Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Kitap Kitap İncelemeleri, tavsiyeleri, yazarlar ve kitaplara ilişkin sohbetler. (Bu forum hukukla ilgili OLMAYAN kitaplara yönelik olup, siyasi ve dini içerikli kitaplar konu dışıdır.)

Şu Çılgın TÜRKLER 1( Kitapta olmayan ÇILGINLIKLAR )

Yanıt
Old 17-08-2006, 12:56   #1
ertanhukukprogramlari

 
Varsayılan Şu Çılgın TÜRKLER 1( Kitapta olmayan ÇILGINLIKLAR )

Kitapta olmayan Çılgınlıklarımızı daha sonra Hürriyet gazetesinde yazmaya başlayan yine kitabın yazarı Turgut ÖZAKMAN' ın yazılarını toplamıştım. Belki kaçıran arkadaşlar olmuştur diye burada paylaşıyorum.
Saygı ve Sevgiyle olun.





İlerde Milli Eğitim Bakanı olan M. Necati bey anlatıyor. Uzun yollarda kesintisiz süren bir akışla savaş alanlarına inen mübarek kağnı kafilelerine her zaman rast gelirdim. Görüntü hiç değişmezdi. Zayıf öküzlerin çektikleri cephane yüklü arabalar ve bunların başlarında yanık yüzlü, çıplak ayaklı kadınlar, ihtiyarlar hatta çocuklar. Çok defa yolun kenarına çekilir, onların geçişini gözlerim yaşararak seyreder, kağnıların gıcırtılarını ilahi bir musiki gibi dinlerdim.
Karlı bir gün Çerkeş önlerinde kağnılarla cephane taşıyan bir kadın kafilesine rast gelmiştik.
Kafileye yaklaştık ve selamlaştık. Biz soğuktan yamçılar altında bile titrerken, tek yorganını arabaya örten bir ninenin çıplak ayaklarla karları çiğnediğini görünce içimden bir merhamet sızladı. Yorganını, arkasına sardığı peştamalın içinde ara sıra hıçkıran bir çocuğun üzerine değil de, niçin arabanın üzerine serdiğini sormak gereği duydum.
Sorumu garip bir tarzda karşıladı. Anlaşılan bu durumu konuşmaya değer bulmuyordu. Cevap beklediğimi anlayınca kutsal bir şeye yaklaşır gibi kağnıya yaklaştı yorganı aralayarak altındaki mermileri gösterdi : “ Kar serpiliyor oğlum, millet malıdır, yazık, nem kapmasın.” Uçlarından çekerek yorganı mermilere sıkı sıkıya sardı. Az önceki merhametimden utandım”


Albay B. Sıtkı Kural anlatıyor:
“Sakarya savaşı’nda 15.Skoda bataryası komutanıyım. Mangal Dağı’nın elden çıkacağı anlaşılınca bataryayı kuzeye doğru geri çekmem emredildi. Toplanıp gün ışırken yola çıktık. Derin bir uçurumun kıyısındaki toprak yoldan geri gidiyoruz. Topları mandalar çekiyor. Geceki yağmurdan dolayı toprak ıslanıp gevşemiş. Topların ağırlığına dayanamayan toprak kaydı, dört topumuzdan sonuncusu, mandalarla birlikte uçuruma tekerlendi, çığlıklar böğürtüler ve çatırdılar la uçurumun dibindeki derenin içine düştü. Yamaç dik. Güçlükle aşağı indik. Mandaların yarısı ezilip ölmüş. Sağlarda yaralı. Bunları çözüp toptan ayırdık. Topu buradan kurtarıp yola çıkarmak ve bataryayı yeni mevziye yetiştirmek gerek. Düşmana top bırakılmaz. O da sancak gibi birliğin namusuna emanettir. Ama elde ne vinç var ne çelik halat, ne topu yukarı çekecek düzenek. Topa ve ta tepede kalmış yola bakakaldım. Ne yapacaktık? Aczimiz gözlerimi yaşarttı.
Batarya Çavuşum Nuh Çavuş “Üzülme komutanım” dedi “ Biz evel Allah ne yapar eder, bu topu çıkarırız” Nuh Çavuşa güvenirdim ama topu yukarı çıkarmak imkansızdı. Ümitsizce kenara çekildim. Çavuş gerektiği kadar asker topladı. Yamacı tonlarca ağırlığındaki topla birlikte tırmanacaklar. Yarısı, topun tutulabilecek yerlerinden tutupçekecek; yarısı elleriyle, omzuyla, sırtıyla, göğsüyle, koca topu yukarı doğru itecek. Nuh Çavuşun komutuyla birlikte askerler ile top, yerçekimi ve dik yamaç arasında, tarifsiz bir boğuşma başladı. Askerlerin kasları kopacak gibi gerildi. Gözlerine kan oturdu. Bütün damarları kabardı. Yüzlerinden ter fışkırıyor, kemikleri çatırdıyor, elleri soyulup parçalanıyor, etleri ezilip çürüyor, bazılarının burnundan kan geliyordu. Güç toplamak için haykırıyor, tekbir getiriyor, ileniyor, uluyor, çırpınıyorlardı. Topu ancak beş adım ilerletebilmişlerdi. Çavuş acıyla bağırdı “ Topu düşmana mı bırakacağız?” Hep birden feryadı bastılar. “ Hayır “ “ haydi öyleyse” Bütün canıyla çabalayan askerlerden biri ağlamaya başladı. Bu ruh taşkınlığı bir çoğuna yayıldı. Topa çılgın gibi sarıldılar, çığlıklar atarak, hırs, isyan ve öfkeyle ağlaya ağlaya o kocaman topu yamaç yukarı taşıyıp yola çıkardılar. Hepsinin avuçlarının derisi soyulmuş, ellerinin içi kan içindeydi, dizleri parçalanmıştı. Ama topu kurtardıkları için yüzleri bir çocuk gülüşüyle parlıyordu. Biri topun üzerine çıkıp sala verdi . Cephane arabalarının yedek mandalarını alıp topa koştuk. Yeni görev yerimize yol aldık.




Bir bayrak için


ANTEP, Maraş ve Urfa, Mondoros Mütareke Anlaşması’na aykırı olarak önce İngilizler, sonra Fransızlar tarafından işgal edildi. İşgalcilerin ve silahlandırdıkları Ermenilerin saldırgan, onur kırıcı davranışları yüzünden patlayan olaylar hızla genişledi.
Antep gazi, Maraş kahraman, Urfa şanlı sanlarını bu dönemdeki olağanüstü direnişleriyle kazanmışlardır.
5 Kasım 1919 Cuma günü, yanında Ermeni bir tercümanla Antep’e gelen bir Fransız subayı, Akyol Karakolu’nun önünden geçerken karakolun üzerinde dalgalanan Türk bayrağını görüyor. Polise bayrağı indirmesini söylüyor. Polis bayrağı indiriyor.
Basit gibi görünen bu olay şehri ayaklandıracaktır.
Halkın şiddetli tepkisini gören Mutasarrıf ‘mücadele edip ölmeden bayrağın inmesine razı gelen’ polisin işine son veriyor. Halk ancak bayrak eski yerine çekilince sakinleşip dağılıyor.
İşgal kuvveti komutanı bu tepkinin anlamını kavradı mı?
Anlasa Antep’ten çekip giderlerdi.
ERMENİ KIZA HAVA OLSUN DİYE BAYRAK İNDİRDİ
Bir başka bayrak olayı da kısa bir süre sonra Maraş’ta yaşandı. Durumu denetlemek için yollanan Osmaniye askeri yöneticisi (guvernör) Andrea Maraş’a geldi. Bir Ermeni evine konuk oldu. Evin genç kızına yaranmak için cuma günleri Maraş Kalesi’nde dalgalanan Türk bayrağının bu cuma çekilmemesini emretti.
28 Kasım 1919 Cuma sabahı uyanan Maraşlılar kalede Türk bayrağını göremediler. Yerinde Fransız bayrağı vardı. Çılgına döndüler. Avukat Mehmet Ali Bey (Kısakürek) gazap içinde kaleme sarıldı, bir bildiri yazarak, halkı ‘al sancağı yeniden dalgalandırmaya’ çağırdı. Yazı elden ele dolaştı, çoğaltıldı. Maraşlılar Ulu Cami’ye ellerinde bayraklarla geldi.
NAMAZ BİLE KILMADAN DOĞRU KALEYE
Namaz kılmadan kaleye doğru yola çıktılar.
Kapılardan girerek, burçlardan atlayarak kaleyi doldurdular. Fransız jandarmalar binlerce Maraşlıyı görünce sindi. Biri kalenin bayrağını buldu, alkışlar arasında direğe çekti. Müjde silahları atıldı. Şehirde damlara, balkonlara çıkmış olan Maraşlılardan sevinç çığlıkları yükseldi.
Öğle namazını kalenin avlusunda kıldılar.
‘B>EZ PARÇASI İÇİN’ DEDİDAYAĞI YEDİ
Guvernör, yaveri ve tercümanıyla hesap sormak için hükümet konağına koştu. Halk da gelmişti. ‘Bir bez parçası için bu kadar gürültü çıkarmak ne oluyor?’ diyen tercüman dövüldü. Hançerini çekip tercümana dayak atanların üzerine yürüyen yaveri de benzettiler. Guvernör Türklerin bayraklarına, onurlarına, bağımsızlıklarına uzanan elleri kırmaya kararlı olduklarını anladı mı?
Anlasa Maraş’tan çekip giderlerdi.
Antep, Maraş, Urfa ve Çukurova olaylarına sık sık değineceğim.
DİYOR Kİ
Gençler! Cesaretimizi güçlendiren ve sürdüren sizlersiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile insanlık ve uygarlığın, vatan sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, gelecek sizsiniz! (1924)
2’nci gün... Kurtkaya Tepesi
BÜYÜK Taarruz’da Türk cephesinin en sağındaki tümenlerin taarruz hedefleri arasındaki en önemlisi Kurtkaya Tepesi idi.
Tepe üç kat tel engelle çevrilmişti ve iyi tahkim edilmişti. Birinci günü Türk birlikleri iki kez taarruz ettilerse de tepeyi ele geçirmeyi başaramadılar.
Büyük Taarruz’un ikinci günü Yunan cephesinin yarılması şarttı. Kurtkaya’yı almakla görevli birlikler çok erkenden taarruza geçmeyi kararlaştırdılar. Asker hazırlık ve heyecan yüzünden gece uyumadı.
Saat 03.00’te hücum çıkış mevzilerine girdiler. Saat 04.00’te süngü hücumuna kalktılar. Düşman da korkudan uyumamıştı, tetikteydi. Türk hücumunu yoğun ateşle karşıladılar. Bölükler kurşun yağmuruna karşı düşman siperlerine akıyorlardı.
36. Alay’ın 6. Bölük Komutanı Bayburtlu Üsteğmen Agah bölüğünün önünde koşarken, ağırca yaralandı. Ama yaralanıp da geri kalacak zaman değildi. Yaralandığını görenlerin yalvarmalarına aldırmadı, elini yarasına bastırarak koşmaya devam etti. Tel örgüde açılan gedikten hışım gibi en önde geçti, elindeki bombayı savurarak ilk siperi temizledi.
Bölüğünün önünde uçar gibi Kurtkaya’nın en yüksek noktasına çıktı. Bir soluk alacak kadar durdu ve özlemle çevreye göz attı.
Vatan parça parça geri dönmekteydi.
Serseri bir kurşun alnını buldu.
Orada toprağa verdiler.
Vatanın bir parçası oldu.
Hava soğuk Mehmetçik yarı silahlı, yarım çarık
BİRİNCİ İnönü Savaşı sırasındaki Türk ordusu (Ocak 1921).İsmet İnönü anlatıyor:
‘Ocak ayında yağmurlu, tipili, insafsız bir hava.
Askerlerin çarıkları yarım, tüfeklerinin mekanizmaları uydurma, bu tüfekleri omuzlarına çeşitli bağlarla (ip vb.) asmışlar.
Süvariler yüklerini tekerlerindeki heybelere doldurmuşlar, küçük boylu, cefakeş Anadolu atları ile iç tehlikenin birinden dış tehlikeden birine yetişmeye çalışıyorlar.
Bir ordu ki nakliye kafilesi namına hiçbir vasıtası yok. Herkes caphanesini boynundaki fişekliğinde veya belindeki kütüklüğünde veya şalvarının cebinde taşıyor. Cephane mevcudu herkesin üzerindekinden ibaret.
Toplarımızın cephane kafilesi yok.’
Yeni kurulmakta olan bu yarı silahlı, yarı çıplak ordu, hem Eskişehir’e doğru taarruz eden Yunan birlikleriyle İnönü mevziinde, hem isyan etmiş olan Ethem kuvvetleriyle Kütahya-Gediz’de savaşacak, ilkini def edecek, ikinciyi ezip dağıtacaktır.




Mızrak duruşlu kadınlar
KAYSERİ’de bulunan cephanenin Çukurova direnişçileri için Ulukışla’ya taşınması gerekmişti. Mustafa Kemal Paşa, halkı aydınlatması ve gençleri orduya kazanması için Kayseri’ye yolladığı Mazhar Müfit Kansu’ya bir telgraf göndererek ‘cephanenin her türlü çareye başvurularak Ulukışla’ya ulaştırılmasını sağlamasını’ istedi.
Mazhar Müfit Bey bir haftadır buradaydı. Müdafaa-yı Hukuk Derneği gibi Anadolu Kadınları Müdafaa-yı Vatan Derneği’nin şubesini de çok çalışkan ve başarılı bulmuştu. Kayserililerin büyük çoğunluğu milli namusu savunan Ankara’yı candan desteklemekteydi. Gençlerin askere katılması için özel bir çaba harcamak gerekmemişti.
KAYSERİ LİSE SONLAR ASKERDE
O kadar ki Kayseri Lisesi’nin bu yılki son sınıfları, öğrencilerinin tümü askere gittiği için kapalıydı.
Mutasarrıf Ethem Bey’e Paşa’dan aldığı telgrafı gösterdi. Ethem Bey ilgilendi. Cephane hemen yola çıkarılabilirdi. Ama bir sorun vardı: Cephane kafilesini kimler eşkıyaya karşı koruyacaktı? Bir küçük müfreze kurmak gerekti. Çünkü Kayseri’nin çevresi eşkıya çeteleriyle doluydu. Ama Kayseri’de eli silah tutan kim varsa ya cephedeydi, ya cephe yolunda.
Bir çözüm bulamayan Mazhar Müfit Bey geceyi uykusuz geçirdi. Sabah, mutasarrıfın çağırdığını söylediler. Koştu. Ethem Bey’in yüzü gülüyordu:
‘Az önce Müdafaa-yı Vatan Derneği’nin Başkanı Seyyide Hanım ile yardımcısı Feride Hanım (Güpgüpoğlu) geldiler. Beni durgun görünce sebebini sordular. Anlattım. Bu hanımlar bir gün gerekir diye silahlı bir kadınlar kolu da kurmuşlar. Cephaneyi bu hanımların götürebileceğini söylediler. Ne dersin?’
Götürebilirler miydi?
M. Müfit Bey bocaladı. Ancak silahlarını kuşanmış, yüzleri açık, mızrak duruşlu hanımları görünce içi rahatlayacaktı.
ÇARPIŞA ÇARPIŞA CEPHANEYİ GÖTÜRDÜLER
Silahlı kadınlar kolu cephane dolu arabalarla sabah erkenden yola çıktı. Yol boyunca eşkıyalarla karşılaşan kol, bunlarla çarpışa çarpışa ilerledi. Cephaneyi esenlikle Ulukışla’daki yetkililere teslim etti.
Ne güzel bir TV filmi olur değil mi?
Kadıköy ultimatomu
'Milli haklarımızı ve namusumuzu koruyacak hükümet ve erkek yoksa, biz varız!'
İstanbul hükümetinin, işgali alın yazısı gibi kabullenip hareketsiz, tepkisiz kalması üzerine Kadıköy kadınları gazetelere bu bildiriyi yollamışlardı. (20 Kasım 1918)
HEPSİ BİRER KAHRAMAN
Aydınlı Kuvayı Milliyeci kadınlardan üçü: Ayşe Aliye, Ayşe (Mehmet Çavuş), Şerife Ali Hanımlar.
Adile Hala (Adile Onbaşı) Kara Fatma (Tarsus)
Hatice Hatun (Adana)
Halime Çavuş (Kastamonu)
Nezahat Onbaşı (Ege Bölgesi)
Erzurumlu Kara Fatma (Erden) ve silah arkadaşları (İzmit ve Batı cephesi)
Tayyar Rahmiye (Adana)
Senem Ayşe (Kahramanmaraş)
Makbule Hanım (Gördes)
Ayşe Çavuş (Bilecik)
Havva Soyyanmaz (Trakya) ve annesi Zehra Soyyanmaz.
Ana kız Kuvayı Milliyeci
Kurtuluş Savaşı’nın Halide Onbaşısı Halide Edip (Adıvar) Hanım atış taliminde.
DİYOR Kİ
Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim. (1923)
Kırmızı camlı fenerleri yakan gönüllüler
BİRLİKLERİ geceleri yürüyerek, gündüz saklanarak, büyük bir sessizlik içinde ‘Büyük Taarruz’ için taarruz çıkış hatlarına yaklaşmışlardı. Mola verildi. 25-26 Ağustos 1922 akşamı 38. Alay’ın Komutanı Albay İlyas Bey (Aydemir) bir görev için dokuz bölük komutanını yanına çağırttı.
‘Oturun!’
Bölük komutanları yere oturdular.
Düşmanın ileri güvenlik birliklerinin işgalinde bulunan iki kritik noktanın şimdiden ele geçirilmesi gerekiyordu. Gece karanlığında, iyi bilinmeyen bir arazide, düşmanı ayaklandırmadan, sessizce yerine getirilmesi gereken çetin ve tehlikeli bir görevdi bu. Komutan görevi ayrıntılı olarak anlattı ve iki gönüllü bölüğe ihtiyaç olduğunu belirterek, bu göreve kimin talip olduğunu sordu.
Dokuz bölük komutanı da aynı anda ayağa fırladı ve selam vererek göreve talip olduğunu söyledi. Hepsi o kadar candan gönüllüydü ki komutan içlerinden ikisini seçerse ötekilerin kırılacaklarını anladı, kuraya başvurdu.
Görev 2. Bölük Komutanı Yüzbaşı Zübeyir ile 7. Bölük Komutanı Yüzbaşı Rasim’e düştü. Komutan ve arkadaşlarıyla helalleşip bölüklerine koştular.
Her iki noktanın ele geçirildiği, üç yanı kapalı, bir yanı kırmızı camlı fenerler yakılarak bildirilecek, bunun üzerine alay Tınaztepe’ye yanaşacaktı.
Gece yarısını geçerken, koyu karanlık içinde önce bir, az sonra da ikinci kırmızı nokta parladı. 38. Alay’ın taburları taarruz mevzilerine girmek üzere sessizce harekete geçtiler.
Sabah tarihin akışı değişecekti.
O bayrağı indir karşı koyanı vur
İLHAN Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’den aktarıyor: ‘Yunanlıların İzmir’e çıkmasından 6 gün sonra 21 Mayıs 1919 günü 17. Kolordu Komutanlığı’na atanan Albay Bekir Sami Bey’le Bandırma’ya geldiğimiz zaman şehirde Yunan bayraklarıyla süslenmiş zafer takları gördük. O günü eşyalarımızı yerleştirmek, kasabayı görmek ve çevreyi incelemekle geçirdik. Derin bir acıya gömüldük. Her yanda Venizelos’un resimleri, Yunan bayrakları, taklar ve sokaklarda Rumların avazeleri:
- Zito Venizelos!
Artık Bandırma’da ne Türklük, ne de Türk hükümeti kalmıştı.
22 Mayıs sabahı Albay Bekir Sami Bey, Bandırma’daki 61. Tümen Komutan Vekili Yarbay Refet Bey’i çağırttı. Şu emri verdi:
‘Burası Türkiye’dir, burada tek bayrak Türk bayrağıdır. Bunun dışında bir başka bayrağın sallanmasına, asılmasına, saygı görmesine boyun eğmek ve bunu hoş görmek alçaklıktır. Şimdi şehirdeki bütün Yunan bayraklarını kaldırtacaksınız. Zafer taklarını yıktıracaksınız. Karşı koyan olursa öldüreceksiniz. Bu iş üç saat içinde bitmezse ben sizi öldüreceğim. Haydi görev başına.’
Üç saat bitmeden Bandırma yeniden Türk şehri oldu.’





1.5 km. yüzerek düşmanını kurtardı
İNGİLİZLER Arıburnu ve Suvla kesiminden çekilmişler. Çekilen birlikleri Seddülbahir’e çıkaracakları sanılıyor.
Komutanlar huzursuz.
Bir İngiliz keşif uçağı Gelibolu üzerinde keşif uçuşu yapıyor.
Türk topları gürler. Uçak vurulur, döne döne denize düşer. Batmaz, suyun üzerinde kalır.
Pilot ve gözlemci denize atlayıp hayli uzaktaki İngiliz savaş gemilerine doğru yüzmeye başlarlar. Bölge komutanı bilgi edinmek için bu iki İngiliz’in yakalanması amacıyla subayları toplar, gönüllü ister.
Bu sırada İngiliz savaş gemileri, uçağın Türklerin eline geçmemesi için batırmak amacıyla o kesimi yoğun ateş altına almışlardır.
İngiliz havacılar ateşi durdurmak için çırpınır, çığlıklar atarlar ama puslu havada gemilerden yüzdükleri görülmediği için ateş kesilmez.
ONLARA ACIDIM
Yüzbaşı Ruhi diyor ki:
‘Kendi gemilerinin öldürücü ateşleri altında çırpınan İngilizlere acıdım, düşman da olsalar, onları kurtarmak bana bir vicdan görevi oldu. Soyunup denize atladım. Arkadaşım Tefmen Kaşif de atladı.’
İki Türk subayı, İngiliz havacıları kurtarmak için donanmanın ateşi altında bir buçuk kilometre yüzerler. İsabet alan uçak batar, havacılardan biri yorulup boğulduğu ya da vurulduğu için ölür.
İkinci havacıya ulaşır, kurtarıp karaya çıkarırlar. İngiliz havacı iyileşince Ordu Komutanlığı’na teslim edilir.
ÇOK FEDAKARSINIZ
İngiliz, gitmeden önce bölge komutanına minnet ve hayranlıkla şöyle der:
‘Türkler şöyle cesurdur, böyle yüce gönüllüdür diye kitaplarda okumuştum. Fakat bu kadar fedakár olacaklarını düşünmemiştim.’ (R. Eşref Ünaydın, Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki).
2 tankı uçuran meçhul asker
‘20 Temmuz 1974. Türk amfibi alayı dalga dalga Girne’nin batısındaki Pladini (Yavuz) Plajı’na çıkar. Çatışma başlayıp gittikçe şiddetlenecektir. Rum ve Yunan birliklerinin karşı taarruzuna öncülük etmek üzere Girne yönünden üç, Karava yönünden dört T-34 tankı çıkarma birliklerimizin üzerine gelmeye başlar. Arazinin yapısı ve ağaçlı olması, tankların imhasını engellemekte, tanklar ateş ederek çıkarma birlikleri komutanlığı karargáhına yaklaşmaktadır. Birkaç yüz metre kalmıştır karargáha.
Durum kritiktir.
Bu sırada geri hizmet birliklerinde görevli bir erin hiç telaş etmeden yola çıktığı görülür. Tankların geldiği yolun ortasında durur. Elinde nişangáhı kırık bir roketatar vardır. Çekilmesi için kendisini uyaranları duymaz ya da duymazdan gelir. Roketatarı sükûnetle omzuna yerleştirir. En öndeki tanka nişan alır. Tetiği çeker.
Tank müthiş bir patlama ile parçalanır. Bir an sonra ikinci tank da alevler içinde kalır. Öteki tanklar hızla geri çekilirler.
Durum tersine dönmüştür.’ (Mesut Günsev, 20 Temmuz 1974 - Şafak Vakti Kıbrıs).
Bu millete hayranlık duymayan ilkeldir
GAZETECİ Ahmet Emin Yalman 1922 yılının başında Türk cephesini, cephe köylerini gezmiş, izlenimlerini Vakit Gazetesi’nde yayımlamıştır. 5 Şubat 1922 günlü Vakit Gazetesi’ndeki yazısında, Milli Mücadele’yi şöyle özetliyor:
‘Harbin sonunda müttefiklerimizle birlikte yere serilince iç kavgalar koptu, birbirimize girdik, işgale uğradık. Silahlarımız elimizden alındı, kendimize güven duygumuz kırıldı. Böyle yeis ve elem dolu bir durumda, içimizden birtakımları, düşman kuvvetlerine yaranmak ve onların kötü emellerine rahat mecralar açmak yolunu tuttular. İç yolsuzluğa ve ç****izliğe her türlü dış tehlikeler, iç fitneler katıldı. Felaketin her türlüsü her yanı sardı. Ufuklarda hiçbir ümit yıldızı görünmüyordu. Vatan, millet diyen adama bir baykuş diye bakılıyordu. Böyle şartlar altında Anadolu’da bir direnme azmi uyanması bile başlı başına bir mucizedir. Bunu yeni yeni mucizeler takip etti.’
Yazısı şöyle bitiyor:
‘Böyle şartlar karşısında böyle bir deha ve varlık gösterebilen bir millete karşı hayranlık duymayan adamlar, en ilkel mertlik, vatanseverlik ve insanlık duygularından yoksun kimselerdir.’
Şaşırtıcı bir yasa
‘Yıl 1920. Günlerden 9 Aralık. Ankara yönetiminin parasızlıktan kıvrandığı dönem. Maliye Bakanı Ferit Bey (Tek) meteliğe kurşun atıyor. Bu dönem içinde Meclis’e bir yasa önerisi gelir. Gündeme alınır. Görüşülür ve -lütfen dikkat!- baskı makineleri ile gazete, dergi ve kitap káğıtlarından alınan gümrük resmi (vergisi) kaldırılır.’ (Zabıt Ceridesi, 6. c., s. 286 vd.) O günden bu yana hiçbir hükümet basın ve kitap konusunda bu yoksul hükümet kadar anlayışlı ve cömert olmamıştır.
Sinema perdesini yırttı
İLK tümeninin İzmir’e çıktığı 15 Mayıs 1919 günü birliğin önünde ilerleyen atlıyı alnından vuran ve Yunanlılar tarafından şehit edilen gazeteci Hasan Tahsin 1912 yılında Paris’te, Sorbonne Üniversitesi’nde sosyoloji okuyordu. Haber filmlerinde Libya’ya saldıran İtalyanlar uygar, Libya’yı sömürgeci İtalyanlara karşı koruyan Türkler barbar olarak tanıtılmaktaydı. Yine böyle yanlı bir haber filminin gösterildiği bir gün sinemada bulunan Hasan Tahsin dayanamaz, oturduğu iskemleyi fırlatıp perdeyi boydan boya yırtar. Film durur. Ortalık birbirine girer. Karakola götürülen Hasan Tahsin şu ifadeyi verir:
‘Bu gerçeklere aykırı kampanya durdurulmazsa, aynı davranışı, pişmanlık duymadan yine yaparım.’ (N. Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken).
DİYOR Kİ
Bir emperyalizmin pençesine düşen bir kuş gibi ağır ağır, sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa, babalarımızın oğulları sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz. (1919).





Devlet Sakarya’ya


SAKARYA Zaferi’nin 84. yıldönümünde, 13 Eylül’de Polatlı’daydım. Bu büyük gün yine Polatlı İlçesi’nin kurtuluşu gibi kutlandı. Kaç zamandır böyle kutlanıyor. Ne Cumhurbaşkanı geliyor, ne Meclis Başkanı ne Başbakan, ne Genelkurmay Başkanı, ne bakanlar, ne milletvekilleri, ne kuvvet komutanları ne de Ankara Valisi.

O gün bir konuşma yaparak bu sayın yöneticilere sitem ettim, kırgınlığımı ve hayretimi belirttim.

Sakarya, Türklerin Avrupa’dan Asya’ya sürülmeleri sürecinde son çizgidir. Çekiliş Sakarya’da sona erer. Sakarya, Türkiye için bir kader savaşıdır. Emperyalizmin Sevr Antlaşması’nı Ankara’ya silah zoruyla kabul ettirmek için görevlendirdiği Yunan ordusunun taarruz azmi burada kırılmış, Türk taarruz süreci başlamış, kısaca tarihin akışı tersine çevrilmiştir.

EN BÜYÜK SAVAŞLARDAN

Bu sebepledir ki tarihçi Arnold Toynbee bu savaşı ‘20. Yüzyıl’ın en büyük savaşlarından biri’ olarak nitelemektedir. Çanakkale ve Sakarya, Türk tarihinin olağanüstü savunma zaferlerinden ikisidir. Şu hayati farkı dikkate sunmak istiyorum: Çanakkale Zaferi büyük savaştan yengiyle çıkmamızı engelleyememiştir; ama devletçe kutlanmaktadır. Büyük Zafer’i de, bağımsızlığımızı da, cumhuriyetimizi de, o yüksek makamları ve görevleri de Sakarya Zaferi’ne borçluyuz; ama devlet bu zafer gününe katılmıyor.

YAKIŞTIRAMIYORUM

Bu ihmali devlete yakıştıramıyorum.

Devlet, törende, şehitlikte, Zafer Anıtı’nda, Dua Tepe’de yer almalı, Türk Yıldızları uçmalı, helikopterler gösteri yapmalı, Türk Kuşu uçakları mübarek Sakarya Nehri’ne, gazi dağlara, tepelere, köylere çiçekler atmalı, zafer topları gürlemeli, seçkin birlikler geçit törenine katılmalı, dört bir yandan gelen kamu temsilcileriyle halk bu büyük günün gururunu Polatlılarla birlikte paylaşmalı, gün şenliğe dönüşmeli. Gelecek yıl Sakarya Zaferi’nin yıldönümünün böyle kutlanacağını ümit etmek istiyorum.

DİYOR Kİ

Ben eminim ki milletlerin hak ve istiklaline saygılı olmayan ve bütün insanlığı zulüm ve tahakküm altında ezmek isteyenler, kutsal mücadelemizde er geç yenileceklerdir.

Yunanlı Yorgos’tan işgalin kartpostalları

KURTULUŞ Savaşı’nda Yunan işgal güçlerine bağlı 3’üncü Ordu’da görevli, 1898 İstanbul doğumlu er Yorgos Magnis’in o dönemde İstanbul’da yaşayan ailesine gönderdiği 112 kartpostal, Bandırma’nın işgálini gözler önüne seriyor. Er Magnis’in ailesine gönderdiği kartpostal ve mektupları 1973 yılında İstanbul’daki bir Rum yetimhanesinin terk edilmiş binasında bulan araştırmacı - yazar Dr. Akilas Milas, yazdığı ‘Oğlunuz Er Yorgos Savaşırken Öldü’ adlı kitabında yayımladığı fotoğrafları, Bandırma Belediyesi’ne gönderdi. ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabının yazarı Turgut Özakman’ın Hürriyet’te kaleme aldığı ‘Kitaba Sığmayan Çılgın Türkler’ dizisinde, ‘O bayrağı indir, karşı duranı vur. 1919 Bandırma’ başlığıyla anlattığı Yunan bayraklarıyla donatılan Bandırma’nın kartpostallarında 6-19 Temmuz 1920 tarihleri arasında Yunan 1’inci Ordu Komutanı I. Paraskevopulos’un gelişi ve önüne serilen halılar dikkat çekiyor. Bir de, Yunan bayraklarının yanısıra taşınan İngiliz ve ABD bayrakları... (Barış Konferansı’nın 5 büyüklerinden olduğu için işgal sırasında ABD ve İngiliz bayrakları da taşınmıştı.)

Erdem ÖZCAN, DHA

Artık kalem değil, silah konuşacak

ÖDEMİŞ Kaymakamı Bekir Sami Bey (Baran), 29/30 Mayıs 1919 gece yarısı İzmir ve İstanbul’da bulunan galip devletler temsilcilerine bir protesto yollar.

Protesto telgrafı özet olarak şöyle sona ermektedir: ‘Sizinle yaptığımız Ateşkes Anlaşması (Mondros) bizim ve sizin namusunuz değil miydi? Biz buna uyduk. Siz uymadınız. Güzel İzmir’i Yunan’a çiğnettiniz. Silah ve cephanemizi onlara verdiniz. Haberleşmeye sansür koydunuz. Türk’ün feryadına kulak tıkadınız. (...) Yunan işgal kuvvetleri İzmir’den çekilmediği takdirde dökülecek kanın sorumluluğu sizin ve temsil ettiğiniz milletlerin olacaktır. Artık bilin ki kalem değil silah konuşacaktır.’

YANGININ BAŞLANGICI

Temsilcilerin ismini daha önce duymadıkları bir küçük kasabadan gelen bu kıytırık protestoyu ciddiye bile almadıkları kolayca tahmin edilebilir.

Oysa bu protesto, bir büyük yangının ilk yalımlarından biriydi.

Ve silahlar konuşmaya başlar.

Cepheden 15 yarayla dönen Giresun’un kahraman uşağı

BALKAN Savaşı patlayınca babası Hacı Mehmet Efendi, pek sevdiği oğlu Osman’ın askere gitmemesi için hemen bedeli olan 54 altını askerlik şubesine yatırdı.

Oysa bu sırada Osman, sahibi olduğu Yalı Kahve’de arkadaşlarına hep birlikte savaşa gitmekten söz etmekteydi.

Olayı öğrenir öğrenmez, babasının yatırdığı parayı geri aldı, ailelerine harçlık olarak bırakmaları için gönüllü arkadaşlarına dağıttı.

Yenilgiler zinciri halinde süren Balkan Savaşı’na katılmak üzere 63 gönüllü Giresunluyla İstanbul’a gitti.

Orduya katıldı. Yaralandı.

Savaşta sağ diz kapağı parçalanmıştı, vücudunda 15 yara vardı.

Az çok iyileşince Giresun’a döndü.

Savaşa Osman diye gitmişti, milis Yüzbaşı Topal Osman Ağa olarak döndü.

Ünlü bir kahraman olarak Milli Mücadele tarihine geçecektir.

(Ahmet Gürsoy, Milli Mücadele’de Giresunlular).




Demirci’nin Mehmet çavuşları


GAZETECİ Arif Oruç, 1919 sonbaharında Kuvayı Milliye cephelerini gezmiş, izlenimleri Tasvir-i Efkar Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Ateş hattına cephane, su, yiyecek taşırken şehit olan kadınları duymuştur. Demirci Mehmet Efe’nin emrinde üç kadın savaşçı olduğunu öğrenince efeyi ziyaret eder, karargáhının bahçesinde üç kadın savaşçı ile görüşür.

ÇOCUĞUYLA CEPHEDEYDİ

Üçü de Aydınlı. Zeybek kıyafetindeler. Tüfekleri kucaklarında. Yaptıklarını, yazarın ısrarı ile utanarak, kızararak, çekinerek anlatırlar.

İlki Ayşe Kadın, Mehmet Çavuş diye anılıyor, bir zeybek takımının komutanı. Yedi yaşındaki çocuğunu yanına alıp savaşa katılmış. Önce Aydın savaşında bulunmuş, elli sekiz saat durmadan savaşmış. Menderes boyundaki bütün savaşlarda yer almış. Umurlu’da yaralanınca bir ay hastanede yatmış, yeni çıkmış. Cepheye gitmek için emir bekliyor.

YUNAN GELDİ, SAVAŞTIK

İkincisi, Emire Aliye Ayşe. Aydın’a bir saat uzaklıktaki İmamköy’den. Uğursuz Yunan işgalinden önceki huzur günlerini anlatıyor. Babasıyla yaşıyormuş. Keçileri, kuzuları, inekleri, öküzleri, hatta bir develeri bile varmış. Çifte çubuğa gider gelirlermiş. Dere boyunun çağlayanlarını özlemle anıyor.

‘Sonra ne oldu?’

‘Yunan geldi, Aydın kan ve ateş içinde kaldı. Boynumdaki altını koparıp sattım, tüfek ve kurşun aldım. Ben de köyün büyükleri gibi ateşe atıldım. Vatan için dövüştük işte. Şimdi izindeyim.’

DAYANAMADIM, ASKER OLDUM

Üçüncüsü 17 yaşında bir genç kız: Şerife Ali. Yüzü sıtmadan sarı, derin, kara gözlü bir savaşçı. Çiftlik Köyü’ndenmiş. Yunan yaklaşınca köyü boşaltıp göçmüşler.

‘Aydın’daki kötülükleri duyunca, dayanamadım, ben de asker oldum.’

Ne övünürler, ne yakınırlar. Konuşma bitince, askerce selam verip ayrılırlar. (Yücel Özkaya, M.M’de Ege Çevresi)

Zaferi erkeklerimiz ve kadınlarımız elbirliği ile kazanmış. Türkiye Cumhuriyeti’ni birlikte kurmuşlardır.

DİYOR Kİ

Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim, diyemez. (1923)

Ya cepheye gönderin ya da intihar ederim

DENİZ Harp Okulu son sınıf öğrencisi Zeki Enveri (Bayat), Milli Mücadele’ye katılmak için beyaz üniformasının üzerine sivil bir elbise geçirir, 1920 yılında binbir zorlukla İnebolu’ya kaçar, oradan Ankara’ya gelir.

Milli donanma ve deniz örgütü daha kuruluş aşamasındadır. Zeki Enveri’ye Genelkurmay’ın deniz biriminde yazıcılık görevi verilir. Genç denizci hemen bir dilekçe yazar ‘Anadolu’ya savaşmak için kaçtığını, cephede bir göreve verilmesini, eğer üç gün içinde dileği yerine getirilmezse, intihar edeceğini’ bildirir.

Amirleri anlarlar ki bu çılgın Türk’ü Ankara’da tutmak mümkün değildir. Cepheye gönderirler.

KARAKIŞTA YAZLIKLA

Zeki Bayat, Birinci İnönü Savaşı’na takım komutanı olarak katılır, yeni bir üniforma sağlamak mümkün olmadığı için karakışta yazlık beyaz üniformasıyla savaşır.

Cesaret, özveri ve üstün başarıları dolayısıyla İstiklal Madalyası ile ödüllendirilir. Daha sonra gemilerde görevlendirilir, 1944 yılında amiralliğe terfi eder. (İstiklal Harbi’nde Bahriyemiz, Dz.K. Yayımı)

Tabancayı aldı mermiyi terbiyesizin alnına çaktı

1919 Ekim ayı sonunda İngilizler, aralarındaki paylaşma anlaşması gereği, Maraş’ı Fransızlara devrederler. Fransızlar 30 Ekim günü Maraş’a girerler. Ermenilerin büyük bölümü İngilizlerle birlikte dönmüştür, kalanlar da Fransızların işgalinden sonra dönerler. (Hani şu öldürüldü denilen Ermeniler!..)

Maraş’ın Ermeni mahalleleri Fransız ve Ermeni bayraklarıyla donanır. Ermeniler, Fransız birliğini (bin Fransız, beş yüz Cezayirli, Fransız üniformalı dört yüz Ermeni) bando, çiçekler, alkışlar, ‘Yaşasın Fransızlar, Ermeniler; kahrolsun Türkler!’ avazeleriyle karşılarlar.

SARKINTILIK ETTİLER

Ağlamayan Türk kalmaz. Çoğu evlere çekilir.

O gün şehre yayılan Fransız üniformalı Ermeniler, rastladıkları Türkleri tahkir eder, karşılık verenleri döverler. Türklerin toparlanıp direnişe geçeceği ve Maraş’ı Fransızlara dar edeceği hiçbirinin aklına gelmiyordu.

Ertesi günü Fransız üniformalı Ermeni askerleri Uzunoluk çarşısından geçerken hamamın önündeki küçük meydandan yola inen yüzü peçeli birkaç Türk kadınını gördüler. Kadınlara sataşmaya heves ettiler. Biri kadınlardan birinin peçesini çekip yırttı. Kadınlar çığlık çığlığa kaçışmaya başladılar.

SİLAHSIZ TÜRKÜ VURDULAR

Civardaki kahvede toplanmış olan erkekler koştular. Ermenileri uyardılar. Ermenilerin tepkisi küfretmek ve silaha sarılmak oldu. Ateş ederek biri ağır iki Türk’ü yaraladılar. Türkler silahsızdı. Donup kaldılar. O civarda küçük bir dükkánı olan İmam adlı kendi halinde bir Maraşlı vardı. Sütçülük yapmaktaydı. Dükkánının önüne çıkmış olayı izliyordu. Ermenilerin gittikçe azıttığını görünce, umulmayan bir şey yaptı, dükkándan tabancasını aldı, peçeyi yırtan ve bir Türk’ü ağır yaralayan katili alnından vurdu.

Kalabalığa karıştı.

Fransızlar ve Ermeniler Sütçü İmam’ı çok aradılar. Sütçü İmam gündüzleri köy ve bağ evlerinde, geceleri komşularının evlerinde geçirmekteydi. Yakalayamadılar.

Kahramanmaraş’ın ilk kahramanı Sütçü İmam’dır.

Onu binlerce kahraman izleyecektir. (Adil Bağdatlılar, Uzunoluk)

Fransızları alkışlayan Adana valisi

MİLLİ Mücadele döneminde yalnız yurdunu canından çok seven güzel çılgınlar yok, çirkin, yılgın, hain insanlarımız da var. Ara sıra bunlara da değineceğim. Bunları da bilmeliyiz ki, atalarımızın yurtseverliğinin kadrini daha iyi bilelim. O kara günleri bir daha yaşamamak için bu çirkinlikleri, yılgınlıkları ve hainlikleri de unutmayalım.

İşte birinci örnek: Mersin’den Urfa’ya kadar bütün Güney Anadolu ve Çukurova halkı, işgalci Fransızlara ve Ermeni lejyonuna karşı direnişe geçince, İstanbul Hükümeti’nin Adana Valisi Abdurrahman Bey şu demeci verir:

‘Ayaklanmak için sebep yok. Fransızlar bizim iyiliğimizi istiyorlar.’ (5 Kasım 1920)

Bu sırada Antep’i kuşatan Fransız birlikleri teslim olması için Antep’i her gün saatlerce bombalıyor, şehri, savunanların yani sivil erkeklerin, kadınların, yaşlıların ve çocukların başlarına yıkmaya çalışıyorlardı.


Turgut ÖZAKMAN
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 
Konu Araçları Konu İçinde Arama
Konu İçinde Arama:

Detaylı Arama
Konuyu Değerlendirin
Konuyu Değerlendirin:

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Şu Çılgın TÜRKLER 3( Kitapta olmayan ÇILGINLIKLAR ) ertanhukukprogramlari Kitap 3 25-12-2006 23:34
İnterneti Türkler Bulsaydı Ne Mi Olurdu? Av.Habibe YILMAZ KAYAR Site Lokali 5 29-08-2006 09:22
En fazla çocuk döven Türkler Av.Ayşe Hukuk Haberleri 3 25-08-2006 22:36
Şu Çılgın TÜRKLER 2 ( Kitapta olmayan ÇILGINLIKLAR ) ertanhukukprogramlari Kitap 0 17-08-2006 13:02


THS Sunucusu bu sayfayı 0,03193402 saniyede 15 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.