Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Hukuk Sohbetleri Hukuki yorumlar, görüşler ve tartışmalar.. Soru niteliği taşımayan her türlü hukuki sohbet için.

Yargitay ve Danıştay'ın Değişen "müstakar" Görüşleri

Yanıt
Old 30-07-2013, 15:43   #1
Av. Bülent Sabri Akpunar

 
Varsayılan Yargitay ve Danıştay'ın Değişen "müstakar" Görüşleri

Arkadaşlar,

Bu başlık altında adli ve idari Yüksek Mahkemelerin değişen mevzuat,Anayasa Mahkemesi ve AİHM içtihatları doğrultusunda uzun süredir ve istikrarlı(Müstakar!) olarak benimsediği görüşlerine ters (ve belki de istikrarlı yeni görüş)kararlarına yer vermek istiyorum. Eğer elinizde uzun süredir benimsenmiş görüşlere, özellikle içtihatlarla oluşturulmuş ve benimsenmiş ilkelere farklı yaklaşan hatta prensibin tam aksini savunan kararlar varsa lütfen bu başlık altında paylaşalım. Ki bir dava açmadan ve/veya savunma yapmadan önce bir sürprizle karşılaşmayalım.

Eklemek istediğim son not: Burada yalnızca değişen görüşü özetleyelim ve ilgili kararı ekleyelim.Uzun uzadıya "görüş neden değişti" veya "böyle olmamalıydı" tartışmasına gerekirse bir diğer başlık altında gireriz diye düşünüyorum.
Teşekkürler
Old 30-07-2013, 15:47   #2
Av. Bülent Sabri Akpunar

 
Varsayılan

"İlam ile İlamsız Takip Yapılamayacağı"

Özet: :Yargıtay 12 HD, aşağıdaki kararı ile uzun süredir uygulanan "alacaklı ilam ile ilamsız veya ilamlı takip açmakta serbesttir" düşüncesinden vazgeçmiş görünmektedir.

Alıntı:
Karar : T.C. YARGITAY

12.Hukuk Dairesi
Esas: 2013/6205
Karar: 2013/16083
Karar Tarihi: 26.04.2013


ÖZET: Alacaklının para borcuna veya teminat verilmesine dair ilama dayalı olarak ilamsız icra takibi yapması en başta kanunun amir hükmüne aykırılık teşkil edeceği gibi, dürüstlük kuralı ile de bağdaşmayacağından hukuk düzeni tarafından korunamaz. Bu doğrultuda, Dairemizin yeni oluşan içtihatları ile ilama dayalı olarak ilamsız icra takibi yapılamayacağı sonucuna varılmıştır. O halde ilama dayalı olarak ilamsız icra takibi yapılamayacağından, mahkemece bu hususun re'sen nazara alınarak alacaklının itirazın kaldırılması isteminin reddine karar verilmesi yerine esasının incelenerek hüküm tesisi isabetsizdir.

(2004 S. K. m. 32, 33, 34, 36, 40, 50) (6100 S. K. m. 29)

Dava: Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi Dr. Ş. K. tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

Karar: Alacaklı tarafından Fethiye 2 Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/240 esas, 2011/977 karar sayılı 30.12.2011 tarihli ilamına dayalı olarak genel haciz yoluyla ilamsız icra takibine başlandığı, örnek 7 numaralı ödeme emri tebliği üzerine borçlunun icra dairesine itirazı ile duran takibin devamını sağlamak amacıyla alacaklının itirazın kaldırılması istemiyle icra mahkemesine başvurduğu anlaşılmıştır.

İcra İflas Kanunu'nun 32. maddesi uyarınca, alacaklı tarafından para borcuna veya teminat verilmesine dair ilam icra dairesine verilince icra memuru borçluya bir icra emri tebliğ eder. Yasanın bu hükmü emredici nitelikte olup, icra memurunun aksi yöndeki işlemleri kamu düzenine aykırılık oluşturacağından, süresiz şikayete tabi olacağı gibi hakim tarafından da re'sen gözetilmelidir.

Alacaklının takip talebine eklediği belgenin para borcuna veya teminat verilmesine dair ilam olması halinde icra memurunun borçluya örnek 4-5 nolu icra emri tebliğ etmesi yasal zorunluluktur. Alacaklının talebi üzerine ya da kendiliğinden ilamsız icra takiplerine ilişkin ödeme emri göndermesi açıkça yasanın emredici hükmüne aykırı olacaktır.

Pek tabidir ki elinde ilam olan bir alacaklının ilama dayalı olarak ilamsız icra takibi yapması da hayatın olağan akışı ile bağdaşmayacaktır. Nitekim ilamlı icra takibinde borçlunun itirazı takibi durdurmayacağı gibi itfa ve imhal itirazlarının ispatı ancak <yetkili mercilerce re'sen yapılmış veya usulüne göre tasdik edilmiş yahut icra dairesinde veya tetkik merciinde veya mahkeme önünde ikrar olunmuş senetle> (İİK. m, 33) mümkün olacaktır. Halbuki ilamsız icra takibinde itiraz üzerine takıp duracak ve alacaklının itirazın kaldırılması için İcra mahkemesine başvurarak olumlu karar alması gerekecektir. Yine ilamlı icra takibini alacaklı istediği icra dairesi ide yapabilecekken (İİK. m.34), ilamsız icra takibinde genel yetki kurallarına göre (İİK. m.50) takip yapması gerekecektir.

O zaman elinde ilam olan bir alacaklı bu kadar avantajlar var iken neden ilamsız icrayı tercih eder? Burada ilk akla gelen ilamlı icra takiplerinde uygulanan İİK. nun 36. maddesini bir diğer anlatımla borçlunun icranın geri bırakılması kararı alarak takibi durdurmasını bertaraf etmek olabilir. Bir diğer neden de ilamın bozulması halinde takibin durmasının ve sonrasında alacağın olmadığı ya da daha az olduğunun ilamla belirlenmesi halinde icranın iadesinin yolunu kapatmak olarak düşünülebilir.(İİK. m 40)

İcra ve İflas Kanunu'nda hüküm bulunmayan hallerde bu kanuna aykırı düzmediği ölçüde genel nitelikte olan Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun hükümlerinin icra takipleri hakkında da uygulanması gerekir. 6100 sayılı HMK'nun 29/1.maddesine göre ise taraflar, dürüstlük kuralına uygun davranmak sorundadırlar. Buna göre elinde ilam olan bir alacaklının ilamlı icra takibi yapmak yerine ilamsız icra takibi yapmasının anılan maddede düzenlenen dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı muhakkaktır.

Kaldı ki mahkemeye başvurup alacağını ilama bağlayan bir kişinin ilamlı takip yapmak yerine ilamsız takibi tercih etmek suretiyle borçlunun yapabileceği itiraz üzerine yeniden itirazın kaldırılması ya da iptali amacıyla mahkemeye başvurması ve bu şekilde Devletin yargı organlarının gereksiz şekilde meşgul edilmesi anlamına da geleceğinden kabulü mümkün değildir.

Şu hale göre alacaklının para borcuna veya teminat verilmesine dair ilama dayalı olarak ilamsız icra takibi yapması en başta İİK.nun 32.maddesi amir hükmüne aykırılık teşkil edeceği gibi, dürüstlük kuralı ile de bağdaşmayacağından hukuk düzeni tarafından korunamaz. Bu doğrultuda, Dairemizin yeni oluşan içtihatları ile ilama dayalı olarak ilamsız icra takibi yapılamayacağı sonucuna varılmıştır.

O halde ilama dayalı olarak ilamsız icra takibi yapılamayacağından, mahkemece bu hususun re'sen nazara alınarak alacaklının itirazın kaldırılması isteminin reddine karar verilmesi yerine esasının incelenerek yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.

Sonuç: Borçlunun temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK'nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 26.04.2013 gününde oybirliği ile karar verildi.

"Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programı "
Old 30-07-2013, 16:30   #3
Av. Bülent Sabri Akpunar

 
Varsayılan

"şahsi kusur - hizmet kusuru ayrımının ortadan kaldırıldığı / kamu personeline karşı adli yargıda dava açılamayacağı"

Özet: 4 HD ve HGK, "Kamu görevlisinin, hizmet içinde veya hizmetle ilgili olmak üzere tutum ve davranışının suç oluşturması ya da hizmeti yürütürken ağır kusur işlemesi veya düşmanlık siyasal kin gibi kötü niyetle bir kişiye zarar vermesi halinde dahi bu durum, aynı zamanda yönetimin gözetim ve iyi eleman seçme yükümlülüğünü yerine getirmemesi nedeniyle hizmet kusuru da sayılacağı" görüşüyle uzun süredir gerek doktrin gerekse yargısal uygulamada kabul gören "şahsi kusur - hizmet kusuru" ayrımını ve şahsi kusur halinde adli yargının görevli olacağı prensibini ortadan kaldırmış görünmektedir.

Alıntı:
T.C.
YARGITAY
4. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2013/9764
KARAR NO : 2013/12420
Y A R G I T A Y İ L A M I
MAHKEMESİ : .....1. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 17/01/2013
NUMARASI : 2012/217-2013/26
DAVACI : 1- F.T.
DAVALI : M.U.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 05/04/2012 gününde verilen dilekçe ile maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın reddine dair verilen 17/01/2013 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
Dava, tedavi hatası nedeni ile uğranılan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece istem reddedilmiş; karar, davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
Kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken veya görevlerini yaparken kişilere zarar vermesi ilgili kamu kurumunun hizmet kusurunu oluşturur. Bu durumda sorumlu, kamu görevlisinin emrinde çalışmakta olduğu kamu kurumu olup dava o kurum aleyhine açılmalıdır. (T.C. Anayasası 40/III, 129/V, 657 Sy.K.13, HGK 2011/4-592 E., 2012/25 K.) Bu konuda yasal düzenlemeler emredici hükümler içermektedir. Diğer yandan Sorumluluk Hukukunun temel ilkeleri açısından bakıldığında da bu şekilde düzenlemenin mevzuatta yer almış olması zarar görenin zararının karşılanması yönünde önemli bir teminattır.
Davaya konu edilen olayda, .....Devlet Hastanesi'nde doktor olan davalı 657 sayılı yasa hükümlerine tabi olup kamu görevlisidir. Davalının, davacıların desteğinin gerekli tetkik ve tedavilerini zamanında yapmadığından, doğru tanı koyamadığından dolayı zarara uğranıldığı iddia edildiğine göre, Anayasa'nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Yasası'nın 13/1. maddesi gereğince memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan doğan tazminat davalarının, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasada gösterilen biçim ve koşullara uygun olarak idare aleyhine açılabileceğine ilişkin yasal düzenleme uyarınca husumet nedeni ile davanın reddine karar verilmesi gerekir.
Mahkemece açıklanan yasal düzenleme gözetilerek, davalı doktor hakkındaki davanın husumet nedeniyle reddedilmesi gerekirken, işin esasının incelenmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda gösterilen nedenle BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 27/06/2013 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY YAZISI
Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın 13/1. maddesi gereğince memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasada gösterilen biçim ve koşullara uygun olarak idare aleyhine açılabilir. İdare aleyhine böyle bir davanın açılabilmesi, hizmet kusurundan kaynaklanmış, idari işlem ve eylem niteliğini yitirmemiş davranışlar ile sınırlıdır. Kamu görevlisinin, özellikle haksız eylemlerde, Anayasa ve özel yasalardaki bu güvenceden yararlanma olanağı bulunmamaktadır.
Dava dilekçesinde belirtilen maddi olgulardan davalının salt kişisel kusuruna dayanıldığının anlaşılması karşısında öncelikle bu iddia doğrultusunda delillerin toplanıp değerlendirilerek sonuca varılması gerekir. Açıklanan nedenlerle çoğunluğun bozma kararına katılmıyorum. 27/06/2013
Başkan
Şerife Öztürk

Alıntı:
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2011/4-592
K. 2012/25
T. 1.2.2012
• YANLIŞ TEDAVİDEN KAYNAKLANAN TAZMİNAT TALEBİ ( Doktorun İhmal ve Dikkatsizliğine Dayalı Destekten Yoksun Kalma Tazminatı – Eylemin Görev Sırasında Hizmet Kusurundan Kaynaklandığı/Davanın Doktora Değil İdareye Karşı Açılması Gereği )
• DOKTORA KARŞI AÇILAN TAZMİNAT DAVASI ( Destek Yoksun Kalmaya Dayalı Olarak/Eylemin Görev Sırasında Hizmet Kusurundan Kaynaklandığı - Davanın Doktora Değil İdareye Karşı Açılması Gereği /Davanın Husumet Yokluğu Nedeniyle Reddedilmesinin Hukuka Uygun Olduğu )
• HİZMET KUSURUNUN KAPSAMI ( Doktorun İhmal ve Dikkatsizliğine Dayalı Destekten Yoksun Kalma Tazminatı Talebi – Eylemin Hizmet Kusurundan Kaynaklandığı/Davanın Davanın Doktora Değil İdareye Karşı Açılması Gereği )
• HUSUMET YOKLUĞU ( Doktorun İhmal ve Dikkatsizliğine Dayalı Destekten Yoksun Kalma Tazminatı Talebi/Davanın Doktora Karşı Açıldığı – Eylemin Hizmet Kusurundan Kaynaklandığı/ Davanın Husumet Yokluğu Nedeniyle Reddedilmesinin Hukuka Uygun Olduğu )
• DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATI DAVASI (Doktorun İhmal ve Dikkatsizliğine Dayalı – Eylemin Görev Sırasında Hizmet Kusurundan Kaynaklandığı/Davanın Doktora Değil İdareye Karşı Açılması Gereği )
ÖZET : Dava, desteğin yanlış tedavi sonucu öldüğü iddiasına dayalı tazminat istemine ilişkindir. Uyuşmazlık; kamu görevlisi doktorun eylemi nedeniyle açılan eldeki tazminat davasında husumetin adı geçen doktora yöneltilip yöneltilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Davacı taraf, davalı doktorun görevi sırasında kanamalı ve acil durumda olduğu halde destekleri olan hastaya müdahalede bulunmayıp, dış gebelik olan başka bir hastayla ilgilendiği; böylece, dikkatsizlik ve tedbirsizliği nedeni ile desteğin ölümüne neden olduğu iddiasıyla ve doktoru hasım göstererek eldeki tazminat davasını açmışlardır.
Davalının görevi dışında kalan kişisel kusuruna dayanılmadığına, dikkatsizlik ve tedbirsizliğe dayalı da olsa eylemin görev sırasında ve görevle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde bulunmasına göre, eldeki davada husumet kamu görevlisine değil, idareye düşmektedir. Öyle ise dava idare aleyhine açılıp, husumetin de idareye yöneltilmesi gerekir. Mahkemece, davalı doktor hasım gösterilerek açılan davanın husumet yokluğu nedeni ile reddedilmesi hukuka uygundur.
DAVA : Taraflar arasındaki "yanlış tedavi nedeniyle tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Mersin 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nce husumet yönünden davanın reddine dair verilen 22.10.2007 gün ve 2002/426 E. 2007/590 K. sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 16.12.2008 gün ve 2008/4001 E. 2008/15365 K. sayılı ilamıyla;
1-... Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davacıların davalılardan Eşe Ağca ve Erkan Bağlarbaşı'na yönelik temyiz itirazları reddedilmelidir.
2-Davacıların davalılardan Asım Örener'e yönelik temyiz itirazlarına gelince; Dava, desteğin doğum yaptığı sırada davalıların ihmali sonucu öldüğü iddiasına dayalı tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece istem husumet yönünden reddedilmiş, kararı davacılar temyiz etmişlerdir.
Davacılar desteğin Mersin Devlet Hastanesinde görevli doktor ve hemşire olan davalıların ihmali sonucu doğum sırasında meydana gelen yırtığın oluşturduğu kanama sonucu öldüğünü, olayda davalıların geç müdahaleleri nedeniyle kusurlu olduklarını belirterek tazminat isteminde bulunmuşlardır. Mahkemece alınan Adli Tıp Kurumu 1. ve 3. İhtisas Kurulu raporlarında "ölümün doğum sırasında kollum yırtığına bağlı kanamadan ileri gelmiş olduğunun kabulü gerektiği; olayda hastaya zamanında müdahale etmeyen davalı doktor Asım Örener'in (4/8) oranında kusurlu olduğu, diğer davalıların kusurlarının bulunmadığı" belirtilmiştir. Şu haliyle davalılardan Asım Örener'in hizmetten ayrılabilen kusuruna dayanıldığına ve Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu raporunda da (4/8) oranında kusurlu olduğu belirtildiğine göre anılan davalı yönünden davanın husumetten reddi doğru değildir. Mahkemece zarar kapsamı belirlenip sonucuna göre davalı Asım Örener tazminattan sorumlu tutulmalıdır. Bu yönün gözetilmemesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir...),
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
KARAR : Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, desteğin yanlış tedavi sonucu öldüğü iddiasına dayalı tazminat istemine ilişkindir.
Mahkemece, istem husumet yönünden reddedilmiş; davacılar vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde açıklanan nedenlerle davalı Asım Ö. yönünden bozulmuş; diğer davalılar hakkındaki red kararına yönelik temyiz itirazları ise reddedilmekle, bu davalılar hakkındaki karar kesinleşmiştir.
Mahkeme, "Anayasa'nın 129/5. maddesi ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 13. maddesi gereğince, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları ancak idare aleyhine açılabilir," gerekçesiyle önceki kararında direnerek davalı Asım Ö. hakkındaki davayı reddetmiş; hükmü davacılar vekili temyize getirmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; kamu görevlisi doktorun eylemi nedeniyle açılan eldeki tazminat davasında husumetin adı geçen doktora yöneltilip yöneltilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle, devlet hastanesinde çalışan kamu görevlisi doktorun eyleminden sorumluluğa ilişkin yasal düzenleme, kavram ve kurumlar irdelenmelidir.
Kamu personelinin mali sorumluluğuna ilişkin düzenlemeler öncelikle Anayasa olmak üzere ilgili kanunlarda yer almaktadır.
2709 sayılı T.C.Anayasası (Anayasa)'nın ;
Temel Hak ve Hürriyetlerin Korunması" başlıklı 40.maddesinde:
Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
Ek fıkra: 03/10/2001 - 4709 S.K./16. md.) Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.
Kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır."
İdareye karşı yargı yolunu düzenleyen "Yargı Yolu" başlıklı I25.maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinde: "İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır,"; son fıkrasında da "İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür,"
Kamu görevlilerinin görev ve sorumluluklarını düzenleyen 129. maddesinin; Birinci fıkrasında; "Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler."
Beşinci fıkrasında ; "Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir." hükümleri yer almaktadır.
Anayasa'nın bu hükümleri ile amaçlanan, memur ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu davrandıklarından bahisle haklı ya da haksız olarak yargı mercileri önüne çıkarılmasını önlemek, kamu hizmetinin sekteye uğratılmadan yürütülmesini sağlamak ve aynı zamanda zarara uğrayan kişi yönünden de memur veya diğer kamu görevlisine oranla ödeme gücü daha yüksek olan devlet bir sorumluyu muhatap kılarak kamu düzenini korumaktır.
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 14.9.1983 gün 1980/4-1714 E. -1983/803 K. sayıh kararında da Anayasa'nın 129/5. maddesinin konuluş amacı tartışılmış; "T.C. Anayasasının zararın doğumuna neden olan eylem ve davranışlarla, buna bağlı hukuki sorumluluğu hiçbir zaman ortadan kaldırmadığı, aksine zarar görenler açısından daha güvenli sayılması gereken devletin sorumluluğu ilkesini getirdiği..." ifade edilmiştir.
Bu anayasal hükümlere paralel düzenleme 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 12.5.1982 tarih ve 2670 sayılı Kanunun 6. maddesiyle değişik 13. maddesinde yer almaktadır.
657 sayılı Kanunun “kişilerin uğradıkları zararlar” başlıklı 13. maddesinin, 06.06.1990 tarih ve 3657 sayılı Kanunun 1. maddesiyle değişik birinci fıkrasında:
Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya muhafaza edilen para ve para hükmündeki değerli kâğıtların ilgili personel tarafından zimmete geçirilmesi halinde, zimmete geçirilen miktar, cezaî takibat sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır.”
hükmü öngörülmüştür.
Anayasanın 129/5. maddesinin uygulama yasası olan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 13. maddesinin meclis gerekçesinde;
Bu madde, kamu hukukuna tabi görevler bakımından idare edilenlere verilecek zararlar konusundaki sorumluluğu düzenlemektedir…
Maddedeki teminat iki açıdan incelenmelidir;
Her şeyden önce, idare edilenler lehine bir teminat mevcuttur. İdare edilenler, kamu hukukuna tabi görevler dolayısıyla kendilerine verilmiş olan zararlarda, doğrudan doğruya görev sahibi kurum aleyhine dava açabilecekler ve böylece asıl ödeme kabiliyeti olan bir davalı bulmuş olacaklardır. Aksi takdirde özellikle büyük zararlar bakımından davayı kazansalar bile, ödeme kabiliyeti olmayan bir memurla karşı karşıya kalmaları mümkündür. Halbuki maddedeki şekliyle, her zaman için karşılarında ödeme kabiliyetine sahip bir kurum bulabileceklerdir.
İkinci teminat; memur, daha doğrusu Kamu hukukuna tabi hizmetlerle görevli personel bakımındandır. Bu gibi personel, görevlerini yerine getirirken, daimi bir tazminat tehdidi altında kalmayacaklar ve dolayısıyla kamu hizmetlerinin çok ağır görülmesi gibi bir sakıncayla karşılaşılmayacaktır. Ancak, daimi olarak ve ilk elden dava tehdidi altında bulunmamak, memurların tamamıyla sorumsuz hareket edebilecekleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu madde ile memur mütemadiyen mahkemelerde kendi aleyhine açılmış davalarla uğraşmaktan korunmuştur ama, görevleri doıayısıyla idareye vermiş olduğu zararlardan ötürü idareye karşı olan sorumluluğu devam etmektedir..."
ifadeleri yer almaktadır.
Görülmektedir ki, Anayasa'nın 40/3, 125/son, 129/5 maddeleri ile uygulamanın çerçevesi net olarak çizilmiş; "memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, ancak rücu edilmek şartı ile idare aleyhine açılabileceği" açıkça ifade edilmiştir.
Uyuşmazlığın çözümünde Anayasa'nın 129/5 maddesinde yer alan "Yetkilerini kullanırken işledikleri kusur" ifadesinden ne anlaşılması gerektiğinin belirlenmesi önem taşımaktadır ki, bu noktada "kusur" ile ilgili açıklama yapılmasında yarar vardır:
Kusurun kanunlarımızda tanımı yapılmamıştır. Uygulama ve öğretide kabul görmüş tanıma göre; kusur, hukuk düzenince kınanabilen davranıştır. Kınamanın nedeni, başka türlü davranma olanağı varken ve zorunlu iken, bu şekilde davranılmayarak, bu tarzdan sapılmış olmasıdır. Kısacası; kusur, genel tanımıyla, hukuk düzeni tarafından bir davranış tarzının kınanması olup; bu kınama, o davranışın belirli koşullar altında bireylerden beklenen ortalama hareket tarzından sapmış olmasından kaynaklanır.
Yine, öğreti ve uygulamadaki hakim görüşe göre, sorumluluk hukuku açısından kusurun, kast ve ihmal (taksir) olmak üzere ikiye ayrılacağı kabul edilmektedir. Bu bağlamda, kast hukuka aykırı sonucun bilerek ve isteyerek meydana getirilmesi; ihmal ise, hukuka aykırı sonucu istememekle birlikte, böyle bir sonucun önlenmesi için gerekli önlemlerin alınmaması ve gereken özenin gösterilmemesidir(Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 10.12.2003 gün ve 2003/11-756 E., 2003/743 K. sayılı ilamı).
İdare hukuku ilkeleri çerçevesinde olaya bakıldığında ise, bir kamu görevlisinin görev sırasında, hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun, kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı ve bu nedenle açılacak davaların ancak idare aleyhine açılabileceği bilinen ilkelerindendir (Danıştay l0. Daire T. 20.04.1989 gün ve 1988/1042 E.; 1989/857 K. sayılı ilamı). Yeri gelmişken "yetkilerini kullanırken" ve "bu görevleri yerine getiren personel" kavramlarıyla amaçlananın ne olduğu üzerinde durulmalıdır:
Devletin sorumluluğunun diğer bir şartı da, zararın, memur ve diğer bir kamu görevlisi tarafından "görevini yerine getirirken" ve "görevle ilgili yetkilerini kulanırken" gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Şu halde görevin ifası "Yetkinin kullanılması" ile gerçekleşen zarar arasında işlevsel (görevsel) bir bağ bulunmalı zarar, kamu görevi (kamu yetkisi) yerine getirilirken, bu görev ve yetki nedeni ile doğmuş olmalıdır.
Memur ve diğer resmi görevlilerin kamu görevlisi sıfat ve kapasiteleri dışında özel bir kişi olarak, özel hukuk hükümlerine göre özel işlerini yaparken üçüncü kişilere verdikleri zarardan doğrudan doğruya kendileri sorumludur. (Eren F., Borçlar Hukuku Genel Hükümleri Beta 10.Bası s. 590 vd.)
Öte yandan, kamu görevlisinin, hizmet içinde veya hizmetle ilgili olmak üzere tutum ve davranışının suç oluşturması ya da hizmeti yürütürken ağır kusur işlemesi veya düşmanlık siyasal kin gibi kötü niyetle bir kişiye zarar vermesi halinde dahi bu durum, aynı zamanda yönetimin gözetim ve iyi eleman seçme yükümlülüğünü yerine getirmemesi nedeniyle hizmet kusuru da sayılmalı ve bu nedenle açılacak dava İdareye yöneltilmelidir
Tüm bu açıklamalar göstermektedir ki, kişilerin uğradığı zararla, zarara sebebiyet veren kamu personelinin yürüttüğü görev arasında herhangi bir ilişki kurulabiliyorsa orada görevle ilgili bir durum var demektir ve bu tür davranışlar kasten veya ihmalen işlenmesine bakılmaksızın, kamu personelinin hizmetten ayrılamayan kişisel kusurları olarak ortaya çıkmakta ve bu husus, 657 sayılı Yasanın 13 üncü maddesindeki "kişilerin kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlar" ibaresinde ifadesini bulmaktadır.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 129/5 maddesinde "kusur" şartından bahsedildiğine göre yetkisini kullanan memurun veya kamu görevlisinin işlediği eylemin kasten mi yoksa ihmalen mi gerçekleştirdiğine bakılmaksızın bu eylemlerinden doğan davaların ancak idare aleyhine açılması gerektiğinin kabulü zorunludur.
Hukuk Genel Kurulu'ndaki görüşmelerde yukarıda açıklanan anayasal ve yasal düzenlemeler ile kurum ve kavramlar değerlendirilmiş;
Öncelikle, açıklanan anayasal ve yasal düzenlemelerin amacı tartışılmış; gerek Anayasa, gerekse Devlet Memurları Kanunu'nda yer alan düzenlemelerin, memur ve kamu görevlisinin sorumluluğunu ortadan kaldırmadığı; daha sonra ilgilisine rücu edilmek üzere ilk etapta devletin sorumluluğuna giderek, mağdura zararını daha iyi bir şekilde giderecek bir muhatap ve tereddütsüz bir yargı yolu sağladığı; bugüne kadar ki uygulamada, kamu personelinin mali sorumluluğunu çözmek İçin "hizmet kusuru" ve "kişisel kusur" ayrımına gidilmiş olmasının yerinde olmadığı, zira yasada böyle bir unsur bulunmayıp; bunun tamamen idare ile memur arasında görülecek rücu davasının sorunu olduğu; öte yandan, Anayasa'nın 129/5 maddesinde sayılan görevlinin görevini yerine getirirken veya yetkilerini kullanırken kasten islediği eylemin bu koruma altına girip girmeyeceğine ilişkin olarak da, yasanın "kusur" ifadesi kullanması karşısında eylemin kasten veya ihmalen işlenmesine bakılmaksızın idarenin sorumluluğuyla güvence altına alındığı, ceza mahkemesinde yargılanmasının hatta ceza almasının dahi öneminin bulunmadığı, bunun da ancak rücu davasında dikkate alınacağı; sonuçta, memur ve kamu görevlisinin görevi sırasında hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı bu nedenle açılacak davanın idare aleyhine açılması gerektiği; görev yapılan yerde dahi olsa memur ve kamu görevlisinin yaptığı iş ile ilgisi olmayan eylemlerin varlığı halinde ise bu eylemden memurun kişisel olarak sorumlu tutulacağı, bu nedenle açılacak davaların da ancak adli yargıda ve kamu görevlisi veya memur aleyhine açılabileceği, ilke olarak oyçokluğu ile kabul edilmiştir.
Bu ilkeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde:
Davacı taraf, davalı doktorun görevi sırasında kanamalı ve acil durumda olduğu halde destekleri olan hastaya müdahalede bulunmayıp, dış gebelik olan başka bir hastayla ilgilendiği; böylece, dikkatsizlik ve tedbirsizliği nedeni ile desteğin ölümüne neden olduğu iddiasıyla ve doktoru hasım göstererek eldeki tazminat davasını açmışlardır.
Davacıların bu iddiası, içerikçe davalı doktorun görevi sırasında ve yetkisini kullanırken işlediği bir kusura ve bu kusurun niteliği itibariyle de kamu görevlisinin ihmaline dayanmaktadır.
Hal böyle olunca, davalının görevi dışında kalan kişisel kusuruna dayanılmadığına, dikkatsizlik ve tedbirsizliğe dayalı da olsa eylemin görev sırasında ve görevle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde bulunmasına göre, eldeki davada husumet kamu görevlisine değil, idareye düşmektedir. Öyle ise dava idare aleyhine açılıp, husumetin de idareye yöneltilmesi gerekir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, Mahkemece, davalı doktor hasım gösterilerek açılan davanın husumet yokluğu nedeni ile reddedilmesi usul ve yasaya uygun olup, direnme kararının onanması gerekir.
SONUÇ : Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan gerekçelerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından, başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 01.02.2012 gününde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile karar verildi.
Old 31-10-2013, 15:42   #4
Av.Nevra Öksüz

 
Varsayılan Daniştay

İhalelere katılmaktan yasaklama kararlarına karşı dava açma süresinin, ilgili kararın Resmi Gazete'de yayınlandığı günden itibaren değil muhataba yazılı bildirimden(ıttıla) itibaren başlayacağı.

Alıntı:
Danıştay 13. Daire, 25.09.2009 tarih, Esas: 2008/14146, Karar: 2009/8646: "...Bu durumda, 14.07.2007 tarihinde ilan suretiyle tebliğ edilmesi nedeniyle, bu tarihte öğrenildiği kabul edilen dava konusu yasaklama işlemine karşı, bu tarihten itibaren 60 gün içerisinde, en son 12.09.2007 tarihine kadar dava açılması gerekirken, 13.09.2007 tarihinde kayda giren dilekçe ile açılan davanın, 2577 sayılı Yasa'nın 7.maddesi uyarınca süre aşımı nedeniyle incelenme olanağı bulunmadığından, esasa girilerek davanın reddi yolunda verilen temyize konu Mahkeme kararında hukuka uyarlık görülmemiştir..."
Kararın tamamı için:
http://www.turkhukuksitesi.com/serh.php?did=15044

Alıntı:
Danıştay 13. Daire, 12.03.2013 tarih, Esas: 2012/731, Karar: 2013/687: "...Anayasa'nın 125. maddesinde ve 2577 sayılı Kanun'un 7. maddesinde, idarî işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin hesabında başlangıç tarihi olarak yazılı bildirimin esas alınacağı kurala bağlanmış olduğundan, subjektif işlemlere karşı açılacak idarî davalarda, dava açma süresinin işlemeye başlayabilmesi için idarî işlemin ilgilisine yazılı olarak bildirilmesinin zorunlu olduğu, yasaklama kararlarının ilanı gereken düzenleyici işlem niteliği taşımadığı dikkate alındığında, bakılan davanın, dava konusu işlemin öğrenilmesi üzerine yasal süre içerisinde açıldığının kabulü gerektiğinden ve 22.10.2004 tarihinde davacı tarafından öğrenilen işleme karşı 24.11.2004 tarihinde açılan davanın süresinde olduğu anlaşıldığından, İdare Mahkemesince davanın esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken süre aşımı nedeniyle davanın reddi yolunda verilen kararda usule uygunluk bulunmamaktadır..."
Kararın tamamı için:
http://www.turkhukuksitesi.com/serh.php?did=15045
Old 10-02-2014, 15:33   #5
Av. Bülent Sabri Akpunar

 
Varsayılan

İcra Müdürlüğünün KDV'ye yönelik işlemlerine ilişkin şikayetler hakkında vergi mahkemelerinin değil icra mahkemelerinin görevli olduğu.

Alıntı:
T.C.

YARGITAY

12. HUKUK DAİRESİ

E. 2013/17981

K. 2013/25613

T. 08.07.2013

* KDV VE DAMGA VERGİSİNİN İADESİNE İLİŞKİN İCRA MEMURU İŞLEMİ (Şikayetin Dairenin Değişen İçtihadına Göre İcra Mahkemesinde Görüleceği - Şikayetin Esası İnceleneceği)

* İCRA VE İFLAS DAİRELERİNİN YAPTIĞI İŞLEMLER (Kanuna Aykırı Olmasından veya Olaya Uygun Bulunmamasından Dolayı İcra Mahkemesine Şikayet Olunacağı - KDV ve Damga Vergisine İlişkin İcra Memuru İşlemi Şikayetinin İcra Mahkemesinde Çözümleneceği)

* İCRA MEMURUNUN İŞLEMİNE YÖNELİK ŞİKAYET (Fazla Yatırıldığı Belirtilen KDV İle İkinci Kez Ödenen Damga Vergisine İlişkin Şikayet - İcra Mahkemesinde Çözümleneceği)

2004/m.16

ÖZET : İcra ve iflas dairelerinin yaptığı işlemler hakkında kanuna aykırı olmasından veya olaya uygun bulunmamasından dolayı icra mahkemesine şikayet olunabilir. Şikayet, İcra Müdürlüğü' nün Talimat sayılı dosyasından yapılan satış nedeniyle şikayetçinin satın aldığı traktör nedeniyle fazla yatırıldığı belirtilen KDV ile ikinci kez ödenen damga vergisinin iadesine ilişkin olup icra memurunun işlemine yönelik olduğundan uyuşmazlık icra mahkemesinde çözülmelidir. Şikayetin esası incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir

DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki şikayetçi tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Dairemizce KDV'nin tarh ve tahakkuk işlemleri, bu verginin mükellefi sıfatıyla icra dairesinde yürütüldüğü, dolayısıyla buna ilişkin yapılan işlemlerden doğan uyuşmazlıkların çözüm yerinin vergi mahkemeleri olduğu belirtilerek icra mahkemelerince yargı yolu farklılığı nedeniyle şikayet dilekçesinin reddine karar verilmesi gerektiği yönünde yerleşik uygulamasına rağmen Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümü'nün 11.03.2013 tarih ve 2012/182 E. 2013/321 K.sayılı kararında vurgulandığı üzere, KDV'ye ilişkin şikayetin mahkemece incelenmesi söz konusu icra dosyasından yapılarak anılan işlemin kanuna uygun olup olmadığı hususunda karar vereceğinin kuşkusuz olacağı belirtilmek suretiyle adli yargılanmanın bir parçasını oluşturduğu bu uyuşmazlığın icra müdürlüğünün tesis ettiği bir işlemden kaynaklandığı gözetildiğinde bu işlemin yasaya uygun olup olmadığının adli yargı yerince çözümlenmesi gerektiği belirtilerek icra mahkemesinin görevsizlik kararının kaldırılmasına kesin olarak oybirliğiyle karar verilmiş olduğundan, bundan böyle KDV'nin tarh ve tahakkuk işlemlerine ilişkin şikayetler hakkında icra mahkemesinin görevli olduğunun kabulü gerekmiştir.

İİK.nun 16. maddesi gereğince icra ve iflas dairelerinin yaptığı işlemler hakkında kanuna aykırı olmasından veya olaya uygun bulunmamasından dolayı icra mahkemesine şikayet olunabilir.

Somut olayda; Aliağa İcra Müdürlüğü' nün 2011/843 Talimat sayılı dosyasından yapılan satış nedeniyle şikayetçinin satın aldığı traktör nedeniyle fazla yatırıldığı belirtilen 7.395,00 TL.- KDV ile ikinci kez ödenen 215,32 TL.- damga vergisinin iadesine ilişkin olup icra memurunun işlemine yönelik şikayet niteliğinde olduğundan uyuşmazlık icra mahkemesinde çözülmelidir.

O halde mahkemece, şikayetin esası incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken görev yönüden istemin reddine karar verilmesi isabetsizdir.

SONUÇ : Şikayetçinin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK'nun 366 ve HUMK'nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 08.07.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.Kazancı İçtihat Prg.'dan alınmıştır
Old 10-02-2014, 15:50   #6
Av. Bülent Sabri Akpunar

 
Varsayılan

Hukuki(imarda) el atma olarak nitelendirilen davalarda adli yargının değil idari yargının görevli olduğu



Alıntı:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
Esas : 2013/5-603
Karar : 2013/1503
tarih : 30.10.2013

İNCELENEN KARARIN MAHKEMESİ : İstanbul 11.Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 08/11/2012
NUMARASI : 2012/... E-2012/... K.
DAVACILAR : .....
DAVALI : ..... Belediye Başkanlığı

Taraflar arasındaki “Kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 11.Asliye Hukuk (Şişli 2.Asliye Hukuk) Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 05.04.2011 gün ve 2010/91 E.-2011/162 K sayılı kararın incelenmesi davalı vekilince istenilmesi üzerine, Yargıtay 5.Hukuk Dairesi’nin 06.12.2011 gün ve 2011/12327 E.-2011/20105 K sayılı ilamı ile;
(...Mahkemece uyulan bozma kararı gereğince inceleme ve işlem yapılarak hüküm kurulmuş, karar davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Dosyada bulunan kanıt ve belgeler ile mahallinde yapılan keşif sonucu alınan rapordan, dava konusu taşınmaza fiilen el atılmadığı ve taşınmaza ilişkin 1/1000 ölçekli uygulama imar planının onay işlemlerinin devam ettiği anlaşıldığı gibi 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanununun 7/s maddesi gereğince mezarlık alanlarını tespit etmek, mezarlıklar tesis etmek, işletmek, işlettirmek ve defin ile ilgili hizmetleri yürütmek Büyükşehir Belediyesi'nin görevleri arasında bulunduğundan davalı belediye hakkında açılan davanın reddi yerine kabulüne karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir…)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davalı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'na eklenen "Geçici 3.madde" atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı H.U.M.K.nun 2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II.fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıya metni aynen alınan gerekçe ile hüküm bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararını, davalı vekili temyize getirmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşme sırasında, işin esasının incelenmesinden önce, dava dilekçesinde, imar öncesi 3242 parselden bahsedildiği, Özel Daire bozma ilamında ise, dava konusu edilmeyen imarla oluşan 5 parsel sayılı taşınmazla ilgili hukuki nitelendirme yapılmış bulunması karşısında davacıların davasının hangi parsel hakkında olduğu, sonucuna göre davacının aktif dava ehliyeti önsorun olarak tartışılmıştır.
Yapılan görüşmeler sonucunda Hukuk Genel Kurul çoğunluğunca; 6100 sayılı HMK’nun 33 (1086 sayılı HUMK’nun 76.) maddesi uyarınca; hakimin Türk Hukukunu resen uygulaması (hukuki niteleme ile uygulanacak kanun maddesini tespit etmesi) gerektiğinden ve dava dilekçesi bir bütün olarak
değerlendirilip, davacının zarara uğradığını belirtip, tazminat istediği gözetildiğinde, dava dilekçesinin içerdiğinden davacıların amacının gerek imar öncesi malik oldukları parsel, gerekse imar sonucu verilen parselin işlerine yaramadığı, bu taşınmazları kullanma imkânlarının kalmaması nedeniyle, tazminat istemine ilişkin olduğu, Özel Daire bozma ilamında imar parseli ile ilgili nitelendirmeden sonra davacılar vekilinin bozma ilamına uyulmasını talep ettiği, dava dilekçesinin netice-i talep bölümünde eski parsel numarası yazılmasının maddi hataya dayalı olduğu dolayısıyla davacının talebinin yeni parsele ilişkin olduğu oyçokluğu ile kabul edilmiştir.
İkinci önsorun olarak; 11.06.2013 günlü resmi gazete yayınlanarak yürürlüğe giren 24.05.2013 günlü, 6487 sayılı “Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un 21.maddesi ile değişen 04.11.1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6'ncı maddesinin eldeki davaya etkisinin ne olacağı ve eldeki davaya adli yargı yerinde mi yoksa idari yargı yerinde mi bakılacağı hususu değerlendirilmiştir.
Öncelikle uyuşmazlığa ilişkin hukuki kavram ve kurumlar ile ilgili mevzuatın irdelenmesinde yarar vardır:
A-Kamulaştırmasız Elkoyma Kavramı, Niteliği ve Yasalarımızdaki Süreci:
Kamulaştırmasız el koyma kavramı, 6830 sayılı İstimlâk Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 09 Ekim 1956 tarihinden sonraki olgular için söz konusu olup; bu tarihten önceki el koymalar, 05.01.1961 gününde kabul edilen 221 sayılı Amme Hükmi Şahıslar veya Müesseseleri Tarafından Fiilen Amme Hizmetlerine Tahsis Edilmiş Gayrimenkuller Hakkındaki Kanun ile “Kamulaştırılmış” sayılmıştır.
Gerek 6830 sayılı İstimlâk Kanunu’nda, gerekse bu Kanunu kaldırarak, kamulaştırma konusunda yeni ilkeler getiren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda; kamulaştırma yapılmaksızın taşınmaz malına el konulan kimsenin, uğradığı zarar ve ziyan ile mülkiyet hakkının kullanılmasından doğan malın özüne bağlı hangi davaları açabileceği konusunda bir düzenleme getirilmemiştir.
Taşınmazına kamulaştırmasız el konulan kimsenin, ilgili kamu tüzel kişisi aleyhine el atmanın önlenmesi davası açabileceği gibi, tazminat verilmesini de isteyebileceği, 16.05.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile çözüme bağlanmıştır.
Bu noktada, 04.11.1983 tarihinde kabul edilip 08.11.1983 gününde yürürlüğe giren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 38.maddesinde, kamulaştırmasız el koymadan kaynaklanan davalarda süre yönünden yirmi yıllık bir sınırlama getirilmiş ise de; bu hükmün, Anayasa Mahkemesi’nin 04.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 10.04.2003 gün ve 2002/112 Esas, 2003/33 karar sayılı kararıyla iptal edilmesi sonucu, idarenin kamulaştırmasız el koyma işlemine karşı hak sahiplerinin dava hakkını yirmi yıl ile sınırlayan hak düşürücü süre ortadan kalkmıştır.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararının yürürlüğe girdiği 04.11.2003 tarihinden sonra ve bu tarihten önceki yirmi yıl içinde taşınmazlarına kamulaştırmasız el konulanların, idare aleyhine tazminat ve elatmanın önlenmesi istemiyle süreye bağlı olmaksızın dava açmalarının önünde yasal bir engel bulunmadığı gibi; İptal Kararının yürürlüğe girdiği tarihten önceki yirmi yıldan daha önce taşınmazlarına kamulaştırmasız el konulanların hak ve durumları da, 30.06.2010 tarihinde yürürlüğe giren 18.06.2010 gün ve 5999 sayılı “Kamulaştırma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” la 2942 sayılı kamulaştırma kanununa geçici 6.madde eklenmiş ve malikçe tazmin talebinde bulunulması hâlinde öncelikle uzlaşma yoluna gidilmesi, uzlaşma temin edilemeyen hâllerde dava yoluna gidilebileceği öngörülmüştür.
Bu düzenlemeden sonra 25.02.2011 tarihinde yayınlanan 6111 sayılı “Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un geçici 2.maddesi ile “ Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onbeş yıl süreyle geçerli olmak üzere; 04.11.1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6'ncı maddesi hükmü, 04.11.1983 tarihinden sonraki kamulaştırmasız el koyma işlemlerine de uygulanır. Ancak, bu tarihten sonraki kamulaştırmasız el koyma işlemleri sebebiyle açılan tazminat davalarında verilen ve kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden 2942 sayılı Kanunun geçici 6'ncı maddesinin yedinci fıkrası uyarınca ödemelerde kullanılmak üzere, ihtiyaç olması halinde, idarelerin yılı bütçelerinde sermaye giderleri için öngörülen ödeneklerden ayrıca yüzde beş pay ayrılır” hükmü getirilmiştir.
Nevarki, anılan bu madde, Anayasa Mahkemesi'nin 01.11.2012 Tarih, 2010/83 Esas, 2012/169 Karar sayılı ilamı ile iptal edilmiş ve iptalin 30.05.2013 tarihinde yürürlüğe gireceği karar altına alınmıştır.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararı üzerine, 30.05.2013 tarihinde kabul edilip 11.06.2013 günlü resmi gazete yayınlanarak yürürlüğe giren 6487 sayılı “Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un 21.maddesi ile 04.11.1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6'ncı maddesinde değişiklik yapılmıştır.
Diğer taraftan, Kamulaştırmasız el atma müessesesi, kaynağını ve dayanağını Anayasa ve yasalardan almayan, mülkiyet hakkının özüne dokunan bir işlemdir. Kamulaştırmada, yöntem olarak Anayasa ve yasalara uygun bir kamulaştırma işlemi yapılması söz konusu iken, kamulaştırmasız el koymada usulüne uygun bir kamulaştırma işleminden söz edilmesi olanaklı değildir.
Ancak, kamulaştırmasız el atma ile kamulaştırmanın, konu, amaç ve yetki yönüyle benzer yönleri bulunmaktadır; her iki müessesenin de oluşması için, kamulaştırma yapmaya yetkili devlet kamu tüzel kişileri veya kamu kurumları tarafından kamulaştırma işleminin yapılması veya kamulaştırmasız el atılmış olması gereklidir. Kamulaştırmasız el koymada da, kamulaştırmada olduğu gibi, taşınmazın edinilmesinde kamu yararının bulunması zorunludur. Gerek kamulaştırmanın, gerekse kamulaştırmasız el koymanın konusu sadece özel mülkiyette bulunan taşınmaz mallardır.
Az yukarıda açıklandığı üzere, kamulaştırmasız el koyma müessesesi mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip olmakla birlikte, çağdaş bir yaklaşımla ve sosyal devlet ilkesi gereği olarak uygulamada, taşınmaz malikine, dava yoluyla mülkiyetin bedele çevrilmesi ya da idarenin hakkın özünü zedeleyen el koyma eylemine son verilmesi yolu açılmıştır.
Kamulaştırmasız el atma halinde kamu kurumu, Kamulaştırma Kanununa uygun hareket etmeden, ferdin malını elinden almış olması sebebiyle kanunsuz bir harekette bulunmuş durumdadır. Bu bakımdan dava, mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil neticesinde meydana gelen zararın tazmini davasıdır (11.02.1959 gün, E:1958/17, K:1959/15 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesinden).
B-Mülkiyet Hakkı, Kavram ve İçeriği:
Modern mülkiyet anlayışında mülkiyet hakkı yetki ve ödevlerden oluşmaktadır. Malikin hem yetkileri, hem de yakınlarına ve topluma karşı ödevleri bulunmaktadır. Modern mülkiyet anlayışına göre, hakkın kapsamında yer alan ödevler, mülkiyet hakkına yabancı, ona dıştan ve sonradan yükletilen sınırlamalar olarak kabul edilmemeli, aksine bunları, kamu yararı amacıyla malike yükletilen ve mülkiyet hakkını oluşturan ödevler olarak düşünmelidir.
Görülmektedir ki, mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Mülkiyet ancak kanunla ve kamu yararı amacı ile sınırlandırılabilir. Başka bir deyişle, kanun koyucunun malikin yetkilerini sınırlamak yetkisi, 1982 Anayasası'nın 35/2.maddesinde sınırlandırılmıştır. Bu sınırlandırmanın özü “kamu yararı”, şekli ise “kanun” dur. Kanun koyucunun mülkiyet üzerinde yaptığı sınırlamalar bu hakkın özüne dokunamaz.
1982 Anayasasında modern mülkiyet anlayışı benimsenmiştir.
1982 Anayasası, mülkiyet hakkına saygılı ve bu hakkı koruyan bir rejimi öngörmektedir. Anayasanın mülkiyet hakkını düzenleyen ve aynı başlığı taşıyan 35.maddesinde, “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” hükmü bulunmaktadır. 35.madde de mülkiyet hakkı üç aşamalı bir anlatımla açıklanmıştır:
Birinci fıkrasında “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir” denilerek bu hakkın varlığı anayasal bir hak olarak saptanmıştır. Böyle bir hak sahibi bu şeylerin mülkiyetini kazanabilir. Ona sahip olabilir. Mülkiyetinde olan şeyi dilediği gibi kullanabilir. Başkalarının o şeye el atması durumunda onun el atmasının önlenmesini ve bu hakkının korunmasını isteyebilir. Dava edebilir.
Mülkiyet hakkının bu görünümü sınırsız ve kısıtlamasızdır.
Kutsal, sınırlamasız ve kısıtlamasız görünen bu hak anılan maddenin 2. ve 3.fıkraları ile genel bir sınırlamaya bağlı kılınmıştır.
İkinci fıkra uyarınca: “Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir”. Demek ki kamu yararı olan yerde veya bu amaçla kullanma gereksiniminde mülkiyet hakkı sınırlanabilir. Ancak bu sınırlama da kanunla yapılabilir. Kanunsuz olarak burada kamu yararı vardır, denilerek herhangi bir kamu kurumu veya tüzel kişisi mülkiyet hakkına herhangi bir sınırlama koyamaz. Öyle ise bu fıkranın içeriğine göre ancak kamu yararı bulunduğu durumlarda ve kanuna tutunarak sınırlama yapılabilir, yasal bir dayanak olmadan kamu yararı olsa bile mülkiyet hakkına el uzatılamaz. Yasanın olanak tanıdığı yerde de kamu yararı bulunmalıdır.
Anayasa’nın 35.maddesinin İkinci fıkrasında kastedilen, kamu yararı nedeniyle mülkiyet hakkının sınırlanması, 46.maddede “Kamulaştırma” olarak ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Ancak, anılan maddede öngörülen koşullar gerçekleştiğinde, mülkiyet hakkına sınırlama getirilmekte ve karşılığı ödenmek suretiyle malı elinden zorla alınmaktadır.
1982 Anayasasının 35.maddenin 3.fıkrası, mülkiyet hakkına bir sınırlama daha koymuştur. Bu fıkrada, “Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” ifadeleriyle, mülkiyet hakkı sahibine kendi kendini sınırlaması koşulunun ne olduğunu göstermiştir.
Dikkat edilecek olursa; 1982 Anayasasında mal sahibinin kullanma hakkı, 35.maddenin 2.fıkrasında “kamu yararı”, 3.fıkrasında “toplum yararı” ile sınırlanmış ise de; her iki durumda da, taşınmazın mülkiyetine el uzatılamamakta, sadece kullanma hakkının hangi sınırlarla bağlı olduğu ifade edilmektedir.
Anayasanın “mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını” içeren 35.maddesi ile Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesi (743 sayılı TKM m.618) hükümlerinin birlikte incelenmesinden varılacak sonuç, Türk Hukukunda mülkiyet hakkının sosyal (modern) mülkiyet anlayışıyla düzenlenmiş olduğudur.
Öyleyse, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683.maddesi (743 sayılı TKM m.618) uyarınca, malik, eşya üzerinde ancak hukuk düzeninin sınırları içinde tasarruf eder. Dolayısıyla mülkiyet, kişilere, eşya üzerinde en geniş yetkiler sağlamakla birlikte, ödevler de yükleyen bir hak olarak kabul edilmektedir. Bu hak, malikin gerek yetkilerini ve gerekse komşularla topluma karşı olan ödevlerini kapsar. Böylece mülkiyetin özü, yetki ve ödevlerden oluşur.
Mülkiyet hakkının olumlu içeriğine göre malik, eşyayı eylemli olarak dilediğince kullanma, ondan ve semerelerinden yararlanma, eşyayı zilyedinde bulundurma, satış, bağışlama, nesnel haklar kurma, kişisel haklarla sınırlama gibi, eşya üzerinde dilediğince tasarrufta bulunma yetkileriyle donatılmıştır.
Malikin eşya üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş bulunmaktadır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683.maddesine (743 sayılı TKM m.618) göre malik, eşyayı hukuka aykırı olarak elinde bulunduran ya da eşyaya el koyan kişilerden onun geri verilmesini isteyebileceği gibi, yine hukuka aykırı olarak zilyetliğine yapılan el atmaların önlenmesini, taşkınlıkların giderilmesini de isteme hakkına sahiptir.
Bu suretle, mülkiyet hakkının sağladığı yetkilerin müeyyidesi olan dava hakları malike tanınarak mülkiyet korunmuştur. Kanunun deyimiyle, “istihkak ve elatmanın önlenmesi” istemleri mülkiyet hakkından doğup, varlıklarını mülkiyet hakkına ayrılmaz bir biçimde bağlı olarak sürdürürler.
Mülkiyet hakkının içeriğine giren ödevler ise; yapmama, katlanma ve yapma ödevleridir. Komşuluk hukukuna ilişkin ödevler yapmama ödevine, kar, yağmur ve tutulamayan kaynak sularını kabule zorunluluk katlanma ödevine, taşınmaz mallar için vergi, resim ve harç ödeme yükümlülüğü de yapma ödevine örnek olarak gösterilebilir.
Bütün bu anlatılanların ortaya koyduğu sonuç şudur; mülkiyet, toplum yararı ile sınırlı, sahibine gerek yetki ve gerekse ödevler yükleyen kamu ve özel hukuk karakterli kendine özgü bir haktır.
O halde, malik mülkiyet hakkına dayanarak, mülkiyete ilişkin yetkilerin kullanılmasında, hukuksal bir nedene dayanılmadan üçüncü kişilerin engellemesi ile karşılaştığı takdirde, el atmanın önlenmesi davası açabilecektir. Açıktır ki, bu gibi davranışlarla ihlal edilen, Anayasal ve yasal bağlamda teminat altına alınmış bulunan, mülkiyet hakkıdır.
Burada, davranışların haksız olması ve bir hakka dayanmaması yeterli olup, kusurun bulunması gerekli değildir. Malikin, mülkiyet hakkını, engellemenin varlığını ve nedensellik bağının bulunduğunu ispatlaması gerekli ve yeterlidir (Hukuk Genel Kurulu'nun 15.12.2010 gün ve E:2010/5–662, K:2010/651 sayılı ilamı).
Az yukarıda vurgulanan Anayasa hükmüne (m.35) paralel olarak yasakoyucu taşınmaz mülkiyetinin kullanımına, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile sınırlama getirmiştir.
Anılan Kanun'unun 5.maddesi gereğince, özel hukuk hükümlerine tabi gerçek ve tüzel kişilerin mülkiyetinde bulunan taşınmazların bizatihi kendisi değil, bu taşınmazlarda varlığı bilinen veya daha sonra ortaya çıkacak olan korunması gerekli taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının Devlet malı niteliğinde olduğu belirtilmiş; aynı Kanun'un 11/2.maddesinde ise, maliklerin bu varlıkların üzerindeki mülkiyet haklarının tabii icabı olan ve bu kanunun hükümlerine aykırı bulunmayan bütün yetkilerini kullanabilecekleri düzenlenmiştir.
C-İmar Planlarının Hukuk Kuralları Arasındaki Yeri, İmar Planlarına Hakim Olan İlkeler ve Doğurduğu Hukuki Sonuçlar:
Bir idari fonksiyon olarak planlama, “içeriği ne olursa olsun, önceden saptanmış hedef ya da hedeflere, yine önceden saptanmış sürede ulaşmak için izlenecek yön ve yöntemleri belirleme eylemi” olarak tanımlanmaktadır (Ö.Bozkurt, T.Ergun, S.Sezen, Kamu Yönetimi Sözlüğü, 1.Basım, Ankara 1998, s.206).
Niteliklerine göre planlar, emredici, özendirici ve yol gösterici olmak üzere üçe ayrılırlar. Emredici planlarda; idare, plan ile amaçladığı hedeflere ulaşılmasını şart koşar ve tüm kesimler buna uymak zorundadır.
3194 sayılı İmar Kanunu’nun 8.maddesi gereğince, belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde belediyeler, dışında ise valiliklerce (İl Özel İdarelerince) yapılması zorunlu kılınan imar planları (nazım ve uygulama imar planları) emredici planlardandır (H. Kalabalık, İmar Hukuku, Ankara 2005, s.63).
İmar planlamasının amacı, belediye ve mücavir alanlar ile bu alanların dışında, kamu ve toplum yararını gerçekleştirecek hukuki çerçevenin oluşturulmasıdır.
Bu amacın gerçekleştirilmesinde hukuki boyut, başta Anayasa olmak üzere, İmar Kanunu, diğer ilgili kanunlar ve imar yönetmelikleri olup; planlama mevzuatının amacı, Anayasanın belirlediği ilke ve hedefler doğrultusunda kamu yararını sağlamak olmalı, planlar da aynı ilke ve hedefler doğrultusunda uygulanmalıdır.
İmar planları, hemen hemen tüm hukuk sistemlerinde yerel planların yapılması ve uygulanması sırasında uyulması gerekli görülen ilkeleri taşıması gerekli olup; “açıklık”, “genellik”, “üst dereceye bağlılık”, “kamu yararı”, “esneklik”, “geniş kapsamlılık”, “uzun süreli olma”, “bilimsellik” ve “katılım” ilkelerinin yanı sıra, “hukuk devleti” ve “zorunluluk” ilkeleri ayrıca önem arz etmektedir.
Hukuk devleti ilkesi gereğince, imar planları ve bunları uygulanması amacıyla idarece yapılan düzenlemeler keyfi ve indi olmamalı; makul bir şekilde, meşru ve kamusal amaçların gerçekleştirilmesiyle ilgili, Anayasanın ikinci kısmında yer alan temel hak ve hürriyetlerle uyumlu, özellikle 35.maddesi ile güvence altına alınan mülkiyet hakkına saygılı olmalıdır. Ayrıca, idare imar planları ve bunları uygulamak amacıyla idari işlemler yaparken, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak, Anayasa ve kanunlarca belirlenen usullerin takip edilmesi gerekir (H. Kalabalık, age, s.101).
Zorunluluk ilkesi gereğince de, onaylanmış imar planlarının dışına çıkılması olanaklı değildir. Bu planlar, herkes için uyulması zorunlu belgelerdendir. Diğer bir ifadeyle, kesinleşen yerel planlar, idare ve vatandaşlar açısından bağlayıcı hukuki sonuç doğurur. Kent ya da kasabaların mevcut durumunda bir takım değişiklikler meydana getirmek amacında olan yerel planların bu amaca ulaşılabilmeleri için, planlarca getirilen yükümlülüklerin ilgili idareler, vatandaşlar ve devlet tarafından mutlaka yerine getirilmeleri zorunludur. Yerel planların kabul edilmesinden sonra ilgili idare için bunları uygulamak zorunluluğu doğar (H. Kalabalık, age, s.118-119).
Denilebilir ki, imar planları onaylanarak bağlayıcılık kazandıktan sonra, idare ve bireyler açısından bir takım hukuki sonuçlar doğurmaktadır. Bir başka ifadeyle imar planları, idare ve halk açısından kimi yükümlülükler meydana getirmekte ve haklarına sınırlamalar koymaktadır.
İdare açısından en belirgin yükümlülük, imar planına aykırı davranışta bulunulamamasının yanı sıra, planların uygulanması için gerekli olan imar programlarını ve yönetmelikleri, Kanunda öngörülen süre içerisinde hazırlamaktır (İmar Kanunu m.10). Belediyelerin, imar programı yapma yükümlülüğünü hiç yerine getirmemeleri halinde bunun müeyyidesi, İmar Kanununda öngörülmemiştir.
Özel hukuk gerçek ve tüzel kişileri açısından ise, imar planlarının onaylanmasından sonra, imar sınırları içinde girecekleri her türlü imar ve yapı faaliyetlerinde imar plan ve imar programlarına uygun davranmak, her türlü yapı için ilgili idareden izin almak ve izin ilkelerine uygun olarak yapı inşa etmek yükümlülüğü doğmaktadır.
İmar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerde kişilerin taşınmaz malları üzerindeki haklarına, imar programı süresince bir takım kısıtlamalar getiren 3194 sayılı İmar Kanununun 13.maddesinin; imar plânlarında, resmî yapılara, tesislere ve okul, cami, yol, meydan, otopark, yeşil saha, çocuk bahçesi, pazar yeri, hal, mezbaha ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlarda, inşaata ve mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilmeyeceği, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceğine dair düzenlemeyi içeren birinci fıkrası ile; imar plânlarının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra parsel sahibinin, başvuruda bulunarak imar plânlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı okul, cami ve otopark sahası ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanların yapımından ilgili kamu kuruluşunca vazgeçildiğine dair görüş alması koşuluyla tüm belirli çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar plânına göre inşaat yapabileceğini öngören üçüncü fıkrası, Anayasa Mahkemesi’nin 29.12.1999 gün ve 1999/33 Esas 1999/51 Karar sayılı kararı ile iptal edilmiştir.
Gerekçesi özellikle Anayasa’nın 13. ve 35.maddelerine dayandırılan, iptal kararında; “Anayasa’nın 35.maddesinde mülkiyet hakkı düzenlenmiştir. Kişinin bir şey üzerindeki hâkimiyetini ifade eden mülkiyet hakkı, malike dilediği gibi tasarruf olanağı verdiği ve ona özgü olduğundan mutlak haklar arasındadır.
Anayasa’nın 35.maddesinde, ‘Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz’ kuralına yer verilmiş, temel hak ve özgürlüklerin sınırını gösteren 13.maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabileceği, temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacağı ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacağı, bu maddede yer alan genel sınırlama sebeplerinin temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerli olduğu belirtilmiştir.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup onları büyük ölçüde kısıtlayan veya tümüyle kullanılamaz hale getiren sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaştığı kabul edilemez. Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını sağlamak olduğundan yasal düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Bu nedenle getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler, ancak ayrık durumlarda ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilmelidir.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez.
Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.
3194 sayılı Yasa’nın 13.maddesinin itiraz konusu birinci fıkrasında imar plânlarında, resmi yapı, okul, cami, yol, meydan gibi umumi hizmetlere ayrılan yerlerin, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceği öngörülmüştür. Yasa’nın 10.maddesinde de belediyelerin, imar plânlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde bu planı uygulamak üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlayacakları belirtilmiş, ancak Yasa’da bu plânların tümünün hangi süre içinde programa alınarak uygulanacağına ilişkin bir kurala yer verilmemiştir.
13.maddenin birinci fıkrası uyarınca imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerin mevcut kullanma şekillerinin ne kadar devam edeceği konusundaki bu belirsizliğin, kişilerin mülkiyet hakları üzerinde süresi belli olmayan bir sınırlamaya neden olduğu açıktır.
İmar plânlarının uygulamaya geçirilmesindeki kamusal yarar karşısında mülkiyet hakkının sınırlanmasının demokratik toplum düzeninin gerekleriyle çelişen bir yönü bulunmamakta ise de, itiraz konusu kuralın neden olduğu belirsizliğin kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak mülkiyet hakkını kullanılamaz hale getirmesi, sınırlamayı aşan hakkın özüne dokunan bir nitelik taşımaktadır.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de 23.09.1981 günlü Sporrong ve Lonnroth kararında, kamulaştırma izni ile inşaat yasağının uzun bir süre için öngörülmüş olmasının, toplumsal yarar ile bireysel menfaat arasındaki dengeyi bozduğu sonucuna varmıştır.” İfadeleri ile iptali istenen maddelerin Anayasa’nın 13. ve 35.maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır (Bkz.HGK'nun 15.12.2010 gün ve E:2010/5–662, K:2010/651 ve 11.09.2013 gün ve E:2012/5–1826, K:2013/1298 sayılı ilamları).
D-Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarına Göre Kamulaştırmasız El Atma:
Türkiye’nin 18 Mayıs 1954 tarihinde onaylamış olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başlangıçta mülkiyete ilişkin bir kural içermemekle birlikte, Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden önce mülkiyet hakkının da yer almasına yönelik bir protokol oluşturulmuş ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme'ye Ek Protokol imzalanmıştır.
Protokolün birinci maddesi mülkiyetin korunmasını düzenlemekte olup; bu madde üç kuraldan oluşmaktadır. Bu kuralların ilki; mülkiyet hakkına saygı duyulması biçiminde genel ilkedir. İkincisi; mülkiyet hakkından kamu yararı nedeniyle hukuka uygun olarak yoksun bırakılmanın meşruluğu; nihayet üçüncüsü de, mülkiyet hakkının kamu yararına uygun olarak kullanılmasının düzenlemesinin meşru bir müdahale sayılacağı ilkesidir.
Bu bağlamda kamulaştırmasız el atma iddiaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde ileri sürüldüğü zaman, mahkeme meşru müdahalelerin olup olmadığını incelemektedir; meşru bir müdahale yoksa, mülkiyet hakkına saygı duyulmadığına ve hakkın ihlal edildiğine karar vermektedir.
E: Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Uygulaması:
6487 sayılı “Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un 21.maddesiyle 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun, geçici 6.maddesi değiştirilmeden önce, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca:
İmar planlarında kamu alanı olarak tahsis edilmiş bulunan taşınmazlar üzerinde malikinin ileriye yönelik inşaat yapma gibi kişisel tasarruflarda bulunma, rayiç değeri üzerinden satma, kiralama, yararlı değişiklikler yapma gibi, mülkiyet hakkının sahibine verdiği yetkileri kullanma hakkı kısıtlandığı kabul edilmiştir.
Ayrıca, İdare, kamu yararı nedeniyle, kamusal amaçların gerçekleştirilmesi için bir takım işlemler yaparken, Anayasanın ikinci kısmında yer alan temel hak ve hürriyetlerle uyumlu, özellikle 35.madde ile güvence altına alınan mülkiyet hakkına saygılı olmak gerektiği kabul edilmiş ve buradan hareketle, imar planlarında uzunca bir süre kamu alanı olarak tahsis edilmiş bulunan taşınmaların kamulaştırmayarak veya takas yoluyla davacıya başka bir yerden taşınmaz vermeyerek pasif kalmak suretiyle tasarrufunu engelleyen davalı idarelerin, Anayasada yer alan temel hak ve hürriyetlerle, bireyin mülkiyet hakkına saygılı olmadığı, dahası, böyle bir durumda idarece, kamu yararı savında bulunulamayacağı, eş söyleyişle, imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan alanların yıllarca uygulamaya dökülmemiş olması ve bunun da süregelen bir hal alması, ortada bir kamu yararının bulunmadığının kabulünü gerektirdiği, bu durumdaki taşınmaz maliklerinin, mülkiyet hakkının kendisine verdiği yetkilerle donatılmış olarak, dilediği gibi tasarrufta bulunmasının idarece yıllarca engellenmiş olmasının, “Hukuk Devleti” ilkesinin en önemli unsurlarından biri olan “hukuk güvenliği”ni zedelediği, mülkiyet hakkına kamusal yarar, sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok ettiği kabul edilmiştir.
Bu bağlamda; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma, ya da, takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kabul edilmek suretiyle, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683.maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır.
Diğer taraftan, bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile, imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmadığı, her ikisinin de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurduğu, bundan öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma, ya da, takas cihetine gitmeyen idarenin, pasif ve suskun kalmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale etmiş sayılacağı; bu haliyle idarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu ve kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, idarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini adli yargı yerinden isteyebileceği kabul edilmiştir. (Bkz.HGK'nun 15.12.2010 gün ve E:2010/5–662, K:2010/651 sayılı ilamı)
F: Uyuşmazlık Mahkemesi Uygulaması:
Anayasa’nın 158.maddesiyle, adlî, idari ve askerî yargı mercileri arasındaki görev ve hüküm uyuşmazlıklarını kesin olarak çözümlemeye yetkili kılınan Uyuşmazlık Mahkemesinin istikrar bulmuş içtihatları da bu yönde olup, Uyuşmazlık Mahkemesi benzer bir olayda görevli mahkemenin idari yargı olduğunu kabul etmiştir. (Bkz; Uyuşmazlık Mahkemesi 04.02.2013 gün ve 201/107 E- 2013/230 K sayılı kararı)
G: Anayasa Mahkemesi Kararları:
- Bireysel Başvuru sonucu verilen karar; , Uyuşmazlık Mahkemesi’nce benzer bir olayda görevli mahkemenin idari yargı olduğuna ilişkin verdiği kararın kaldırılması için Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunulmuş, Yüksek Mahkeme’nin 18.09.2013 tarih ve 2013/1586 başvuru numaralı kararı ile başvurunun, adil yargılanma hakkının ve kanuni hâkim güvencesi ilkesinin ihlal edildiği iddiaları yönünden “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.
-Anayasaya aykırılık nedeniyle verilen karar; 04.11.1983 günlü, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun, 24.05.2013 günlü, 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 21.maddesiyle değiştirilen geçici 6.maddesinin yedinci, onbirinci ve onüçüncü fıkralarının Anayasa’nın 10. ve 38.maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptallerine karar verilmesi istemi ile Anayasa Mahkemesi’ne yapılan itiraz sonucu Yüksek Mahkeme’nin 25.09.2013 tarih ve 2013/93 esas 101 karar sayılı ilamı ile
“...2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2.maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde, “İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları”nın idari yargıda görüleceği hükme bağlanmıştır. Buna göre, özel kanunlarda adli yargının görevli olduğu belirtilmedikçe, idari işlem ve eylemlerden kaynaklanan tazminat davalarının görüm ve çözümü idari yargının görev alanına girmektedir.
Bununla birlikte, Türk Hukukunda, Fransız uygulamasının etkisiyle idarenin, hiçbir hukuki temeli bulunmayan bazı eylemlerinden doğan zararların tazmininin idari yargıda değil, adli yargıda görülmesi gerektiği doktrin ve yargısal içtihatlarda kabul edilmektedir. Bu eylemler, şeklen idareden sadır olmalarına rağmen eylemlerdeki ağır hukuksuzluk, bunların fonksiyonel açıdan idari eylem olma niteliğini ortadan kaldırmakta ve fiili yola dönüştürmektedir. Bu derece ağır hukuksuzluklar içeren fiiller, öteden beri idari eylem olarak değil haksız fiil olarak yorumlamakta ve uygulanmaktadır.
Türk hukukunda “fiili yol”un en karakteristik örneği, “kamulaştırmasız elatma”lardır. Kamulaştırmasız el atma, idarenin, bir kişiye ait taşınmazı bilerek veya bilmeyerek kamulaştırmaya ilişkin usul ve kurallarına uymaksızın ve bir bedel ödemeksizin işgal ederek kamu hizmetine tahsis etmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Buna göre, kamulaştırmasız el atmadan söz edilebilmesi için, kişiye ait gayrimenkulün idarece (kamu hizmetinde kullanılmak amacıyla) işgal edilmiş olması ve bu işgalin kanunda öngörülen usul ve esaslara uyularak tesis edilmiş bir kamulaştırma işlemine dayanmadan gerçekleştirilmiş olması gerekmektedir. Bu şekilde, idarenin hukuk dışı eyleminden kaynaklanan fiili el atmaların, özel kişilerin haksız fiil teşkil eden eylemlerinden hiçbir farkının bulunmadığı, bu nedenle bu tip eylemlerden doğan zararların da özel kişilerin haksız fiilinden doğan zararlarda olduğu gibi adli yargıda dava konusu edilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Başvuran Mahkemede görülen davaya konu olayda, davacıya ait taşınmaz, imar planlarıyla ‘‘dere mutlak koruma alanı ” sınırları içine alınmış ve bu nedenle davacının taşınmaz üzerindeki tasarruf yetkisi kısıtlanmıştır. Davacının tasarruf yetkisinin kısıtlanmasının, davacının mamelekinde azalma meydana getirebileceği tartışmasızdır. Ancak, davacının mülkü üzerinde tasarruf etme hakkının kısıtlanması, idarenin bir eyleminden değil, idari bir işlem niteliğinde olduğu tartışmasız olan imar planından kaynaklanmaktadır. Olayda, idarenin fiili el koyma niteliği taşıyan bir eylemi henüz bulunmamakta, aksine kanunen yapması gereken kamulaştırma işlemlerini yapmamak biçiminde tezahür eden bir eylemsizliği söz konusudur.
Öte yandan, kamulaştırmasız el atmadan söz edilebilmesi için taşınmaz zilyetliğinin idareye geçmesi ve taşınmazın fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş olması gerekmektedir. Oysa Mahkemede görülen davaya konu olayda olduğu gibi “imar kısıtlamaları”nda taşınmaz zilyetliği malikte kalmaya devam etmekte olup yalnızca malikin tasarruf yetkisinin, ilgili mevzuattan kaynaklanan bazı kısıtlamalara maruz kalması söz konusu olmaktadır...”
Hususları açıklanarak geçici 6.maddenin onuncu fıkrasının üçüncü cümlesinde de, “Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir” hükmüne yer verilerek imar kısıtlamalarından kaynaklanan tazminat davalarının idari yargıda açılacağının teyit edildiği belirtilmiştir.
H-Sonuç:
Anılan açıklamalar çerçevesinde somut olaya bakıldığında; davacıların ½ oranında paydaşı oldukları Kâğıthane 3242 parsel sayılı, 288 m2'lik arsalarının ıslah imar planı ile yol yapıldığı, bu yere karşılık davacılara Kâğıthane 4742 ada, 5 parsel sayılı taşınmazda 144/2184’er pay olmak üzere toplam 288/2184 hisse verildiği, bu taşınmazın ise imar planında ağaçlandırılacak alan olarak planlandığından kullanılmasının mümkün olmadığı, tahsis edilen yerin, yürürlükte olan imar planına göre özel mülkiyete konu olamayacak yerlerden olduğu ileri sürülerek kamulaştırmasız el atıldığı gerekçesi ile tazminat isteğinde bulunulduğu gözetildiğinde, idarenin fiili el koyma niteliği taşıyan bir eylemi henüz bulunmamakta ise de, idari bir işlem niteliğinde olduğu tartışmasız olan imar planıyla davacıların mülkleri üzerindeki tasarruf etme hakları kısıtlandığı gibi kamulaştırma, ya da, takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, maliklerin taşınmaz üzerindeki tasarruf haklarını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla maliklerin taşınmazlarından mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz maliklerinin mülkiyet haklarının idari bir işleme dayalı olarak idarece engellendiği sonucuna varılmıştır.
Önsorun olarak tartışılan geçici 6.maddenin onuncu fıkrasının üçüncü cümlesinde de, “Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. ” hükmüne yer verilerek imar kısıtlamalarından kaynaklanan tazminat davalarının idari yargıda açılacağının teyit edildiği, eldeki davanın da idari yargı yerinde görülmesi gerektiği sonucuna varılması nedeniyle önsorun kabul edilerek, hükmün görev yönünden bozulması Hukuk Genel Kurulu çoğunluğunca benimsenmiştir.
Bozma nedenine göre işin esasına yönelik inceleme yapılmamıştır.
Bu nedenle yerel mahkemenin direnme kararının yukarıda belirtilen değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulması gerekmiştir.
S O N U Ç: Davalı vekilinin temyiz itirazları yukarıda açıklanan nedenlerle yerinde görüldüğünden, direnme kararının bu değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre şimdilik sair temyiz itirazlarının incelenmesine gerek olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı kanunun 440/I.maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 30.10.2013 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.
Old 04-07-2014, 10:48   #7
Av.Nevra Öksüz

 
Varsayılan

Yargıtay HGK, 23.12.2009 T., E: 2009/9-526, K: 2009/583: "...Somut olayda işe iade davası sonunda feshin geçersizliğinin tespiti ile işe iadeye karar verilmiş ve işçi yasal süresi içinde başvurmuş olmakla 31.12.2005 tarihinde gerçekleşen fesih tüm sonuçlarıyla ortadan kalkmıştır. Davacının iş sözleşmesi işe iade davası sonunda başvurusu üzerine işverence işe başlatılmamak suretiyle feshedilmiş olup anılan tarihe göre davacı işçiye ihbar tazminatı ödenmelidir. Geçersiz sayılan fesih öncesinde ihbar öneli kullandırılmış olması sebebiyle ihbar tazminatı isteğinin reddi hatalı olmuştur. İhbar tazminatı isteğinin kabulüne karar verilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir..."
Kararın tamamı için:
http://www.turkhukuksitesi.com/serh.php?did=15625


Yargıtay 7 HD, 28.02.2013 T., E: 2013/2240, K: 2013/1881: "...Somut olayda, davalı işverence daha önce davacıya usulüne uygun olarak ihbar öneli verilmiş olup, feshin geçersizliğine karar verildikten sonra işe başlatılmayan davacıya 4857 sayılı Kanun'un 21. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca tekrar ihbar öneli verilmesine gerek olmadığından ihbar tazminatı isteğinin reddi yerine yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir..."
Kararın tamamı için:
http://www.turkhukuksitesi.com/serh.php?did=15657


4857 S.K. m.21/4: "İşçi işe başlatılırsa, peşin olarak ödenen bildirim süresine ait ücret ile kıdem tazminatı, yukarıdaki fıkra hükümlerine göre yapılacak ödemeden mahsup edilir. İşe başlatılmayan işçiye bildirim süresi verilmemiş veya bildirim süresine ait ücret peşin ödenmemişse, bu sürelere ait ücret tutarı ayrıca ödenir."
Old 07-07-2014, 09:35   #8
Av. Murat ÇETİN

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av. Bülent Sabri Akpunar
Arkadaşlar,

Bu başlık altında adli ve idari Yüksek Mahkemelerin değişen mevzuat,Anayasa Mahkemesi ve AİHM içtihatları doğrultusunda uzun süredir ve istikrarlı(Müstakar!) olarak benimsediği görüşlerine ters (ve belki de istikrarlı yeni görüş)kararlarına yer vermek istiyorum. Eğer elinizde uzun süredir benimsenmiş görüşlere, özellikle içtihatlarla oluşturulmuş ve benimsenmiş ilkelere farklı yaklaşan hatta prensibin tam aksini savunan kararlar varsa lütfen bu başlık altında paylaşalım. Ki bir dava açmadan ve/veya savunma yapmadan önce bir sürprizle karşılaşmayalım.

Eklemek istediğim son not: Burada yalnızca değişen görüşü özetleyelim ve ilgili kararı ekleyelim.Uzun uzadıya "görüş neden değişti" veya "böyle olmamalıydı" tartışmasına gerekirse bir diğer başlık altında gireriz diye düşünüyorum.
Teşekkürler

Ben konuya farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Yargıtay, istediği zaman yerleşmiş içtihadından dönebilir mi? Yargıtay Kanunu'na göre bunun mümkün olmaması gerek. Çünkü Yargıtay Kanunu'na göre "Yargıtay dairelerinden biri; yerleşmiş içtihadından dönmek isterse" bu, içtihadı birleştirme nedeni.
Kanunun 15. Maddesi şöyle:
"Hukuk ve Ceza Genel Kurullarının görevleri:
Madde 15 – Hukuk ve Ceza Genel Kurullarının görevleri şunlardır:
1.Yargıtay dairelerinin bozma kararlarına karşı mahkemelerce verilen direnme kararlarını inceleyerek karar vermek,
2. a) (Ek: 26/9/2004-5235/51 md.) Aynı veya farklı yer bölge adliye mahkemelerinin kesin olarak verdikleri kararlar
bakımından hukuk daireleri arasında veya ceza daireleri arasında uyuşmazlık bulunursa,
b) Hukuk daireleri arasında veya ceza daireleri arasında içtihat uyuşmazlıkları bulunursa,
c) Yargıtay dairelerinden biri; yerleşmiş içtihadından dönmek isterse, benzer olaylarda birbirine uymayan kararlar vermiş bulunursa,
Bunları içtihatların birleştirilmesi yoluyla kesin olarak karara bağlamak"
Old 19-08-2014, 12:43   #9
olgu

 
Varsayılan



Alıntı:
T.C.
YARGITAY
12. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/16924
K. 2010/29087
T. 7.12.2010
• ŞİKAYET ( İlamın Esası Kesinleşmeden Eda Hükmü İçeren Feri Niteliğindeki Vekalet Ücreti Alacağının İnfaz Edilebileceği - Şikayetin İlam Vekalet Ücreti Alacağı Dışındaki Kısımlar Yönünden Kabulü Yerine Tümden Kabulüne Karar Verilmesinin İsabetsiz Olduğu )
• İLAMLI TAKİBE KONU OLABİLEN HÜKÜMLER ( Şikayet/Menfi Tespit Davası Sonunda Davanın Reddine Hükme Bağlayan Bölümü Tespit Niteliğinde Olduğundan Ayrıca Takip Konusu Yapılamayacağı - Alınan İlamda Alacaklı Yararına Hükmedilen Vekalet Ücretine İlişkin Bölüm Eda Hükmü Niteliğinde Olduğundan Takibe Konu Yapılmasının Mümkün Olduğu )
• İCRASI İÇİN KESİNLEŞME ŞARTI ARANMAYAN İLAMLAR ( Şikayet - İlamın Esası Kesinleşmeden Eda Hükmü İçeren Feri Niteliğindeki Vekalet Ücreti Alacağının İnfaz Edilebileceği/İstemin İlam Vekalet Ücreti Alacağı Dışındaki Kısımlar Yönünden Kabulü Gerektiği )
• VEKALET ÜCRETİ ( İlamlı İcra Takibinde İlamın Kesinleşmesi Gerektiği Yönünde Şikayet - Menfi Tespit Davası Sonunda Davanın Reddine Hükme Bağlayan Bölümü Tespit Niteliğinde Olduğundan Ayrıca Takip Konusu Yapılamayacağı/Alınan İlamda Alacaklı Yararına Hükmedilen Vekalet Ücretine İlişkin Bölüm Eda Hükmü Niteliğinde Olduğundan Takibe Konu Yapılabileceği )
2004/m.16,72/5

ÖZET : Dava, ilamlı icra takibinde ilamın kesinleşmesi gerektiği yönünde şikayete ilişkindir. Borçlunun borçlu olmadığını kanıtlamak için açtığı olumsuz tespit davası sonunda davanın reddine hükme bağlayan bölümü tespit niteliğinde olduğundan ayrıca takip konusu yapılamaz. Ancak, alınan ilamda alacaklı yararına hükmedilen vekalet ücretine ilişkin bölüm eda hükmü niteliğinde olduğundan, ilamlı takibe konu yapılması mümkündür. İİK'nun 72/5. maddesinde, borçlunun menfi tespit davasının kabulü halinde işin esası ile ilgili olarak icranın kısmen veya tamamen eski hale iadesi ilamın kesinleşmesine bağlanmıştır. Menfi tespit davasının reddi, durumun da kesinleşme şartı düzenlenmemiştir. Bu nedenle ilamın esası kesinleşmeden eda hükmü içeren fer'i niteliğindeki vekalet ücreti alacağı infaz edilebilir, hükmün kesinleşmesi gerekmez. O halde mahkemenin, şikayetin ilam vekalet ücreti alacağı dışındaki kısımlar yönünden kabulü yerine tümden kabulüne karar verilmesi isabetsizdir.

DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı vekili tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Sair temyiz itirazları yerinde değil ise de;

İcra takibinin dayanağı olan İzmir 3. Asliye Ticaret Mahkemesi'nin 27.12.2007 tarih ve 2007/23 Esas, 2007/851 Karar sayılı ilamı, takip borçlularının takip alacaklısına borçlu olmadıklarının tespiti talebinin reddine ilişkindir. Alacaklı, ilamda öngörülen avukatlık ücreti ile öngörülmeyen alacak ve işlemiş faizin tahsili için de takip başlatmıştır.

Borçlunun borçlu olmadığını kanıtlamak için açtığı olumsuz tespit davası sonunda davanın reddine ( alacaklıya borçlu olmadığının tespiti talebinin reddini ) hükme bağlayan bölümü tespit niteliğinde olduğundan ayrıca takip konusu yapılamaz. Ancak, alınan ilamda alacaklı yararına hükmedilen vekalet ücretine ilişkin bölüm ( ilamda yazılı miktarın davalıdan alınmasına ilişkin ) eda hükmü niteliğinde olduğundan, ilamlı takibe konu yapılması mümkündür.


İİK'nun 72/5. maddesinde, borçlunun menfi tespit davasının kabulü halinde işin esası ile ilgili olarak icranın kısmen veya tamamen eski hale iadesi ilamın kesinleşmesine bağlanmıştır. Menfi tespit davasının reddi, ( borçlu aleyhinde sonuçlanması ) durumu da kesinleşme şartı düzenlenmemiştir. Bu nedenle ilamın esası kesinleşmeden eda hükmü içeren fer'i niteliğindeki vekalet ücreti alacağı infaz edilebilir, hükmün kesinleşmesi gerekmez.

O halde mahkemenin, şikayetin ilam vekalet ücreti alacağı dışındaki kısımlar yönünden kabulü yerine tümden kabulüne karar verilmesi isabetsizdir.

SONUÇ : Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kısmen kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK'nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, 07.12.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.

Alıntı:
T.C.
YARGITAY
12. HUKUK DAİRESİ
E. 2012/8814
K. 2012/13307
T. 19.4.2012
• MENFİ TESPİT DAVASI ( Alınan İlamın Yargılama Gideri ve Tazminata Dair Bölümleri Davanın Kabulü ya da Reddine Dair Bölümü İle Bir Bütün Olduğu - Bu Kalemlerin Kesinleşmesi ve İnfazı Ancak Bir Bütün Olarak İlamın Kesinleşmiş Olmasına Bağlı Olduğu )
• İLAMIN YARGILAMA GİDERİ VE TAZMİNATA DAİR BÖLÜMLERİ ( Davanın Kabulü ya da Reddine Dair Bölümü İle Bir Bütün Olduğu - Bu Kalemlerin Kesinleşmesi ve İnfazı Ancak Bir Bütün Olarak İlamın Kesinleşmiş Olmasına Bağlı Olduğu )
• VEKALET ÜCRETİ VE İCRA İNKAR TAZMİNATININ İNFAZI ( İlamın Esas Hakkındaki Hükmü Kesinleşmeden Vekalet Ücreti ve İcra İnkar Tazminatına Dair Hüküm Bölümü Ayrıca İnfaz ve İcra Takibine Konu Edilemeyeceği - Menfi Tespit Davası )
• YARGILAMA GİDERİ ( Menfi Tespit Kararının Kesinleşmediği Anlaşılmakla Menfi Tespit İlamında Borçlu Olunmadığına Dair Kısım Vekalet Ücreti ve Yargılama Giderinin Talep Edilmesinin Mümkün Olmadığı )
• ŞİKAYET ( Borçlu Vekilinin İlamın Kesinleşmeden İnfaz Edilemeyeceği Şikayetinin Kabulüyle Takibin İptaline Karar Verilmesi Yerine İstemin Reddi Yönünde Hüküm Tesisinin İsabetsiz Olduğu )
2004/m.72/5
ÖZET : Borçlunun borçlu olmadığını kanıtlamak için açtığı menfi tespit davası sonunda alınan ilamın, yargılama gideri ve tazminata dair bölümleri, davanın kabulü ya da reddine dair bölümü ile bir bütündür. Bu kalemlerin kesinleşmesi ve infazı ancak bir bütün olarak ilamın kesinleşmiş olmasına bağlıdır. Dolayısıyla, ilamın esas hakkındaki hükmü kesinleşmeden vekalet ücreti ve icra inkar tazminatına dair hüküm bölümü ayrıca infaz ve icra takibine konu edilemez.
Somut olayda Asliye Hukuk Mahkemesi'nin menfi tesbit kararının kesinleşmediği anlaşılmakla, menfi tesbit ilamında borçlu olunmadığına dair kısım, vekalet ücreti ve yargılama giderinin talep edilmesi mümkün değildir. O halde mahkemece, borçlu vekilinin ilamın kesinleşmeden infaz edilemeyeceği şikayetinin kabulüyle takibin iptaline karar verilmesi yerine istemin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.
DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi Adem Özdemir tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği düşünüldü :
KARAR : Sair temyiz itirazları yerinde değil ise de;
Menfi tespit ilamının İcra ve İflas Kanunu'nun 72/5. maddesi karşısında kesinleşmeden takibe konulamaz. İlam bir bütün olup, ilamda yer alan eklentiler de aynı kurala tabidir. İlamda yer alan tüm alacak kalemlerinin ilamın kesinleştiği tarihte muaccel hale geleceği belirgin olmakla, ilam kesinleşmeden eklentilerin ayrıca takibe konu edilmeleri de söz konusu olamaz.
Diğer bir anlatımla; borçlunun borçlu olmadığını kanıtlamak için açtığı menfi tespit davası sonunda alınan ilamın, yargılama gideri ve tazminata dair bölümleri, davanın kabulü ya da reddine dair bölümü ile bir bütündür. Bu kalemlerin kesinleşmesi ve infazı ancak bir bütün olarak ilamın kesinleşmiş olmasına bağlıdır. Dolayısıyla, ilamın esas hakkındaki hükmü kesinleşmeden vekalet ücreti ve icra inkar tazminatına dair hüküm bölümü ayrıca infaz ve icra takibine konu edilemez. ( HGK. 5.10.2005 tarih ve 12-534 2005/554 Sayılı kararı )
Somut olayda Ödemiş 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2009/37 Esas, 2009/532 Karar sayılı 16.12.2009 tarihli menfi tesbit kararının kesinleşmediği anlaşılmakla, menfi tesbit ilamında borçlu olunmadığına dair kısım, vekalet ücreti ve yargılama giderinin talep edilmesi mümkün değildir.
O halde mahkemece, borçlu vekilinin ilamın kesinleşmeden infaz edilemeyeceği şikayetinin yukarda yapılan açıklamalar doğrultusunda kabulüyle takibin iptaline karar verilmesi yerine istemin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.
SONUÇ : Borçlunun temyiz itirazlarının kısmen kabulüyle mahkeme kararının yukarda yazılı sebeplerle İ.İ.K. 366 ve H.U.M.K.'nun 428. maddeleri uyarınca ( BOZULMASINA ), 19.04.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
yarx

Old 27-06-2015, 12:00   #10
Av.Nevra Öksüz

 
Varsayılan

TMK m.236/1-c.2 uygulaması:

Alıntı:
Yazan Yargıtay 8 HD, 27.4.2010 T., E-K: 2010/953-2148
...Davalı vekilinin takas istemine yönelik temyiz itirazlarına gelince; TMK'nın 236/1. fıkrasında; "Her eş veya mirasçıları, diğer eşe ait artık değerin yarısı üzerinden hak sahibi olurlar. Alacaklar takas edilir" denilmiştir. Görüldüğü gibi fıkranın son cümlesi alacakların takası yönünde emredici niteliktedir. Ne var ki, takasın yapılabilmesi için takas isteğinde bulunan kişinin de artık değeri istemesi gerekir. Davalı tarafından ileri sürülmüş böyle bir istek söz konusu değildir. Takasın olabilmesi için en azından yöntemine uygun bir biçimde harcı yatırılmak suretiyle bir isteğin olması ve bu isteğe bağlı olarak belirlenmiş ve kanıtlanmış bir alacağın bulunması gerekir. Sadece takas defi isteğinde bulunmak yeterli değildir. Bu nedenle davalı vekilinin bu yöne ilişkin temyiz itirazları da yerinde değildir...
Kararın tamamı için:
http://www.turkhukuksitesi.com/serh.php?did=16305

Alıntı:
Yazan Yargıtay 8 HD, 2.5.2013 T., E:2012/9607, K:2013/6424
...Bundan ayrı, TMK'nun 236/1.fıkrasında her eşin diğer eşe ait artık değerin yarısı üzerinde hak sahibi olacağı ve alacakların takas edileceği düzenlenmiştir. Ancak, takas yapılabilmesi için davalının bunu ileri sürmesi ve davacı adına bulunan mal ve eşyaların takasa tabi tutulması konusunda isteği bulunması gerekir. Dosya kapsamında bu konuda istek bulunmamaktadır. Tarafların açıklamalarının tespitiyle, dosya kapsamında bu yönde bir talep olmadığı halde altın, para ve servis aracının hesaplamaya dahil edilerek takas olarak değerlendirilmesi, başka bir anlatımla resen takasa ve külli tasfiyeye girilmesi isabetsiz bulunmaktadır. Külli (tam) tasfiyenin ve takasın yapılabilmesi için en azından bu konuda davalı tarafın da davacıdan ne istediğinin savunma olarak getirilmesi gerekmektedir...
Kararın tamamı için:
http://www.turkhukuksitesi.com/serh.php?did=16306
Old 23-08-2016, 09:43   #11
Av. Bülent Sabri Akpunar

 
Varsayılan Dosya borcunun tamamının teminat altına alınması halinde hacizlerin kaldırılacağı

Yeni Karar :

Alıntı:
T.C.
YARGITAY
12. HUKUK DAİRESİ
ESAS NO : 2015/10191
KARAR NO: 2015/21859
KARAR TARİHİ: 17/09/2015

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi G.T. tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Borçlunun icra mahkemesine yaptığı başvuruda, itirazın kısmen iptaline dair ilamı tehiri icra istemli olarak temyiz ederek, dosya alacağına yetecek miktarda nakit paranın teminat olarak yatırılmasına rağmen alacaklı tarafından haciz talebinde bulunularak araçlarına haciz konulduğunu ileri sürerek, hacizlerin kaldırılmasını talep ettiği, mahkemece istemin reddine karar verildiği anlaşılmıştır.

Somut olayda, alacaklı tarafından genel haciz yoluyla yapılan ilamsız icra takibine borçlunun itirazı üzerine takibin durduğu, alacaklının itirazın iptali isteminin, ** 7.Asliye Ticaret Mahkemesinin 2013/263 esas, 2014/239 karar sayılı 05.06.2014 tarihli kararı ile kısmen kabul edilerek, 13.709,00 TL. alacak yönünden itirazın iptaline, takip tarihinden itibaren %16 kademeli avans faizi işletilmesine karar verildiği, alacaklının icra dairesine ilamı ibraz ederek 11.08.2014 tarihli haciz talebi üzerine, icra müdürlüğünce hacizler uygulandığı, borçlunun ise 14.08.2014 tarihinde itirazın iptali ilamını tehir-i icra talepli temyiz ettiğine dair derkenar dilekçeyi icra dairesine sunarak, 15.08.2014 tarihi itibari ile icra müdürlüğünce hesaplanan dosya borcunun tamamını nakten yatırması üzerine, 19.08.2014 tarihinde mehil vesikası düzenlendiği ve Yargıtay 15.Hukuk Dairesi’nce 24.11.2014 tarihinde icranın geri bırakılmasına karar verildiği görülmüştür.

İİK'nun 36. maddesi gereğince; ilâmı temyiz eden borçlu, hükmolunan para veya eşyanın resmî bir mercie depo edildiğini ispat eder yahut hükmolunan para veya eşya kıymetinde icra mahkemesi tarafından kabul edilecek taşınır rehin veya esham veya tahvilât veya taşınmaz rehin veya muteber banka kefaleti gösterirse veya borçlunun hükmolunan para ve eşyayı karşılayacak malı mahcuz ise icranın geri bırakılması için Yargıtay’dan karar alınmak üzere icra müdürü tarafından kendisine uygun bir süre verilir.

İİK.nun 85/1.maddesi uyarınca; borçlunun mal ve haklarından, alacaklının ana para, faiz ve masraflar dahil tüm alacağına yetecek miktarı haczolunur. Aynı maddenin son fıkrası uyarınca ise, icra memurunun haciz koyarken alacaklı ve borçlunun menfaatlerini gözetmesi gerekir.

Yargıtay'dan tehiri icra kararı alabilmek üzere icra müdürlüğü tarafından mehil verilebilmesi için ibraz edilen teminat mektubu veya yatırılan nakdi teminat, ödeme yerine geçmez ise de, borçlu tarafından yatırılan teminatın, yatırıldığı tarih itibari ile icra takip dosyası alacağını tüm fer’ileri ile birlikte karşılaması halinde, mevcut hacizlerin aşkın hale geleceği kuşkusuz olduğu gibi, hacizlerin devam etmesi İİK.nun 85/son maddesiyle de bağdaşmayacaktır.

Şu hale göre; borçlu tarafından, dosya borcunun tamamı (asıl alacak ve fer'ileri) icra dairesine depo edilmiş olmakla, mahkemece, aşkın hale gelen hacizlerin kaldırılmasına karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile şikayetin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.

SONUÇ : Borçlunun temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK'nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 17/09/2015 gününde oy birliğiyle karar verildi.



Eski Karar :

Alıntı:
T.C. YARGITAY 12. HUKUK DAİRESİ
2014/14448 K. 2014/16947 T. 11.6.2014
DAVA : Mahalli mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için tetkik hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Alacaklının, genel haciz yoluyla başlattığı takipte, borçlunun, itirazın iptaline ilişkin kararı tehir-i icra talepli olarak temyizi üzerine, dosya borcunun teminat olarak dosyaya depo edildiğini ve hacizlerin kaldırılmasına karar verildiğini ileri sürerek, hacizlerin kaldırılması işleminin iptali istemi ile icra mahkemesine başvurduğu, mahkemece şikayetin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır.
İİK’nın 36. maddesi gereğince; ilâma karşı istinaf veya temyiz yoluna başvuran borçlu, hükmolunan para veya eşyanın resmî bir mercie depo edildiğini ispat eder yahut hükmolunan para veya eşya kıymetinde icra mahkemesi tarafından kabul edilecek taşınır rehni veya esham veya tahvilât veya taşınmaz rehni veya muteber banka kefaleti gösterirse veya borçlunun hükmolunan para ve eşyayı karşılayacak malı mahcuz ise icranın geri bırakılması için bölge adliye mahkemesi veya Yargıtaydan karar alınmak üzere icra müdürü tarafından kendisine uygun bir süre verilir.
Somut olayda, alacaklı tarafından genel haciz yolu ile takibe başlandığı, borçlunun itirazı üzerine alacaklının açtığı itirazın iptali davasında Çan Asliye Hukuk Mahkemesinin 30.12.2013 tarih ve 2012/317 E.-2013/380 K. sayılı kararı ile itirazın iptali ile takibin devamına karar verildiği, alacaklının talebi ile haciz işlemlerinin uygulandığı, daha sonra borçlu vekilinin teminat mektubunu ibraz ederek itirazın iptaline ilişkin kararı tehir-i icra talepli olarak temyiz ettiklerini, mehil vesikası verilmesini, talep ettiği, icra mahkemesince teminat mektubunun İİK.nun 36. maddesi gereğince teminat olarak kabulü üzerine, icra müdürlüğünce borçlunun talebi olmaksızın resen hacizlerin kaldırılmasına karar verildiği görülmektedir.
İİK.nın 36. maddesi gereğince teminat yatırılması ile icranın geri bırakılması yönünde karar getirilmek üzere borçluya mühlet verilmesi, icra takibini olduğu yerde durduracağından, bu tarihten önce konulan hacizlerin geçerliliğini etkilemez ve hacizlerin kaldırılması sonucunu doğurmaz. Ayrıca teminat, ne için verilmiş ise sadece o amaç için geçerlidir. Teminatın borcun ödenmesine yönelik olmaması karşısında haczin kaldırılması doğru değildir. Kaldı ki icra müdürünün, alacaklının veya borçlunun talebi olmaksızın, resen İİK 85. maddesini gözeterek konulmuş olan hacizleri kaldırma yetkisi yoktur.
O halde, mahkemece şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddi isabetsizdir.
Öte yandan HMK’nın 297. maddesinin ( 1 ). fıkrasının ( e ) bendi gereği hükümde “gerekçeli kararın yazıldığı tarihin” yer alması zorunlu olup, kanunun bu emredici hükmüne aykırı davranılması da doğru bulunmamıştır.
SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK’nın 428. maddeleri uyarınca ( BOZULMASINA ), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 11.06.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Old 23-08-2016, 09:47   #12
Av. Bülent Sabri Akpunar

 
Varsayılan "Şirket Ortağına Haciz İhbarnamesi Gönderilebileceği"

Yeni Karar:
Alıntı:
12. HD. 02.06.2016 T. E: 1954, K: 15638
Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi Şerife Ayyıldız tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :
Alacaklı tarafından borçlu şirket hakkında kira sözleşmesine dayalı olarak ödenmeyen kira parasının tahsili ve tahliye istemli adi kiraya ve hasılat kiralarına ilişkin ilamsız icra takibi başlatıldığı; şikayetçiler vekilinin icra mahkemesine yaptığı başvuruda, şikayetçilerin ortağı olduğu takip borçlusu E. A. Otelcilik Turizm Ticaret Limited Şirketi aleyhine yapılan takipte, şikayetçilere İİK'nun 89. maddesi gereği haciz ihbarnamesi gönderildiğini, oysa şirket ortaklarının borçlu şirket yönünden üçüncü kişi sayılamayacağını ileri sürerek 02.03.2015 tarihli haciz ihbarnamelerinin gönderilmesine ilişkin kararın kaldırılmasına karar verilmesini istediği, mahkemece şikayetin kabulüne karar verdiği anlaşılmıştır.
İİK'nun 89. maddesine göre, hamiline ait olmıyan veya cirosu kabil bir senetle müstenit bulunmıyan alacak veya sair bir talep hakkı veya borçlunun üçüncü şahıs elindeki taşınır bir malı haczedilirse icra memuru; borçlu olan hakiki veya hükmi şahsa bundan böyle borcunu ancak icra dairesine ödiyebileceğini ve takip borçlusuna yapılan ödemenin muteber olmadığını veya malı elinde bulunduran üçüncü şahsa bundan böyle taşınır malı ancak icra dairesine teslim edebileceğini, malı takip borçlusuna vermemesini, aksi takdirde malın bedelini icra dairesine ödemek zorunda kalacağını bildirir (Haciz ihbarnamesi). Bu haciz ihbarnamesinde, ayrıca 2, 3 ve 4 üncü fıkra hükümleri de üçüncü şahsa bildirilir.
6102 sayılı TTK'nun 124. maddesinde limited şirketlerin sermaye şirketi olduğu, aynı Kanunun 125. maddesinde ticaret şirketlerinin tüzel kişiliği haiz olup Türk Medenî Kanununun 48 inci maddesi çerçevesinde bütün haklardan yararlanabilecekleri ve borçları üstlenebilecekleri, bu Kanunun 128. maddesinde ise her ortağın usulüne göre düzenlenmiş ve imza edilmiş şirket sözleşmesiyle koymayı taahhüt ettiği sermayeden dolayı şirkete karşı borçlu olduğu hükme bağlanmıştır.
E. A. Otelcilik Turizm Ticaret Limited Şirketi'nin borcu için 02.03.2015 tarihinde düzenlenerek 3. kişi sıfatı ile şikayetçilere gönderilen 89/1 haciz ihbarnamesinin incelenmesinde; "Borçlu şirketin nezdinizde doğmuş ve doğacak hak ve alacakları ile şirkete ödeme taahhüdünde bulunduğunuz ödemeniz gereken miktarın haczine karar verildiğinin" bildirildiği görülmektedir. Kural olarak, borçlunun her türlü mal ve hakkı haczedilebilir. Haczedilmezlik için İcra ve İflas Kanununda veya özel kanununda açık hüküm bulunması zorunludur. Diğer bir anlatımla bir mal veya hakkın haczedilemeyeceğinin kabul edilebilmesi için bu konuda açıkça bir kanun hükmünün varlığı veya maddi hukuk anlamında o mal veya hakkın satış ve devrine engel yasal bir düzenlemenin bulunması şarttır. Şirket ortağı, ortağı olduğu şirket tüzel kişiliğinden ayrı bir kişiliğe sahip olup, TMK anlamında gerçek kişi olduğundan şirkete göre 3. kişi sayılır. TTK'nun yukarıda açıklanan maddeleri uyarınca şirket ortakları, şirket sözleşmesiyle koymayı taahhüt ettiği sermayeden dolayı şirkete karşı borçlu olduklarından ve borçlu şirketin, şirket ortağındaki sermaye alacağının haczine engel yasal bir düzenleme de bulunmadığından sermaye alacağının haczi mümkündür. Kaldı ki, borçlu şirketin, 3. kişi şirket ortağı nezdinde sermaye borcu dışında tamamen özel hukuktan kaynaklanan ve paraya çerilmesi mümkün, İİK'nun 89. maddesi kapsamında haczedilebilecek nitelikte başkaca hak ve alacaklarının bulunabileceği de kuşkusuzdur.
Dairemiz; şirket ortağı, borçlu şirket yönünden 3. kişi sayılamayacağından şirket ortağına 89/1 haciz ihbarnamesi gönderilemeyeceği görüşünde iken, 11.05.2016 tarihinde verilen HGK'nun 2014/12-1078 Esas numaralı içtihadı doğrultusunda ve yukarıda açıklanan olgular karşısında Dairemizin değişen içtihadına göre; şirket ortağı, borçlu şirket bakımından 3. kişi sayılacağından şirket ortağı şikayetçilere 89/1 haciz ihbarnamesi gönderilmesinde yasaya uymayan bir yön bulunmayıp mahkemece şikayetin reddine karar vermek gerekirken, şikayetin kabulü yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.
SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK'nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 02/06/2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.


Eski Karar:
Alıntı:
12. Hukuk Dairesi 2015/12335 E. , 2015/25479 K.
MAHKEMESİ : İzmir 7. İcra Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 09/03/2015
NUMARASI : 2014/741*2015/142
Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki
şikayetçiler tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye
gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor
dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği
görüşülüp düşünüldü:
Alacaklı şirket tarafından borçlu ... Ambalaj Sanayi Ticaret Limited Şirketi hakkında
yapılan takibin kesinleşmesi üzerine şikayetçiler A.. G.. ile B.. G..'e borçlu şirketin
borcundan dolayı 89/1 haciz ihbarnamesi gönderildiği, şikayetçi üçüncü kişilerin İcra
Mahkemesi'ne şikayet yoluyla yaptığı başvuruda, kendilerinin borçlu şirketin ortağı
olduğunu, bu nedenle 3. kişi sayılamayacaklarını kendilerine haciz ihbarnamesi
gönderilemeyeceğini belirterek 89/1 haciz ihbarnamesinin iptalini talep ettikleri,
mahkemece şikayetin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır.
İcra takibi borçlusu ... Ambalaj Sanayi Ticaret Limited Şirketi olup, adı geçen borçlu
şirket hakkında takibin kesinleşmesi sebebi ile şikayetçi şirket ortaklarına İİK'nun 89.
maddesi uyarınca haciz ihbarnamesi gönderilmiştir. Anılan maddede takip borçlusunun 3.
şahıs nezdinde bulunan hak ve alacakları ile menkul mallarının haczedilmesi
öngörülmüştür. Somut olayda haciz ihbarnamesi gönderilen şirket ortağı, borçlu şirket
yönünden 3. kişi sayılamayacağından gönderilen haciz ihbarnames
i bir hukuki sonuç
doğurmaz ve bu husus İİK'nun 16/2.maddesi uyarınca süresiz şikayet konusu yapılabilir.
O halde mahkemece şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile
istemin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.
SONUÇ : Şikayetçilerin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı
nedenlerle İİK'nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin
alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar
düzeltme yolu açık olmak üzere, 22.10.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 
Konu Araçları Konu İçinde Arama
Konu İçinde Arama:

Detaylı Arama
Konuyu Değerlendirin
Konuyu Değerlendirin:

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
HASDEM Ziyaretçi Görüşleri Konuk Hasta Hakları Hukuki Destek Merkezi (HASDEM) 4 15-04-2017 18:12
bebeğin yatılı olarak baba ile görüşleri Konuk Kadınlara Hukuki Destek Merkezi (KAHDEM) 1 13-07-2013 08:47
Velayet Konusunda Çocukların Görüşleri Konuk Kadınlara Hukuki Destek Merkezi (KAHDEM) 1 08-05-2012 19:17
YTS Yasal Takip Sistemini Kullanan Avukatların Görüşleri Anıl_B. Hukuk Sohbetleri 1 26-06-2010 23:22


THS Sunucusu bu sayfayı 0,09840488 saniyede 15 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.