Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun]

mk194 aile konutunun satışının iptali

Yanıt
Old 14-11-2007, 13:46   #1
Av.Serkan Küçükkuru

 
Varsayılan mk194 aile konutunun satışının iptali

sayın meslektaşlarım müvekkilin kocası birlikte oturulan konutu rızası olmadan satmıştır,mk 194/1 eşin açık rızasını aramaktadır acaba buna göre eşin yazılı rızası alınmalımıdır.ilgili yargıtay kararı arıyorum(Aile konutu şerhi ve satışın iptali konusunda)teşekkürler.
Old 14-11-2007, 14:04   #2
av_ttc

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ

E. 2005/2547
K. 2005/7234
T. 3.5.2005


• AİLE KONUTU ( Tapu Sicilinde Konutun Maliki Olarak Gözüken Eşin Hukuki İşlem Özgürlüğünün Diğer Eşin Katılımına ve Onamına Bağlı Olduğu )

• EŞLERİN AİLE KONUTU ÜZERİNDEKİ HAKLARI ( Eşlerden Biri Diğer Eşin Açık Rızası Bulunmadıkça Kira Sözleşmesini Feshedemeyeceği Devredemeyeceği ve Aile Konutu Üzerindeki Haklarını Sınırlandıramayacağı )

• AİLE KONUTU OLARAK ÖZGÜLENEN KONUTUN SATIMI ( Tapu Sicilinde Konutun Maliki Olarak Gözüken Eşin Hukuki İşlem Özgürlüğünün Diğer Eşin Katılımına ve Onamına Bağlı Olduğu )
4721/m.194, 240, 279, 652, 1023

ÖZET : Toplanan delillerden dava konusu taşınmazın eşler tarafından kendilerine aile konutu olarak özgülendikleri tartışmasızdır. Davalıların taşınmazı satın alırken bu yerin aile konutu olduğunu ve davacının da satışa rızasının bulunmadığını bildikleri sabittir. Türk Medeni Kanununun 1023. maddesi koşulları da gerçekleşmemiştir.

DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası gösterilen hükmün temyizen mürafaa icrası suretiyle tetkiki istenilmekle duruşma için tayin olunan 19.04.2005 günü temyiz eden Türkan Bakan ile vekili Av. Mehmet Temel ve karşı taraf davalılar vekili geldiler. Dahili Davalı tebligata rağmen gelmedi. Gelenlerin konuşması dinlendikten sonra işin incelenerek karara bağlanması için duruşmadan sonraya bırakılması uygun görüldü. Bugün dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe girmiş, yeni kanunda 194, 240, 254, 279 ve 652. maddelerde "aile konutu" adı altında yeni bir hukuki kavram getirmiştir.Türk Medeni Kanununun 194/1. maddesi " eşlerden biri diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez; aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki haklarını sınırlandıramayacağını " hükme bağlamıştır. Bu düzenleme ile Tapu Sicilinde konutun maliki olarak gözüken eşin, hukuki işlem özgürlüğü diğer eşin katılımına onamına bağlanmıştır. Amaç aile konutunun ve bu konutla ilgili kanuni hakları koruma altına almaktır. Bu koruma evlilik birliği devam ettiğine göre 4721 sayılı kanunun yürürlüğe girişi 1.1.2002'den önceki edinilmiş aile konutları içinde geçerlidir. Toplanan delillerden dava konusu taşınmazın eşler tarafından kendilerine aile konutu olarak özgülendikleri tartışmasızdır. Davalılar Harun ve Hadi'nin taşınmazı satın alırken bu yerin aile konutu olduğunu ve davacının da satışa rızasının bulunmadığını bildikleri sabittir. Türk Medeni Kanununun 1023. maddesi koşulları da gerçekleşmemiştir. Bu açıklamalar karşısında davanın kabulü gerekirken yazılı şekilde reddi uygun görülmemiştir.

SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, duruşma için takdir olunan 400 YTL. vekalet ücretinin davalılardan alınıp davacıya verilmesine, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 03.05.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Old 14-11-2007, 14:09   #3
Pınar

 
Varsayılan

Bu durumdan faydalanmak için,tapuya aile konutu şerhi işlenmiş olmalı mıdır?
Old 14-11-2007, 14:15   #4
av_ttc

 
Varsayılan

Pınar hanım bence gerekiyor.aile konutu şerhi ile satın alanların evin aile konutu olduğunu bildiklerine dair karine oluyor. aksi tattirde satın alanların iyiniyetli olmadığını ve evin aile konutu olduğunu ispat etmek gerekir düşüncesindeyim.
Old 14-11-2007, 18:08   #5
Defi-Def

 
Varsayılan

T.C. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
Esas No: 2006/2-591 Karar No: 2006/624 Tarihi: 04.10.2006

• Aile Konutu
• Tapu Kütüğüne Aile Konutu Şerhi Verilmesi
• Tapu İptali ve Tescil Davası
• Tapuya Güven İlkesi

ÖZET :
Aile konutu, eşlerin bütün yaşam faaliyetlerini gerçekleştirdiği, buna göre yaşantısına yön verdiği, acı ve tatlı günleri içinde yaşadığı alandır. Bu alan ile ilgili olarak bir eşin tek başına hukuki işlem yapması, diğer eşin yararlarını zedeler. Bu nedenle, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 194. maddesi uyarınca, eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki haklarını sınırlandıramaz. Tapu Sicilinde konutun maliki olarak görünen eşin hukuki işlem özgürlüğü, diğer eşin katılımına, onayına bağlanarak aile konutunun ve bu konutla ilgili kanuni hakların koruma altına alınması amaçlanmıştır. Bu koruma, 4721 sayılı Kanunun yürürlüğe giriş tarihi olan 01.01.2002'den önce edinilmiş aile konutları için de geçerlidir.

Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş tarafından tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesi istenilmemiş olsa bile işlem tarafı iyiniyetli üçüncü kişinin ayni hak kazanımı 4721 sayılı TMK'nın 1023. maddesi hükmü ile korunmuştur. Şerhin etkisi ise eşin rızası alınmadan gerçekleştirilen kazandırıcı işlemlerin üçüncü kişinin iyiniyetine rağmen geçersiz sayılacağına yöneliktir.

Tapu iptali ve tescil ile aile konutu şerhi verilmesi davasında, eşler tarafından kendilerine aile konutu olarak özgülenen dava konusu taşınmazın davalılarca satın alınırken aile konutu olduğunun ve davacının satışa rızasının bulunmadığının bilindiği anlaşıldığından, tapuya güven ilkesini öngören 1023. madde koşulları işlem tarafı üçüncü kişiler bakımından gerçekleşmediğinden, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, mahkemece, tasarruf yetkisi sınırlamasının şerh ile doğacağı, bir başka deyişle, şerhin bir "kurucu şerh" olduğu ve işlem tarafı üçüncü kişinin iyiniyetli olması aranmaksızın kazanımının korunması gerekeceğinden bahisle davanın reddine karar verilmesi yerinde değildir.


(4721 s. m. 193, 194, 1023)

TAM METİN :
Taraflar arasındaki "tapu iptal-tescil ve aile konutu şerhi verilmesi" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Sivas Aile Mahkemesi)nce davanın reddine dair verilen 28.10.2004 gün ve 609-1142 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay İkinci Hukuk Dairesinin 03.05.2005 gün ve 2547-7234 sayılı ilamı ile, (...4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe girmiş, yeni Kanunda 194, 240, 254, 279 ve 652. maddelerde "aile konutu" adı altında yeni bir hukuki kavram getirmiştir. Türk Medeni Kanununun 194/1. maddesi "eşlerden biri diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez; aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki haklarını sınırlandıramayacağını" hükme bağlamıştır. Bu düzenleme ile Tapu Sicilinde konutun maliki olarak gözüken eşin, hukuki işlem özgürlüğü diğer eşin katılımına onamına bağlanmıştır. Amaç, aile konutunun ve bu konutla ilgili kanuni hakları koruma altına almaktır. Bu koruma, evlilik birliği devam ettiğine göre 4721 sayılı Kanunun yürürlüğe girişi 01.01.2002'den önceki edinilmiş aile konutları için de geçerlidir. Toplanan delillerden dava konusu taşınmazın eşler tarafından kendilerine aile konutu olarak özgülendikleri tartışmasızdır. Davalılar Harun ve Hadi'nin taşınmazı satın alırken bu yerin aile konutu olduğunu ve davacının da satışa rızasının bulunmadığını bildikleri sabittir. Türk Medeni Kanununun 1023. maddesi koşulları da gerçekleşmemiştir. Bu açıklamalar karşısında davanın kabulü gerekirken yazılı şekilde reddi uygun görülmemiştir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz Eden: Davacı vekili
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, tapu iptal-tescil ve aile konutu şerhi verilmesi istemine ilişkindir.
Davacı; üzerinde aile konutu şerhi bulunmayan dava konusu meskenin, tapuda kayden malik olan eşi Yüksel B. tarafından, kendisinin rızası alınmadan davalılara satıldığını, dava konusu meskenin 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 194. maddesinde ifadesini bulan aile konutu olduğunu ileri sürerek; davalılar üzerinde bulunan tapu kaydının iptali ile eşi Yüksel B. adına tesciline ve tapu kütüğüne taşınmazın aile konutu olduğuna ilişkin şerh konulmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalılar; 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun satıştan altı ay sonra yürürlüğe girdiğini, bu itibarla geçmişe etkili olamayacağını savunarak, davanın reddine karar verilmesini cevaben bildirmişlerdir.
Mahkemece, "davanın kabulüne" dair verilen ilk karar; Özel Daire'ce "husumetin malik eşe de yöneltilmesi gereğine" işaretle bozulmuş; Yerel Mahkeme bozma kararına uyarak, "davalıların tapu kaydına güvenle, aile konutu olduğunu bilmeden taşınmazı satın aldıkları ve meskenin davacı eşin rızası hilafına satıldığını bilmediklerinin anlaşıldığı" gerekçesiyle "davanın reddine" karar vermiştir.
Davacının temyizi üzerine bu karar, Özel Daire'ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkeme "Türk Medeni Kanununun 194/1. maddesinde ifadesini bulan aile konutunun devir ve buna ilişkin malikin işlem yasağının, taşınmaza daha önceden aile konutu olduğuna yönelik bir şerh konulması halinde mümkün olacağı ve ancak bu halde, üçüncü kişilerin ve dolayısıyla davalıların taşınmazın devrine ilişkin iyiniyetli olup olmadıklarının değerlendirilebileceği" gerekçesiyle önceki kararında direnmiştir.
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 194. maddesinin III. fıkrasında yer alan aile konutu şerhinin bir kurucu şerh olup olmadığı, tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet hakkı kazanan işlem tarafı üçüncü kişinin bu kazanımının korunup korunmayacağı noktasındadır.
Bir başka ifadeyle, Yerel Mahkeme, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 194. maddesinin III. fıkrasında yer alan şerhin kurucu bir şerh olması sebebiyle, şerhin yokluğunda artık işlem tarafı üçüncü kişinin iyiniyetli olmasının aranmasına gerek kalmaksızın kazanımının korunmasını öngörmekte; Özel Daire ise, aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini istememiş olsa bile işlem tarafı üçüncü kişi kötüniyetli ise şerhin yokluğuna rağmen kazanımının korunamayacağını kabul etmektedir.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun aile konutu ile ilgili 194. maddesi ile tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımının korunmasına ilişkin 1023. maddesi hükmünün birlikte değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun "Aile konutu" başlığı altında düzenlenen 194. maddesi; "Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.
Rızayı sağlayamayan veya haklı bir sebep olmadan kendisine rıza verilmeyen eş, hakimin müdahalesini isteyebilir.
Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteyebilir.
Aile konutu eşlerden biri tarafından kira ile sağlanmışsa, sözleşmenin tarafı olmayan eş, kiralayana yapacağı bildirimle sözleşmenin tarafı haline gelir ve bildirimde bulunan eş diğeri ile müteselsilen sorumlu olur." hükmünü öngörmüştür.
Anılan maddenin gerekçesinde ise "Bu madde ile İsviçre Medeni Kanununun 169. maddesine uygun olarak eşlerin hukuki işlemlerinde 193. maddeyle kabul edilen genel kuralın bir istisnasına yer verilmiştir. Madde, eşlerin aile konutlarıyla ilgili hukuki işlemlerde eşlerin serbestliği ilkesine istisna getirmiş ve böylece aile konutu ile ilgili bazı hukuki işlemlerin diğer eşin rızasına bağlı olduğu kabul edilmiştir. Aile konutu eşlerin bütün yaşam faaliyetlerini gerçekleştirdiği, yaşantısına buna göre yön verdiği, acı ve tatlı günleri içinde yaşadığı, anılarla dolu bir alandır. Bu nedenle bu denli önemli bir malvarlığıyla ilgili olarak eşlerin tek başlarına hukuki işlemleri yapması diğer eşin önemli yararlarını etkileyebilir. Bunun sonucu olarak madde, konutla ilgili kira sözleşmesinin feshini, bu konutun başkalarına devrini ya da konut üzerindeki hakları ve buna benzer diğer hukuki işlemlerle tamamen ya da kısmen sınırlanmasını diğer eşin rızasına bağlamıştır. Maddede, aile konutunu eşlerden birinin kiralaması halinde, diğer eşin bir bildirimle sözleşmenin tarafı haline gelmesi öngörülmektedir. Bu konu İsviçre Medeni Kanununda 7 Temmuz 1998 tarihli Kanunla yapılan değişiklikle "boşanmanın sonuçları" ile ilgili 121. maddede üç fıkra halinde düzenlenmiştir. Ancak, bizde evliliğinin devamı sırasında da kira sözleşmesine taraf olmayan eşin mağdur olması gündeme gelebilmektedir. Bu nedenle sözkonusu hüküm evlenmenin hükümleri kısmında ele alınmıştır.
Diğer eşin kanunun kendisine tanımış olduğu rıza verme yetkisini haklı sebep olmaksızın eşinden esirgemesi, bu yolla hakkını kötüye kullanması mümkündür. Bunun önlenmesi için de maddenin ikinci fıkrasında böyle bir rızaya muhtaç olan eşe hakime başvurma yetkisi tanınmıştır." denilmiştir.
Madde gerekçesinde de ifade edildiği üzere, aile konutu eşlerin bütün yaşam faaliyetlerini gerçekleştirdiği, yaşantısına buna göre yön verdiği, acı ve tatlı günleri içinde yaşadığı, anılarla dolu bir alandır.
Bu kadar önemli olduğu açık olan bir malvarlığıyla ilgili olarak eşlerin tek başlarına hukuki işlem yapması, diğer eşin önemli yararlarını zedeler. Bu nedenledir ki, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 194. maddesi hükmü ile bu konutun başkalarına devri diğer eşin rızasına bağlanmıştır. Başka bir anlatımla, aile konutu olarak özgülenen taşınmazın mülkiyetinin devri diğer eşin rızasına bağlı bir hukuki işlem olarak kabul edilmiştir. (Bilge ÖZTAN, Aile Hukuku, Ankara-2004, s. 207; Ahmet M. KILIÇOGLU, Türk Medeni Kanunu'nda Diğer Eşin Rızasına Bağlı Hukuksal İşlemler ve Yasal Alım Hakkı, Ankara-2002, s. 18)
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 194. maddesi III. fıkrası hükmü ile rıza alınmadan yapılacak işlemleri önleyebilmek amacıyla tapu kütüğüne şerh verilmesi olanağı getirilmiştir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, anılan madde ile tapuya güven ilkesine bir istisna getirilmiş değildir. (KILIÇOĞLU, s. 20)
Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş tarafından tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesi istenilmemiş olsa bile işlem tarafı iyiniyetli üçüncü kişinin ayni hak kazanımı 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 1023. maddesi hükmü ile korunmuştur.
Şerhin etkisi ise eşin rızası alınmadan gerçekleştirilen kazandırıcı işlemlerin üçüncü kişinin iyiniyetine rağmen geçersiz sayılacağına yöneliktir. Bu sebeple, yerel mahkemenin tasarruf yetkisi sınırlamasının şerh ile doğacağı; eş söyleyişle, şerhin bir "kurucu şerh" olduğuna ve işlem tarafı üçüncü kişinin iyiniyetli olmasının aranmasına gerek kalmaksızın kazanımının korunması gerekeceğine ilişkin belirlemesi yerinde değildir.
Bilindiği üzere 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 1023. maddesi, tapuya güven ilkesini öngörmektedir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 194. maddesi III. fıkrası ise, tapuya güven ilkesinin aynen sürdürülmekte olduğunun bir ifadesidir. (KILIÇOĞLU, s. 20)
Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; dava konusu taşınmazın eşler tarafından kendilerine aile konutu olarak özgülendiği tartışmasızdır. İşlem tarafı olan davalılar Harun ve Hadi'nin taşınmazı satın alırken bu yerin aile konutu olduğunu ve davacı malik olmayan eşin satışa rızasının bulunmadığını bildikleri de kuşku ve duraksamadan uzaktır.
Şu hale göre, tapuya güven ilkesini esas alan Türk Medeni Kanununun 1023. maddesi koşulları da işlem tarafı olan üçüncü kişiler yönünden gerçekleşmemiştir.
Hal böyle olunca; Yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen ve davanın kabulü gereğine işaret eden Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı bu nedenlerle bozulmalıdır.
Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 04.10.2006 gününde bozmada oybirliği, sebebinde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Davacı -malik olmayan eş- kadın 06.03.2003 tarihli dava dilekçesi ile üzerinde aile konutu şerhi bulunmayan ve davalı -malik olan eş- kocası adına kayıtlı taşınmazın davalı -malik olan eş- kocası tarafından, malik olmayan davacı eşin "açık rızası alınmadan" yapılan satış sebebiyle "işlem tarafı" üçüncü kişi üzerinde bulunan tapu kaydının iptali ile davalı -malik olan eş- kocası üzerine tescilini ve tapu kütüğüne taşınmazın aile konutu olduğuna ilişkin şerh konulmasına karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkeme ilk kararında "görüşüm" doğrultusunda "gerekçelerini" açıklayarak "davanın kabulüne" karar vermiş iken malik eşin davaya katılmasına yönelik bozma kararımızdan sonra "gerekçe değiştirerek" bu kez "davanın reddine" karar vermiştir.
Değerli çoğunluk ile yerel mahkemenin direnme kararının "bozulması" yönünde aramızda "görüş birliği" vardır. Ancak, "bozma gerekçesinde" değerli çoğunluk ile aramızda "görüş ayrılığı" vardır.
Değerli çoğunlukla aramızdaki bozma gerekçesine ilişkin çekişme nedir?
Değerli çoğunluk, aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olan eş, diğer eşin "açık rızası bulunmadan" üzerinde aile konutu şerhi bulunmayan taşınmazını devretmişse işlem tarafı üçüncü kişinin varsa "iyiniyeti korunur" düşüncesindedir. Düşüncemize göre aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olan eş, diğer eşin "açık rızası bulunmadan" üzerinde şerh bulunmayan aile konutunu devretmişse hiçbir şekilde işlem tarafı üçüncü kişinin "iyiniyeti korunmaz."
Başka bir anlatımla, değerli çoğunluk, aile konutu olarak özgülenen taşınmazın maliki olmayan eş tarafından, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini istememişse işlem tarafı üçüncü kişinin "kötüniyetini kanıtlamak" (TMK m. 1023) zorundadır. Düşüncemize göre; aile konutu olarak özgülenen taşınmazın maliki olmayan eş tarafından tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesi istenmemiş olsa bile taşınmazın aile konutu olduğu ve malik olmayan eşin rızasının bulunmadığı gerçekleşmişse hiçbir şekilde üçüncü kişinin iyiniyeti korunmaz.
Karşı oyumuzda "öncelikle" yerel mahkemenin direnme kararının gerekçesine karşı olan düşüncemizi açıkladıktan sonra değerli çoğunluk ile aramızda oluşan görüş ayrılığına "daha sonra" değinilecektir.
Yerel mahkeme 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun m. 194 hükmünde yer alan şerhin bir "kurucu şerh" olduğunu ifade etmekte ve direnme kararına da bu olguyu dayanak yapmaktadır.
Bilindiği üzere İsviçre'de, aile konutunun şerhine ilişkin 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun m. 194 f. III hükmü yer almamaktadır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun m. 194 gerekçesinde de şerhin niteliği konusunda bir açıklama yoktur.
Yerel mahkeme gibi 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun m. 194 hükmünde yer alan şerhin bir "kurucu şerh" olduğu kabul edilecek olursa tasarruf yetkisine ilişkin sınırlamanın "şerhin konulması ile" başlayacağı, başka bir anlatımla "şerh konulmadığı sürece" bir tasarruf yetkisi sınırlamasından söz edilemeyeceğinden kocanın 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun m. 193 hükmünde yer alan hukuki işlem özgürlüğünün aile konutunu da içerdiği ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun m. 194 f. l hükmünün "yokluğu" gibi bir sonuca ulaşılır ki bu düşünce 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu sistematik düşüncesine "açık bir aykırılığı" ifade eder. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun m. 194 hükmünde yer alan şerhin "açıklayıcı şerh" olduğu konusunda bir duraksama olamaz. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 216, ŞIPKA, s. 160, GENÇCAN-Boşanma-2, s. 567)
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 f. l hükmü ile eşlerin "fiil ehliyetinin sınırlandırılmış" olduğu gerçeği, varlığını asla "şerhin konulmasına ya da konulmamasına" bağlamış değildir. Başka bir anlatımla, aile konutu şerhi konulmuş olsa da olmasa da 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 f. l hükmü ile eşlerin "fiil ehliyetinin sınırlandırılmış" olduğu inkar edilemez hukuki bir gerçekliktir.
Eş bir deyişle, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 f. III hükmü ile getirilen "Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteyebilir," düzenlemesinin 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 f. l hükmü ile var olan "sınırlandırmaya" bir etkisi yoktur/olamaz.
O kadar ki, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 f. l hükmü ile var olan sınırlandırma;
- Emredici niteliktedir, (HASAN BÖHLER, Art. 169, Nr. 9, KILIÇOĞLU, s. 6)
- Bu haktan önceden feragat edilemez, (ÖZTAN, s. 207)
- Eşlerin anlaşması ile ortadan kaldırılamaz, (KILIÇOĞLU, s. 6)
- Açık rıza ancak "belirli olan" bir işlem verilebilir. (ÖZTAN, s. 207)
O halde, düşüncemize göre bu çekişmede "şerhin yokluğunun" davanın kabulüne olumsuz bir etkisinden söz edilemez.
Peki, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 f. III hükmü ile getirilen şerhin etkisi nedir? Şerhin etkisi, işlem tarafı "olmayan" (=olan değil) iyiniyetli üçüncü kişilerin iyiniyetini ortadan kaldırmaktan ibarettir. Hükmün tarihsel arka planı da bu görüşün yanındadır. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 215, ŞIPKA, s. 160)
Bütün bu sebeplerle yerel mahkemenin direnme gerekçesi yerinde değildir. Değerli çoğunluk ile direnme kararının "bozulması yönünde" aramızda bu sebeple "görüş birliği" vardır.
Değerli çoğunluk ile aramızda oluşan "görüş ayrılığı" ise tarafımdan nasıl temellendirilmektedir?
Değerli çoğunluğun "değişik bozma" önerimize katılmayan görüşünün kadının (= Davacı -malik olmayan - rızası alınmayan eş) durumunu iyice güçleştirdiği görülmektedir. Rıza alınmadan yapılan işlemin "kesin hükümsüz" olduğu gerçeği karşısında kadına "kanıtlama kolaylığı" getirmek yerine bir de işlem tarafı üçüncü kişinin kötüniyetini kanıtlama külfeti ile yüklendirilmesi normun koruma amacı ile de doğrusu bağdaşmamaktadır. (ŞIPKA, s. 160)
Kanıtlama külfetinden "kurtulmanın" yolunun ise 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 f. III hükmünde yer alan şerhin varlığına bağlı kılınması bu şerhi "açıklayıcı" şerhten "kurucu" şerh konumuna getirdiği/yükselttiği gibi, şerhin "yokluğunda" ise uygulamadaki bariz ispat zorluğu dikkate alındığında 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 hükmünün uygulanamazlık anlamında "ölümü" sonucunu doğurmaktadır.
Ülkemizde tapu kayıtlarının "ezici çoğunluğunun" erkekler üzerinde olduğu gerçeğinden (= Bu gerçek, farkında olunmamakla/görmezden gelinmekle maalesef yok olmamaktadır) konuya baktığımızda karşılaşılan manzara hiç de iç açıcı değildir. Önce mal rejimleri konusunda "sözleşme yükü" (4722 SK m. 10) altına sokulmuş olan kadınların bu kez de aile konutu (TMK m. 194) koruması için "şerh yükü" / "kanıtlama yükü" altına konulduğu gözlenmektedir.
Bir an için akla gelebilecek "Aile konutu şerhi olmazsa/davalının iyiniyeti görmezden gelinirse mülkiyet ediniminde kaos olur" düşüncesi bile aile konutu şerhi gibi bir müesseseden yoksun İsviçre uygulamasında sanıldığı gibi bir kaos da yaşanmamış olması gerçeği karşısında inandırıcı değildir.
Davacı kadının iyiniyeti/barınma hakkı/Kanunun koruma amacı ve hedefi/emredici yasal düzenleme ise işlem tarafı üçüncü kişinin iyiniyetine/yolsuz tescile "tercih" edilmektedir.
Karısının rızasını almayan (TMK m. 194 f. II), rızanın verilmeyişinden rahatsız olup da hakimin müdahalesini talep etmeyen (TMK m. 194 f, II) başka bir anlatımla diğer eşin izni ve hakimin yetkilendirmesi olmaksızın adeta 4721 sayılı Türk Medeni Kanununda yer alan düzenlemeleri "hiçe sayan"/"umursamayan" koca bu davada "seyirci" statüsünde kalmıştır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 hükmünü yok sayan ve karısını onun rızasını almadan/almayarak açık seçik/bilerek ve isteyerek mağdur eden koca, mağdur karısının üçüncü kişinin kötüniyetini ispatlayıp ispatlayamayacağı yönünde bu davayı "sanki davanın tarafı değilmiş/sanki çekişmeyi kendisi değil de karısı çıkarmış gibi" sadece dışarıdan izlemektedir/izlemiştir.
Buna karşılık kadın ise; gerçekleştirilen işlemlere hiçbir katılımı bulunmadığı halde yokluğunda yapılmış hukuki işlemde (= aile konutunun devredilmesi) rızasının alınmaması sanki geçerli ve meşru imişcesine, başka bir anlatımla, ortada geçerli bir hukuki işlem varmışcasına hiç tanımadığı, çoğunlukla da tanımasının peşinen olanaksız olduğu işlem tarafı insanların/kişilerin kötüniyetini (TMK m. 1023) kanıtlamak zorunda bırakılmıştır.
Düşüncemizin anlaşılabilir kılınabilmesi ve doğru olarak değerlendirilebilmesi için öncelikli olarak 4721 sayılı Türk Medeni Kanununda yer alan "Eşlerin hukuki işlemleri" konusuna açıklık getirmek gerekmektedir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 193 hükmüne göre "Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça", eşlerden her biri diğeri ve üçüncü kişilerle "her türlü hukuki işlemi" yapabilir. Başka bir anlatımla "kural olarak" eşlerden her biri diğeri ile her türlü hukuki işlemi yapabileceği gibi eşlerden her biri üçüncü kişilerle de her türlü hukuki işlemi yapabilir. Eş "kural olarak" herhangi bir yetkili makamın onayına bağlı olmadan ve "eşinin rızasını almadan" her türlü hukuki işlemi yapabilir. Bu konularda hakim kararına gereksinim yoktur. (Ömer Uğur GENÇCAN, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu, Bilimsel Açıklama-İçtihatlar-İlgili Mevzuat, Yetkin Yayınevi: l. Cilt, (TMK m. 1-351), Ankara 2004 (1614 sayfa), II. Cilt, (TMK m. 352-1030) Ankara 2004 (1628 sayfa). Kısaltma: GENÇCAN-TMK s. 1091)
Ne var ki, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 193 hükmünde yer alan "Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça" ifadesine dayanılarak 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 hükmü ile eşlerden birinin aile konutu ile ilgili sadece aşağıdaki işlemlerle sınırlı olarak "fiil ehliyeti sınırlandırılmıştır";
- Aile konutu ile ilgili kira sözleşmesinin feshedilmesi,
- Aile konutunun devredilmesi,
- Aile konutu üzerindeki hakların sınırlanması,
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 hükmünde yer alan tapu kütüğünü kilitleme "kendiliğinden" gerçekleşmişken 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 199 hükmünde bir "hakim kararı" gereklidir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 hükmü ile eşlerin "fiil ehliyetinin sınırlandırılması" gerçeği ve gerekçesi "...Madde eşlerin aile konutlarıyla ilgili hukuki işlemlerde eşlerin serbestliği ilkesine istisna getirmiş ve böylece aile konutu ile ilgili bazı hukuki işlemlerin diğer eşin rızasına bağlı olduğu kabul edilmiştir. Aile konutu eşlerin bütün yaşam faaliyetlerini gerçekleştirdiği, yaşantısına buna göre yön verdiği, acı ve tatlı günleri içinde yaşadığı, anılarla dolu bir alandır. Bu nedenle bu denli önemli bir malvarlığıyla ilgili olarak eşlerin tek başlarına hukuki işlemleri yapması diğer eşin önemli yararlarını etkileyebilir. Bunun sonucu olarak madde, konutla ilgili kira sözleşmesinin feshini, bu konutun başkalarına devrini ya da konut üzerindeki hakları ve buna benzer diğer hukuki işlemlerle tamamen ya da kısmen sınırlanmasını diğer eşin rızasına bağlamıştır...." sözleriyle ifade edilmiştir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 194 f. l hükmü ile eşlerin "fiil ehliyetinin sınırlandırılması" ise "Eşlerden biri, 'diğer eşin açık rızası bulunmadıkça,' aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz." sözleriyle biçimlendirilmiştir.
"Fiil ehliyeti sınırlamasına" yönelik düşüncemiz aynı zamanda İsviçre öğretisindeki "çoğunluk görüşü" olduğu gibi Türkiye öğretisinde de kabul gören bir düşüncedir. (TUOR/SCHNYDER/SCHMID/RUMO-JUNGO, S. 205, HEGNAUER/BREİTSCHMlD, N. 17.17, s. 183, HAUSHEER/GElSER/KOBEL, N. 08.103. s. 89, ÖZTAN, s. 205-206.) Amaç aileyi bir bütün olarak korumaktır. (HAUSHEER/REUSSER/GEİSER, Art. 169, nr. 37a, HASANBÖHLER, Art.169, nr. 11, AKINTÜRK, s. 352-354, ÖZTAN, s. 205-206.)
Eşlerin "fiil ehliyetinin sınırlandırılması" olgusu 'diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, vurgusu ile seslendirilmiştir. Başka bir anlatımla, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun m. 194 f. l hükmü ile aile konutunun başkalarına devri "diğer eşin açık rızasına" bağlanmıştır. Böylece aile konutu olarak özgülenen taşınmazın mülkiyetinin devri diğer eşin "rızasına bağlı" bir hukuki işlem olarak kabul edilmiştir. (Şükran ŞIPKA, Aile Konutu ile İlgili İşlemlerde Diğer Eşin Rızası (TMK m. 194), Doçentlik başvuru eseri, İstanbul-2004, s. 137, Bilge ÖZTAN, Aile Hukuku, Ankara-2004, s. 207, Ahmet M. KILIÇOĞLU, Türk Medeni Kanunu'nda Diğer Eşin Rızasına Bağlı Hukuksal İşlemler ve Yasal Alım Hakkı, Ankara-2002, s. 18)
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun m. 194 f. l hükmü ile aile konutunun başkalarına devri diğer eşin "rızasına" değil de "açık rızasına" bağlanmıştır. Rızanın sözlü olarak verilmesi yeterli görülse idi "rızasına" deyişi maksadı anlatmaya yeter de artardı bile. Oysa, özellikle "açık rıza" deyişiyle maksadın farklı olduğu gösterilmiştir. Biz, bu sebeple "açık rıza" deyişini rızanın "resmi şekilde" olarak alınması olarak yorumladık. (Ömer Uğur GENÇCAN, Boşanma Hukuku, Yetkin Yayınevi, Ankara 2006, Kısaltma: GENÇCAN-Boşanma-2, s. 564, GENÇCAN-TMK s. 1095) Nitekim, İsviçre Tapu Tüzüğü (GBV) Art. 13a hükmü ile ZGB m. 169 gerekçesinde "yazılı rıza" deyişi varken İsviçre tapu uygulamasında da yazılı şeklin "resmi makam" tarafından onaylanması aranmaktadır. (SCHMID, s. 609, ŞIPKA, s. 143)
Rıza alınmadan yapılan işlemin ise "kesin hükümsüz" (GENÇCAN-TMK s. 1096, 3036; GENÇCAN-Boşanma-2, s. 565) olduğu hemen hemen bütün bilimsel görüşlerde ve uygulamada kabul edilmektedir. (ŞIPKA, s. 153)
Kesin hükümsüzlük;
- Rızası alınmayan eş tarafından "her zaman" ileri sürülebilir (ŞIPKA, s. 145)
- Hakim tarafından re'sen dikkate alınmalıdır (BRAEM/HASENBÖHLER, Zürcher Komm. Art. 169, N. 70, BERGER, S.75, ŞIPKA, S. 145, KILIÇOĞLU, s. 6)
- Bunun için dava açmaya bile gerek yoktur. (DESCHENAUK/STEINAUER, s. 107, BRAEM/HASENBÖHLER, Zürcher Komm. Art. 169, N. 70, GROSSEN, s. 106, RUOSSS, s. 85, TRAUFFER, s. 75, WESSNER, s. 95, ŞIPKA, s. 145)
Sonradan verilen rıza ise ex tunç (geçmişe etkili) olarak hüküm ve sonuç doğurur. Başka bir anlatımla işlemi "geçerli" hale getirir. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 213, ÖZTAN, s. 207)
Rızası alınmayan malik olmayan eşin kararını bildirmesi için kendisine "işlem tarafı üçüncü kişi" tarafından BK m. 38 hükmüne göre uygun bir mehil verilebilir, işlem tarafı üçüncü kişi tarafından tanınan sürede rızası alınmayan eş tarafından bir icazet verilmediği takdirde "askıda olan hükümsüzlük" artık "kesin hükümsüzlüğe" dönüşür. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 213, KILIÇOĞLU, s. 22, ŞIPKA, 149)
Bütün bu sebeplerle İsviçre Hukukunda üçüncü kişinin iyiniyeti "hiçbir şekilde" korunmaz. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 214) Zaten "geçersiz olan" bir sözleşmeye dayanan iyiniyetle bir hak kazanımı da sözkonusu olamaz. (ŞIPKA, s. 161)
Diğer eşin izni ve hakimin yetkilendirmesi olmaksızın işlem tarafı üçüncü kişi adına yapılacak tescil "yolsuz bir tescil" olup eşlerden biri tarafından açılacak olan tapu kütüğünün düzeltilmesi davası (TMK m. 1025 f. l) ile düzeltilmesi her zaman istenebilir. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 215) Başka bir anlatımla, rıza alınmadan yapılan hukuki işlem "geçersiz" olup rızası alınmayan eş bunun "iptalini" talep edebilecektir. (KILIÇOĞLU, s. 22)
işlem tarafı üçüncü kişinin oluşan zararı ise culpa in contrahendo sorumluluğu kapsamında malik olan eşten istenebilir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun sistematiği, Kaynak Kanun uygulaması, gerek Türkiye ve gerekse İsviçre öğretisindeki "baskın görüşler" dikkatle incelendiğinde değerli çoğunluk görüşüne katılabilmem olanaklı değildir.
Açıklanan sebeplerle yerel mahkeme kararının "belirttiğim gerekçelerle" bozulması görüşünde olduğumdan değerli çoğunluğun "farklı görüşüne" katılmıyorum.
Ömer Uğur GENÇCAN
İkinci Hukuk Dairesi Üyesi





T.C. Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi
Esas No: 2005/9760 Karar No: 2005/11506 Tarihi: 15.12.2005

• Aile Konutu
• Aile Mahkemesinin Görevi

ÖZET :
Aile konutu diğer eşin açık rızası olmadıkça aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.

Olayda, davacı kayınpederi tarafından kendisi ve çocukları için alınan dava konusu taşınmazın davalı eşi tarafından muvazaalı olarak diğer davalılara devredildiğini ileri sürerek tapunun iptalini talep etmektedir.

Davanın çözümü görevi 4787 sayılı Kanunun 1. maddesi gereğince Aile Mahkemesine ait olup görev hususu resen gözetilmesi gerektiğinden mahkemenin görevli olup olmadığı belirlendikten sonra işin esasına girilmelidir.


(4721 s. m. 194, 4787 s. m. 1)

TAM METİN :
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 15.4.2004 gününde verilen dilekçe ile tapu iptali ve tescil istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 5.4.2005 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Davacı, aleyhine boşanma davası açan davalı eşi E. İ. adına tapuda kayıtlı bulunan 18 numaralı bağımsız bölümü muvazaalı olarak diğer davalılara devrettiğini, oysa bu evin kayınpederi tarafından kendisi ve çocukları için alındığını, aile konutu olduğunu belirten muvazaalı olarak diğer davalılara devredilen tapunun iptali ile davalı eşi E. İ. adına tescilini istemiştir.
Davacı dava konusu konutun alımında kendisi adına kayınpederinin de katkısının bulunduğunu, aile konutunun kendi rızası dışında muvazaalı bir şekilde davalı tarafından devredildiğini ileri sürmüştür.
Dava 15.4.2004 tarihinde açılmıştır. Aile Konutuna sahip olan eş, Türk Medeni Kanunun 194. maddesi gereğince diğer eşin açık rızası bulunmadıkça aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz. Bu gibi davaların çözümü görevi 4787 sayılı Kanunun 1. maddesi gereğince Aile Mahkemesine aittir. Resen gözetilmesi gereken görev hususu dikkate alınmadan mahkemenin görevli olup olmadığını belirlemeden işin esasına girerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, 15.12.2005 tarihinde oybirliği ile karar verildi.




T.C. Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi

Esas No: 2005/8403 Karar No: 2005/10552 Tarihi: 04.07.2005

• Aile Konutu Şerhi
• Taşınmazın Tapuda Arsa Gösterilmesi

ÖZET :
Paylı mülkiyeti davalı eşe ait olan taşınmazın tapu kaydı üzerine aile konutu şerhi verilmesi için, arsa üzerinde bulunan evin yapılacak keşifle belirlenmesi, konutun aile konutu olup olmadığı ve aile konutu olduğu iddia edilen konutun arsa maliklerinden kime ait olduğunun belirlenmesi gerekir. Konutun aile konutu ve davalı eşe ait olduğunun belirlenmesi halinde tapuda arsa olarak gösterilmiş olması aile konutu şerhi verilmesine engel değildir.


(4721 s. m. 194/3)

TAM METİN :
Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü.
Olayları açıklamak taraflara hukuki nitelendirme hakime aittir. Davacı paylı mülkiyeti davalı eşine ait olan 1137 ada 5 parselde kayıtlı taşınmazın tapu kaydı üzerine aile konutu şerhi verilmesini istemiştir. İstek, Türk Medeni Kanununun 194/3. maddesine dayalıdır. Tarafların bu konudaki delillerinin toplanması, arsa üzerinde bulunan evin yapılacak keşifle belirlenmesi, konutun aile konutu olup olmadığı ve aile konutu olduğu iddia edilen konutun arsa maliklerinden kime ait olduğunun belirlenmesi, konutun aile konutu ve davalı eşe ait olduğunun belirlenmesi durumunda tapuda arsa olarak gösterilmiş olmasının Türk Medeni Kanununun 194/3. maddesi anlamında aile konutu şerhi verilmesine engel bulunmamasına göre bu yönlerden araştırma yapılmadan eksik araştırma ve inceleme ile hüküm kurulması doğru bulunmamıştır.
SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 04.07.2005

T.C. Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi
Esas No: 2005/12409 Karar No: 2005/11944 Tarihi: 13.09.2005

• Aile Konutu Devrinin İptali
• Aile Hukukundan Doğan Davalarda Görev

ÖZET :
Aile konutu üzerinde hak sahibi olan kocanın kadının rızasını almadan aile konutunun devriyle ilgili işlemin iptali ve aile konutunun yeniden davalı eş üzerine tescili istemine ilişkin davanın Aile Mahkemesinde bakılması gerekir.


(4721 s. m. 194/1, 4787 s. m. 4/1)

TAM METİN :
Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü.
Dava, aile konutu üzerinde hak sahibi olan eşin (kocanın), davacı eşinin rızasını almadan aile konutunu devriyle ilgili işlemin iptali ve aile konutunun yeniden davalı eş üzerine tescilinin sağlanması isteğine ilişkindir. Aile konutuyla ilgili devir işleminin geçerliliğinin, davacı eşin rızasına bağlı olduğu, bu rıza alınmadan yapılan işlemin geçersiz olduğu, devralan üçüncü kişilerin de kötü niyetli oldukları iddia edilerek iptal ve tescil talep edilmiştir. İstek, Türk Medeni Kanununun 194/1. maddesine dayanmaktadır ve aile hukukundan doğmaktadır. 4787 Sayılı Kanunun 4/1. maddesi gereğince Aile Mahkemesinin görevine girmektedir. (2. HD'nin 5.7.2004 tarihli 2004/7861 E., 2004/8887 K. sayılı kararı) İşin esasının incelenmesi gerekirken iptal ve tescil istemi yönünden bu istemin Asliye Hukuk Mahkemesinin görevine girdiğinden bahisle görevsizlik kararı verilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Kararın gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, iş bu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 13.09.2005


Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2006/2-591
KARAR NO : 2006/624

Y A R G I T A Y İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : S. Aile Mahkemesi

TARİHİ : 13/04/2006
NUMARASI : 2005/985-310

DAVACI : T.B. vekili Av.M.T.
DAVALI : H.,HT. vekili Av.A.S.B.

DAHİLİ DAVALI : Y.B.

DAVA TÜRÜ : Tapu İptali ve Tescil

Taraflar arasındaki "tapu iptal-tescil ve aile konutu şerhi verilmesi" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; S.Aile Mahkemesince davanın reddine dair verilen 28.10.2004 gün ve 609-1142 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 3.5.2005 gün ve 2547-7234 sayılı ilamı ile, (...4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe girmiş, yeni kanunda 194, 240, 254, 279 ve 652. maddelerde "aile konutu" adı altında yeni bir hukuki kavram getirmiştir. Türk Medeni Kanununun 194/1. maddesi " eşlerden biri diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez; aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki haklarını sınırlandıramayacağını " hükme bağlamıştır. Bu düzenleme ile Tapu Sicilinde konutun maliki olarak gözüken eşin, hukuki işlem özgürlüğü diğer eşin katılımına onamına bağlanmıştır. Amaç aile konutunun ve bu konutla ilgili kanuni hakları koruma altına almaktır. Bu koruma evlilik birliği devam ettiğine göre 4721 sayılı kanunun yürürlüğe girişi 1.1.2002'den önceki edinilmiş aile konutları içinde geçerlidir. Toplanan delillerden dava konusu taşınmazın eşler tarafından kendilerine aile konutu olarak özgülendikleri tartışmasızdır. Davalılar Harun ve Hadi'nin taşınmazı satın alırken bu yerin aile konutu olduğunu ve davacının da satışa rızasının bulunmadığını bildikleri sabittir. Türk Medeni Kanununun 1023. maddesi koşulları da gerçekleşmemiştir. Bu açıklamalar karşısında davanın kabulü gerekirken yazılı şekilde reddi uygun görülmemiştir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, tapu iptal-tescil ve aile konutu şerhi verilmesi istemine ilişkindir.
Davacı; üzerinde aile konutu şerhi bulunmayan dava konusu meskenin, tapuda kayden malik olan eşi Y.B. tarafından, kendisinin rızası alınmadan davalılara satıldığını, dava konusu meskenin 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 194. maddesinde ifadesini bulan aile konutu olduğunu ileri sürerek; davalılar üzerinde bulunan tapu kaydının iptali ile eşi Y.B. adına tesciline ve tapu kütüğüne taşınmazın aile konutu olduğuna ilişkin şerh konulmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalılar; 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun satıştan altı ay sonra yürürlüğe girdiğini, bu itibarla geçmişe etkili olamayacağını savunarak, davanın reddine karar verilmesini cevaben bildirmişlerdir.
Mahkemece, "davanın kabulüne" dair verilen ilk karar; Özel Daire'ce "husumetin malik eşe de yöneltilmesi gereğine" işaretle bozulmuş; Yerel Mahkeme bozma kararına uyarak, "davalıların tapu kaydına güvenle, aile konutu olduğunu bilmeden taşınmazı satın aldıkları ve meskenin davacı eşin rızası hilafına satıldığını bilmediklerinin anlaşıldığı" gerekçesiyle "davanın reddine" karar vermiştir.
Davacının temyizi üzerine bu karar, Özel Daire'ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkeme "Türk Medeni Kanununun 194/1. maddesinde ifadesini bulan aile konutunun devir ve buna ilişkin malikin işlem yasağının, taşınmaza daha önceden aile konutu olduğuna yönelik bir şerh konulması halinde mümkün olacağı ve ancak bu halde, üçüncü kişilerin ve dolayısıyla davalıların taşınmazın devrine ilişkin iyi niyetli olup olmadıklarının değerlendirilebileceği" gerekçesiyle önceki kararında direnmiştir.
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun 194. maddesinin III. fıkrasında yer alan aile konutu şerhinin bir kurucu şerh olup olmadığı, tapu kütüğündeki tescile iyi niyetle dayanarak mülkiyet hakkı kazanan işlem tarafı üçüncü kişinin bu kazanımının korunup korunmayacağı noktasındadır.
Bir başka ifadeyle Yerel Mahkeme, 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun 194. maddesinin III. fıkrasında yer alan şerhin kurucu bir şerh olması sebebiyle, şerhin yokluğunda artık işlem tarafı üçüncü kişinin iyi niyetli olmasının aranmasına gerek kalmaksızın kazanımının korunmasını öngörmekte; Özel Daire ise, aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini istememiş olsa bile işlem tarafı üçüncü kişi kötü niyetli ise şerhin yokluğuna rağmen kazanımının korunamayacağını kabul etmektedir.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun aile konutu ile ilgili 194. maddesi ile tapu kütüğündeki tescile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımının korunmasına ilişkin 1023. maddesi hükmünün birlikte değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun "Aile konutu" başlığı altında düzenlenen 194. maddesi; "Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.
Rızayı sağlayamayan veya haklı bir sebep olmadan kendisine rıza verilmeyen eş, hâkimin müdahalesini isteyebilir.
Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteyebilir.
Aile konutu eşlerden biri tarafından kira ile sağlanmışsa, sözleşmenin tarafı olmayan eş, kiralayana yapacağı bildirimle sözleşmenin tarafı hâline gelir ve bildirimde bulunan eş diğeri ile müteselsilen sorumlu olur." Hükmünü öngörmüştür.
Anılan maddenin gerekçesinde ise "Bu madde ile İsviçre Medenî Kanununun 169 uncu maddesine uygun olarak eşlerin hukukî işlemlerinde 193 üncü maddeyle kabul edilen genel kuralın bir istisnasına yer verilmiştir. Madde eşlerin aile konutlarıyla ilgili hukukî işlemlerde eşlerin serbestliği ilkesine istisna getirmiş ve böylece aile konutu ile ilgili bazı hukukî işlemlerin diğer eşin rızasına bağlı olduğu kabul edilmiştir. Aile konutu eşlerin bütün yaşam faaliyetlerini gerçekleştirdiği, yaşantısına buna göre yön verdiği, acı ve tatlı günleri içinde yaşadığı, anılarla dolu bir alandır. Bu nedenle bu denli önemli bir malvarlığıyla ilgili olarak eşlerin tek başlarına hukukî işlemleri yapması diğer eşin önemli yararlarını etkileyebilir. Bunun sonucu olarak madde, konutla ilgili kira sözleşmesinin feshini, bu konutun başkalarına devrini ya da konut üzerindeki hakları ve buna benzer diğer hukukî işlemlerle tamamen ya da kısmen sınırlanmasını diğer eşin rızasına bağlamıştır. Maddede, aile konutunu eşlerden birinin kiralaması hâlinde, diğer eşin bir bildirimle sözleşmenin tarafı hâline gelmesi öngörülmektedir. Bu konu İsviçre Medenî Kanununda 7 Temmuz 1998 tarihli Kanunla yapılan değişiklikle "boşanmanın sonuçları" ile ilgili 121 inci maddede üç fıkra hâlinde düzenlenmiştir. Ancak bizde evliliğinin devamı sırasında da kira sözleşmesine taraf olmayan eşin mağdur olması gündeme gelebilmektedir. Bu nedenle söz konusu hüküm evlenmenin hükümleri kısmında ele alınmıştır.
Diğer eşin kanunun kendisine tanımış olduğu rıza verme yetkisini haklı sebep olmaksızın eşinden esirgemesi, bu yolla hakkını kötüye kullanması mümkündür. Bunun önlenmesi için de maddenin ikinci fıkrasında böyle bir rızaya muhtaç olan eşe hâkime başvurma yetkisi tanınmıştır." denilmiştir.
Madde gerekçesinde de ifade edildiği üzere, aile konutu eşlerin bütün yaşam faaliyetlerini gerçekleştirdiği, yaşantısına buna göre yön verdiği, acı ve tatlı günleri içinde yaşadığı, anılarla dolu bir alandır.
Bu kadar önemli olduğu açık olan bir malvarlığıyla ilgili olarak eşlerin tek başlarına hukukî işlem yapması diğer eşin önemli yararlarını zedeler. Bu nedenledir ki, 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun 194. maddesi hükmü ile, bu konutun başkalarına devri diğer eşin rızasına bağlanmıştır. Başka bir anlatımla, aile konutu olarak özgülenen taşınmazın mülkiyetinin devri diğer eşin rızasına bağlı bir hukuki işlem olarak kabul edilmiştir.(Bilge ÖZTAN, Aile Hukuku, Ankara-2004, s. 207; Ahmet M. KILIÇOĞLU, Türk Medenî Kanunu'nda Diğer Eşin Rızasına Bağlı Hukuksal İşlemler ve Yasal Alım Hakkı, Ankara-2002, s. 18)
4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun 194 maddesi III. Fıkrası hükmü ile rıza alınmadan yapılacak işlemleri önleyebilmek amacıyla tapu kütüğüne şerh verilmesi olanağı getirilmiştir. Ancak hemen belirmek gerekir ki anılan madde ile, tapuya güven ilkesine bir istisna getirilmiş değildir. (KILIÇOĞLU, s. 20)
Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş tarafından tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesi istenilmemiş olsa bile işlem tarafı iyiniyetli üçüncü kişinin ayni hak kazanımı 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun 1023. maddesi hükmü ile korunmuştur.
Şerhin etkisi ise eşin rızası alınmadan gerçekleştirilen kazandırıcı işlemlerin üçüncü kişinin iyi niyetine rağmen geçersiz sayılacağına yöneliktir. Bu sebeple yerel mahkemenin tasarruf yetkisi sınırlamasının şerh ile doğacağı; eş söyleyişle, şerhin bir "kurucu şerh" olduğuna ve işlem tarafı üçüncü kişinin iyiniyetli olmasının aranmasına gerek kalmaksızın kazanımının korunması gerekeceğine ilişkin belirlemesi yerinde değildir.
Bilindiği üzere 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun 1023. maddesi, tapuya güven ilkesini öngörmektedir. 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun 194. maddesi III. Fıkrası ise, tapuya güven ilkesinin aynen sürdürülmekte olduğunun bir ifadesidir.(KILIÇOĞLU, s. 20)
Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; dava konusu taşınmazın eşler tarafından kendilerine aile konutu olarak özgülendiği tartışmasızdır. İşlem tarafı olan davalılar Harun ve Hadi'nin taşınmazı satın alırken bu yerin aile konutu olduğunu ve davacı malik olmayan eşin satışa rızasının bulunmadığını bildikleri de kuşku ve duraksamadan uzaktır.
Şu hale göre, tapuya güven ilkesini esas alan Türk Medeni Kanununun 1023. maddesi koşulları da işlem tarafı olan üçüncü kişiler yönünden gerçekleşmemiştir.
Hal böyle olunca; Yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen ve davanın kabulü gereğine işaret eden Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı bu nedenlerle bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 04.10.2006 gününde bozmada oybirliği sebebinde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI Davacı-Malik olmayan eş-Kadın 6.3.2003 tarihli dava dilekçesi ile üzerinde aile konutu şerhi bulunmayan ve davalı-malik olan eş-kocası adına kayıtlı taşınmazın davalı-malik olan eş-kocası tarafından, malik olmayan davacı eşin "açık rızası alınmadan" yapılan satış sebebiyle "işlem tarafı" üçüncü kişi üzerinde bulunan tapu kaydının iptali ile davalı-malik olan eş-kocası üzerine tescilini ve tapu kütüğüne taşınmazın aile konutu olduğuna ilişkin şerh konulmasına karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkeme ilk kararında "görüşüm" doğrultusunda "gerekçelerini" açıklayarak "davanın kabulüne" karar vermiş iken malik eşin davaya katılmasına yönelik bozma kararımızdan sonra "gerekçe değiştirerek" bu kez "davanın reddine" karar vermiştir.
Değerli çoğunluk ile yerel mahkemenin direnme kararının "bozulması" yönünde aramızda "görüş birliği" vardır. Ancak "bozma gerekçesinde" değerli çoğunluk ile aramızda "görüş ayrılığı" vardır.
Değerli çoğunlukla aramızdaki bozma gerekçesine ilişkin çekişme nedir?
Değerli çoğunluk, aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olan eş, diğer eşin "açık rızası bulunmadan" üzerinde aile konutu şerhi bulunmayan taşınmazını devretmişse işlem tarafı üçüncü kişinin varsa "iyiniyeti korunur" düşüncesindedir. Düşüncemize göre aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olan eş, diğer eşin "açık rızası bulunmadan" üzerinde şerh bulunmayan aile konutunu devretmişse hiçbir şekilde işlem tarafı üçüncü kişinin "iyiniyeti korunmaz."
Başka bir anlatımla değerli çoğunluk, aile konutu olarak özgülenen taşınmazın maliki olmayan eş tarafından , tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini istememişse işlem tarafı üçüncü kişinin "kötüniyetini kanıtlamak" (TMK m. 1023) zorundadır. Düşüncemize göre; aile konutu olarak özgülenen taşınmazın maliki olmayan eş tarafından tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesi istenmemiş olsa bile taşınmazın aile konutu olduğu ve malik olmayan eşin rızasının bulunmadığı gerçekleşmişse hiçbir şekilde üçüncü kişinin iyiniyeti korunmaz.
Karşı oyumuzda "öncelikle" yerel mahkemenin direnme kararının gerekçesine karşı olan düşüncemizi açıkladıktan sonra değerli çoğunluk ile aramızda oluşan görüş ayrılığına "daha sonra" değinilecektir.
Yerel mahkeme 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun m. 194 hükmünde yer alan şerhin bir "kurucu şerh" olduğunu ifade etmekte ve direnme kararına da bu olguyu dayanak yapmaktadır.
Bilindiği üzere İsviçre'de, aile konutunun şerhine ilişkin 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun m. 194 f. III hükmü yer almamaktadır. 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun m. 194 gerekçesinde de şerhin niteliği konusunda bir açıklama yoktur.
Yerel mahkeme gibi 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun m. 194 hükmünde yer alan şerhin bir "kurucu şerh" olduğu kabul edilecek olursa tasarruf yetkisine ilişkin sınırlamanın "şerhin konulması ile" başlayacağı başka bir anlatımla "şerh konulmadığı sürece" bir tasarruf yetkisi sınırlamasından söz edilemeyeceğinden kocanın 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun m. 193 hükmünde yer alan hukuki işlem özgürlüğünün aile konutunu da içerdiği ve 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun m. 194 f. I hükmünün "yokluğu" gibi bir sonuca ulaşılır ki bu düşünce 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu sistematik düşüncesine "açık bir aykırılığı" ifade eder.
4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun m. 194 hükmünde yer alan şerhin "açıklayıcı şerh" olduğu konusunda bir duraksama olamaz. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 216, ŞIPKA, s. 160, GENÇCAN-Boşanma-2, s. 567)
4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 f. I hükmü ile eşlerin "fiil ehliyetinin sınırlandırılmış" olduğu gerçeği, varlığını asla "şerhin konulmasına ya da konulmamasına" bağlamış değildir. Başka bir anlatımla aile konutu şerhi konulmuş olsa da olmasa da 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 f. I hükmü ile eşlerin "fiil ehliyetinin sınırlandırılmış" olduğu inkar edilemez hukuki bir gerçekliktir.
Eş bir deyişle 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 f. III hükmü ile getirilen "Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteyebilir." düzenlemesinin 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 f. I hükmü ile var olan "sınırlandırmaya" bir etkisi yoktur/olamaz.
O kadar ki 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 f. I hükmü ile var olan sınırlandırma;
- Emredici niteliktedir,(HASANBÖHLER, Art.169, Nr.9, KILIÇOĞLU, s. 6)
- Bu haktan önceden feragat edilemez, (ÖZTAN, s. 207)
- Eşlerin anlaşması ile ortadan kaldırılamaz, (KILIÇOĞLU, s. 6)
- Açık rıza ancak "belirli olan" bir işlem verilebilir.(ÖZTAN, s. 207)
O halde düşüncemize göre bu çekişmede "şerhin yokluğunun" davanın kabulüne olumsuz bir etkisinden söz edilemez.
Peki, 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 f. III hükmü ile getirilen şerhin etkisi nedir? Şerhin etkisi, işlem tarafı "olmayan" (=olan değil) iyiniyetli üçüncü kişilerin iyiniyetini ortadan kaldırmaktan ibarettir. Hükmün tarihsel arka planı da bu görüşün yanındadır. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 215, ŞIPKA, s. 160)
Bütün bu sebeplerle yerel mahkemenin direnme gerekçesi yerinde değildir. Değerli çoğunluk ile direnme kararının "bozulması yönünde" aramızda bu sebeple "görüş birliği" vardır.
Değerli çoğunluk ile aramızda oluşan "görüş ayrılığı" ise tarafımdan nasıl temellendirilmektedir?
Değerli çoğunluğun "değişik bozma" önerimize katılmayan görüşünün kadının (= Davacı- malik olmayan-rızası alınmayan eş) durumunu iyice güçleştirdiği görülmektedir. Rıza alınmadan yapılan işlemin "kesin hükümsüz" olduğu gerçeği karşısında kadına "kanıtlama kolaylığı" getirmek yerine bir de işlem tarafı üçüncü kişinin kötüniyetini kanıtlama külfeti ile yüklendirilmesi normun koruma amacı ile de doğrusu bağdaşmamaktadır.(ŞIPKA, s. 160)
Kanıtlama külfetinden "kurtulmanın" yolunun ise 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 f. III hükmünde yer alan şerhin varlığına bağlı kılınması bu şerhi "açıklayıcı" şerhten "kurucu" şerh konumuna getirdiği/yükselttiği gibi , şerhin "yokluğunda" ise uygulamadaki bariz ispat zorluğu dikkate alındığında 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 hükmünün uygulanamazlık anlamında "ölümü" sonucunu doğurmaktadır.
Ülkemizde tapu kayıtlarının "ezici çoğunluğunun" erkekler üzerinde olduğu gerçeğinden (=Bu gerçek, farkında olunmamakla/görmezden gelinmekle maalesef yok olmamaktadır) konuya baktığımızda karşılaşılan manzara hiç de iç açıcı değildir. Önce mal rejimleri konusunda "sözleşme yükü" (4722 SK m. 10) altına sokulmuş olan kadınların bu kez de aile konutu (TMK m. 194) koruması için "şerh yükü"/ "kanıtlama yükü" altına konulduğu gözlenmektedir.
Bir an için akla gelebilecek "Aile konutu şerhi olmazsa/davalının iyiniyeti görmezden gelinirse mülkiyet ediniminde kaos olur" düşüncesi bile aile konutu şerhi gibi bir müesseseden yoksun İsviçre uygulamasında sanıldığı gibi bir kaos da yaşanmamış olması gerçeği karşısında inandırıcı değildir.
Davacı kadının iyiniyeti/barınma hakkı/Kanunun koruma amacı ve hedefi/emredici yasal düzenleme ise işlem tarafı üçüncü kişinin iyiniyetine/yolsuz tescile "tercih" edilmektedir.
Karısının rızasını almayan (TMK m. 194 f. II), rızanın verilmeyişinden rahatsız olup ta hakimin müdahalesini talep etmeyen (TMK m. 194 f. II) başka bir anlatımla diğer eşin izni ve hakimin yetkilendirmesi olmaksızın adeta 4721 sayılı Türk Medenî Kanununda yer alan düzenlemeleri "hiçe sayan"/"umursamayan" koca bu davada "seyirci" statüsünde kalmıştır.
4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 hükmünü yok sayan ve karısını onun rızasını almadan/almayarak açık seçik/bilerek ve isteyerek mağdur eden koca, mağdur karısının üçüncü kişinin kötüniyetini ispatlayıp ispatlayamayacağı yönünde bu davayı "sanki davanın tarafı değilmiş/sanki çekişmeyi kendisi değil de karısı çıkarmış gibi" sadece dışarıdan izlemektedir/izlemiştir.
Buna karşılık kadın ise; gerçekleştirilen işlemlere hiçbir katılımı bulunmadığı halde yokluğunda yapılmış hukuki işlemde (=aile konutunun devredilmesi) rızasının alınmaması sanki geçerli ve meşru imişcesine başka bir anlatımla ortada geçerli bir hukuki işlem varmışcasına hiç tanımadığı, çoğunlukla da tanımasının peşinen olanaksız olduğu işlem tarafı insanların/kişilerin kötüniyetini (TMK m. 1023) kanıtlamak zorunda bırakılmıştır.
Düşüncemizin anlaşılabilir kılınabilmesi ve doğru olarak değerlendirilebilmesi için öncelikli olarak 4721 sayılı Türk Medenî Kanununda yer alan "Eşlerin hukuki işlemleri" konusuna açıklık getirmek gerekmektedir.
4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 193 hükmüne göre "Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça", eşlerden her biri diğeri ve üçüncü kişilerle "her türlü hukukî işlemi" yapabilir. Başka bir anlatımla "kural olarak" eşlerden her biri diğeri ile her türlü hukukî işlemi yapabileceği gibi eşlerden her biri üçüncü kişilerle de her türlü hukukî işlemi yapabilir. Eş "kural olarak" herhangi bir yetkili makamın onayına bağlı olmadan ve "eşinin rızasını almadan" her türlü hukukî işlemi yapabilir. Bu konularda hâkim kararına gereksinim yoktur. (Ömer Uğur GENÇCAN, 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu, Bilimsel Açıklama-İçtihatlar-İlgili Mevzuat, Yetkin Yayınevi: I. Cilt, (TMK. m. 1-351), Ankara 2004 ( 1614 sayfa), II. Cilt, (TMK. m. 352-1030) Ankara 2004 (1628 sayfa), Kısaltma: GENÇCAN-TMK, s. 1091)
Ne var ki 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 193 hükmünde yer alan "Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça" ifadesine dayanılarak 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 hükmü ile eşlerden birinin aile konutu ile ilgili sadece aşağıdaki işlemlerle sınırlı olarak "fiil ehliyeti sınırlandırılmıştır";
- Aile konutuna ile ilgili kira sözleşmesinin feshedilmesi,
- Aile konutunun devredilmesi,
- Aile konutu üzerindeki hakların sınırlanması.
4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 hükmünde yer alan tapu kütüğünü kilitleme "kendiliğinden" gerçekleşmişken 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 199 hükmünde bir "hakim kararı" gereklidir.
4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 hükmü ile eşlerin "fiil ehliyetinin sınırlandırılması" gerçeği ve gerekçesi "...Madde eşlerin aile konutlarıyla ilgili hukukî işlemlerde eşlerin serbestliği ilkesine istisna getirmiş ve böylece aile konutu ile ilgili bazı hukukî işlemlerin diğer eşin rızasına bağlı olduğu kabul edilmiştir. Aile konutu eşlerin bütün yaşam faaliyetlerini gerçekleştirdiği, yaşantısına buna göre yön verdiği, acı ve tatlı günleri içinde yaşadığı, anılarla dolu bir alandır. Bu nedenle bu denli önemli bir malvarlığıyla ilgili olarak eşlerin tek başlarına hukukî işlemleri yapması diğer eşin önemli yararlarını etkileyebilir. Bunun sonucu olarak madde, konutla ilgili kira sözleşmesinin feshini, bu konutun başkalarına devrini ya da konut üzerindeki hakları ve buna benzer diğer hukukî işlemlerle tamamen ya da kısmen sınırlanmasını diğer eşin rızasına bağlamıştır...." sözleriyle ifade edilmiştir.
4721 sayılı Türk Medenî Kanunu m. 194 f. I hükmü ile eşlerin "fiil ehliyetinin sınırlandırılması" ise "Eşlerden biri, 'diğer eşin açık rızası bulunmadıkça,' aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz." sözleriyle biçimlendirilmiştir.
"Fiil ehliyeti sınırlamasına" yönelik düşüncemiz aynı zamanda İsviçre öğretisindeki "çoğunluk görüşü" olduğu gibi Türkiye öğretisinde de kabul gören bir düşüncedir. (TUOR/SCHNYDER/SCHMID/RUMO-JUNGO, s. 205, HEGNAUER/BREİTSCHMİD, N. 17.17, s. 183, HAUSHEER/GEİSER/KOBEL, N. 08.103. s. 89, ÖZTAN, s. 205-206.) Amaç aileyi bir bütün olarak korumaktır. (HAUSHEER/REUSSER/GEİSER, Art. 169, nr.37a, HASANBÖHLER, Art.169, nr.11, AKINTÜRK, s. 352-354, ÖZTAN, s. 205-206.)
Eşlerin "fiil ehliyetinin sınırlandırılması" olgusu 'diğer eşin açık rızası bulunmadıkça,' vurgusu ile seslendirilmiştir. Başka bir anlatımla 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun m. 194 f. I hükmü ile aile konutunun başkalarına devri "diğer eşin açık rızasına" bağlanmıştır. Böylece aile konutu olarak özgülenen taşınmazın mülkiyetinin devri diğer eşin "rızasına bağlı" bir hukuki işlem olarak kabul edilmiştir.(Şükran ŞIPKA, Aile Konutu İle İlgili İşlemlerde Diğer Eşin Rızası (TMK. m. 194), Doçentlik başvuru eseri, İstanbul-2004, s. 137, Bilge ÖZTAN, Aile Hukuku, Ankara-2004, s. 207, Ahmet M. KILIÇOĞLU, Türk Medenî Kanunu'nda Diğer Eşin Rızasına Bağlı Hukuksal İşlemler ve Yasal Alım Hakkı, Ankara-2002, s.18)
4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun m. 194 f. I hükmü ile aile konutunun başkalarına devri diğer eşin "rızasına" değil de "açık rızasına" bağlanmıştır. Rızanın sözlü olarak verilmesi yeterli görülse idi "rızasına" deyişi maksadı anlatmaya yeter de artardı bile. Oysa özellikle "açık rıza" deyişiyle maksadın farklı olduğu gösterilmiştir. Biz bu sebeple "açık rıza" deyişini rızanın "resmi şekilde" olarak alınması olarak yorumladık. (Ömer Uğur GENÇCAN, Boşanma Hukuku, Yetkin Yayınevi, Ankara 2006, Kısaltma: GENÇCAN-Boşanma-2, s. 564, GENÇCAN-TMK, s. 1095) Nitekim İsviçre Tapu Tüzüğü (GBV) Art. 13a hükmü ile ZGB m. 169 gerekçesinde "yazılı rıza" deyişi varken İsviçre tapu uygulamasında da yazılı şeklin "resmi makam" tarafından onaylanması aranmaktadır. (SCHMID, s. 609, ŞIPKA, s.143)
Rıza alınmadan yapılan işlemin ise "kesin hükümsüz" (GENÇCAN-TMK, s. 1096,3036; GENÇCAN-Boşanma-2, s. 565) olduğu hemen hemen bütün bilimsel görüşlerde ve uygulamada kabul edilmektedir. (ŞIPKA, s. 153)
Kesin hükümsüzlük;
- Rızası alınmayan eş tarafından "her zaman" ileri sürülebilir (ŞIPKA, s. 145)
- Hakim tarafından re'sen dikkate alınmalıdır (BRAEM/HASENBÖHLER, Zürcher Komm. Art. 169, N. 70, BERGER, S.75, ŞIPKA, S. 145, KILIÇOĞLU, s. 6)
- Bunun için dava açmaya bile gerek yoktur. (DESCHENAUX/STEINAUER, s. 107, BRAEM/HASENBÖHLER, Zürcher Komm. Art. 169, N. 70, GROSSEN, s. 106, RUOSSS, s. 85, TRAUFFER, s. 75, WESSNER, s. 95, ŞIPKA, s. 145)
Sonradan verilen rıza ise ex tunc (geçmişe etkili) olarak hüküm ve sonuç doğurur. Başka bir anlatımla işlemi "geçerli" hale getirir. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 213, ÖZTAN, s. 207)
Rızası alınmayan malik olmayan eşin kararını bildirmesi için kendisine "işlem tarafı üçüncü kişi" tarafından BK. m. 38 hükmüne göre uygun bir mehil verilebilir. İşlem tarafı üçüncü kişi tarafından tanınan sürede rızası alınmayan eş tarafından bir icazet verilmediği takdirde "askıda olan hükümsüzlük" artık "kesin hükümsüzlüğe" dönüşür. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 213, KILIÇOĞLU, s. 22, ŞIPKA, 149)
Bütün bu sebeplerle İsviçre Hukukunda üçüncü kişinin iyiniyeti "hiçbir şekilde" korunmaz. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 214) Zaten "geçersiz olan" bir sözleşmeye dayanan iyiniyetle bir hak kazanımı da söz konusu olamaz. (ŞIPKA, s. 161)
Diğer eşin izni ve hakimin yetkilendirmesi olmaksızın işlem tarafı üçüncü kişi adına yapılacak tescil "yolsuz bir tescil" olup eşlerden biri tarafından açılacak olan tapu kütüğünün düzeltilmesi davası (TMK m. 1025 f. I) ile düzeltilmesi her zaman istenebilir. (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 215) Başka bir anlatımla rıza alınmadan yapılan hukuki işlem "geçersiz" olup rızası alınmayan eş bunun "iptalini" talep edebilecektir. (KILIÇOĞLU, s. 22)
İşlem tarafı üçüncü kişinin oluşan zararı ise culpa in contrahendo sorumluluğu kapsamında malik olan eşten istenebilir.
4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun sistematiği, Kaynak Kanun uygulaması, gerek Türkiye ve gerekse İsviçre öğretisindeki "baskın görüşler" dikkatle incelendiğinde değerli çoğunluk görüşüne katılabilmem olanaklı değildir.
Açıklanan sebeplerle yerel mahkeme kararının "belirttiğim gerekçelerle" bozulması görüşünde olduğumdan değerli çoğunluğun "farklı görüşüne" katılmıyorum.

Ömer Uğur GENÇCAN



2. HD Üyesi


T.C.
YARGITAY
Dördüncü Ceza Dairesi
Esas No : 1980/02317
Karar No : 1980/02535
Tarih : 11.04.1980
• KİŞİDE YANILMA - HEDEFTE SAPMA
• TEHDİT
• CEZALARIN TOPLANMASI
ÖZET: Kardeşini silahla yaralamayı kastettiği halde yanılma yahut hedefte sapma nedenleriyle kardeşinin karısını yaralayana silahtan dolayı TCK.nun 457. maddesinin ilk fıkrası uygulanır; fakat sözü geçen fıkra akrabalıktan dolayı bu olayda ayrıca uygulanmaz.
KAVGADA KIZGINLIKLA [FEVREN] SÖYLENEN SÖZLER, TEHDİT SUÇUNU OLUŞTURMAZ.
Yasanın ay olarak belirttiği cezaların toplamı; yılı doldursa yahut yılı aşsa bile, yıl olarak değil, ay olarak gösterilir.
Ruhsatsız silah taşımak, silahla yaralamak ve tehditten sanık Süleyman'ın yapılan duruşması sonunda; TCK.nun 456/2, 457/1, 191/2, 59, 36. maddeleri gereğince 4 yıl 2 ay 16 gün hapis, 500 lira ağır para cezası ile mahkumiyetine, suç eşyasının zoralımına ve tutuklanmasına dair (Oltu Asliye Ceza Mahkemesi)nden verilen 11.02.1980 günlü hükmüm Yargıtay'ca incelenmesi sanık tarafından süresinde istida ve şartı depo parası verilmek suretiyle ifa edilerek dava evrakı bozma isteyen 20.03.1980 günlü tebliğname ile daireye gönderilmekle okundu, gereği konuşulup düşünüldü. Yerinde görülmeyen sair itirazların reddine. Ancak:
1. Yaralanması kastedilen sanığım kardeşi eylemden zarar görmemiş bulunması ve TCK.nun 52. maddesi hükmü karşısında, yaralanan karısı mağdurenin bu sıfatından doğan cezayı ağırlaştırıcı sebebin sanığa yükletilemiyeceği gözetilmeden cezanın TCK.nun 457/1. maddesiyle ikinci defa artırmaya tabi tutulması,
2. Oluşa göre meydana gelen kavgada fevren söylenen sözlerde tehdit suçunun taammüt unsurunun bulunmaması nedeniyle sanığın yaralamak suçu dışındaki eyleminin TCK.nun 466/2 maddesine uyan kavgada korkutmak maksadiyle silah boşaltmaktan ibaret olduğu düşünülmeden aynı Kanunun 191/2. maddesiyle ceza tayini,
3. Kabul itibariyle TCK.nun 30. maddesine aykırı olarak ayların seneye kalbile sanığa toplam hapis cezasının 2 sene 26 ay 16 gün yerine 4 sene 2 ay 16 gün olarak tayini suretiyle fazla cezaya hükmolunması,
Bozmayı gerektirmiş ve sanığın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebeplerden dolayı istem gibi (BOZULMASINA), depo parasının geri verilmesine, 11.04.1980 gününde oybirliğiyle karar verildi.
________________________________________ YKD.1981/06



T.C.
YARGITAY
Dördüncü Ceza Dairesi
Esas No : 1990/04140
Karar No : 1990/05635
Tarih : 05.11.1990
• TEHDİT
ÖZET: Tehdit cürmünün hukuki ve maddi konuları, suç kastının zaman süreci içindeki oluşumu ve niteliği, suçun yapısına ilişkin nedenler gözetilmeden, tartışma ve kavga sırasında salt öfkeyle işlenen tehdidin suç olamayacağı nedenine dayanılarak yasal temelden yoksun gerekçeyle hüküm kurulması yasaya aykırıdır.
Koşullu tehdit suçundan sanık Ömer'in beraatine ilişkin, (Eskişehir İkinci Asliye Ceza Mahkemesi)nden verilen esas 1989-592, karar 1990-17 sayılı ve 24.01.1990 tarihli hükmün temyiz yoluyla incelenmesi katılan S. Zeki vekilleri tarafından istenilmiş ve temyiz edilmiş olduğundan; Yargıtay C. Başsavcılığı'nın 19.06.1990 tarihli onama isteyen tebliğnamesiyle 21.06.1990 tarihinde Daireye gönderilen dava dosyası, başvurunun nitelik ve kapsamına göre görüşüldü.
Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede başkaca nedenler yerinde görülmemiştir.
Ancak, yerel mahkeme, sanığın saptanan ve tehdidi içeren sözleri tartışma (kavga) sırasında öfkeyle söylediği ve bu nedenle de suçun kast öğesinin oluşmadığı görüşüyle sanığın beraatine karar vermiştir.
Karar aşağıdaki nedenlerle yerinde değildir:
1. T.C. Yasasının 188 ve 191. maddelerinde yer alan cürümlerde manevi öğe, tehdit etme bilinç ve iradesi öğelerinden oluşan genel kasttan ibarettir. Bu kast, kastın oluşum süreci ve yoğunluğu açılarından bir düşünce (sürekli) kastı (dolo di proposito) ya da bu kastın en yoğun biçimi olan tasarlama (taammüt) veyahut da kavga ve tartışma gibi çoğu durumlarda görüldüğü üzere bir öfke taşkınlık kastı (dolo di impeto) da olabilir.
2. Öfke, saptandığı takdirde bilinç ve iradeyi kaldırmayıp yalnızca iradeyi ve dolayısıyla sorumluluğu zayıflattığından, suç kastının ortadan kalkması söz konusu olamaz. Bu durumda, koşulları bulunduğu takdirde ancak ve yalnızca T.C. Yasasının 51. maddesinde öngörülen yasal indirim uygulanabilir. Nitekim bütün ülkelerde de uygulama bu yöndedir ve öfkenin suç kastını kaldırmadığı, öfke kastının da bir kast türü olduğu benimsenegelmiştir.
3. Bir tehlike suçu olan tehdidin, ciddi olup olmadığı hususu ise, oluştuğu ortama ve tarafların bedensel ve ruhsal durumlarına göre, tehdidi içeren sözlerin gerçekleşmesinin kaçınılmaz olup olmamasına göre değil, bunun olasılığı ve mağdurun iradesini etkileme derecesi ölçüleri içinde, ilk mahkemece değerlendirilecek olgusal (fiili) bir sorundur. İlk mahkeme; ağır olmayan (hafif) tehditlere karşı da cezai yaptırım getiren T.C. Yasası koyucusunun bu konudaki duyarlılığını da gözeterek, tehdidin ciddiliği sorununu çözmek zorundadır. Öfkeyle söylenen tehditlerin ciddi olamayacağı yolunda önceden ilke içtihat boyutunda bir görüş ileri sürmek olanaksızdır.
Tehdit cürmünün hukuki ve maddi konuları, suç kastını zaman süreci içindeki oluşumu ve niteliği, suçun yapısına ilişkin yukarıda açıklanan nedenler gözetilmeden, tartışma ve kavga sırasında salt öfkeyle işlenen tehdidin suç olamayacağı nedenine dayanılarak yasal temelden yoksun gerekçeyle hüküm kurulması,
Yasaya aykırı ve katılan Salih vekillerinin temyiz nedenleri yerinde görüldüğünden tebliğnamedeki onama düşüncesinin reddiyle hükmün (BOZULMASINA), 05.11.1990 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
________________________________________ YKD.1991/12


T.C.
YARGITAY
İçtihadı Birleştirme
Büyük Genel Kurulu
Esas No : 1991/00005
Karar No : 1993/00001
Tarih : 18.01.1993
• TEHDİT
• TAAMMÜT UNSURU
• KAVGA SIRASINDA FEVREN SÖYLENEN SÖZLER
ÖZET: Her ne kadar Ceza Genel Kurulu ve İkinci Ceza Dairesi'nin yerleşmiş içtihatları ile Dördüncü Ceza Dairesi'nin önceki kararlarında tehdit suçunun oluşması için taammüt unsurunun gerçekleşmesi gerektiği ve kavga sırasında fevren söylenen sözlerin tehdit suçunu oluşturmayacağı görüşleri benimsenmiş ise de, Ceza Genel Kurulu'nun sözü edilen son kararında (taammüt unsuru)ndan açıkça söz edilmediği, taammül unsuruna yer verilmediği ancak bunun yanında, "… kızgınlık anında sarfedilen gelişi güzel sözlerde tehdit kastı vardır denilemez" şeklinde açıklamaya yer verildiği de bir gerçektir. Ancak, kararın tümü itibariyle değerlendirilmesi durumunda tehdit suçunun belirlenmesinde olaysal değerlendirmeye de ağırlık verildiği görülmektedir. Bu durum karşısında Ceza Genel Kurulu'nun olaysal değerlendirmeye ağırlık veren yeni temayülü karşısında uygulamanın netleşmesini beklemek yerinde olacağından, şimdilik içtihadı birleştirme yoluna gitmekte hukuki yarar bulunmamaktadır.
Dördüncü Ceza Dairesi Başkanı Sami Selçuk 01.04.1991 günlü yazı ile Türk Ceza Kanunu'nun 191. maddesinde yer alan "tehdit" ve 188. maddesinde yer alan, uygulamada "koşullu tehdit" diye anılan zorlama cürümlerinde; Ceza Genel Kurulu'nun, kavga sırasında öfkeyle (fevren) söylenen sözlerde tehdit cürmünün kasıt (taammüt) öğesinin bulunmadığı ve bu sebeple de suçun oluşmayacağı görüşünde olduğunu; Dördüncü Ceza Dairesi'nin ise, son kararlarında bu görüşü değiştirdiğini; bu durum karşısında yerel mahkemelerde bu konuda duraksamalar meydana geldiğini ileri sürerek içtihadı birleştirme yolu ile aykırılığın giderilmesini istemiştir.
2797 sayılı Yargıtay Kanunu'nun 45/2 nci maddesi uyarınca, konuyu inceleyen Birinci Başkanlık Kurulu'nca 17.10.1991 gün ve 51 sayı ile kararlar arasında aykırılık bulunduğu sonucuna varılarak konunun içtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nda görüşülmesine karar verilmiştir. 08.05.1992 günü toplanan içtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nda Raportör Üyenin açıklamaları dinlenerek gereği görüşüldü:
Önce kararlar arasında aykırılık bulunup bulunmadığı, içtihadı birleştirme yoluna gidilmesine gerek olup olmadığı yönü üzerinde durulmuştur.
1. Ceza Genel Kurulu'nun 02.07.1979 gün ve 182/312 sayılı kararında "sanığın tehdide konu edilen sözleri, cereyan eden bir ağız kavgası ve çekişme sırasında fevren sarfettiğinin anlaşılmasına ve Yüksek Yargıtay'ın yerleşmiş içtihadına göre, hakaretle müterafik olarak fevren söylenen sözlerde tehdit suçunun taammüt unsurunun oluşamayacağına göre"; 08.10.1979 günlü ve 354/450 sayılı kararında: "Yargıtay'ın kararlılık gösteren uygulamalarına göre kavga sırasında fevren söylenen söz ve davranışlarda taammüt unsuru bulunmaması nedeniyle tehdit suçunun oluşmasına olanak yoktur"; 27.04.1981 günlü ve 158/336 sayılı kararında "… sanıkların fevren sarfettikleri bu sözlerde tehdit suçunun taammüt unsurunun gerçekleşmediği gözetilmeden …";
17.12.1984 gün, 190/436 sayılı kararında geçmiş uygulamalara da değinilerek: "Nitekim Yargıtay'ımız bugüne kadarki uygulamalarında sanığın kavga sırasında fevren sarfettiği sözlerde tehdit suçunun tasarlama unsurunun bulunmadığı; … tehdit fiilinin tasarlanarak işlenmesi şarttır"; 09.11.1987 gün, 376/533 sayılı kararında temyize konu davaya esas olan olayların özelliklerine de değinilerek: "Tehdit suçunun oluşması için sanığın takip ettiği maksadının tehdit fiiline başka bir cürüm niteliği verecek şekilde oluşmaması lazımdır. Tehdit fiili taammüden oluşmalı, tehevvüren tehditte bulunulmamalıdır. Yerleşmiş uygulamalara göre kavganın devamı sırasında fevren sarfedilen sözlerde tehdit suçu ve unsurları bulunmamakta ve yine ortada kavga yokken sarfedilen sözlerde olayın niteliği de gözönüne alınarak tehdit suçunun oluşacağı kabul edilmektedir"; 05.11.1990 gün, 219/252 sayılı kararında "Tehdit Suçu ndan söz edebilmek için tehdide konu sözlerde tasarlama unsurunun bulunması gerekir" denilmiştir; 18.02.1991 gün, 368/36 sayılı kararında tehdidin manevi unsurunun "tasarlamak" olduğu; bu itibarla sanığın tartışma sırasında söylediği "seni öldüreceğini, buraya gömeceğini" şeklindeki sözlerin tehdit suçunu oluşturmayacağı benimsenmiştir; 25.03.1991 gün, 66/18 sayılı kararında ise konu ile ilgili olarak Tehdit; mağduru istenilen bir hakareti yapmağa veya yapmamağa zorlamak ve onu bu yönde korkutmak olduğuna göre hukuken değerlendirilebilmesi için belirtilen sonucu doğurmağa uygunluk, elverişlilik ve yeterlilik koşulları gerçekleşmelidir. Kavgada kızgınlıkla söylenen sözlerde bu koşullar gerçekleşmediğinden tehdit suçu oluşmayacaktır. Çünkü söylenmesi için sebep olmayan ve yapılması mümkün bulunmayan kızgınlık anında sarfedilen gelişigüzel sözlerde tehdit kastı vardır denilemez" şeklinde açıklamalar yapılmıştır.
2. İkinci Ceza Dairesi'nin 18.12.1990 gün, 12900/13326 sayılı kararında "Münakaşa sırasında fevren söylenen sözlerde tehdit suçunun unsurlarının oluşmadığı gözetilmeden sanığın mahkumiyetine karar verilmesi" isabetsiz bulunmuş (18.12.1990 gün, 12947/13395 sayılı kararı da aynı doğrultudadır); 19.03.1991 gün, 2748/3010 sayılı kararında: "Ortada bir kavga olmadığı cihetle sanığın sarfettiği sözlerin ciddi bir korku yaratabilecek nitelikte olduğunun ve tehdit suçunu oluşturduğunun kabulünde … bir isabetsizlik görülmemiştir" şeklinde açıklama yapılmış; 21.03.1991 gün, 2397/3265 sayılı kararında ise "Taraflar arasında ağız kavgası olduğu tanık anlatımları ile anlaşılmış olmakla kavga sırasında sarfedilen sözlerin ciddi bir korku yaratmayacağı, dolayısıyla müsnet suçu oluşturmayacağı yolunda bir çözüm benimsenmiştir.
3. Dördüncü Ceza Dairesinin 25.09.1975 gün, 4715/4754 sayılı kararında "Sanığın tehdit taşıyan sözleri, taraflar arasında husule gelen kavga sırasında fevren sarfettiği anlaşıldığına göre olayda tehdit suçunun taammüt unsuru yoktur" denilmiştir. (13.07.1955 gün, 7909/13423 sayı; 05.02.1975 gün, 452/426 sayılı kararlar da aynı doğrultuda bulunmaktadır). Dördüncü Ceza Dairesi'nin, 26.03.1991 gün, 1197/1920 sayılı kararında önceki görüşten dönülerek "Bir tehlike suçu olan tehdidin ciddi olup olmadığı hususu ise, tehlikeyi içeren sözlerin gerçekleşmesinin kaçınılmaz olup olmamasına göre değil, oluştuğu ortama ve tarafların bedensel ve ruhsal durumlarına göre tehdit edici sözlerin gerçekleşme olasılığı ve mağdurun iradesini etkileme derecesi ölçüleri içinde, önceden bir bir sayılması olanaksız etkenler gözetilerek, ilk mahkemece değerlendirilecek olgusal bir sorundur, ilk mahkeme, ağır olmayan tehditlere karşı da cezai yaptırım gerektiren TCK. koyucusunun bu konudaki duyarlılığını da gözeterek, tehdidin görünüşte ciddi olup olmadığı sorununu çözmek zorundadır. Öyleyse söylenen tehditlerin ciddi olup olamayacağı yolunda Önceden ilke boyutunda ve üstelik bir olay içtihadı yaratmak olanaksızdır. Sanığa yükletilen zorlama suçunda da tehdit, hareket ve icra amacı olduğundan, yukarıdaki bağlamda düşünülmek gerekirken tehdit cürmünün, hukuki ve maddi konuları, suç kastının zaman süreci içindeki oluşumu ve niteliği, suçun yapışma ilişkin yukarıda açıklanan nedenler gözetilmeden, tartışma ve kavga sırasında salt öfkeyle işlenen tehdidin suç olamayacağı nedenine dayanılarak yasal temelden yoksun gerekçe ile hüküm kurulması yasaya aykırı görülmüştür" denilmiştir (07.03.1991 gün, 670/1481 sayı; 13.03.1991 gün, 962/1628 sayı ve 26.03.1991 gün, 1149/1905 sayılı kararlar da aynı doğrultuda bulunmaktadır).
Yukarıda kısaca özetlenen Ceza Genel Kurulu Kararlarında yerleşmiş bir görüş olarak tehdit suçunun manevi unsurunun tasarlamak olduğu; kavga sırasında fevren söylenen sözlerde tehdit suçunun taammüt unsurunun oluşmayacağı açık bir biçimde vurgulanarak bu esasların ışığında olayların değerlendirilmesi ile sonuca gidildiği görülmektedir.
Ceza Genel Kurulu'nun en son 25.03.1991 gün ve 66-92 sayılı kararında ise olaylar açısından özel değerlendirmeye girilmeden şu açıklama yapılmıştır: "Tehdit, mağduru istenilen bir hareketi yapmaya veya yapmamaya zorlamak ve onu bu yönde korkutmak olduğuna göre hukuken değerlendirilebilmesi için belirtilen sonucu doğurmaya uygunluk, elverişlilik ve yeterlilik koşulları gerçekleşmelidir. Çünkü, söylenmesi için sebep olmayan ve yapılması mümkün bulunmayan kızgınlık anında sarfedilen gelişigüzel sözlerde tehdit kastı vardır denilemez". Bu genel açıklamalardan sonra uyuşmazlık konusu olay açısından özel bir değerlendirmeye girilmiştir.
İkinci Ceza Dairesi kararlarında münakaşa sırasında fevren söylenen sözlerde tehdit suçunun unsurlarının oluşmayacağı esası genel olarak benimsenmiştir.
Dördüncü Ceza Dairesi'nin önceki kararlarında sanığın tehdit taşıyan sözlerinin taraflar arasında husule gelen kavga sırasında fevren sarfettiği anlaşılmakla tehdit suçunun taammüt unsurunun gerçekleşmeyeceği esası benimsenmişken son kararlarında "bir tehlike suçu olan tehdidi içeren sözlerin … oluştuğu ortama ve tarafların bedensel ve ruhsat durumlarına göre tehdit edici sözlerin gerçekleşme olasılığı ve mağdurun iradesini etkileme derecesi ölçüleri içinde önceden bir bir sayılması olanaksız etkenler gözetilmek, ilk mahkemece değerlendirilecek olgusal bir sorun olduğu … bu nedenler gözetilmeden tartışmaya ve kavga sırasında salt öfkeyle işlenen tehdidin suç olamayacağının benimsenemeyeceği" esası kabul edilmiştir.
Görüşmeler sırasında bazı üyeler Ceza Genel Kurulu'nun son 25.03.1991 günlü kararında açıkça taammüt unsuruna yer verilmediği; her olayın kendi koşulları içerisinde değerlendirilmesinin gerektiği görüşünün kabul edildiği ve dolayısıyla kararlar arasında aykırılığın kalktığını ileri sürmüşlerdir.
Kararlar arasında aykırılığın mevcut olup olmadığını belirleme açısından yapılan ilk oylamada bir görüş doğrultusunda üçte iki çoğunluk sağlanmadığından, 08.05.1992 günü toplanan içtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nda konu yeniden ele alınıp tartışılarak şu sonuca varılmıştır:
Gerçekten Ceza Genel Kurulu'nun yukarıda kısaca özetlenen 25.03.1991 günlü kararında açık bir biçimde taammüt unsurundan söz edilmediği görülmektedir. Ne varki, Ceza Genel Kurulu'nun bu kararında her ne kadar olayların kendi koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerektiği görüşüne yer verilmiş ise de gene bu kararda "kavga sırasında fevren söylenen sözlerin" tehdit suçunu oluşturmayacağı da benimsenmiştir. Dördüncü Ceza Dairesi'nin kararlılık kazanmış son kararlarında ise; kavga sırasında fevren söylenen sözlerin tehdit suçunu oluşturamayacağının bir ilke olarak benimsenemeyeceği esası kabul edilmiştir ki bu bakımdan kararlar arasında aykırılık bulunduğu açıktır. Kaldı ki; Ceza Genel Kurulu'nun 25.03.1991 tarihli kararı ile Dördüncü Ceza Dairesi'nin son kararları arasında aykırılık bulunmadığı bir an için kabul edilse dahi Ceza Genel Kurulu'nun diğer kararları ve ikinci Ceza Dairesi kararları ile Dördüncü Ceza Dairesi'nin yerleşik son içtihatları arasında aykırılığın mevcut olduğu tartışma götürmeyecek kadar açık bir keyfiyettir.
Bu sebeplerle, yukarıda sözü edilen kararlar arasında aykırılığın mevcut olduğu sonucuna oybirliğiyle varıldıktan sonra içtihadı birleştirme yoluna gidilip gidilmemesi hususunun incelenmesine geçilmiştir:
Her ne kadar Ceza Genel Kurulu ve ikinci Ceza Dairesi'nin yerleşmiş içtihatları ile Dördüncü Ceza Dairesi'nin önceki kararlarında tehdit suçunun oluşması için taammüt unsurunun gerçekleşmesi gerektiği ve kavga sırasında fevren söylenen sözlerin tehdit suçunu oluşturmayacağı görüşleri benimsenmiş ise de, Ceza Genel Kurulu'nun yukarıda sözü edilen son kararında (taammüt unsuru)ndan açıkça söz edilmediği, taammüt unsuruna yer verilmediği ancak bunun yanında,"… kızgınlık anında sarfedilen gelişigüzel sözlerde tehdit kastı vardır denilemez" şeklinde açıklamaya yer verildiği de bir gerçektir. Ancak, kararın tümü itibariyle değerlendirilmesi durumunda tehdit suçunun belirlenmesinde olaysal değerlendirmeye de ağırlık verildiği görülmektedir. Bu durum karşısında Ceza Genel Kurulu'nun olaysal değerlendirmeye ağırlık veren yeni temayülü karşısında uygulamanın netleşmesini beklemek yerinde olacak ve dolayısıyla şimdilik içtihadı birleştirme yoluna gitmekte hukuki yarar bulunmayacaktır.
Bu sebeplerle, şimdilik içtihadı birleştirme yoluna gitmeye gerek bulunmadığına, 18.01.1993 günü ikinci toplantıda 27 oya karşı 89 oyla ve üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verildi.
KARŞI OY
Yargıtay içtihatları Birleştirme Büyük Kurulu, 08.05.1992 tarihli ilk toplantısından yaklaşık 9 ay sonra yapılan 18.01.1993 tarihli oturumda; Yüksek Ceza Genel Kurulu ve ikinci Ceza Dairesi ile Dördüncü Ceza Dairesi'nin kararları arasında, hem görüş ayrılığı bulundururla ve hem de "olaysal değerlendirmeye ağırlık veren" Yüksek Ceza Genel Kurulunun "yeni eğilimi karşısında uygulamanın netleşmesini beklemenin yerinde" olduğu gerekçesiyle "içtihatları birleştirme yoluna gitmekte hukuksal yarar bulunmadığına" karar vermiştir.
Bu görüşü ve sonucu paylaşmak olanaksızdır.
İlkin, Büyük Kurulun kararında da vurgulandığı üzere, kararlar arasındaki çelişki, yalnızca olayları değerlendirmede değil, aynı zamanda hukuksal değerlendirme, gerekçe yaklaşım ve bakış açılarında ve ulaşılan sonuçlarda da bulunmaktadır.
İkincisi, ilk mahkemeler; bu hukuksal değerlendirme, yaklaşım ve bakış açılarının ve sonuçların başkalıkları nedeniyle, 1991 yılının basından bu yana, duraksamalara düşmüşler, uyma ve direnme kararları arasında bocalamışlar; C. Başsavcılığına aynı durumu yaşaya gelmiştir. Böylece, içtihatlardaki aykırılığın giderilmesi hukuksal yararın da ateşinde bir zorunluluk olmuştur.
I. Çelişkinin var olup olmadığı sorununu, kararlarda ulaşılan sonuçlara göre aşağıdaki biçimde özetlemek olanaklıdır,
A. Yüksek ikinci Ceza Dairesinin rapora eklenen ve artık tasarlamadan (taammütten) söz etmeyen en son kararlarıyla bile Dördüncü Ceza Dairesinin kararları birbirleriyle çelişmektedir.
Öyle ki, rapora eklenmeyen 27.02.1992 tarihli ve 1659-2419 sayılı kararında, Yüksek ikinci Ceza Dairesi yerel mahkeme kararını; "Sanıklar A.G. ve U.T.'ın kavga sırasında tehevvüren sarf ettikleri tehdidamiz sözlerin muhatabı üzerinde ciddi bir korku ve endişe yaratmaktan uzak niteliği itibariyle, atılan tehdit suçunun unsurlarının oluşmadığı nazara alınmadan mahkumiyetleri cihetine gidilmesi" gerekçesiyle bozmuş ve yerel mahkeme de; "Taraflar arasında kavga yoktur, Sanıklar mağduru dövmüşler, (ona) sövmüşler, tehdit etmişlerdir. Mağdur pasif durumdadır. Mağdurun bağırması, olayın seyri sırasında olağan olup karşı tarafla kavga yapıyor anlamım gelemez. Ayrıca gece kimse yokken mağdurun önüne geçilip tehdit edilmesi ciddi bir korku ve endişe yaratmaktan uzak nitelikle değildir" gerekçesiyle direnmiştir.
Yüksek ikinci Ceza Dairesi'nin bu ve öbür kararlarını göre:
1. Tehdit cürmünde, "öfke" sonucu belirleyici olgudur. Bu nedenle cürmü oluşturan tehdit sözlerinin;
a. Öfkeyle söylenip söylenmedikleri araştırılmalıdır.
b. Kavga ya da tartışma varsa öfke vardır.
c. Sözler öfkeyle söylenmişlerse;
aa. Hem suçun öğeleri oluşmamıştır.
bb. Hem de muhatapta ciddi korku ve kaygı yaratılmamıştır.
cc. Bu nedenlerle de suç oluşmamıştır.
2. Burada saydamlaştırılması gereken nokta şudur:
3. Öfkeyle söylenen tehdit sözlerinde bulunmadığı ileri sürülen öğeyle (öğelerle) anlatılmak istenen, besbelli ki, suçun manevi öğesidir. Çünkü maddi öğe, tehdit sözlerinin varlığıyla gerçekleşmiş olduğum ve ayrıca bu cürümde, suçun önkoşulları ve cezalandırma koşulları gibi öğeler de bulunmadığını göre, geriye yalnızca manevi öğe kalmaktadır.
B. Yüksek Ceza Genel Kurulu'nun kararlarına gelince:
1. Çoğunluk görüşünde de özetlendiği gibi, 17.12.1984 tarihli ve 198-436 sayılı ve bu kararın yollamada bulunduğu 10.01.1955, 17.12.1956, 23.12.1957, 27.11.1978, 27.04.1981, 04.05.1981; Yüksek ikinci Ceza Dairesi'nin 20.09.1982; Beşinci Ceza Dairesi'nin 26.12.1973 ve Dördüncü Ceza Dairesi'nin eski 10.02.1982 tarihli kararlarıyla, yine Yüksek Ceza Genel Kurulu'nun 09.11.1987 tarihli ve 376-533 sayılı, 09.10.1991 tarihli ve 240-283 sayılı; 25.06.1990 tarihli ve 149-198 sayılı 18.02.1991 tarihli ve 368-36 sayılı ve 04.03.1991 tarihli ve 33-60 sayılı kararlarında şu hususlar vurgulanmıştır:
a. Tehdit cürmünde manevi öğe, kastın en yoğun türü olan "tasarlamadır (taammüttür)".
b. Kavga ya da tartışma varsa öfke de vardır ve bu sırada öfkeyle (tehepvüren, kızgınlıkla) söylenen sözler:
aa. Failin böyle bir anda ciddi bir olayı düşünmesi olanaksız bulunduğundan manevi öğeden (tasarlamadan) yoksundurlar.
bb. Mağduru bir şey yapmaya zorlamaya ya da korkutmaya elverişli, uygun ve yeterli değildirler. Zira korkutmak amacıyla söylenmemişler ve tartışmanın nedenini gerçekleştirmeye ve hiçbir engel olmadığı halde saldırıya geçilmemiştir.
2. Yüksek Ceza Genel Kurulu'nun 25.03.1991 tarihli ve 66-92 sayılı kararında ise şu kurallar getirilmiştir:
a. Kızgınlık anında gelişigüzel söylenen sözlerde:
aa. Tehdit kastı yoktur.
bb. Bu sözler, mağduru istenilen davranışa zorlamaya, korkutmaya uygun, elverişli ve yeterli değildirler.
b. Ancak, failin söylediği sözlerde sergilediği amaç gerçekleşmişse, suç oluşur.
3. Yukarıdaki kararların kesişme noktaları ve gelişim çizgileri gözetildiğinde Yüksek Ceza Genel Kurulum göre:
a. Öfke, tehdit suçunda belirleyici bir olgu olduğundan:
aa. öfkenin varlığı/yokluğu araştırılmalıdır.
bb. Öfke yoksa ve tehdit sözleri öfkeyle söylenmemişlerse bu suç oluşur.
cc. Öfke varsa ve tehdit sözleri öfkeyle söylenmişlerse:
aaa. ister genel kasıt, ister tasarlama (taammüt) olsun suçun manevi öğesi yoktur.
bbb. Ayrıca korkutmaya (ihlale) "uygun, elverişli ve yeterli" değildirler.
ccc. Ancak, kural dışı olarak, bu söylemlerde sergilenen amaç gerçekleşmişse suç oluşur.
C. Yüksek Dördüncü Ceza Dairesi'nin 1991 yılının basından beri verdiği kararlar ise son çözülmede şöyledir:
1. Tehdit cürmünün manevi öğesi, genel kasıttır; hiç bir özellik göstermez.
2. Öfke ya da soğukkanlılıkla söylenen sözlerin suçla korunan hukuki varlığı/menfaati/değeri ihlal edip etmedikleri; kişiyi korkutup korkutmadıkları; ortama ve koşullara göre çözülecek eylemsel (fiili) bir sorundur. Öfke ve/ya da soğukkanlılık, öbür suçlarda olduğu gibi, tehdit cürmünde de, bir başlarına belirleyici öğe olamaz.
Yüksek Dördüncü Ceza Dairesi, bu sonuçları ulaşırken; Kanada, Avrupa ve Latin Amerika'da bulunan yirmiye yalan ülkedeki uygulamayla ve yüze yakın ya zarın uygulamaya dönük görüşleriyle Yargıtayımızın kararlarını değerlendirmiştir.
II. Yüksek Ceza Genel Kurulu ve ikinci Ceza Dairesi ile Dördüncü Ceza Dairesi'nin kararları arasındaki ayrılıklar; gerekçelerinin dayandığı nedenler, hukuksal yöntem, bakış ve değerlendirme açılarından çok çarpıcıdır. Bu çarpıcılığı sergilemek için. Yüksek Dördüncü Ceza Dairesi'nin; yerleşik kararların gerekçelerini, analitik bir yaklaşımla, yaptığı Daire içi görüşmelerde nasıl değerlendirdiğini özetlemekte yarar vardır:
a. Tasarlama (taammüt), T.C. Yasasının yalnızca 450/4,457/2. maddelerinde yer almıştır, öbür maddelerde ve bu arada tehdit eyleminin amaç - tehdit (md. 191) ve araç - tehdit (188,193, 201, 254, 258, 416, 429, 495 v.b.) olarak cezalandırıldığı hiçbir suç tipinde, tasarlama öngörülmemiştir. Bir öğe suç tipinde yer almamışsa elbette gözetilemez.
Bilindiği gibi "tasarlama", her dilde vardır ve evrensel bir kavramdır (taammüt, premedilation, premeditazione, premeditacion). Öğeleri ve içeriği az çok ülkelere göre değişse bile, her ülkede, başka sözcük ve anlamlarla karışmayacak biçimde yerleşmiş ve tekanlamlılık (univacite) kazanmış, artık sokaktaki adamın bile bildiği teknik bir hukuk terimidir. Kronolojik açıdan kastın oluşumunda ortaya çıkan ayırtma göre düşünce kastı (dole Si proposito) türünün en yoğun biçimidir. Yargıtayımızın kökleşmiş kararlarına göre, soğukkanlılıkla ve plan yapabilmek için yeterli bir zamanı gerektirir. Eğer, tehdit cürmünde (cürümlerinde) gerçekten tasarlama manevi öğe olarak yer alsaydı, ister soğukkanlılığı, isterse, çoğu kez görüldüğü gibi, öfke sonucu sergilensin, ani kasıtla (öfke ya da coşku kastı: dale d'impeto) söylenen tehdit sözleri bu suçu oluşturmaya elbette yetmeyecekti. Ancak Cumhuriyetin başlarında, Türk yargıcının elindeki tek kaynak Majno şerhiydi. Bu şerhin Türkçe çevirisinde yer alan "… prensip, tehdit iilinin taammüden vukua gelmesidir" cümlesi yapıtın aslında yoktu. Üstelik, Majno, yarı yarıya kısaltarak Türkçeleştirilen bu paragrafta 12 Mart 1900 tarihli bir yargı kararına da yollama yaparak, öfkenin bu suçta yalnızca indirici nedene yol açabileceğini de belirtiyordu (Commente al Codice penale italiano, V. ü, Torino, 1922, n. 833). Bu ve birçok cümle çevrilen paragrafta yer almamıştı. işte Yargıtayımızın eski ve bugün de süren kimi kararları bu yanlış çeviriye yaslanıyordu. Ancak Yüce Mahkeme, tasarlama öğesini, tehdit eyleminin geçtiği her suçta değil; yalnızca amaç - tehdidi (menace - fin) cezalandıran başka yardımcı hükümle (md. 191), araç - tehdit (menace - moyen) eylemini cezalandıran başka maddelerde 188. maddede arıyordu. Oysa araç - tehdit eylemini, cezalandıran başka maddeler de (201, 308, 429 gibi) vardı, ilk iki maddede bu öğenin aranması, öbürlerinde aranmaması kuşkusuz açıklanması olanaksız bir çelişkiydi.
Yeri gelmişken şunu da vurgulamakta yarar vardır: Bu yanlış çeviri yalnızca yargı kararlarını değil, karşılaştırmalı hukuk çalışması yapmamış, bilimsel merak ve metodik kuşkuyla kaynağa inmemiş kimi rahmetli yazarların yapıtlarıyla Türk Ceza Yasası Öntasarısının gerekçesine dahi, üzerinde tartışılmamış bir önyargı olarak, bir izdüşüm halinde, olduğu gibi yansımış, hukukumuzu yıllarca etkilemiştir. Bugün de bu etkisini sürdürmektedir, öyle ki. Büyük Kurulun 08.05.1992 tarihli ilk oturumunda çevirideki bu yanlışlık vurgulandığı halde, 18.01.1993 tarihli son oturumda bile Büyük Kurulu aydınlatmak için sunulan raporda ve bilgide tasarlama kavramını yine de başvurulabilmiştir.
Kuşkusuz Yüce Mahkemenin Majno çevirişi doğrultusunda T.C. Yasasının 191. ve 188. maddelerinde "tasarlama" öğesini araması bilinen ve beklenen sonuca ulaşıyor, bu maddelerin uygulama alanlarını daraltıyordu. Gerçekten öfke sonucu ansızın işlenen suçlarda tasarlama öğesinin bulunması düşünülemeyeceğinden, bu suçların oluşmayacağı sonucuna varılıyordu. Suç tipinde "tasarlama" öngörülseydi, bu sonuç elbette doğru ve bilimsel olacaktı. Ama, böyle bir öğe yoktu.
b. Yüce Büyük Kurul'da yapılan görüşmeler sırasında Yüksek Ceza Genel Kurulu'nun 25.03.1991 tarihli ve 66-92 sayılı ve Yüksek ikinci Ceza Dairesinin son kararlarında tasarlama terimine yer verilmediği ileri sürülmüştür. Ancak, kimi kararlarda eski görüşün izlerine şimdi de rastlanmaktadır. Gerçekten, Yüksek Daire ve Kurulun kararlarına göre, bir beyan suçu olan tehdit cürümlerinde öfke belirleyici ve suç kastını kaldırıcı bir olgu olmayı bugün de sürdürmektedir. Genel kasıtla; nitelik açsından olası, dolaylı ya da belirsiz kasıtla; zaman ve bilinçlenme süreci açısından ani kasıtla işlenebilen bir suçta, öfkenin (kızgınlığın, tehevvürün) suç kastını kaldıracağını ve öfkeyle söylenen sözlerde kastın bulunmadığını ileri sürmek, bilimsel açıdan açıklanması olanaksız bir durumdur. Bunun için birkaç kaynak vermek yeterlidir: ANTOLISEI, Manuale di diritto pemle, p. spedale. I, Milano, 1977, s. 129-133; MANZINI, Trattato di diritto pemle, itaiiano, V. VHI, Torino, 1985, s. 803 vd., özellikle 822, DASSANO, Minacda (diritto pemle), Encklopedia di diritto V. XXVI, 1976, s. 340; CRESPI - ZUCCOLA - STELIA, Commentario breve al codice pemle, Padova. 1986, s. 1001; SELÇUK, Izrar ve tehdit cürümlerinde kasıt, Yargıtay Dergisi, 1985, s. 227-230'daki yabancı kararlar ve yazarlar). Kanada dahil, incelediğimiz yukarıdaki ülkelerden hiç birinde ve sözle sövme, tehdit gibi hiçbir beyan cürmünde öfke, bu sözler rastgele ya da gelişigüzel de ağızdan çıksa, suç kastını kaldırmamakladır. Kaldıramaz da. Öfkeyle ya da şiddetli elemle suç işlemeyi yalnızca cezai sorumluluğu azaltıcı neden olarak benimseyen (T.C. Yasası, md. 51) gönüllü sarhoşluk sırasında suç işleyen için sorumsuzluğu reddeden (md. 48) ve yan akıl hastalığında (md. 47) bile bilinç ve iradenin varlığını öngören bir sistemde bu elbette olanaksızdır ve de yerindedir. Kaldı la, bu sistemde her öfkeyle işlenen suçta değil, ancak haksız kışkırtmaya dayalı öfkeyle işlenen suçta ceza indirilebilmektedir. Çünkü, hukukta, hiç kimse kendi eylemiyle çelişen davranışının korunmasını isteyemez (venire contra factum vraprium). 1930 tarihli İtalyan Ceza Yasası, öfke, taşkınlık, aşk gibi coşku ya da tutkuların suçlanabilirliği (isnadiyet = imputabilia) kaldırmayacağını açıkça öngörmüştür (md. 90).
Nitekim, Yüksek ikinci Ceza Dairesi, yukarıda anılan 27.02.1992 tarihli ve 1659-2419 sayılı kararında, tehdit cürmüyle birlikte yargılanan sözle sönme suçu da öfke sırasında işlendiği halde, bu suçla ilgili olarak kurulan hükmü bozmamış, ancak tehditle kurulan hükmü "öfke suç kastını kaldırır" gerekçesiyle bozmuştur.
Üstelik Yüksek ikinci Ceza Dairesi ve Yüksek Ceza Genel Kurulu kararlarında, hukuka aykırılık ve hukuka uygunluk nedenleri açsından konuya yaklaşan Yüksek Dördüncü Ceza Dairesi'nin tersim, sövme cürmünde yıllardan beri özel kasıt (animus iniuriandi) aranmaktadır. Bu görüşe karşın, beyan suçları açısından, "Öfkeyle ya da gelişigüzel söylenmiştir" gibi hukuka yabancı gerekçelerle manevi öğe (kasıt) bakımından başka başka ölçütlere başvurulması ve sövme suçunda "rastgele ya da gelişigüzel söylenmiş olmak" suçun oluşmasına etkili olmadığı halde, T.C. Yasasının 191. ve 188. maddelerinde bunun etkililiğinin benimsenmesi, kuşkusuz açıklanamaz bir çelişkidir. Unutulmamak gerekir ki, suç öğeleri genel kuramı ve çağdaş ceza hukuku, eyleme yabancı öğelere (aliunde) göre failin eylemini değerlendirmeyi ve anlamlandırmayı kesinkes yasaklamıştır.
c. Öfkeyle söylenen sözlerin ihlal edici (korkutucu) olmaya elverişli, uygun ve yeterli olmadığı, ciddiye alınmayacakları görüşü ise hem gerçekçi ve hem de bilimsel ve mantıklı değildir.
aa. Gerçekçi değildir. Zira, öfkelenmiş, öfkelendiği için de iradesine egemen olma gücü zayıflamış ve bu nedenle de nerede duracağı belirsiz birinin tehdit sözlerinin ciddiye alınmayacağını ve korkutmayacağını ileri sürmek, birçok yazarın belirttiği gibi, yaşam gerçeklerine uymamaktadır. Çünkü, öfkeli birinin tehdidi, soğukkanlı işleyeninkine oranla çoğun daha çok korkutucudur. Hukuki konuyu, yani korunan varlığı/menfaati/değeri daha çok ihlal edicidir.
bb. Bilimsel ve mantıklı değildir. Çünkü, başvurduğu tasım (kıyas, syllegisme) kalıbı şudur: Öfkeyle söylenen tehdit sözleri kimse tarafından ciddiye alınmaz ve bu yüzden de korkutmaz (mutlak ve genelleştirici büyük önerme) / Olayda sözler öfkeyle söylenmiştir (küçük önerme) / öyleyse ciddi ve korkutucu (ihlal edici) değildirler (sonuç).
Görülüyor ki, burada varılan sonucu belirleyici olgu, öfkedir. Her öfkenin korkutucu olmadığını söylemek, yukarıda belirtildiği gibi, hem gerçekçi değildir ve hem de bu konuda genel ve a priori bir kural koymak olanaksızdır. Soğukkanlılıkla söylenen her sözün korkutucu olduğunu ileri sürmek de böyledir, öfkenin korkutucu olmadığını mutlak biçimde iddia etmek aslında kanıtlanmaya muhtaç bir önermedir ve bu yüzden tasım paralojiktir. Zira tasımlamada ilk önerme, "insan ölümlüdür" gibi bilimin ve herkesin üzerinde kesinkes birleştiği, tartışılmayan bir gerçeği yansıtmak zorundadır. Kanıtlanmaya muhtaç bir önermeyi kanıtlanmış gibi göstererek büyük önerme oluşturmak ise, mantık biliminde sam kanıtlama (petilion de principe: petizione di principlo = müsadere alelmatlüp) denilen ve paralojizme yol açtığı için başvurulması yasaklanan bir yöntemdir. Çünkü, böyle bir yöntemdeki ilk önermenin yanlışlığı bulaşıcıdır ve yanlış da sonucu belirleyicidir. O nedenle, öfkeyle söylenen sözlerin korkutucu olmadığı yolundaki mutlak önermeye dayanan mantığın ve sonucun yanlış olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.
Öyleyse doğru görüş şudur: Tehdit cürmü, ister öfkeyle ister soğukkanlılıkla işlensin, ihlal edicilik açısından her olayda işlendiği ortama ve somut koşullara göre değerlendirilmesi gereken eylemsel bir sorundur. Bu konuda önceden (a priori) mutlak bir kural getirilemez.
Tehdit cürmüyle, kişinin ruh dünyası,.iç huzuru korunur. Bu değerleri ihlal eden her hareket, ister öfkeyle ister soğukkanlılıkla iştensin, suçun oluşması için yeterlidir.
Oysa, Yüksek Ceza Genel Kurulu'nun yukarıdaki ve son kararlarında, ortam, hareketin mağdurun iradesini etkileme derecesi gözetilmeli denmiş ve tehdit sözlerinin "uygunluk, elverişlilik ve yeterliliğine" değinilmişse de, sergilenen mantık karşısında, bunlar sözde ve görünüşte kalmışlardır. Çünkü, bu mantığa göre, öfkeyle söylenen her tehdit sözü; yeterli olmaktan uzaktır. Bir önceki bölümde (b) belirtildiği gibi, "gelişigüzel söylenmiş olmaklık" yalnız kast açısından değil, ihlal edicilik açısından da gerekçe yapılıyorsa, tehdidin araç olarak kullanıldığı suçlarda da (ma. 188,192,193, 201, 254, 258, 416, 429, 495 v.b.) aynı sonuca varılmak gerekir. Bugüne değin kimse bunu ileri sürmemiştir.
Dahası, "gelişigüzel söylenmişlik" eylemsel ve görece bir durumdur. Yargıtay'ın bunu dosya incelemesiyle tutanaklara göre saptaması olanaksızdır.
d. Genel kasıtla işlenen, özel kastı gerektirmeyen bir cürümde amaç ya da güdü (saik) suçun oluşmasında hiçbir etkiye sahip değildirler ve gözetilemezler. Kaynak Yasa hakkında 1887 tarihli Zanardelli raporunda (UV) belirtildiği üzere, "İnsana özgü davranışların arkasındaki güdüleri (saikleri) araştırmak ceza adaletim ilgilendirmez". Bu, ceza hukukunda temel ilkedir. O yüzden, öfkeyle işlenen suçlarda failin amacının, tehdidi içeren sözleri gerçekleştirmek olup olmadığını aramak, çağdaş hukuka uygun değildir. Amaç, güdü (saik) olsa olsa suçun kanıtlanmasında ya da cezanın takdirinde gözetilebilirler; ama, yasal metinde özel kasıt söz konusu değilse, suçun oluşmasında hiçbir işleve sahip değildirler. Kaldı ki, amaç ya da güdünün (saikın) suç kalıbında yer aldığı özel kastı gerektiren cürümlerde hile, bu amacın (ya da güdünün) gerçekleşmesi gerekmez. Çünkü bu amacın gerçekleşmesi suçu oluşturan nesnel (maddi) öğenin (eylemin) dışında kalır ve failin iç dünyasıyla ilgilidir, özneldir. Bu husus, ceza hukukunda herkesin birleştiği bir ilkedir. Öyle la, Antolisei, yapıtında bu son cümleleri italik harflerle yazarak belirginleştirip dikkati çekmek gereği duymuştur (Üç ülkeden birkaç kaynak: ANTOLISEI Milano, 1975, s. 384; PAGUARO, Milano, 1980, s. 387-388; MANTO VANI, Padova; 1980, s. 287; HANDACA ve MUSCO, Boiogna, 1989, s. 273; PANDOVANI, Milano, 1990, s. 128-129; MERLEVITU, Paris, 1984,1, n. 553-554; JEANDIDIER, Paris, 1988, n. 328-329; CÖTEHARPER, MANCANAS ve TURGEON, Quebec (Kanada), 1989, s. 255-259; EREM, Ankara, 1984, I, s. 510). Sözgelimi, seçenekli özel kastla (evlenmek amacı ya da şehvet hissi) işlenen kadın kaçırma (md. 429) cürmünde, suçun oluşması için, failin evlenmesi ya da şehvet hissini ırza geçme/tasaddi gibi eylemlerle doyurması zorunlu değildir.
Nitekim, Yüksek Ceza Genel Kurulu'nun yukarıda anılan 17.12.1984 tarihli ve 198-436 sayılı kararında, genel kastın suç tipinde yer alan cürmi hareketi ve sonucunu bilmek ve İrade etmekten ibaret olduğu, bunun güdü (saik), amaç (maksat) ve erek (gaye) öğelerini içermediği; ızrar suçunun genel kasıtla işlendiği yerinde olarak vurgulanmış iken; aynı ilamda genel kasıtla işlenen tehdit cürmünde amaç kavramına yer verilmesi, elbette hem yerinde olmamış ve kemde ağır bir çelişki yaratılmıştır.
Tehdit cürmünün manevi öğesi, Yüksek Dördüncü Ceza Dairesi'nin görüşüne göre, sadece genel kasıttır. Bilindiği üzere bilinç ve iradeden oluşan genel kasıt, her cürümde o cürmün maddi öğesine göre belirlenir. Nasıl sövme suçunda,bu, insan onurunu aşağılayıcı sözler söylendiğine ilişkin bilinç ve irade ise; tehdit cürmünde de başkasını haksız zarara uğratacağını ilişkin bilinç ve iradeden ibarettir. Bunun dışındaki öğeler kastın kapsamı dışındadırlar. Dahası, ceza hukukunda, irade etmemiş (istememiş) olma da, irade etmedir. Kuşku ise bilme sayılır.
Buna karşılık, Yüksek Ceza Genel Kurulu kararlarında, sık sık failin "korkutma koşundan" söz edilmektedir. Buradaki kast sözcüğünün teknik anlamda değil, "amaç, maksat" anlamlarında kullanıldığı yapılan açıklamalardan anlaşılmaktadır. Çünkü bunu belirlemekle yetinilmemekte, failin bu amacı gerçekleştirip gerçekleştirmediği de aranmaktadır. Bu ise yalnızca özel kastı kapsayıcı değil, özel kasıt kavramının da ötesine geçen bir durumdur. Böylece, özel kasıt aranmadığı, genel kastın yeterli görüldüğü yolundaki söylemler, sözde ve görünüşte kalmaktadır. Gerçekten, içtihatları Birleştirme Büyük Kuruluna sunulan raporda ve Yüksek Kurulun kimi kararlarında, iyilik amacıyla, çocuğunu tehdit eden babası, malını korumak ve zarar vereni uzaklaştırmak amaçlarıyla tehditte bulunan mal sahibinde, hem bu kastın, hem de tehditte ciddiyetin olmadıkı belirtilmiştir. Eğer birincisi doğruysa, bunun adı özel kasttır ve suçun oluşması için bu öğe aranıyor demektir. Eğer ikincisi, yani ciddiyetin arandığı doğruysa, kavramlar birbirine karıştırılıyor demektir. Zira, burada eylemi suç olmaktan çıkaran öğe, sözlerin ciddi ve korkutucu olması değil; hukuka uygunluk nedenlerinin (Türk Medeni Yasası, md. 267, 894) bulunmasıdır. Dahası, tehdit hareketiyle birlikte bir amaç (özel kasıt) söz konusu olursa, eylem çoğu kez bir başka suçu (md. 188, 201, 308,429 gibi) oluşturabilir. Sözgelimi T. Medeni Yasasının 894. maddesi de öngörülen koşullar yoksa, TC. Yasasının 308, 61. maddeleri gündeme gelebilecek demektir.
Bundan başka Yüksek Ceza Genel Kurulu kararlarında sık sık Sayın Prof. Erem'in tehdit cürmünde "şuurlu iradeden" söz eden satırlarına yollama yapılmak la ve Sayın Yazar sanki bu kavramlara başka anlamlar veriyormuş gibi algılanarak ve söz konusu kavramlardan yola çıkılarak, öfkeyle söylenen sözlerde "iradenin ya da şuurun" olmadığı gibi değişik bir sonuca varılmaktadır. Oysa Prof. İrem, genel kastın iki öğesini, her cürüm gibi, bu suçta da haklı olarak aramaktadır ve bu da yerindedir. "Tehditle şuurlu irade" deyişleri ise. Sayın Yazarın dilinde, daha fazla bir anlama gelmemektedir. Gelemez de. Kaldı ki, Sayın Profesör, aynı sayfada "Hiddet saikası ile sarf olunan sözlerin her zaman ciddi olmadığını ileri sürmek doğru değildir" diyerek ve haklı olarak, öfkeyle söylenen sözlerde hem cürüm kastının bulunduğunu tartışmasız benimsemiş ve hem de konuya yalnızca ihlal edicilik (korkutuculuk) boyutu açısından yaklaşarak, bunun da bulunabileceğini belirtmek suretiyle Yargıtay'ın yerleşik görüşüne karşı çıkmıştır (1985, c. III, s. 326).
e. Yüksek Ceza Genel Kurulu'nun 25.03.1991 tarihli ve 66-92 sayılı kararında ise, "samanlığını yıkarım" diyen failin bunu yıkması, amacını gerçekleştirdiği için, suçun oluştuğunu gösteren bir olgu olarak vurgulanmıştır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, ceza hukukunda ne amaç, ne de onun gerçekleşip gerçekleşmemesi, suçun oluşmasına etkilidir.
Sözle tehdit cürmü ani ve icrai bir suçtur. Kalkışmaya elverişli değildir. Suç, ağızdan çıkar çıkmaz oluşur. Söylenen sözlerde sergilenen amacın gerçekleşmesi diye bir cezalandırma koşulu, yasal suç tiplerinde öngörülmemiştir.
Tehdit suçuyla korunan varlık/menfaat/değer kişinin ruh dünyası ve iç huzurudur. Tehdit cürmü, potansiyel olarak taşıdığı fizik tehlike nedeniyle değil, mağdurda yarattığı, yol açabileceği ruhsal tedirginlik nedeniyle suç sayılmıştır. Oysa anılan Yargıtay kararlarında, tehdidin korkutuculuğu ve ciddiliğiyle tehdidin gerçekleşip gerçekleşmeyecek olması birbirlerine karıştırılmıştır. Kuşkusuz ikisi birbirinden ayrıdır ve fail tehdit sözlerinde sergilediği amaçları gerçekleştirmeyi düşünmese ve istemese bile suç oluşur.
Bununla da kalınmamakta, Yüksek Ceza Genel Kurulu kararlarında tehdit kastının eylemin ciddi olup olmamasıyla belirlendiği vurgulanmakta ve bu suretle de, kasıt gibi öznel (sübjektif) bir öğe, korkutuculuk gibi nesnel (objektif) bir ökenin varlığına bağımlı/endeksli kılınmaktadır. Burada da kavramlar birbirleriyle karıştırılmaktadır. Zira tehdit cürmünde ihlal edicilik (ciddilik, korkutuculuk) faile göre öznel olarak değil, orta nitelikteki mağdurlara göre nesnel olarak belirlenmek gerekir. Tehdit edilen mağdura oranla belirlense bile, failin bilinç ve iradesine göre belirlenen suç kastıyla, mağdurun korkup korkmaması olgusunun uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Görülüyor ki, Yüksek Ceza Genel Kurulu ile ikinci Ceza Dairesi'nin kararlarında, yukarıdaki temel - süzme kavramlar iç içe ve birbirlerine karıştırılarak ele alınmıştır. Buna karşılık, Yüksek Dördüncü Ceza Dairesi'nin kararlarında, suç kastıyla eylemin ihlal ediciliği birbirinden özenle ayrılarak değerlendirilmiştir.
Özetle belirtmek gerekirse. Yüksek Ceza Genel Kurulu kararlarında, temel ve evrensel kavramların çoğu kez özleri ve içerikleri boşaltılmakta, başka anlamlarda kullanılmaktadırlar. Sergilenen gerekçelerde ise dayanılan nedenler, yukarıda da sık sık vurgulandığı üzere, birbirleriyle çelişmektedirler. Unutulmamalıdır ki, "çelişen nedenler, birbirlerini yok ederek, gerekçe yokluğuna yol açarlar". Fransız Yargıtay'ı, yüz yılı aşan bir süreden beri çelişik nedenlere dayalı karartan, sık sık bir özdeyiş biçiminde yinelediği bu gerekçeyle bozmaktadır.
Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Yüksek Ceza Genel Kurulu ve ikinci Ceza Dairesi kararlarıyla Yüksek Dördüncü Ceza Dairesi karartan arasında, gerek gerekçeler, kavramlar, yaklaşımlar ve gerekse ulaşılan sonuçlar açısından ortaya çıkan ayrılıklar; uçurum boyutundadırlar ve içtihatlar arasındaki bu aykırılıkların giderilmeği zorunludur.
III. Hukuk kimliğini Batıda arayan bir ülkede, küreselleşmenin ve medyatik çağın gereklerine uymalı, geleceğin yargıçlarını bağlayacak olan böylesine önemli ve duyarlı bir konu; hukuksal kavramlar, terimler ve kurumlar saydamlaştırılarak ve bilimsel içerikleri doğrultusunda kullanılarak Büyük Kurulun önüne getirilmeli, karşılaştırmalı hukuktan eksiksiz yararlanılmalı ve her yönüyle tartışılarak sonuçlandırılmalıydı. Yirmibirinci yüzyıla evrilmeye duran Türkiye, yanlış çevirilerle, eksik öğreti ve yollamalarla yetinme lüksüne katlanamaz. Bilimi uygulamaya aktarmayı ilke edinmek zorundadır. Çünkü, uygulamayı bilimselleştirmeye çabalamak gibi bir yönteme bilimde yer yoktur.
Bütün bunlara uyulmak, yakın bir gelecekle içtihatlar arasındaki aykırılığın giderilmesi, kuşkusuz tutulacak en sağlıklı yol olacaktır.
________________________________________ YKD.1993/06
T.C.
YARGITAY
Dördüncü Ceza Dairesi
Esas No : 2004/11016
Karar No : 2005/19487
Tarih : 22.11.2005
• TEHDİT ( Öfkenin Kastı Ortadan Kaldırmayacağı - Kavga Sırasında Kızgınlıkla Söylenen Sözlerde Suç Unsurlarının Bulunmadığı Gerekçesi İle Beraat Kararı Verilemeyeceği )
• KAVGA SIRASINDA KIZGINLIKLA SÖYLENEN SÖZLER ( Tehdit Suçu Unsurlarının Bulunmadığı Gerekçesi İle Beraat Kararı Verilemeyeceği - Öfkenin Kastı Ortadan Kaldırmayacağı )
• KASIT ( Öfkenin Kastı Ortadan Kaldırmayacağı - Kavga Sırasında Kızgınlıkla Söylenen Sözlerde Suç Unsurlarının Bulunmadığı Gerekçesi İle Beraat Kararı Verilemeyeceği )

ÖZET :
Sanıkların yakınana tehdit sözleri yönelttikleri kabul edilmesine karşın öfkenin kastı ortadan kaldırmayacağı gözetilmeden "kavga sırasında kızgınlıkla söylenen sözlerde suç unsurlarının bulunmadığı" yolundaki yasal olmayan gerekçe ile beraatlerine karar verilmesi yasaya aykırıdır.
DAVA :
Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle, başvurunun nitelik, ceza türü, süresi ve suç tarihine göre dosya görüşüldü:
KARAR :
Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede başkaca nedenler yerinde görülmemiştir.
Ancak;Sanıkların yakınana tehdit sözleri yönelttikleri kabul edilmesine karşın öfkenin kastı ortadan kaldırmayacağı gözetilmeden "kavga sırasında kızgınlıkla söylenen sözlerde suç unsurlarının bulunmadığı" yolundaki yasal olmayan gerekçe ile beraatlerine karar verilmesi,
SONUÇ :
Yasaya aykırı ve O yer C.Savcısının temyiz nedenleri ile tebliğnamedeki onama düşüncesinin reddiyle HÜKÜMLERİN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 22.11.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Bu konuda ayrıca sitede pek çok yorum ve karar bulmanız mümkün. yukarıda kavram arama motoruna Aile konutu şerhi yazıp arama yapabilirseniz konu ile ilgili bir çok şeyi bulma şansınız olacak. Ben açmış olduğum benzer bir davada çok yararlandım.
Saygılarımla..
Old 14-11-2007, 18:10   #6
Defi-Def

 
Varsayılan

Yanlışlıkla size ceza kararları da göndermişim. Üzerinde çalışıyordum hata ile eklemişim siz onları hiç dikkate almayın.
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 
Konu Araçları Konu İçinde Arama
Konu İçinde Arama:

Detaylı Arama
Konuyu Değerlendirin
Konuyu Değerlendirin:

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
gayrimenkul satışının iptali advokat34 Meslektaşların Soruları 5 27-10-2011 16:05
boşanma sonrası kira ile oturulan aile konutunun akıbeti av.m.a.g Meslektaşların Soruları 7 24-08-2010 13:28
Aile Konutunun Rıza Dışı Satılması Konuk Kadınlara Hukuki Destek Merkezi (KAHDEM) 6 05-04-2007 12:40
benden habersiz satılan aile konutunun satışını iptal ettirebilir miyim? nilal Kadınlara Hukuki Destek Merkezi (KAHDEM) 1 19-03-2007 12:29


THS Sunucusu bu sayfayı 0,07046795 saniyede 16 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.