Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Site Lokali Edebiyat, Müzik, Spor, Sinema, Bilgisayar.. Site üyelerimizin hukukla ilgisiz konularda sohbetleri için. [Siyaset ve din bu sitede konu dışıdır!]

Gelenekler Görenekler, Tabular, Yasaklar Ve Töreler

Yanıt
Old 21-05-2006, 18:54   #1
Gemici

 
Varsayılan Gelenekler Görenekler, Tabular, Yasaklar Ve Töreler

Kültür:
Kültür kavramı latinceden gelir. İlk zamanlarda sadece tarım, arazinin işlenmesi ve ekili alan anlamında kullanılmıştır. Günümüzde yaratıcı eylemleri destekleyen sosyal düzen anlamında kullanılır William James Durant’a göre. Albert Schweitzer kültürü kişinin manevi ve ahlaki gelişiminin tamamlanması/Tekamülü olarak tarif eder.

Kültür yemek içmek, giyim kuşam, düşünme ve düşündüklerini eyleme geçirme, insanların birbirileri ile olan ilişkileri, üretim ve tüketim, konut ve bunlara benzer daha birçok konuda nasıl hareket etmemiz, nelere dikkat etmemiz gerektiği konusunda bize yol gösteren yüzyılların tecrübelerinin toplamıdır. Kültür kuşaktan kuşağa geçerek mükemmelleşir. Kültür genelde bir değişim içindedir ve olmak zorundadırda, eğer günün koşullarına cevap vermek istiyorsa. Dış dünya ile iletişim halinde bulunan kültürler bu diğişimi gerçekten’de başarırlar. Dış dünyaya ve değişime kapalı olan kültürlerde bir duraganlık söz konusudur.

Kişiye günlük hayatında davranış örnekleri sunan, onun topluma uymasını ve yaşamını bir düzene koymasını kolaylaştıran kültür bu işlevini eğitim öğretim, tabular, yasaklar, gelenek ve görenekler, töreler yoluyla sağlar. İyi işler ödüllendirilir, kötü işler cezalandırılır. Kötü davranışlarda bulunanlar toplum dışına itilir.

Aniden, hiçbir hazırlık olmadan bir kültür çevresinden diğer bir kültür çevresine giren kişi, eğer kültürler birbirinden çok farklı ise, bir kültür şoku geçirir; O zamana kadar doğru bildiklerinin aniden geçerliliğini kaybettiğini farkeder kişi. Bu’da insanın beraberinde getirdiği değerlere daha fazla sarılmasına, kültürel kimliğini korumak için uğraşmasına yol açar.

Günümüzün gelişmiş kitlesel taşımacılığı, televizon, internet ve diğer kitlesel haberleşme vasıtaları çoğumuzu bir kültür şoku ile karşı karşıya getirmiş durumdadır. Geleneksel kültür, değerlerini koruma çabası içindedir. Geleneksel kültüre sırt çevirip yeni değerleri benimseyen kimseler geleneksel kültür tarafından, kendisini koruma içgüdüsüyle, baskı altına alınmaktadır.

Basında çıkan haberlere göre son yıllarda Almanyada Türk Vatandaşları tarafından 40 tan fazla namus cinayeti işlenmiş. Almanyadaki Türk nüfusun büyük bir bölümü bu cinayetleri tasvip ediyor.

Anlatılanlardan’da anlaşılacağı üzere, insanların yaşamlarını bir düzene sokmak, onlara klavuzluk görevi yapmak olan kültürel değerler ve kurallar, gerektiğinde bir cinayet işleyebilecek, bir yaşamı söndürecek derecede katı olabiliyor.

Günlük yaşamdan kopuk olan, çağdaş yaşama ters düşen davranışlar sadece namus cinayetleri ile sınırlı değil elbette. Bu alanda bunların bazılarını tartışmaya açmak istiyorum. Katkıda bulunacaklara şimdiden teşekkürler.

Saygılarımla
Old 22-05-2006, 11:43   #2
Gemici

 
Varsayılan Bira ve Domuz Kızartması Kültürü

Almanyanın herhangi bir yerleşim bölgesinde bir cami yapımı söz konusu olduğunda tutucu Almanlar hemen ayağa kalkar ve kültürel değerlerimiz elden gidiyor, kültürümüze yabancılaştırılıyoruz diye feryat ederler. Bu türden davranışların sadece Almanlara özgü olmadığı bilinen bir gerçek. Bilinen diğer bir gerçek’te dünyanın hiçbir ülkesinde diğer kültürlerden etkilenmemiş saf bir kültürün olmayışı; Yeryüzündeki tüm kültürler zamandaşları oldukları kültürlerden etkilendikleri gibi, kendilerinden önce var olan kültürlerden’de etkilenirler.

Türkiye kültürel değelerini dış dünyaya tanıtırken Ayasofyadan alınmış resimlerden faydalanıyor. Avrupanın birçok ülkesi Osmanlılardan kalan eserleri kendi öz kültürü olarak görüyor ve koruma altına alıyor.

Buna rağmen bir cami yapımı söz konusu olduğunda Almanyadaki belirli çevreler kültürel yabancılaşmadan bahsedebiliyor.

Tüm yabancılaşma gerekçelerine rağmen Münih Belediyesi Sendling Semtinde planlanan bir caminin yapımına izin verdi. Tutucu çevrelerin Kilise karşısında cami olmaz, cami semtin mimari karakterini bozuyor gerekçeleri fayda vermedi.

Münih Belediyesinin cami yapımı kararını durdurmayı başaramıyan tutucu semt sakinleri son çare olarak Bavyera Parlamentosu Dilekçe Komisyonuna başvurmuş. Basında çıkan haberlere göre dilekçe sahipleri caminin Bavyera Anayasasına aykırı olduğu görüşünde.

Gerekçe:
Bayvera Anayasası devlete kültürel gelenekleri koruma görevi veriyor. Bira ve domuz kızartması Bavyeranın geleneksel içkisi ve geleneksel yemeği olarak Bavyera Kültürüdür. Camiye giden Müslümanlar dini vecibelerinden dolayı ne bira içer ne de domuz kızartması yer. Oyleyse cami yapımı Bavyera Anayasasına aykırıdır.


Saygılarımla
Old 31-05-2006, 22:49   #3
Gemici

 
Varsayılan Takı’lı Demokrasi

Yeni evlilere, düğün sırasında veya düğünden sonra, hediye vermek hemen hemen her ülkede var olan bir gelenektir. Bu türden bir geleneğin yerleşmesinin ve devam etmesinin temelinde, yeni evlilere yuvalarını kurarken yardımcı olmak, onlara kendi olanakları ile satın alamıyacakları bazı ev eşyalarının tedarikinde yardımcı olmak düşüncesi yatar.

Yeni evlilere hediye vermek ve düğün esnasında ‚takı takmak’ toplumsal dayanışmanın en etkin örneklerinden birisidir. Hediye ve takılar genelde evlenen kadın ve erkeğin ailelerinin toplumdaki yeri ile orantılı olsa bile, bu takı ve hediyelerden faydalanan yeni evli çifttir.Hediye ve takılar sembolik olarak yeni çiftin topluma katılmasını, toplumun onları kendi içine almasını ifade eder.

Toplumsal birçok kurumda olduğu gibi yeni evlilere takı takmak ve hediye vermek’te asıl amacından saptırılmış ve gövde gösterisi, pardon zenginlik gösterisi olmaya indirgenmiştir. Takı takmak ve hediye vermek günümüzde ‚görmemişin oğlu’ örneğine benzer bir duruma sokulmuştur.

Yozlaşmaya belirli bir tarih koymak mümkün mü bilmiyorum. Benim görüşüme göre yetmişli ve seksenli yıllarda başladı. Düğün salonlarının çoğalması ve teknik, geleneği asıl anlamından saptıran etmenlerin başında geliyor bence.

‚Geliniiinnn Dayısındaaannn bir bileziik iki altın ve .bilmem ne kadar lira’

Damadııın Amcasındannn şu kadar altın şu kadar para.’

Düğün salonunu çınlatırcasına mikrafondan bağırılan bu sözler geleneği gelenek olmaktan çıkarıp toplumsal bir baskı aracına dündürmenin en büyük göstergesidir. Çünkü herkes, ‚kim ne verdi’ öğrensin diye kulak kesilmiş durumdadır. Takı sırası kendisine gelen kimse, diğerlerinin kendisini gözetlediğinin farkındadır. Böyle olunca’da diğerlerine karşı mahcup olmamak için, bazen borçlanarak birşeyler takmak zorundadır. Taktığı bu şey kendi durumuna uygun olan değil, kendisinden beklenilendir. Basındaki haberlere göre çoğu yerde kimin ne verdiği veya ne taktığı tek tek bir 'Takı Listesine' yazılıyormuş.

Aslında kimin ne takacağı kendi inisiyatifinde olan birşey’de değildir. Takılacak şeyin değeri ‚Makarın’(Bazı yörelerde Takı Takana verilen isim) düğün sahiplerine olan akrabalık veye yakınlık derecesi ile ve onun toplumdaki yeri ile orantılıdır.

Basından alınan bilgilere göre havaların ısınması ile birlikte Şanlıurfada düğün sezonu açılmış ve düğünlerde misafirler takı kuyruğuna giriyorlarmış. Bazı düğünlerde on kilodan fazla altın takıldığı oluyor. Burada geleneğin oluşmasının amacına ters düşen şey en fazla takının zaten zengin olan ailelerin evlenen veya sünnet olan fertlerine takılması.

Düğünlere gidip takı takmayı milletvekili olmanın ilk şartı sayan milletvekillerimiz kendilerine takı ödeneği verilmesini istiyormuş. Yeniden seçilmenin ve adını duyurmanın en etkin yolu devamlı olarak cebinde takılık altın taşımaktan geçiyor, meclis toplantılarına katılıp çalışmaktan değil.

Saygılarımla
Old 10-06-2006, 12:36   #4
Gemici

 
Varsayılan Kız Kaçırma

Anadoluda genel olarak kızlar evlenmez, evlendirilir; Damat seçimini aile yapar, evlenecek olan kız değil.

Alıntı:
Ailelerin evliliğe kesin karşı çıkması durumunda "kız kaçırma" olayı gündeme gelir. Bu durum ekonomik sebeplerle en çok kız tarafının engellemesi ile ortaya çıkar. Delikanlı kızla anlaşarak kaçırır. "Böylece düğünsüz derneksiz olarak evlilik bir oldu bittiye getirilir. Bu oldu bitti karşısında, devreye giren yakınlar ve dostlar yardımcı olarak, yeni yuvanın kurulması için bir çıkış yolu bulurlar.

KAYNAK:Yrd. Doç. Dr. Lütfü Sezen, Erzurum Şehir Folkloru, ER-VAK Yayınları

Eğer kız kendi rızası ile kaçmışsa mesele yok. Ama kız kaçırma her zaman kızın rızası ile olmaz, kızlar kendi rızaları dışında'da kaçırılır. Kaçan veya kaçırılan kızın namusu lekelenmiştir: Bu namus lekesini’de ya evlilik temizler ya’da kan.

Kendi rızası olmadan kaçırılan kız, kendisini kaçıranla evlenmek zorundadır. Bu gibi durumlarda kızın herhangi bir seçeneği yoktur neredeyse. Baba evine geri dönemez, dönse bile aile tarafından kabul edilmez. İster istemez kendisini kaçıran kişi ile evlenir.

Kaçırılan kız o kaçırılmanın bedelini ömür boyu çekmek zorunda bırakılır.

Kız kaçırmanın önüne geçmek için izlenecek seçenek ailelerin kızlarını zorla evlendirmekten vaz geçmeleridir. Aileler durup dururken fikirlerini değiştirmiyecekleri için'de bu konuda bir eğitim seferberliğine girmek gerekir. Devlet bu türden davranışları gerekirse cezalandırmalıdır.

Sadece Türkiyede değil Türkiye dışında'da sergilediğimiz ve kadınların iradesini hiçe sayan zorla evlendirmeleri bazı Avrupa Ülkeleri, sırf Türkiyeden gelen aileler için çıkarılan özel kanunlarla önlemeye çalışıyor.

Saygılarımla
Old 03-07-2006, 01:23   #5
Gemici

 
Varsayılan Kurşun Dökme

‘Kurşun Dökme’ Anadolunun her tarafında görülen bir uygulama. Genelde ‘Nazar Değmesine’ karşı uygulanır, ama kurşun dökme sadece nazara değil başka dertlere’de devadır; Büyüye ve birisine musallat olan cin ve perilere karşı’da kurşun dükülür.

Kurşun dökücüler genelde yaşlı kadınlardır. Ama yaşlı olan her kadın kurşun döker diye bir kaide yoktur; Kurşun dökücünün belirli bir ocaktan gelmesi ve destur/el almış olması( işin pirinden alınan izin) gerekir. Belirli bir ocaktan gelmiyen ve destur almamış kurşun dökücülerinin döktüğü kurşundan fazla bir fayda beklenmez.

Kurşun dökmede gerekli temel aletler şunlardır:
Kurşun(250-300 Gram)
Kurşunun içinde eritileceği çukur bir kap
Madeni, geniş ve derin bir su kabı
Hastanın başına örtülecek bir peştemal

Bu temel aletlerin dışında hangi aletlerin kullanılacağı ve kurşun dökmede uygulanan prosedür yöreden yöreye büyük değişiklikler gösterir. Örnek olarak http://www.kirsehirozelidare.gov.tr/k-kultur.htm Sitesinden bir alıntı:

Alıntı:
...Ayrıca bu iş için önceden toplanmış ve kurutulmuş olan üzerlik otu yakılarak duman hasta olan kişiye solutulur. Bu sırada dualar okunarak, başına tuz çevrilir. Tuz o kişiye yalatılır. Kurşun dökmek için kurşunun eritileceği bir kurşun tabağı olur. Bir tas içine doldurulur, tas genellikle bakırdandır. Suyun içine iğne,madeni para, mavi boncuk ve kurşun döken kişinin (yörede ebe)yüzüğü konur. Ayrıca bir kalburun içine bir tabak(bakır),yarma,bir parça tezek ve kurşunu döken ebenin sağ ayakkabısı konulur. Su dolu olan tas da kalburun içine konulur. Kurşun ateşte eritilir. Hasta yatıyor ya da oturuyor olabilir. Hazırlanan kalbur hastanın başı üstünde tutulur. Eriyen kurşun suyun içine dökülür. Bu üç kez tekrar edilir. Bu arada her defasında suyun içinde çeşitli şekiller alan kurşunun nazar eden kişi hakkında bilgi verdiğine inanılır. Bu nazarın şiddeti nazar edinin fiziki yapısı hakkındaki bilgiler kurşunu döken,ebe tarafından anlatılır. Bu arada nazar eden kişiye ilencede (bedduada) bulunulur. Kurşun dökme süresince, kurşunu döken ebe devamlı sureler ve dualar okur. Kurşun işlemi bitince hastaya bu sudan içirilir. Su ile eli yüzü yıkanır. Kalan suda sağa sola serpilir. Tastaki madeni , paralar ebeye verilir. Tabak içinde bulunan yarma da tavuklara yedirilir. Kurşun dökülen paralar ebeye verilir. Kurşun dökülen kişi o gün akşama kadar kimseyle öpüşmez...

‘Kurşun dökme’ yi bazıları hurafe(batıl inanç), bazıları adet, bazıları usül olarak adlandırıyor. Nasıl adlandırırsak adlandıralım kurşun dökme ve nazar, cin peri çarpması inançları ve bunları başımızdan def etmek için yapılan uygulamalar kültürümüzün bir parçası. Kurşun döktürenler sadece Anadolunun doktor parası bulamayan cahil insanları’da değil. Aydınlarımız ve sosyetemiz’de kurşun döktürüyor.

Basında çıkan haberlere göre Bodrum Türkbükü’nde tatil yapan Kerem Dürüst eşi Süreyya Yalçın’a kurşun döktürtmek için botla Bodrumdan acil falcı getirtmiş. Ben olsam ben’de getirtirdim; Hanımın bileğindeki nazar boncuğu uğradığı nazarın etkisinden patlamış. Allahtan Bodrum ve meşhur Falcı Dudu Teyze yakındaymış diyeceğim ama bana öyle geliyor ki uzak bir ülkede olsalardı bile bir kurşun dökücü bulurlardı; Bu kafa ve bu parayla özel uçakla’da Falcı getirtirler.

Saygılarımla
Old 12-08-2006, 17:15   #6
Gemici

 
Varsayılan Babalar ve Oğullar: Saygı Geleneğimiz ve İtaat

BU ADAM BENİM BABAM

Bu adam benim babam
Sekiz köşe kasketiyle
Omuzunda sekosuyla hey!
Cebinde yok parası
Bafra'dır cigarası
Yüreğindedir yarası
Altı çocuk büyütmüş
Bir işçi maaşıyla
Bu adam benim babam hey!
....
....
Benim babam mert adamdı
Mangal gibi yüreği
Yufka gibi kalbi vardı
Hayatım boyunca o'na özendim
Fedakardı
Bir dikili ağacı olmadı belki
Ama kendisi
Onuruyla yaşayan koskoca bir çınardı
Üstümdeki kol kanat
Sırtımı yasladığım dağ gibiydi
Ben babamın oğluyum
Tepeden tırnağa Anadolu'yum

FATİH KISAPARMAK


Babalar iftihar kaynağımızdır.
Özellikle çocukluğumuzda, ... en büyük babamızdır. Babamızdan büyük yoktur. Birisi bize ters birşey söylediğinde, bize küfür ettiğinde, bizi dövdüğünde onu babamıza şikayet ederiz. Ve babamızın bizi korumasını bekleriz. Bazı babalar kuvvetlidir, para ve nüfuz sahibidir; Çocuklarına 'hışt' diyenin hemen hakkını verirler. Bazıları ise tam tersine cılız dır, kuvvetsiz dir ve parasız dır. Çocuklarına gereğince arka çıkacak güçleri yoktur. Para ve nufüz sahibi babalara diş geçiremezler. Buna rağmen yılmaz ve çocuklarına yardım etmeye çalışırlar. En fazla sempati duyduğum bu zavallı ve çaresiz babalardır; çaresizliklerine rağmen çocuklarına arka çıkmaya çalıştıkları için.

Gerektiğinde bizi tehlikelere karşı koruyan, gerektiğinde bize doğru yolu gösteren, bizi büyütüp terbiye eden babalarımıza ne kadar saygı göstersek azdır.

Ana ve babaya saygı en kökten geleneklerimiz arasındadır.

Saygı herşeyden önce, saygı duyduğumuz kimseye verdiğimiz değerin ölçüsüdür, o değerin dışa vuruşudur. İçimizdeki saygı duygusunu davranışlarımızla ve sözlerimizle dışarıya vururuz; saygı duyduğumuz kimseye karşı yüksek sesle konuşmayız, kavga etmeyiz, yanında sigara içmeyiz, bizden birşey yapmamızı istediği zaman yok demeyiz, örneğin. Örnekleri daha da çoğaltabliriz.

Ana babaya ve büyüklerimize karşı duyduğumuz saygı, çoğu zaman itaat ve otoriteye bağımlılık ile karıştırılmaktadır. İster yaş bakımından, isterse de mevki bakımından bizden üst düzeyde olanlar birşey söylediklerinde, itiraz edip fikrimizi söylersek, saygısızlıkla suçlanırız. Buradaki ‘saygısızlığın’ gerçek anlamı genelde ‘itaatsizliktir’. Saygı derken bizden itaat beklenir. Bu durum sadece aile içinde değil, toplumun diğer kurumlarında da söz konusudur.

Emir ve komuta zincirine bağlı olarak işleyen Ordu’da bu durum olağan olarak karşılanabilir, ama toplumun diğer kurumlarında söz konusu olan itaat, genelde sağlıksız bir toplum yapısına yol açar. Sonuç: ya itaat edeceksin, ya da itaat bekliyeceksin. Senden üstte olanlara sırtını büküp eyvallah diyeceksin, senden altta olanlara bir tekme atacaksın. Bükemediğin bileği öpeceksin. Fikrini söylemeye alışmamışsındır çünkü. Fikrini her söylemeye çalıştığında susturulmuş ve saygısızlıkla suçlanmışsındır çünkü, tüm yaşamın boyunca. Öğrendiklerini ve yaşadıklarını sen'de çocuklarına verirsin. Bu gelenek kuşaktan kuşağa geçer.

Kaçımız çocuklarını karşısına alıp onlarla belirli konular üzerinde söyleşip tartışıyor ve onların fikirlerine saygı duyuyor, dersiniz? Çocuklarımız fikirlerimizi beğenmeyip kendi fikirlerini söylediklerinde, kaçımız, ‘sus sen anlamazsın’ diyoruz?. Fikirlerine saygı duymadığımız ve susturduğumuz bu çocuklar, dışarıda nasıl bir davranış sergiliyor?

Babaların oğullarına verebilecekleri en önemli şey itaat’ten ziyade saygı ve anlayış olmalı bence. Bu saygı ve anlayış herşeyden önce kendisiyle aynı fikirde olmayanların fikirlerine saygı ve anlayıştır/hoşgörüdür. Ancak ve ancak bu türden bir saygı ve hoşgörü ile karşıt görüşlerin bir sentezini ve, değişik fikirlere rağmen, bir arada yaşamanın bir yolunu bulabiliriz.

Belirli konulardaki anlaşmazlıkları çözmek için hemen çatışma yolunu seçmemiz ve silaha sarılmamız, saygıyla itaati birbirine karıştırmaktan ve bazı konular üzerinde tartışmayı tabulaştırmamızdan mı geliyor dersiniz? Anlaşmazlıkları çözmenin bir yolu olarak silahlara sarılmamızın kökeninde ne kadar eğitim yatıyor?

Otoriteye saygı duyan eğitim sistemimizin yerine fikirlere saygı duyan bir eğitim sistemi geliştirirsek, babalarımıza ve diğer büyüklerimize karşı gösterdiğimiz saygı gerçek bir saygı olur bence.

‘Su küçüğün, söz büyüğün’ veya, daha kötüsü,‘Sus küçüğün, söz büyüğün’ dediğimiz sürece daha çok eğitim müfettişi, fikrini silah zoruyla başkalarına dayattırmaya çalışan oğlunu ‘...milletin değerlerine hakaret edene bu millet dersi verir, bunu herkes bilsin’ diye savunur.

Not: Birde ‘herşeyi genelleştirme geleneğimiz’ var. Danıştaya saldırıp bir kişiyi öldüren oğlunu Sayın İlköğretim Müfettişi ‘Millet’ olarak görüyor.

Saygılarımla
Old 09-09-2006, 15:48   #7
Gemici

 
Varsayılan At, Avrat, Silah

Nedir bu üç kavramın ortak özelliği?
Bu kavramların kültürümüzdeki rolünü belirlemeden önce, soruyu bir yabancıya yönelttiğimizi düşünelim. Nasıl bir cevap alırız, dersiniz? Ben’im sorduğum kişiler doğru dürüst bir cevap veremedi? Yabancılardan bu konuda bizdeki anlama uygun bir cevap alabileceğimizi de zannetmiyorum.

Biz’de durum tam tersinedir; Soruya bir değil birkaç cevap alırsınız.
Örneğin:
At, Avrat, Silah...yiğidin bahtına,
At, Avrat, Silah... emanet verilmez,
At, Avrat, Silah..., bir de Kuran mukaddes emanettir,
Yiğitliğin, erliğin ve erkekliğin vazgeçilmezidir; At, Avrat, Silah. Olmazsa olmazdır, bir erkek için(MKE’nin reklamından)
At avrat silah toplumuyuz hepimiz, silahın iyisi bineğin iyisi ve avradın iyisi şeklinde gelen bu gelenek ve görenek...,


En iyi tanım Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün İnternet Sayfasında var:
‘...Her devir ve millet için değişmez sabit bir mülkiyet kavramının bulunmasının bir diğer sebebi, mülkiyetin bir müessese olmayıp aynı zamanda iktisadi, sosyal bir müessese oluşudur. Örneğin, göçebe Türk toplumlarında, ‘At, Avrat, Silah’ sözüyle mülkiyet hakkı, ‘Namus’ kavramı içine alınmıştır...’ Mülkiyet hakkının tanıtılmaya çalışıldığı bir genel müdürlük sitesi için, tuhaf bir yaklaşım.

Tüm tanımlamalardaki ortak nokta ‘At, Avrat ve Silah’ın mülkiyet hakkı ile olan bağlantısı. Erkeklerin hakim olduğu bir toplum yapısının dışa vuruşu At, Avrat, Silah üçlemesi.

Bu tarihi değerlerimizin bugünkü durumları içler acısı.
At: Göçebe yaşamdam yerleşik yaşama geçişte atlarımızı kaybettik. Şimdilerde arabalarımız atların yerini almış durumda.
Avrat: Avratlar eski avrat değil artık. Haktan, hukuktan, kadın haklarından bahsetmeye başladılar. Adem Peygamber’in kaburga kemiğinden yaratılan kadın(Diyanet İşleri Başkanlığı böyle bir hadis yok dese bile, Hıristiyanlık’ta da var olan bir inanç) dünyaya geliş amacını unutmuşa benziyor! Kadının bu tavrı bir de yasalar tarafından korunmaz mı? Sözün kısası, atımızı kaybedince yerine araba bulduk, ama bu kadın meselesi başımızı ağrıtacak gibime geliyor.

Silah: kala kala elimizde bir silahımız kaldı, övünç kaynağımız olabilecek.

Silah, Türk toplumunun tarihi boyunca olagelmiş bir parçası olup, taşınması ve patlatılması ile fevkalade değişik anlamları içeren ilkel bir tutkusudur. Çocukluk yıllarımızda tabancasız, tüfeksiz büyümüş bir erkek çocuğu düşünebilmemiz mümkün müdür? Oyuncak olarak başlayan bu sevgi, hakikisine kavuşabilmenin hayaliyle sürer gider. Kimi yöre halkımız arasında tabanca adeta bedenlerinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Düğün ve şenliklerde havaya sıkılan binlerce merminin çıkardığı değişik patlamanın ritimleri, aynı zamanda atışı yapan kişilerin kimliğinin birer simgesidir. Sözün özü, değişik mozaiklerden oluşan Türk toplumunun da, adeta töresel ve yöresel bir şahsiyeti olmuştur silah.

Zira son yıllarda tabanca taşımak törelerimiz dışına taşmış, onun bunun eline endişe yaratacak boyutlara gelmiş, canilerin kanlı oyuncağı olmuştur.

Gösteriş için silah taşıyanlara hiçbir anlam veremiyorum. Zira silah taşımanın da bir adabı vardır. Metin Sertoğlu, Akşam, 4 Eylül 2004


Ben silah taşımaya, silahı bir erkeklik simgesi olarak görmeye bir anlam veremiyorum.

Gel gör ki silah taşıyanlar ve silah üretenler için benim bu anlam veremeyişim hiçbir anlam taşımıyor. MKE her eve bir silah sloganından yola çıkarak krediyle silah satmak istiyor. Milletvekillerimiz düğünlerde törenlerde silah atışı ile karşılanıyor; Cevap olsun diye bir de kendileri silaha sarılıyor. Türkiye’de her yıl 7-8 bin kişi ateşli silahlarla yaralanıyormuş; Yüzlerce kişi hayatını kaybediyor.Ya ateşsiz silahlardan ölen ve yaralananlar? Türkiye’de 1,9 milyon ruhsatlı silah varmış. Bunun en az üç katı ruhsatsız silah olduğu tahmin ediliyor.

Yaşasın geleneklerimiz ve göreneklerimiz. Gelenek ve görenekleri yaşatırken birkaç yüz ölü ve binlerce yaralı versek bile kalan sağlar bizimdir.

Saygılarımla
Old 27-11-2006, 02:05   #8
Gemici

 
Varsayılan İt Dövüşü mü Köpek Dövüşü mü, Yoksa Sadece Görenek mi?

26 Kasım Pazar günkü Hürriyet’in Avrupa baskısında okuduğuma göre, ABD’de yaşıyan araştırmacı yazar Güvener Işık „çoban köpekleri üzerine, Marmara, Doğu Karadeniz, Güneydoğu, Orta ve Batı Anadolu’da 1975’ten beri yaptığı gözlem ve incelemelerini „Anadolu/Türk Çoban İtleri – Yörük Koyçıların Sonu„ adlı kitabında yazmış.

Çoban İt’i kavramı biraz tuhafıma gitti, ama haberin devamını okuyunca başlığın neden köpek değil de it olduğunu anladım. Köpek kelimesi Farsça kökenli imiş, it kelimesi ise Türkçe imiş. Güvener Işık adlı araştırmacı çoban köpeğine çoban iti dedi diye bundan sonra hepimiz köpeği it diye tanımlar mıyız tanımlamaz mıyız bilemiyeceğim, Hürriyet muhabiri kararsız daha, bazen it bazen de köpek kelimesini kullanmış haberinde, ama bu benim üzerinde durmak istediğim asıl konu değil zaten.

Benim dikkatimi çeken asıl konu haberdeki şu cümle: „İt güreşleri sığ nedenlerle yasaklanmadan önce Türk göreneği olarak Anadolu’da yaygındı.” Haberin başka bir yerinde Boğuş İt’inden ve İt boğuşundan söz ediliyor. Yazar it veya köpek dövüşü kavramını kullanmak istemiyor nedense. Köpeklerin dişlerini gıcırdatarak birbirilerine saldırmalarını ve birbirilerinin boğazını parçalamaya çalışmalarını ve seyircilerin bunu hırs ve şehvetle seyretmelerini ister ‘güreş’ ister ‘boğuşma’ olarak adlandırın hiç fark etmez, olayın vahşetini kavramlarla örtemezsiniz.

Araştırmayı okumadım, okuyacağımı da zannetmiyorum, ama bir araştırmacı yazarın köpek dövüştürmeye methiye düzmesi tüm medenileşmeye rağmen insanoğlunun halen kan görmekten hoşlandığını gösteriyor.

Boğa, deve, horoz, köpek dövüşlerinde insanları büyüleyen biraz da bu kan görme merakı olsa gerek.

Bu türden olayları sadece yasaklamak ta yetmiyor, yasakla beraber insanlara biraz hayvan ve tabiat sevgisi aşılamak gerekir. Bu sevgiyi aşılamak ve kanlı göreneklere hayır demek en başta araştımacılarımızın ve aydınlarımızın görevi.

Saygılarımla
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 
Konu Araçları Konu İçinde Arama
Konu İçinde Arama:

Detaylı Arama
Konuyu Değerlendirin
Konuyu Değerlendirin:

 
Forum Listesi


THS Sunucusu bu sayfayı 0,06202292 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.