukuna hakim olmuş ve Avrupa’da 19. yüzyılda Medeni Kanunların ve daha sonra da İsviçre ve dolayısıyla Türk Medeni Kanununun teorik temelini oluşturmuştur.
Cermen hukukunda su, Roma hukukunun benimsediği sistemin tersi bir anlayışla, kaynaklar ve sular üzerindeki haklar eyaletin tarla ortaklığına dayandırılmıştır. Yani su topluluğun ve eyaletin malı kabul edilmiştir. Bugün aradığımız su hakkı, böyle bir haktır. Fakat Cermen hukukunun temelini oluşturan bu görüş, 16. yüzyılda terk edilerek, Roma hukukunun etkisine girilmiştir.
Fransız hukukunda, gemi ve sallarla ulaşıma elverişli sular kamusal alanda kalan sulardan sayılmış ve bunun dışındaki sular, özel sular olarak kabul edilmiştir. Genel sular daha çok kanunda sayma yöntemiyle belirlenmiştir.
Avusturya hukuku da suları, genel ve özel sular olarak ayırmış ve kanunlarında sayma yöntemini benimsemiştir.
İslam hukukunda, arazinin Devletin mülkiyetinde olması ve kişilere sadece yararlanma hakkı verilmesi esas olduğundan, doğal haldeki sular üzerinde özel mülkiyet anlayışı vardı. Suların kullanılma usulleri esasen Devletçe belirlenmiştir. İslam hukukunda örf-adet ve teamül hakim hukuk kaynağı olarak kabul edildiğinden, suların eski (kadim) kullanım biçimine öncelik hakkı tanınmıştır. Bu durumda fiili yararlanma durumu, mülkiyetmiş gibi korunmuşsa da, içeriği hukuken yararlanma hakkından öteye gitmemiştir. Bu dahi Devletin izniyle, yani fermanlarla olmuş, doğan ihtilaflar ise fetvalarla çözümlenmiştir. İslam hukukuna göre olan uygulama da, günümüz mülkiyetçi hukuk anlayışının ilerisinde bir anlayışa sahiptir.
Ülkemizde güncel sular hukukunu çeşitli aşamalarda inceleyebiliriz:
Mecelle döneminde; Kural olarak sulardan herkesin yararlanabileceği kabul edilmiştir. Doğal haldeki bütün yer altı ve yerüstü sularından herkesin kullanımında olmayan, eskiden beri (kadim) kullanılmakla elde edilmiş olması halinde özel mülkiyet oluşabileceği kabul edilmiştir. Mecelleye göre özel mülkiyet ve bunlardan yararlanma (kadim hakkı) esas alınmakla beraber, suyun özelliğinden dolayı, özel mülkiyeti kısıtlayan ve çağına göre ileri sayılabilecek, bugünün mülkiyetçi anlayışına göre ortaklaşmacı hükümler kabul edilmiştir.
1924 Anayasası’nda su ve su kaynaklarına ilişkin herhangi bir kural getirilmemiş, 1961 Anayasası’nın 130. maddesi ile “Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir. Arama ve işletilmesi devletin özel teşebbüsle birleşmesi suretiyle veya doğrudan özel teşebbüs eliyle yapılması kanunun açık iznine bağladır.” hükmünü koymuştur. 1961 Anayasası’nın bu yaklaşımı, Mecelle ile benzer bir yaklaşım sunmuş ve su özel mülkiyet dışında tutulmaya çalışılmıştır.
1982 Anayasası’nın 168. maddesi, 1961 Anayasası’na ve dolayısıyla Mecelle’de getirilen hükümlere paralel bir hüküm getirmiştir: “Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir. Devlet bu hakkını belli bir süre için, gerçek ve tüzel kişilere devredebilir. Hangi tabii servet ve kaynağın arama işletmesinin Devletin gerçek ve tüzel kişilerle ortak olarak veya doğrudan gerçek ve tüzel kişiler eliyle yapılması kanunun açık iznine bağlıdır.”
Türk Medeni Kanununa göre , sular hakkında getirilen temel kurallara ilişkin şunları söyleyebiliriz:
Suda mülkiyet ve özel su:
Medeni Kanun, bir şeye malik olan kimseyi, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisi vermiştir.(m.683)
Bir şeye malik olan kimse, o şeyin bütünleyici parçalarına da malik olur ve bütünleyici parça, yerel âdetlere göre asıl şeyin temel unsuru olan ve o şey yok edilmedikçe, zarara uğratılmadıkça veya yapısı değiştirilmedikçe ondan ayrılmasına olanak bulunmayan parça olarak tanımlanmıştır. (m.684)
Doğal ürünlere ilişkin ise, bir şeyin maliki, onun ürünlerinin de maliki olarak kabul edilmiş ve doğal ürünler asıl şeyden ayrılıncaya kadar onun bütünleyici parçası kabul edilmiştir. (m.685)
Taşınmaz mülkiyeti olarak,
1. Arazi,
2. Tapu kütüğünde ayrı sayfaya kaydedilen bağımsız ve sürekli haklar,
3. Kat mülkiyeti kütüğüne kayıtlı bağımsız bölümler, kabul edilmiştir. (m. 704)
Arazi mülkiyetinin kapsamı ise, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını da kapsayacak şekilde kabul edilmiş ve bu mülkiyetin kapsamına, yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da katılmıştır. (m. 718)
Konumuz değil ama, dikkat edilirse yasa maddesinin düzenlenmesi, her ne kadar şimdiki algı ve bilgilerimiz ışığında mümkün olamayacağı gözükse de, arzın üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını da kapsamaktadır.
Özel mülkiyet ve özel hukuk konusu olan ve çıktığı arazinin ayrılmaz parçası kabul edilmiş ve arazi malikinin mülkiyetinde olduğu yasada kabul edilmiş olan sular, kaynaklar, gözeler ve bunlara benzeyen sulardır. Bu sular özel mülkiyetin konusu kabul edilince bunun sonucu olarak mülkiyet, irtifak ve kullanma hakları da medeni kanunla düzenlenmiş ve tapu sicili esasına tabi tutulmuştur. Bu sulara malik olmak için toprak mülkiyetinin kazanılması yeterli kabul edilmiştir.
Su (Gaz, elektrik ve benzerlerinin de) mecrası (aktığı yer), işletmenin bulunduğu taşınmazın dışında olsalar bile, aksine bir düzenleme olmadıkça o işletmenin eklentisi ve işletme malikinin malı sayılır. Komşuluk hukukunun gerektirdiği hâller dışında bir taşınmazın böyle bir mecra ile aynî hak olarak yüklenmesi, ancak bir irtifak (kullanma) hakkı kurulması suretiyle olabilir. İrtifak hakkı, mecra dışarıdan görülmüyorsa tapu kütüğüne tesciliyle, dışarıdan görülüyorsa noterce düzenlenecek sözleşmeye dayanılarak mecranın yapılmasıyla doğar. (m. 727)
Konuyu komşuluk hukuku çerçevesinde değerlendirdiğimizde, herkes, taşınmaz mülkiyetinden doğan yetkileri kullanırken ve özellikle işletme faaliyetini sürdürürken, komşularını olumsuz şekilde etkileyecek taşkınlıktan kaçınmakla yükümlüdür. Özellikle, taşınmazın durumuna, niteliğine ve yerel âdete göre komşular arasında hoş görülebilecek dereceyi aşan duman, buğu, kurum, toz, koku çıkartarak, gürültü veya sarsıntı yaparak rahatsızlık vermek yasaktır. Yerel âdete uygun ve kaçınılmaz taşkınlıklardan doğan denkleştirmeye ilişkin haklar saklıdır. (m. 737)
Ancak, doğal olarak akan sularda, taşınmaz maliki, üst taraftaki araziden kendi arazisine doğal olarak akan suların ve özellikle yağmur, kar ve tutulmamış kaynak sularının akışına katlanmak zorundadır. Komşulardan hiçbiri bu suların akışını diğerinin zararına değiştiremez. Üstteki arazi maliki, alt taraftaki taşınmaza gerekli olan suyu, ancak kendi taşınmazı için zorunlu olduğu ölçüde tutabilir. (m.742)
Yine fazla suyun akıtılmasında, bir arazinin suyu öteden beri alt taraftaki araziye doğal bir şekilde akmakta ise, alt taraftaki arazi maliki, üst taraftaki araziden fazla suyun boşaltılması sırasında da bu suları tazminat isteme hakkı olmaksızın kabul etmek zorundadır. Alt taraftaki arazi maliki boşaltma dolayısıyla akan sulardan zarar görmekte ise, gideri üstteki arazi malikine ait olmak üzere, kendi arazisinde yapılacak mecrayla suyun akıtılmasını isteyebilir. (m. 743)
Her taşınmaz maliki, uğrayacağı zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla, su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmesi olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür. Mecra geçirilmesinin kamulaştırma kurallarına bağlı olması hâlinde, bu Kanunun mecralara ilişkin komşuluk hükümleri uygulanmaz. Mecrayı geçirme hakkı, hak sahibinin istemi üzerine ve giderleri ödemesi koşuluyla tapu kütüğüne tescil edilir. (m.744)
Bu hallerde yükümlü taşınmaz maliki, kendi menfaatinin hakkaniyete uygun bir biçimde gözetilmesini isteyebilir. Arazinin üzerinden geçecek mecralarda olağanüstü durumlar varsa malik, bu mecraların üzerinden geçirileceği arazi parçasının uygun bir kısmının, zararını tam olarak karşılayacak bir bedelle satın alınmasını isteyebilir. (m.745)
Eğer durum değişirse, yükümlü taşınmaz maliki, mecranın kendi yararına olarak başka bir yere nakledilmesini isteyebilir. Yer değiştirme giderleri, kural olarak mecra hakkı sahibine aittir. Özel durumlar haklı gösterdiği takdirde, taşınmaz maliki de giderlerin uygun bir kısmına katılmakla yükümlü tutulabilir. (m.746)
Türk Medeni Kanunu, özel mülkiyete konu olabilecek suları, kaynaklar olarak belirlemiş ve somut olarak “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup, bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur.” (m.756/1) denilmiştir. Taşınmaz mülkiyeti ve onun tamamlayıcı parçası kuramlarının doğal bir sonucu olarak, Medeni Kanun kaynakları da toprağın diğer unsurları gibi tamamlayıcı parçası kabul etmiştir. Hali hazırda, Anayasa m. 168’in sözüne ve ruhuna aykırı olarak, Medeni Kanun düzenlemesinde kaynaklar öteden beri özel mülkiyete terkedilmiştir.
Kaynak deyince, “yer altı suyunun üst düzeyinin yer yüzeyini kestiği yer, yer altı suyunun yer üstü suyuna geçiş yeri, yer altı suyunun tekrar yerüstüne çıktığı yer” anlaşılır. Bir suyun kaynak olabilmesi için mutlaka yer altı suyu olmalı ve bu su yer üstüne çıkıyor olmalıdır. Yer üstü suyunun bir süre yeraltında akarak yerüstüne çıkması halinde kaynaktan bahsedilemez. Kaynak doğal olarak yeryüzüne çıkmalı ve insan etkisi olmamalı ve sürekli akar niteliği olmalıdır.
TMK, kaynağı, arzın ayrılmaz bir parçası kabul etmiş ve bunun sonucu olarak, arz kiminse kaynakta onun kabul edilmiştir. Kaynak kural olarak tek başına ve bağımsız olarak mülkiyete konu olmaz. Kaynağın kullanım hakkı ise satılabilir, kiralanabilir. Hangi toprağın ayrılmaz parçası olduğu, kaynağın çıktığı yere, noktaya göre belirlenir.
Kaynak üzerinde özel haklar ve kamu yararı nedeniyle konulan kısıtlamalar ayrık olmak üzere, malikin kaynağı son damlasına kadar kullanma ve sınırsız tasarruf yetkisi vardır. Kesme ya da kirletme yoluyla, kaynak sahibine verilen zararın giderilmesi hukuki yol ve yöntemlerle mümkündür.
Önemli ölçüde yararlanılan veya yararlanmak amacıyla suyu biriktirilen kaynakları veya kuyuları kazı, yapı veya benzeri faaliyetler yüzünden kısmen olsun keserek ya da kirleterek malikine veya onda hak sahibi olana zarar veren kimse, bu zararı gidermekle yükümlüdür. Zarar kasten veya ihmal yoluyla verilmemişse ya da zarar görenin de kusuru varsa hâkim, tazminatın gerekip gerekmediğini, gerekiyorsa miktar ve türünü takdir eder. (m.757)
Bir taşınmazda oturmak, onu işletmek veya bir yerin içme ya da kullanma suyunu sağlamak için gerekli olan kaynaklar kesilir ve kirletilirse, kaynağın olabildiği ölçüde eski duruma getirilmesi istenebilir. Bunlar dışında eski duruma getirme, ancak özel hâller haklı gösterdiği takdirde istenebilir. (m.758)
Değişik maliklere ait komşu kaynaklar, ortak bir ana kaynaktan beslenmekte ise maliklerden her biri, bu kaynakların birlikte tutulmasını ve suyun hak sahiplerine o zamana kadarki yararlanmaları oranında dağıtılmasını isteyebilir. Hak sahipleri, ortak tesis masraflarını yararlanmaları oranında üstlenirler. Birinin karşı çıkması hâlinde, hak sahiplerinden her biri, diğer kaynaklardaki su azalacak olsa bile, kendi kaynağındaki suyun tutulup akıtılması için gerekli işleri yapabilir ve kendi kaynağına gelen suyun miktarı bu işler sonunda çoğaldığı takdirde, ancak bu çoğalma oranında bir bedel vermekle yükümlü olur. (m.759)
Kaynak sahibinin bu hakkının korunmasında, kaynağı ilk tutan ve ondan yararlanan kişi olarak ona ayrıcalıklı bir öncelik tanınmakta ve fakat bu ayrıcalık suyun geniş bir çevrenin ihtiyacını karşılayan ve kamunun doğal ve hukuki bir ortaklığı bulunması gereken bir üretim ve tüketim aracı olduğu göz önüne alınarak, -yine kaynağı kullananın zorunlu ihtiyaçları gözetilerek- ihtiyaç ilkesi ile bu ayrıcalık sınırlanabilmektedir.
Yasa her ne kadar kaynağı arza bağlamış ve arza sahip olanın kaynağın da sahibi olduğu kabul edilmiş ise de, zorunlu su kullanma hallerinde, evi, arazisi veya işletmesi için gerekli sudan yoksun olup, bunu aşırı zahmet ve gidere katlanmaksızın başka yoldan sağlayamayan taşınmaz maliki, komşusundan, onun ihtiyacından fazla olan suyu tam bir bedel karşılığında almasını sağlayacak bir irtifak kurulmasını isteyebilir. Zorunlu su irtifakının kurulmasında öncelikle kaynak sahibinin menfaati gözetilir. Durum değişirse, kurulmuş irtifak hakkının değiştirilmesi veya kaldırılması istenebilir. (m.761)
Su toplamak için konan kap ve sarnıçlarda toplanan su ise özel sudur.
Genel sular:
Bugüne kadar genel suları kapsayacak şekilde bir yasa çıkarılmamıştır. Sorunlar, mahkeme kararlarıyla giderilmeye çalışılmaktadır.
Özel mülkiyete tâbi arazide bulunan kaynak, kuyu veya derelerden komşuların ve diğer kişilerin su içme, su alma veya hayvan sulama ya da benzer yollarla yararlanmaları özel kanun hükümlerine tâbidir. Özel kanun hükmü yoksa yerel âdet uygulanır. (m.760)
Kural olarak genel sulardan herkes yararlanabilir. Ancak bu herkesin yararlanması ilkesi, öncesi ve başka türlü kullanıldığı bilinmeyen kullanılmaya ilişkin oluşan kadim hakkın ihlal edilmemesi koşuluyla uygulanabilir. Kadim faydalanma hakkı ihtiyaçtan fazla olamaz ve başkalarının zararına genişletilemez.
Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait mallar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Aksi ispatlanmadıkça, yararı kamuya ait sular ile kayalar, tepeler, dağlar, buzullar gibi tarıma elverişli olmayan yerler ve bunlardan çıkan kaynaklar, kimsenin mülkiyetinde değildir ve hiçbir şekilde özel mülkiyete konu olamaz. Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait malların kazanılması, bakımı, korunması, işletilmesi ve kullanılması özel kanun hükümlerine tâbidir. (m.715)
Genel sulardan önce yararlanmaya başlamak bir üstünlük sağlamaz. Şayet su çevresinde bulunanların gereksinimini karşılamazsa, adalete uygun çözüm nöbetleşerek kullanmaktır.
Eski hukukumuzda “Hakk-ı sefe” denen içmek ve kullanmak üzere su alma hakkı vardır. Benimsenen bu esas ve yürürlükte olan örf ve teamüle göre; içmek ve zorunlu gereksinimlerini karşılamak için herkese genel göl ve nehirlerden, genel kuyu ve sarnıçlardan, çeşmelerden, akarlardan su almak ve hayvanlarını sulamak hakkına sahiptir.
Genel sudan istifade hakkı bulunan kişilerin haklarına halel gelmemek koşuluyla kamunun, yani herkesin faydalanmasına da engel olunamaz.
Genel sudan yararlanan herkes, suya karşı gerçekleşen sahiplenmenin önlenmesini isteyebilir. Nitekim köye ait çeşmeden yararlanan bir köylü ile çeşmeyi bizzat yapıp suyu getiren vatandaşın durumu aynıdır.
Sahipsiz bir araziden çıkan sular herkese aittir. Bundan ise herkes teamüle göre faydalanır.
Üzerlerinde özel mülkiyet tesisine yer verilmeyen denizler, akarsular (nehirler, akarsular, çaylar büyüklük ve küçüklüklerine göre genel veya özel su sayılırlar), toprak yüzeyinde akmayan büyük ve küçük göl niteliğindeki durgun sular ve yer altı suları genel su olarak kabul edilir. Genel sularda özel mülkiyet söz konusu olamaz, zamanaşımı yoluyla veya başka bir ayni hakla kazanılamaz.
Eski kanuna göre, yer altı suları da kaynaklar gibi, arza bağlı olarak özel mülkiyete konu olabilmekteydi.Kaynakla yer altı suyunun hidrolojik bakımdan doğal bir ilişkisi olduğu açıktır. Ne var ki yanlışlık her ikisinin de özel sulardan sayılmasında kendisini göstermektedir. Aslında önceleri bu suyun önemi de anlaşılamamıştı. Toplumun gelişmesi sonucunun doğal bir uzantısı olarak bu suyun yerüstü suyu kadar önemli olduğu anlaşıldı. Hidrolojik ve jeolojik araştırmalar yer altı sularının yer altında büyük bir bölgeyi kapsadığı ve üstteki bir çok taşınmazların aynı sudan beslendikleri ortaya çıkmaktadır. İşte bu nedenle yeraltı suları hakkında, 17 Şubat 1926 Tarihli ve 743 sayılı eski TMK’nın 679. maddesinde değişiklik yapıldı ve yer altı sularında özel mülkiyet anlayışı terk edilerek, “Yeraltı suları genel olarak menfaatı umuma ait sulardır. Bir arza malik olmak onun altındaki suya da malik olmayı tazammum etmez. Yer altı sularından arz maliklerinin istifade şekli ve bunun derecesi mahsus kanunlarında gösterilir.” denilerek, genel ilke konulmuş ve bu ilkeye bağlı olarak Yer altı Suları Kanunu yürürlüğe girmiştir.
2001 yılında kabul edilen TMK’nda da aynı anlayış devam ettirilmiştir. Buna göre, “Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak, onun altındaki
yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yeraltı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklı tutulmuştur.” (m.756/2) Yeraltındaki durgun veya hareket halinde olan bütün sular, yer altı suları olarak kabul edilir ve yer altı suları genel sulardan olup, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Devlet bu yetkisini Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü aracılığı ile kullanmaktadır. DSİ Kuruluş yasasına göre, yer altı suyu işletme sahaları tayin edilerek, bu saha içinde kalan yerlerle dışında kalan yerler farklı statülere tabi tutulmaktadır. Bu durumda, yer altı suları hakkında özel kişinin ancak kullanma hakkı vardır. Yer altı suyu işletme sahası olarak ilan edilen yerlerde, belge alınarak açılması gerekli kuyuların sayısı, yerleri, derinlikleri ve nitelikleri, çekilecek su miktarları DSİ tarafından tayin ve tespit edilir. Bu sahalar dışında kalan yerler için ise her toprak sahibinin toprağında yer altı suyu aramak, suyu bulduktan sonra kullanmak hakkına sahiptir. Ancak yasa hükmünde belirtilen hallerde belge alınması yine zorunludur. Her iki bölgede de kuyu açarak su bulan, ihtiyaç ilkesine göre, bulduğu suyu ancak kendi faydalı ihtiyaçlarına yetecek miktarını kullanmaya yetkilidir.
Komşuluk hukuku ve öncelik ilkesine göre, faydalı ihtiyacına yeter miktarda su bulunmayan veya bu suyu elde etmek için fahiş masraf yapmaya mecbur kalan bir toprak sahibi, komşu toprakta işletilen bir yer altı suyu varsa, kullanma belgesi almak, suyu kullananın zararını gidermek, tesis masraflarını amorti edilmemiş masrafına kullanacağı su oranında katılmak koşuluyla komşunun yeter ihtiyacından fazlasını kullanabilir. Buna yeraltındaki sudan beslenen tüm toprakların sahipleri dahildir.
Yeraltı su sahaları ilan edilmemiş bölgelerde toprak sahipleri, Yeraltı Suları Kanunu’na göre, faydalı ihtiyacı için suyu açıp kullanma hakkına sahiptir. Komşu toprak sahibi de kuyu açarak bu sudan kullanması mümkündür. Ancak öncelik ilkesi uyarınca ikinci kuyu açan, birinci kuyu açmış olanın ihtiyacı kadar suya, engel olmamak zorundadır.
Yeraltı su sahalarında belgeli su arama halinde, koruma ilkeleri vardır. Ancak bunun dışındaki yerlerde ve örneğin yeraltı suyuna lağım karıştırılması halinde, herhangi bir koruma yoktur. Yeraltı suyundan yararlananların, kullandıkları suya gelebilecek herhangi bir zarar halinde, bu zararın önlenmesi konusunda girişimde bulunmaları mümkündür. Oysa bugün kentlerimizde imar yerleşimlerinde dahi, yer altı suları ile birlikte kaynaklar tam olarak korunamamaktadır.
Kadim su hakkı (intifa hakkı) halleri dışında özel suyun, sicille belli olması sağlanabilmektedir. Bir suyun özel su olabilmesi için, belirli bir arz üzerinde olması ve o arza bağlı olarak tapu siciline yazımı gerekir. Ne var ki, TMK.’nda genel su ve özel su ayrımı kesin bir çizgi ile ayrılmış olmadığından, mahkeme kararlarında farklılıklar oluşabilmekte ve kesinleşmeleri ile özel mülkiyet ilişkisi doğabilmektedir. Genel su olduğu halde tapu siciline tescil edilen sulara da rastlanmaktadır. Bir suyun tapuya geçmesi demek, sadece kullanma hakkı değil, başkasına satma hakkını da vermektedir. Bu suların satışı, devri ya da irtifak hakkı tesisi tapu müdürlüklerinde yapılan resmi işlemle olur.
İçme ve kullanma suyu:
Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanuna göre taşkın sular, seller, sulama suyu tesisleri, enerji üretmek, şehir ve kasabaların içme su ve kanalizasyon projelerini tetkik ve tasdik etmek, akarsularda ıslah çalışmaları, tesislerin işletmesi, etüd ve proje üretimi gibi işlerini yapmak ve yanı sıra “bataklıkların kurutulması” gibi bugünkü çağcıl anlayışa uygun olmayan görevler de dahil işleri yapmak DSİ’nin görevidir. Hemen belirtelim ki, DSİ artık bataklıkların kurutulmasından vaçgeçmeli, suyu eksilen durgun sulara, göllere ve bataklıklara su desteği yapmalıdır.
Sular Hakkında Kanuna göre, şehir ve kasabalarla köylerde kamusal ihtiyaçları temin ve idare etmek, belediye olan yerlerde belediyelere, olmayan yerlerde Köy Kanunu uyarınca ihtiyar meclislerine aittir.
Köy İçme Suları Hakkında Kanununa göre, köylerin içme ve kullanma su ihtiyacı DSİ tarafından sağlanır. Bu iş çoğu yerde köylerin bağlı bulunduğu Valilikler, yani İl Özel İdareler Müdürlüğü eliyle yapılmaktadır. Yeterli miktarda temiz su ve içme suyu olmayan bütün köyler tespit edildikten sonra, bunların içinden ihtiyacı en çok, nüfusu en kalabalık, nüfus başına su getirme masrafı en az, su birliği kurmuş olan ve en fazla işbirliğinde bulunan köyler kriterlerine göre çalışmalar yapılır.
Sıcak ve Soğuk Maden Sularının İstismarı ile Kaplıcalar Tesisatı Hakkında Kanun hükümleri uyarınca, meydana çıkarılmış sıcak ve soğuk maden sularının bulunduğu belirli yerlerin imtiyazlı işletilmesi ve değerlendirilmesi özel ve kamu şirketleri eliyle yapılabilmekte ve teşviklerden yararlandırılmaktadır. Henüz keşfi yapılmamış içmeye ve yıkanmaya mahsus şifalı sıcak ve soğuk maden sularının rüsum ve temettü hisseleri il özel idarelerine aittir. İl özel idareleri bu suları doğrudan işletebilecekleri gibi, özel şirketlere ihale ile işlettirebilirler. Ancak mülkiyetinin özel kişilere devri yasaktır.
Su savaşları
Türkiye’den kaynaklanan Fırat Suriye ve Irak'a, Dicle Irak'a, Aras Azerbaycan'a, Kura ve Çoruh Gürcistan'a, Kotur Çayı ve Sarı Su İran'a akar. Yine Nizip Çayı, Habur Çayı, Kuveyik Suyu, Belh Suyu, Zerka Çayı ve Çağçağ suyu Suriye'ye; Hezil Çayı, Zap Suyu ve Şemdinli Çayı da Irak'a akmaktadır.
Türkiye Asi nehrinin denize döküldüğü ülke konumundadır.
Dicle’nin bazı kolları da İran’dan kaynaklanarak Türkiye’ye doğru gelmektedir. Bu kollardan en önemlisi de Karun nehridir. İran, Dicle’yi besleyen kolların bazılarını kendi ülkesine yönlendirdi ve yönünü değiştirdi.
Meriç Nehri , Yunanistan ile Türkiye sınırının bir kısmını oluşturan, Bulgaristan'da doğarak Türkiye'ye giren ve Edirne üzerinde Ege Denizi'ne dökülen bir ırmaktır. Meriç Irmağı 490 km uzunluğundadır. Türkiye'de kalan bölümü ise 211 km'dir.
Bu nedenle Türkiye’nin komşu ülkeler ile ortak kullandığı suları vardır. Türkiye bu suların yanı sıra, ortak sınır çizen sular bakımından da büyük potansiyele sahiptir. Türkiye'nin komşularıyla paylaştığı toplam 2763 km'lik sınırın 615 km'si akarsuların oluşturduğu sınırdır.
Milli sular, bulundukları ülkenin hukuksal rejimine tabidirler. Eğer bir nehir doğduğu ülkenin sınırları dışına çıkıyorsa o zaman ülkelerin konumu, politik ve askeri gücü, söz konusu suya olan talebin esnekliği, ilgili ülkelerin alternatif su kaynakları ve ilgili nehir suyunun kullanım olanakları gibi etkenlerle değişik tanımlamalara, konu olmaktadır. Bu bağlamda münhasıran Fırat ve Dicle’yi ele alacak olursak, bu kaynaklar için Türkiye'nin yaklaşımı ile Irak ve Suriye'nin yaklaşımları farklıdır. Fırat ve Dicle Irmakları Suriye ve Irak için "Uluslararası Su" Türkiye için ise "Sınır Aşan Su"dur. Suriye ve Irak'ın Fırat ve Dicle'yi uluslararası su olarak nitelendirmeleri her şeyden önce paylaşma amacına dayanıyor. Çünkü "uluslararası" nitelemesi genellikle paylaşılabilirliği ortaya koymaktadır. Türkiye’ye göre ise, "sınır aşan" sularda suyun çıktığı ülke ile aktığı ülke arasında eşit egemenlik söz konusu olamaz.
Uluslararası hukuka göre, yeryüzünde bulunan su ihtiyacının da, komşu ve diğer ülkelerle birlikte çözümlenmesi anlayışını, iç hukuk anlayışı ışığında geliştirebiliriz. Örneğin Türkiye’nin sürekli gündemine getirilen Dicle ve Fırat nehirlerinden akan suların, ihtiyaç ilkesine göre, ihtiyacımızdan fazla olan kısmını, suyun doğal olarak aktığı ülkelere salmak zorundayız. Türkiye’nin komşuları olan Suriye ve Irak ile dostça ilişkileri sürdürebilmek için, ihtiyaç fazlası olan suyu, aşağıya salmamız gerekir. Ancak yeterinden fazla baraj yapmak suretiyle, suyun kesilmesi yoluna gidilebilmekte ve Suriye ve Irak ile aramızda diplomatik sorunlar yaşanmaktadır. Türkiye, 13 Ocak 1990’dan, 13 Şubat 1990 tarihine kadar Fırat nehrinin suyunun Suriye’ye ulaşmasını engelledi. Amaç Atatürk barajının dolmasını sağlamak olarak gösterildi, ancak barajın 1983 yılında tespit edilen ve fakat giderilemeyen hatalı yapımı nedeniyle, su tamamen kesilmeden, baraj dolmuyor ve bu nedenle kesinti yapılması gerektiği ifade ediliyordu.
Diğer yandan Türkiye Ortadoğu'nun su kıtlığı çeken ülkelerine "Barış Suyu" projesi olarak bilinen su pazarlama projesini önermektedir. Ancak bu proje şu anda taraftar bulmamaktadır. Projeye sadece İsrail sıcak bakmaktadır. Halen Antalya Manavgat Çayı'ndan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne bu proje kapsamında, Türkiye'den su sevk edilmesi söz konusudur. Türkiye bu proje ile yeterli sulama altyapısını gerçekleştirip kaynaklarını kendisi kullanıma sununcaya kadar, komşu ülkelere su vermeyi, bir bedel karşılığı yapmayı önermekte ve suyu bedava kullandırmak istememekte, makul bir bedelle suyu fiyatlandırmak ve ihtiyacı olan ülkelere geçici bir süreyle pazarlamak istemektedir.
Bu nedenle kaynak ülke ile suyun geçtiği ülkeler arasındaki tartışmalar, yakın gelecekte yaşanması muhtemel savaşların ipuçlarını vermektedir.
Bu sorunların çözümü için temel bazı başlıkları sıralayabiliriz:
a)Kaynak ve su yatağının geçtiği yerlerdeki insanların kültürel yapısının gözetilmesi, taleplerinin dikkate alınması,
b)Nehir kaynağı ülkelerin ekonomik ve sosyal ihtiyaçları gözetilerek, ortak kaynakların adil dağılımına dikkat edilmesi,
c)Su yatağının geçtiği ülkelerde, suyun doğru kullanımı ve korunması konusunda ülkeler arasında işbirliği gerçekleştirilmesi,
d)Su yatağının bulunduğu ülkelerin kendi ihtiyaçlarını gidererek, suyun geçtiği ülkelerin su ihtiyacına hissedilir herhangi bir zarar vermemesi,
e)Teknik, örneğin baraj gibi işlerde, diğer ülkeler ile birlikte işbirliği yapılması, karşılıklı görüş alış-verişi olması, danışılması, meydana gelebilecek zararlar konusunda tarafların birbirlerini aydınlatması ve doğabilecek zararı tazmin etmesi, gerekmektedir.
Uluslararası suların, kaynak ve su yatağının geçtiği ülkeler arasında dostça paylaşılması ve karşılıklı hakların gözetilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede kaynak ülkelerin, suyun gittiği ülkelere su akıtması bir fedakarlık değil, aksine bir görevdir. Su barışı ancak böyle sağlanabilir. Ancak ülkeler suları pazarlık ve tehdit unsuru olarak kullanabilmektedirler.
Uluslararası su yasası var, ancak yasa hükümlerinin yorumlanmasında sürekli ihtilaflar çıkıyor. Ülkeler arasında genel ilkeler ve suyun aktığı ülkelerin haklarının da olduğunu dile getiren anlaşmalar dışında, daha somut olarak ülkeler arasında yapılmış yeterli açıklıkta anlaşmalar bulunmuyor.
Sonuç:
Su kaynaklarının bir envanteri yapılmalı, arazi kayıtlarının tutulduğu tapu sicilleri gibi bir sicile kaydedilmeli ve suyun kullanım hakkının düzenlenmesi gerekir.
Bugün kentlerimizde, su kaynaklarından başlayarak, evlerimize kadar su taşıyan borulara kadar ciddi bir kirlenme yaşamaktayız. Bir çok ilde kent sularının arsenik karışmasının olduğu, kent merkezlerinin su kaynakları üzerinde genişlemesi ve yeterli koruma gerçekleştirilememesi nedeniyle daha uzak yerlerden su getirme ihtiyacı gündeme gelmektedir. Bunun için önce su kaynaklarının korunması, yeni su kaynaklarının çok önceden geniş sınırları itibariyle koruma altına alınması ve kente su taşıyan ve dağıtan boruların sağlıklı boru sistemi ile yenilenmesi gerekir.
Kentlerde kullanılan su, atık su olarak kentin kanalizasyonu borularından geçerek, arıtma sistemlerine ulaşmakta ve kısmen gerçekleştirilen arıtma ile denize deşarj etme yöntemi uygulanmaktadır. Oysa arıtılan suların ve yanı sıra katı atıkların oksijenlerek oluşturulabilecek gübrelerin kent tarımında kullanılması mümkündür. Kentin kanalizasyon sisteminin, oluşan metan gazının elde edilerek, kentin enerji ihtiyacında değerlendirilmesi de düşünülebilir.
Bugünkü hukuk sistematiğine göre, kaynaklar arza bağlı tutulduğundan, özellikle içme suyu temininde, bir çok yerde kamu yararının korunmasında güçlükler oluşmaktadır. Su kaynaklarının toprak sahibinin mutlak mülkiyetine terk edilmesi çağcıl bir düşünce değildir. Kaynakları, özel mülkiyete terk eden ve arza bağlayan medeni kanun sistematiği, bugünkü suya ihtiyaç noktasında gelinen durumda modern hukuka, teknik gerçeklere uymamaktadır. Kaynakların özel mülkiyet ilişkisi kurulması, yer altı sularının ise dışında bırakılması halinde bile, kaynakların, yer altı sularının ayrılmaz parçası olduğu gözardı edilmekte ve aradaki bağ, özel mülkiyete terk edilmektedir. Maalesef Anayasa’nın 168. maddesi, “Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.” demektedir. En azından Medeni kanunun, özel kişileri “su kaynağı sahibi” yapan hükmü yerine, “su kaynağını kullanma hakkı sahibi” yapan bir değişikliğe ihtiyacı vardır.
Kazanılmış hak kavramı da, sudan yararlanma ve kamu yararına sınırlandırma getirilmesi konusunda sıkıntı yaratmaktadır.
Türkiye’nin genelinde bulunan su kaynaklarının kullanımını düzenleyen herhangi bir kuruluş yoktur. SPK, BDDK, vs. gibi kuruluşlara benzer bir kuruluş eliyle Türkiye’nin suları tespit edilmeli, kullanımları düzenlenebilmelidir.
Özel sular hakkında ayrıntılı yasal düzenlemeye karşın, genel suları düzenleyen özel hükümler bulunmamakta ve yasal düzenleme ihtiyaca yanıt vermemektedir.
Yer altı ve yer üstü sularının kirlenmesine karşı yeterli duyarlılık henüz oluşmamıştır. Su taşınırken (buharlaşma ya da toprağa karışma yoluyla) kaybolmakta, kirlenmektedir.
Kentler modernleşmekte ancak insanlar içme ve kullanma suyunda ilkelleşmekte, dökme su içmekte, dökme su ile yemek yapmaya çalışmaktadırlar. Kentlerin eskiyen, kanserojen boruları derhal değiştirilmeli, yenilenmeli, daha sağlıklı su şebeke sistemleri kurulmalıdır.
Canlıların sağlığını korumada en önemli unsur, temiz sudur. Temiz su olmaz ise, sağlıklı bir yaşam oluşturulamaz. Temiz su yoksa, sağlıklı bir yaşam da yoktur. Yeryüzü kirlenen su ile kirliliğini daha etkili şekilde yaymaktadır.
Artık “her şey”, neredeyse “sudan ucuz”. Çünkü “su pahalı”. Oysa bütün canlılar için su temel bir ihtiyaçtır, haktır ve ücretlendirilemez, alınıp satılamaz, özelleştirilemez.
Suya olan ihtiyacımız bugün aşırı sanayileşme, nüfus artışı, yanlış kentleşmedir. Yeniden kent ütopyalarımızı kurmalı, özkültürel ekolojik kentleşme anlayışını oluşturmalıyız.
Uluslararası alanda kaynak ülkeler ile su yatağının geçtiği ülkeler arasında insanlığın ortak malı olan su konusunda adil, paylaşımcı ve barışçıl bir tutum izlenmelidir.
Hamasi konular üzerine politika yapmaktansa, “toprak”tan, “hava”dan ve “su”dan konular üzerine politikalar üretebilmeliyiz.























KAYNAK:
1-1961 ve 1982 Anayasaları,
2-22.11.2001 tarih ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu,
3-25.12.1953 tarih ve 6200 sayılı, Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun,
4-10.05.1926 tarih ve 831 sayılı Sular Hakkında Kanun,
5-23.12.1960 tarih ve 167 sayılı Yeraltı Suları Hakkında Kanun,
6-30.06.1926 tarih ve 927 sayılı Sıcak ve Soğuk Maden Sularının İstismarı ile Kaplıcalar Tesisatı Hakkında Kanun,
7-16.05.1960 tarih ve 7478 sayılı Köy İçme Suları Hakkında Kanun,
8-30.12.1960 tarih ve 178 sayılı Askeri Garnizonların İçme ve Kullanma Sularının Temini Hakkında Kanun,
9-21.01.1943 tarih ve 4373 sayılı Taşkın Sulara ve Su Baskınlarına Karşı Korunma Kanunu,
10-29.05.1982 tarih ve 2674 sayılı Karasuları Kanunu,
11-4.4.1971 tarih ve 1380 sayılı Su Ürünleri Kanunu,
12-23.11.1981 tarih ve 2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun,
13-4.4.1990 tarih ve 3621 sayılı (1.7.1992 tarih ve 3830 sayılı yasa ile değişik) Kıyı Kanunu,
14-11.08.1983 tarih ve 2872 sayılı Çevre Kanunu,
15-DOĞRUSÖZ, M. Edip, Yargıtay 3. HD, Onursal Başkanı, “Sular Hukuku”, 5. Basım, Ankara, 1997
16-ILLİCH, İvan, “H2O”, Afa Yayınları, Güncel Olaylar Dizisi, Mart, İstanbul, 1991,
17-STANDAGE, Tom, “altı bardakta dünya tarihi”, Merkez Kitaplar, İstanbul, 2005
Old 29-12-2008, 22:49   #2
ismailduygulu

 
Varsayılan Alternatİf Su Forumu

Dünyanın yüzde 97'si suyla kaplı. Ancak bu miktarın büyük çoğunluğu kirli ve tuzlu olduğu için sadece yüzde 2,8’i kullanılabilir durumda. Bu kısıtlı temiz suyun da yüzde 2'lik kısmı kutuplarda, 16 kilometre kalınlığında buz kütleleri halinde. Yani dörtte üçü sularla kaplı olan Dünya gezegeninde kullanılabilir su, ancak yüzde 0,8’lik oranda.
20. yüzyılda dünya nüfusu geçmişe oranla üç kat, su kullanımı ise yedi kat arttı. Bu artışın nedeni, sosyoekonomik kalkınmaya bağlı yaşam tarzındaki değişiklikler. Sanayileşme, su kullanımını tüm insanlık tarihi boyunca daha önce hiç görülmemiş bir seviyeye çıkardı. Bu artışla birlikte su kullanımındaki alışkanlıklar, olması gerekenin aksine bir şekilde, verimli yönde gelişmedi.
Ne kadar su lazım?
1 otomobil üretimi için 300-400 ton
1 ton çelik üretimi için 240 ton
1 varil (yaklaşık 200 lt) ham petrolün rafine edilmesi için 7 ton,
1 kg kumaş (baskılı boyalı) üretimi için 200 litre
Ne kadar su harcıyoruz?
Banyo yaparken (asgari) 50-60 litre
Üç dakika musluk açık bir şekilde diş fırçalarken 4 -5 litre
Tuvalet için (asgari) 25 litre
Bulaşık ve çamaşır makinesi (1 yıkamada) 100 - 120 litre
Türkiye’de durum nedir?
Bir ülkede su kaynaklarının yeterli olup olmadığı yıllık yenilenebilir tatlı su miktarına bakılarak anlaşılıyor. Bu miktar, 1000 metreküpün altındaysa, o ülkenin su kıtlığı çektiği kabul ediliyor. Buna göre, Türkiye su kıtlığı çeken bir ülke değil. Ancak su kaynaklarının yönetimi ve planlanmasına dair yaşanan sorunlar, sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin plansız seyri, yenilenebilir su miktarında olumsuz değişimlere yol açmış durumda.
Türkiye'de yıllık yenilenebilir tatlı su miktarı 1995 yılında 8 bin 500 metreküpken 2000 yılında 3 bin 250 metreküpe kadar geriledi. 2025 yılında da bu değerin 2 bin 186 metreküpe kadar ineceği tahmin edilmekte.
Dünya’da durum nedir?
Su kaynaklarının artan nüfusla birlikte tükenmeye başlaması ve temiz suya erişimde yaşanan sorunlar, 'su yoksulluğu' olarak tarif edilen bir olguyu ortaya çıkardı. Öte yandan neoliberal politikaların bir yansıması olarak su, bir 'meta' olarak görülmeye başlandı. Yani artık satılabilir bir mal haline geldi.
Öyle ki uluslararası arenada su meselesi, enerjinin paylaşımı kadar önemli bir soruna dönüştü. Suyu metalaştıran yaklaşım sonucunda da yepyeni bir kavramla tanıştık: 'Suyun özelleştirilmesi'.
Susuzluk ve kuraklık tehlikesini yanı başında hisseden hükümetler, şimdi soruna bir çözüm bulma yarışında. Önerilen çözümlerden biri de özelleştirme. Hükümet yetkilileri, su sıkıntısı sürecinde suyun özelleşebileceğinin sinyallerini vermeye başladı. Öteden beri özel mülkiyete ait arza bağlı su kaynaklarının yanı sıra, kullanımı herkese ait kabul edilen genel suların ve nehirlerin de özelleştirileceğine ilişkin çeşitli açıklamalar yapılmaya başlandı.
Hükümetlerin planı, kapıya dayanan su krizini çözmek için akarsu ve göletleri 'yap-işlet-devret' modeliyle özel sektöre açmak. Burada bahsedilen özelleştirme tipi, 'kamu-özel sektör ortaklığı' diye adlandırılan kısmi özelleştirme. Yani suyun kamusal mülkiyeti saklı kalmak koşuluyla hizmetin sağlanması ve dağıtılmasında özel sektörün rol alması önerilmekte.
Özelleştirmeyi savunanlara göre, su hizmetinin yaygınlaştırılması için hükümetlerin gerekli sermayeleri yetersiz kalıyor ve bu boşluğun şirketler tarafından doldurulması gerekiyor. Yani diğer kamu alanlarında olduğu gibi devlet, hantal yapılanma, kaynaksızlık ve yolsuzluk gibi nedenlerle su işini becerememekte.
Gelecekte büyük sorunlar doğuracak su kıtlığının önüne geçilebilmesi için, acil olarak dünya çapında su kaynaklarının kullanımında daha olumlu sonuçlar verecek alternatif çözümler bulunması gerekiyor. Aksi takdirde, karmaşa dolu bir geleceğe de hazırlıklı olmalıyız.
İşte bu noktada şu soru akla geliyor: Özelleştirme, kalite ve verimlilik açısından su dağıtımında yarar sağlar mı?
İştah açan bir pasta
Bugün dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 5'inin kullandığı suyun yönetimi, ulusötesi şirketler tarafından yapılmakta. Bu şirketlerin yıllık gelirleriyse, şimdiden dünya petrol ticaretinin yıllık gelirinin yarısına ulaşmış durumda. Özel su sektörünün yüzde 45'i çokuluslu iki şirketin elinde bulunuyor. 100 ülkede etkinlik gösteren Vivendi-Generale Des Faux ile 130 ülkede etkinlik gösteren Suez-Lyonnaisse Des Faus.
Dikkat edilmesi gereken nokta, suyun satışından elde edilen bu devasa gelirin dünya nüfusunun yalnızca yüzde 5'inden elde ediliyor olması. İşte bu durum, su özelleştirmesini, iştah kabartan bir pasta haline getiriyor. Zaten kısıtlı olan su kaynaklarının yönetilmesinin özel şirketlerin eline bırakılması, politik aktivistler ve akademisyenler tarafından şüpheyle karşılanıyor.
Su hizmetlerinden elde edilecek gelirin kamu finansman mekanizması içinde kalması, böylece hizmetin sürekliliği ve genişletilmesi için kullanılabilir kılınması çok önemli. Bunun için su hizmetlerinin, özel şirketler değil, kamu kurum ve kuruluşları tarafından görülmesi gerekiyor.
Dünya Su Forumu (DSF)
Birleşmiş Milletler bünyesinde çalışmalarını yürüten Uluslararası Su (Komisyonu) Kaynakları Birliği, bir dünya su forumu oluşturulması için 1994 yılında Kahire’de yaptığı toplantıda bir komite kurdu. 1995 Mart’ında Montreal ve 1995 Eylül’ünde İtalya’nın Bari kentlerinde ayrı ayrı gerçekleştirilen toplantılarda, temel ilkeler belirlendi. Komite Dünya Su Konseyi geçici guvernörler kurulu adını aldı ve 22 Mart 1996’da, Dünya Su Günü’nde, Marsilya’da yaptığı 1. toplantısında Dünya Su Konseyi (DSK)’nin kurulduğunu duyurdu. Su ve suyla ilgili konular üzerinde faaliyet yürüten bütün kuruluş ve organlar arasında eşgüdüm ve bağlantı sağlamak üzere kurulan DSK misyonunu, “Dünya kamuoyu ve en üst karar alma düzeyleri dahil, su ile ilgili bilinç ve duyarlılığı geliştirmek, global su kaynaklarının yeryüzünde yaşayan bütün canlıların yararına olacak biçimde etkin korunması, geliştirilmesi, planlanması, yönetilmesi ve kullanılmasını güvenceye almak” olarak belirledi.
DSF 2009’da İstanbul’da
DSK, her 3 yılda bir Dünya Su Forumu (DSF) toplantısı gerçekleştirme kararı aldı ve formun ilki 1997 yılında Fas’da, 2.si 2000 yılında Hollanda’da, 3. sü 2003 yılında Japonya’da, 4.sü 2006 yılında Meksika’da gerçekleştirildi.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ev sahipliğinde, 16-22 Mart 2009 tarihinde İstanbul'da 5.sini gerçekleştirilecek.
Niçin alternatif forum?
Meksika'da düzenlenen forum, ilk kez halkın protestolarıyla karşılaştı. Çünkü komisyonun hazırladığı bir rapora göre, nüfus artışına bağlı gıda gereksiniminin karşılanabilmesi için günümüzde kullanılan su miktarının yüzde 17 oranında artması gerekiyor. Bunun için mevcut yıllık yatırımın, 70-80 milyar dolardan en az 180 milyar dolara çıkarılması öngörülüyor. Komisyon, bu ölçüdeki bir yatırımın ancak çokuluslu şirketler tarafından yapılabileceğini, ayrıca suyun devlet eliyle yönetilmesinin ve ucuz fiyata satılmasının israfa neden olduğunu vurgulayarak, özelleştirmenin faydalı olacağını duyurmuştu. Bu yaklaşımdan suyun en verimli kullanımının özel sektör tarafından yönetilebileceği sonucu öne çıkarken, dünya su şirketlerinin talepleri doğrultusunda özelleştirme de sorunun çözümünde tek reçete olarak ortaya konuluyor.
Dünya Su Forumunda, “Dünya’daki su kaynaklarının geleceği, su problemlerinin çözümü, suya erişebilmek” gibi konular adı altında, işte bu –özelleştirme- reçetesinin uygulama alanları tartışılacak.
Dünya Su Konseyi'nin faaliyetleri, su kaynaklarının korunması için dünya çapında mücadele eden birçok örgütü tatmin etmiyor. Konsey Başkanı Loic Fauchon, aynı zamanda su alanında faaliyet gösteren Groupe des Eaux de Marseille adlı şirketin başkanı olması nedeniyle eleştiriliyor. Çünkü bu şirket, dünyanın pek çok yerinde su dağıtımı ve arıtımı işlerini yürütüyor. Yani su hakkında karar alan bir konseyin başkanı su üzerinden para kazanıyor.
20 bin kişiye yakın katılımcı içinde, hükümetler, parlamenterler, uluslararası kuruluşlar, yerel idareciler, enstitüler, özel sektör mensupları, belli başlı oluşumlar, hükümet dışı kuruluşlar ve akademisyenler yer alacak. Ama hangi hükümet dışı kuruluşlar? İşte bu sorunun yanıtı, daha önceden yapılmış olan hükümetler düzeyinde gerçekleştirilmiş olan forumlarda da görüldüğü üzere, hükümetlerin yönlendirmesi altındaki kuruluşlar ki, bunların “sivil” kuruluşlar olduğunu söylemek zor.
Suyun satılık bir mal olması artık dünyanın birçok yerinde kabul edilebilir bir hale geldi. Türkiye'de yıllardır içme suyunun damacanalarda satılıyor olması, çok kişi için üzerine düşünmeye değecek bir öneme bile sahip değil. Ancak gelişmişliğin ve medeniyetin kaynağı kabul edilen suyun maddi bir karşılığı olması hayatı sandığımızdan daha fazla etkileyecek. Hindistan'ın Yeni Delhi kenti, su özelleştirmesi kavramıyla 2000'li yılların başında tanıştı. Özelleştirmenin ardından kentte su tarifesi 78 kat arttı. Öyle ki, su faturalarında yazan rakamlar, nüfusun büyük bir bölümünün aylık gelirinin üçte birine denk gelir oldu. Böyle bir durumda geriye yapılacak iki şey kalıyor: Ya daha düşük bir bedel ödeyebilmek için eskiye oranla çok daha az su kullanmak ya da diğer yaşamsal harcamalarda bir kısıntıya gitmek. Yani ya kişisel sağlığa uygunluk halinden taviz verip hastalıklara davetiye çıkarmak ya da daha fakir bir yaşama razı olmak!
İşte bu nedenle, yeryüzünde hükümetler düzeyinde gerçekleştirilen forumlara alternatif forumlar düzenlenmekte ve 2009 yılında gerçekleştirilecek olan formun alternatifi olarak, doğrudan sivil toplum örgütlerinin katıldığı alternatif bir forumun gerçekleştirilmesi hedefleniyor.
Alternatif forum neyi hedefliyor?
Dünya Su Forumuna alternatif forum oluşturan sivil toplum hareketleri, suyun petrol olacağı fikrine katılmıyor ve suyun petrolden çok daha önemli olduğunu öne sürüyor. Çünkü petrolün yerine ikame edilebilecek yeni enerji kaynakları vardır, fakat suyun alternatifi yoktur. Su yaşamın temel taşıdır.
Dünya Su Akti'nin İtalyan Komitesi olarak suyun tüm insanlığa ait ortak bir doğal kaynak olduğuna, geleceğe aktarılması gereken bir miras olduğuna inanıyor. Uluslararası kamuoyunun da temiz suya erişimin en temel insan haklarından biri olduğuna ve herkesin eşit erişim hakkı bulunması gerektiğine inanması gerektiğini düşünüyor.
Özelleştirme, su kaynaklarının uluslararası ticari anlaşmalar tarafından istifade edilen ve uluslararası finans kurumları tarafından (Dünya Bankası, IMF vs.) desteklenen yönetim şekli ve sonuçları da olumlu olmayacak. Su kaynaklarının özelleştirilmesinin, su israfını önleyeceği kesinlikle yalan. Bu şirketlerin kâr etmesi için suya talep olmalıdır. Su ne kadar israf edilirse o kadar azalır, ne kadar azalırsa talep, dolayısıyla kâr o kadar artar.
World Assembly of Elected and Citizens for Water'a (AMECE-www.amece.net-Dünya Seçilmişler ve Vatandaşlar Su Meclisi) üye olan 650 aktivist (parlamenterler, valiler, belediyeciler, şirketler, ticari birlikler, vatandaşlar...) 18-20 Mart tarihlerinde Avrupa Parlamentosu'nda söz aldılar ve yaşadığımız su sorununun ekonomik, teknolojik, üretim şekillerimizin bir sonucu olduğunu dile getirdiler. Hepimiz bu konuda sorumluluğu üstümüze almalıyız. Su kaynaklarının verimli kullanılmasına hem dikkat etmeliyiz, hem de bu anlamda seçilmişlere gerekli baskıları yapmalıyız.
Alternatif forum, suyu sorumsuz kullananın insanlık değil, sermaye olduğu fikrini savunuyor. Çünkü neo-liberal politikaların bir yansıması olarak sermayeye göre su, bir 'meta' olarak görülüyor. Su üretim ve dolaşımını piyasanın eline bırakmak, suyun giderek yalnızca parası olanlar tarafında tüketilecek (dünyanın geri kalanında su kıtlığı sorunu daha da ağırlaşacak), zengin ve güçlü ülkelerin mülkiyetine geçecek bir kaynak haline gelmesine yarayacaktır. Şirketlerin sınırlarını gezegenimizin ekosistemine zarar verecek ölçüde büyüttüğümüz sürece, bu durumun kaçınılmaz bedelini gelecek kuşaklar çok ağır ödeyecektir.
Kâr mantığı fakirleri kenara iter çünkü para kazanmanın yolu, müşterilerin ödeme yapmasından geçer. Dünyada temiz suya erişimi olmayanların yüzde 80'i kırsal bölgelerde yaşamaktadır. Buralarda kâr etmek çok zordur, bu nedenle şirketler bu insanlar için asla önemli bir rol oynamazlar.
'Bir ülke veya şirket insafına bırakılamaz'
Sanayileşme arttıkça su kirliliği daha da artıyor. Üstelik sadece yerüstü sularıyla sınırlı değil; Ortadoğu, Güney Asya ve Uzak Asya bölgesinde açılmış olan 100 milyonun üzerindeki artezyen kuyularıyla yeraltı suları da tüketiliyor. Bu, dünyanın nemini almak demek. Yeraltı sularını bu şekilde tüketmek çölleşme anlamına geliyor. Çin'de yakın zamanda (ki bu 30-40 yıl gibi gerçekten yakın bir zaman) susuzluk çekecek nüfusun 350 milyon olduğu tahmin ediliyor. Çin'deki şehirlerin, yüzde 90'ının yeraltı suları kirlenmiş. 700 milyon Çinli her gün kirli su içiyor.
Su kaynakları kullanımının bizatihi hükümetler tarafından yapılması gerek. Bunu da Birleşmiş Milletler gibi bir örgüt denetlemeli. Çünkü su hiçbir ülkenin veya şirketin insafına bırakılacak bir konu değil. Tüm dünya canlılarının ortak malı.
Dünyanın herhangi bir köşesinde, sekiz saniyede bir, bir çocuk su yokluğu kaynaklı hastalıklardan hayatını kaybediyor. Mevcut eğilim devam ederse dünya nüfusunun üçte ikisi, 2025'te temiz suya ulaşım hakkından yoksun kalacak. Şu anda Afrika kıtasında 22 ülke ağır su kriziyle yüz yüze. Su kaynaklı hastalıklar olan sıtma, tifo, kolera, hatta veba bile Afrika'ya dönmüş durumda.
Sonuçta su, bir ihtiyaç değil, haktır. Ulusötesi şirketler ve özellikle Dünya Su Konseyi gibi uluslararası örgütler suyun bir ihtiyaç olduğuna dair kararlar aldırmaya çalışıyor. Çünkü ikisi uluslararası hukukta bambaşka paragraflarda inceleniyor.
'Özelleştirme işe yaramıyor'
Hem temiz suya erişimi olmayan insan sayısını yarıya indirip, hem de küresel kalkınmayı sağlamak istiyorsak önümüzdeki 10 yıl boyunca her gün 150 bin insana temiz su ulaştırmamız gerekiyor. Hükümetimiz bu uğurda yıllardır hiçbir işe yaramayacak olan bir proje için milyonlarca sterlin harcıyor. Adı su özelleştirmesi!
Dünya Kalkınma Örgütü'nün 'Kirli Yardım, Kirli Su' kampanyası, yardım paralarını çözüm yerine su krizi çıkaracak şirketlere yatırarak yanlış kullanmaması üzere İngiliz hükümetine çağrı yapmak için başlatılmıştır. Onlarca hükümet ve gönüllü, kalkınmakta olan ülkelerde su özelleştirmesini yapılması gereken bir şey olarak dayadılar. Serbest pazara bağımlı bu ideolojik tavır, Bolivya'dan Arjantin'e, Filipinler'den Gine'ye en fakir bölgelerde özelleştirmenin işe yaramadığını görmüyor. Evet, dünyanın birçok yerinde kamu hizmeti yapan kuruluşlar zayıf durumda. Ama Brezilya, Kamboçya, Hindistan, Uganda'da suyun temizlenmesi ve dağıtımını başarıyla üstlenmiş kuruluşlar var. Gelişmiş ülkelerin bu tarz işletmelere destekte bulunması gerekir.
Suyuma Dokunma Platformu ve Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu
Alternatif su forumu için bir araya gelen DİSK, KESK ve TMMOB ile bunlara bağlı sendika ve meslek odaları, Yeşiller Partisi gibi siyasi parti, AKÇEP, Küresel Eylem Grubu gibi platformlardan oluşan girişimciler, “Su yaşamdır, yaşamlarımız satılık değildir!” dediler.
• Suyun ticarileştirilmesi, özelleştirilmesi, metalaştırılması çabaları yalnızca yoksulların temiz suya erişim hakkını tehdit etmekle de kalmamakta, yeni baraj ve santral inşaatları yüzünden dünya halklarını ve gelecek nesilleri mevcut su havzalarının tümüyle kaybedilmesi, havzalardaki canlı yaşamın ve gen kaynaklarının tahrip edilerek ekosistemlerin sona ermesi, tarihi ve kültürel mirasın yok edilmesi gibi telafisi mümkün olmayan tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır.
• Suyu satın almaya gücü yetmeyen milyonlarca köylü ve çiftçinin topraklarından koparılarak büyük kentlere zorla göç ettirilmesinin sonuçları, yığınsal işsizliğin ve sefaletin doruğa çıkması, çarpık kentleşmenin en uç noktaya ulaşması ve dolayısıyla kentlerin gecekondu mahallelerinde daha da çekilmez boyutlara erişecek olan suya erişim hakkı ihlalleriyle özetlenemeyecek kadar ağır ve yıkıcı olacaktır.
• Su, özelleştirildiğinde sermayenin aşırı kar hırsından dolayı mevcut durumundan daha da sağlıksız hale gelecektir. Birçok hastalıkta aşırı artış olacaktır. Dünyada bu durumun birçok örneği ile karşılaşılmaktadır.
• Su forumlarında; su kaynaklarının yönetimi için sorumlulukların geliştirilmesi ve sürdürülebilir uygulamalar vurgulanmakta, suyun ticarileştirilmesi konularında siyasi taahhüt teşvik edilmekte ve özellikle Bakanlar konferansı aracılığıyla su konusunun siyasi gündemin üst sırasına taşınmasının hedeflendiği bilinmektedir. Bugün petrol yüzünden savaşlar yapılmaktadır, yarın su savaş sebebi olacaktır. Dünya halklarının ortak malı olan su ve su kaynaklarının talan edilmesine ve sermayeye peşkeş çekilmesine izin verilemez.
• Su kaynakları halkın malıdır. Alınıp satılamaz, ticarileştirilemez, halkın su kullanım hakkı engellenemez.
2009 yılının Mart ayında İstanbul‘da toplanacak olan ve suyun piyasalaştırılması sürecini hızlandırmayı amaçlayan 5. Dünya Su Forumuna karşı gereken cevabı vermek, ülke ölçeğinde güçlü ve kararlı bir birliktelikle mümkün olacaktır. Dünya Su Forumu’nun Mart-2009"da İstanbul’da bu süreci daha da hızlandırmak amacıyla düzenleyeceği toplantılara karşı birlikte mücadele etmek için bir araya gelip ortak mücadele etmeliyiz. Gelecekte büyük sorunlar doğuracak su kıtlığının önüne geçilebilmesi için, acil olarak dünya çapında su kaynaklarının kullanımında daha olumlu sonuçlar verecek alternatif çözümler bulunması gerekiyor. Aksi takdirde, karmaşa dolu bir geleceğe de hazırlıklı olmalıyız.

*08/09/2007 tarihli, Radikal Cumartesi/ Vildan Ay’ın yazısından yararlanılmıştır.
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Legal İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku Dergisi Makaleler Listesi Av. Ramazan Çakmakcı İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Çalışma Grubu 3 27-12-2008 17:59
Alman Hukuku -Türk Hukuku ( Avukatlık) Av.Yasar SALDIRAY Avukatlık Hukuku Çalışma Grubu 2 14-02-2008 16:57
borçlar hukuku,idare hukuku ,uluslararası hukuk,vergi hukuku wellan Ticari Duyurular 0 05-09-2007 21:59
ceza hukuku ve idare hukuku ilişkisi taylan Hukuk Soruları Arşivi 2 10-08-2006 17:12
İngiliz Hukuku -Türk Hukuku-Dul Aylığı Av. Bülent Sabri Akpunar Meslektaşların Soruları 7 23-07-2004 12:22


THS Sunucusu bu sayfayı 0,05209398 saniyede 16 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.