Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun]

anayasa mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği

Yanıt
Konuyu Değerlendirin Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 09-11-2007, 13:35   #1
parézer

 
Olumsuz anayasa mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği

herkese merhabalar.

anayasa mahkemesinin iptal kararlarının geriye yürümezliği kuralı karşısında kimi karlarda, anayasal ve yasal hükümlere göre, iptal edilen bir düzenleyici işlemin iptaline ilişkin yargı kararının doğurduğu hukuki sonuçlardan yararlanmaları, yani iptal edilen yasa nedeni ile yoksun kalınan hakların iade edilmesi gerektiği yönünde kimi kararlara rastlamıştım.Yani, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önceki yararlanılamayan haklar da iade ediliyor.Bir şekilde iptal kararı geriye yürütülüyor.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararına dayanılarak geçmişte yararlanılamayan haklardan, iptal kararına dayanılarak, yararlanılabileceğine ilişkin karar arıyorum.
Bu konuda bulabileceğiniz kararları ve yorumlarınızı paylaşırsanız sevinirim.
Old 09-11-2007, 13:45   #2
Sinerji Hukuk Yazılımları

 
Varsayılan

T.C. YARGITAY
5.Hukuk Dairesi

Esas: 2005/7984
Karar: 2005/11638
Karar Tarihi: 27.10.2005

ÖZET: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesinin Anayasa Mahkemesince iptal edilme ve dava tarihine kadar 20 seneden fazla süre geçmiş ise taşınmaz maliki olan davacı tarafın her türlü dava hakkı düşeceğinden, bu husus araştırılarak sonucuna göre karar verilmesi gerekir.

(2942 S. K. m. 38) (4721 S. K. m. 705, 999) (2709 S. K. m. 35, 46, 153)

Dava: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay'ca incelenmesi taraf vekilleri yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:

Karar: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekili ve davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Dosyada yapılan incelemede;

1- Dava konusu taşınmaza davalı idare tarafından dava tarihinden uzun zaman önce yol olarak el atıldığı anlaşılmıştır.

2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesinde; idare tarafından kamulaştırmasız el konulan taşınmazın, fiilen el koyma tarihinden itibaren 20 yıllık sürenin geçmesi halinde, taşınmazın malik, zilyet veya mirasçılarının her türlü dava haklarının düşeceği öngörülmüştür. Söz konusu Kamulaştırma Yasasının 38. maddesi hak düşürücü süreyi içermekte olup, bu husus kamu düzenine ilişkindir. Bu nedenle, kamu düzenine ilişkin hususlar, tarafların talepleri olmasa bile mahkemece resen karara bağlanması zorunludur.

2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesine göre; idarenin el koyma tarihinden itibaren 20 sene geçmekle taşınmaz malikinin her türlü dava hakkı düşer. Başka bir anlatımla, mülkiyet bu süre dolmakla el atan idareye geçer. Bu husus 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 705. maddesindeki <Taşınmaz mülkiyetinin kazınılması tescille olur. Miras, Mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanun da öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır> hükmü ile açıklığa kavuşturulmuştur.

Diğer taraftan Anayasa Mahkemesince; 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesi iptal edilmiş ise de, Anayasanın 153/son maddesi uyarınca; Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının geriye yürümeyeceği ilkesi uyarınca, Kamulaştırma Yasasının 38. maddesinin iptal edilmesinden önceki kazanılmış haklara uygulanması imkanı da bulunmamaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 25.05.2005 gün ve 2005/5-288 Esas-2005/352 sayılı kararında da bu husus benimsenmiştir.

2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesinin Anayasa Mahkemesince iptal edilme ve dava tarihine kadar 20 seneden fazla süre geçmiş ise taşınmaz maliki olan davacı tarafın her türlü dava hakkı düşeceğinden, bu husus araştırılarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile hüküm kurulması,

2- Kabule göre de;

Kamulaştırmasız el atılarak yol haline getirilen ve bedelinin tahsiline karar verilen bölüm 1272,14 m2 olduğu halde 1820 m2'lik bölümün tapu kaydının iptali ile TMK. nun 999. maddesi uyarınca yol durumuna dönüştüğünden terkinine karar vermek gerekirken tesciline karar verilmesi,

Doğru görülmemiştir.

Sonuç: Taraf vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün yukarıda açıklanan gerekçe ile HUMK. nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair hususların şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harçlarının istenildiğinde ödeyenlere iadesine 27.10.2005 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

Karşı Oy

2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun 38. maddesi, Anayasa Mahkemesince Anayasanın 2, 13, 35 ve 46. maddelerine aykırı bulunarak 04.11.2003 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 10.04.2003 tarih ve 2002/112 esas, 2003/33 sayılı kararı ile iptal edilmiştir.

Anayasanın 35. maddesinde mülkiyet hakkı güvence altına alınmıştır. Anayasanın 46. maddesinde belirtilen kamulaştırma, mülkiyet hakkına getirilen Anayasal bir sınırlamadır. İdare kamulaştırma yetkisini yasaya uygun olarak kullanmaksızın taşınmaza el atarak, Anayasada korunmayan bu davranış ile iptal edilen Kamulaştırma Kanunun 38. maddesine dayanarak 20 yıl geçmekle taşınmazın idare adına tapu kütüğüne tescilini sağlayacaktır. Ayrıca yirmi yıllık süre geçmesiyle taşınmaz malikinin her türlü dava hakkının düştüğü kabul edilmesi halinde taşınmazın hiçbir karşılık ödenmeden idareye geçmesi söz konusu olur. Bu durum mülkiyet hakkının özünü zedelemektedir. Kamulaştırmasız el koyma mülkiyet hakkına aykırıdır. (Anayasa Mahkemesi 10.04.2003 gün ve 2002/112-2003/33 sayılı kararının gerekçesi)

Avrupa İnsan Haklarının ve Temel özgürlüklerin korunmasına ilişkin sözleşmenin ek protokol 1. maddesindeki kurala dayanarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de kamulaştırmasız el koymayı mülkiyet hakkına aykırı bulmaktadır.

İdare; kamulaştırma yapmadan, kamulaştırmasız el atma yoluyla el atmadan itibaren 20 yıllık süre dolmakla taşınmaz malikinin mülkiyet hakkını sona erdiremez. İdarenin bu yetkisini yaratan 38. madde yürürlükte değildir. Bu maddeye dayanılarak taşınmaz malikin mülkiyet hakkının sınırlandırılmasına devam edilemez. Mülkiyet hakkı (38. madde kalktığına göre) hukukumuzun genel prensipleri içerisinde zamanaşımına uğratılamaz. Kamulaştırma kanunun 38. maddesinin yürürlüğe girmesinden önce (08.11.1983' ten önce) taşınmazına kamulaştırmasız el konulan taşınmaz malikini dava hakkının sınırlandırılamayacağı 16.05.1956 gün ve 1956/1-6, 16.06.1956 gün ve 1954/1-1956/7 sayılı içtihadı birleştirme kararları ile belirtilmiştir. Şu anda 38. madde iptal edilmiş olduğuna göre iptal edilen maddedeki gerekçe kullanılarak mülkiyet hakkı kısıtlanamaz.

Anayasanın 152. maddesinin 3. fıkrasına göre, Anayasa Mahkemesinin kararı, mahalli mahkemenin esas hakkındaki kararı kesinleşinceye kadar verilirse, mahkeme Anayasa Mahkemesi kararına uymak zorundadır. Bir yasa kuralının Anayasaya aykırılığı iddiası ile itiraz yoluna başvuran mahkemeler, Anayasa Mahkemesince verilecek karara uymak zorundadırlar.

Bu durumda, iptal davası ya da itiraz üzerine bir yasa kuralının iptali sonucu, mahkemeler bakmakta oldukları davaları bu karara göre çözümlemekle yükümlüdürler. Bu sonuç Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcı kuralı gereğidir.

Anayasanın 153. maddesine göre <iptal kararları geriye yürümez> ilkesi kesinleşmiş yargı kararları için geçerlidir. 10.03.1969 gün 1/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararında açıklandığı gibi henüz çözümlenmemiş kesin hüküm halini almamış uyuşmazlık konusunda Anayasa Mahkemesinin iptal kararı uygulanacaktır. İptal kararından önce verilmiş ve kesinleşmiş yargı kararları bakımından iptal kararı geriye yürümez.

Bu duruma göre taraflar arasındaki uyuşmazlık henüz kesinleşmediğinden Kamulaştırma Kanunun 38. maddesinin iptal edildiği göz özüne alınarak; taşınmaz malikinin her türlü dava hakkını 20 yılla sınırlayan yasal engel ortadan kalktığı gibi, kamulaştırma yetkisine sahip idarenin 20 yıllık süreye dayanarak kamulaştırmasız el attığı taşınmaz bedelini ödemeden mülkiyetini tapu iptal ve tescil yoluyla kazanması imkanı da ortadan kalkmıştır.

Diğer taraftan Medeni Kanunun 705. maddesinde taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tescille olur. Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi mülkiyetin tapu siciline tescil edilmiş olmasına bağlıdır ilkesi getirilmiştir.

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 04.12.1998 gün ve 1996/4 Esas, 1998/3 karar sayılı kararına göre kazandırıcı zaman aşımı yoluyla tapusuz taşınmazların edinilmesine ilişkin Türk Medeni Kanunun 639/1 maddesine göre verilen tescil kararları inşai-ihdasi, yapıcı, kurucu, yenilik doğrucu nitelikli kararlarıdır. Mülkiyet hakkı bu kararların kesinleştiği anda kazanılır. Öyle ise tescil kararı açıklayıcı bir karar değildir. Tapuda kayıtlı olmayan bir taşınmazın mülkiyetinin ancak tescil kararı ile kazanılabileceğine ilişkin bu İçtihadı Birleştirme Kararı ve MK. nun 705. maddesindeki ilke göz önüne alındığında, 2942 sayılı Kanunun 38. maddesinin Anayasa Mahkemesince iptalinden önce kamulaştırmasız el atma tarihinden, dava gününe kadar 20 yıllık hak düşürücü süre geçtiği takdirde, tapuda kayıtlı taşımazın mülkiyetinin idareye kendiliğinden geçtiği de kabul edilemez.

Malikin; kamulaştırmasız el atılan taşınmazdaki mülkiyet hakkının, el atma tarihinden dava tarihine kadar (Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce) 20 yıllık süre geçmesi nedeni ile idareye geçtiği kabul edilemez. Anayasa Mahkemesince iptal edilen 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun 38. maddesine dayanılarak hüküm kurulması artık mümkün değildir.

Yukarıda açıklanan nedenlerle, taşınmaz malikinin; kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasının süreye bakılmaksızın işin esasına girilerek sonuçlandırılması gerektiği düşüncesi ile çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.

Karşı Oy

Anayasanın 35. maddesinde temel haklardan olan mülkiyet hakkı güvence altına alınırken 46. maddesinde de kamulaştırma nedeniyle bu hakka sınırlandırma getirilmiştir. Diğer bir deyiş ile bedeli nakit ve peşin ödenmeden taşınmaza ait mülkiyet hakkının toplum yararına aykırı olmaksızın kullanılmasına kimse engel olamayacaktır.

Buna rağmen idare, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu veya özel kanunlardaki hükümlere göre kamulaştırma işlemi yapmadan veya bu işlemleri tamamlamadan özel mülkiyette bulunan bir taşınmaza el koyarsa, burada kamulaştırmasız el koymadan söz edilecektir.

Kamulaştırmasız el koyma kavramı, 6830 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 09 Ekim 1956 tarihinden sonraki olaylar için söz konusudur. Bu tarihten önceki el koymalar 221 sayılı Kanun ile kamulaştırılmış sayıldığından, burada 38. madde uygulaması yapılmayacaktır. Bu noktada 221 sayılı Kanunun yürürlükte olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Ancak 2942 sayılı Kanunun geçici 4. maddesinde bu Kanunla ilgili düzenleme yapıldığından, 221 sayılı Kanunun ortadan kaldırılmadığı sonucuna ulaşmak zor olmayacaktır.

Öte yandan kamulaştırmasız el koyma davalarının kaynağı 16.05.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı olup bu karar göre mal sahibi, kamulaştırmasız el koyan idare aleyhine müdahalenin önlenmesi davası açabileceği gibi, bu fiili duruma razı olduğu takdirde yer bedelini içeren tazminat davası da açabilir. Bu davaların açılması için zaman bakımından bir sınırlandırma getirilmemiştir ki doğrusu da budur.

Daha sonra 08.11.1983 tarihinde yürürlüğe giren 2942 sayılı Kanunun 38. maddesi ile mal sahibi yönünden dava açma hususunda sınırlandırma getirilmiştir. Anayasa Mahkemesinin bu maddenin iptali ile ilgili 10.04.2003 tarih ve 2002/112 Esas, 2003/33 sayılı kararının gerekçesinde de belirtildiği gibi kamulaştırmasız el koymanın anayasal bir dayanağı yoktur ve (Yirmi yıllık hak düşürücü sürenin geçmesiyle taşınmaz malikinin her türlü dava açma hakkının engellenmesi ve taşınmazın hiçbir karşılık ödenmeden idareye geçmesi mülkiyet hakkının sınırlanmasına aşan, hakkın özünü zedeleyen bir durumdur.) Burada hemen belirtelim ki Anayasanın 153/son maddesinde Anayasa Mahkemesi kararlarının herkesi bağlayacağı hüküm altına alınmış olup, bu bağlayıcılık sadece hüküm fıkrası ile değil kararın gerekçesini de içerir.

Yine Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararında belirtildiği gibi (Hukukun genel ilkelerinden birisi de mülkiyet hakkının <zaman ötesi> niteliği, başka bir anlatımla mülkiyet hakkının zamanaşımına uğramamasıdır. Bu nedenle, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu tarafından bir taşınmazın malik, zilyet veya mirasçılarına tanınmış olan hakların, hak sahiplerince yirmi yıl kullanılmaması, o kimselerin taşınmazla aralarındaki ilişkiyi fiilen kestiğini gösterse bile, o taşınmazla aralarındaki ilişkinin sona erdiği anlamına gelmez) diğer bir deyişle Mal sahibinin taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkı sona ermez ve kendiliğinden idareye geçmez.

Öte yandan Avrupa İnsan Haklarının Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşmeye Ek Protokolün 1. maddesinde; <Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Her hangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve Yasada öngörülen koşullara ve uluslar arası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkten yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.> denilmektedir. İşte bu kural uyarınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne değişik ülkelerden gelen davalarda kamulaştırmasız el koymayı mülkiyet hakkına aykırı bulmuştur.

Bu nedenle YHGK. nun 2005/5-288-352 sayılı kararındaki (2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun 38. maddesi hükmünün koşulları gerçekleştiğinde mülkiyet hakkı artık idarenindir. Tapudaki tescil işlemi, kazandırıcı değil açıklayıcı işlemdir.) gerekçeye katılmak mümkün değildir. Bu gerekçe Anayasa Mahkemesinin gerekçesi ile taban tabana zıttır ve Anayasa Mahkemesi kararlarına tümüyle uyma zorunluluğu bulunduğuna göre YHGK. nun bu kararı emsal olarak alınamaz.

Kaldı ki Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 04.12.1998 gün ve 1996/4 Esas, 1998/3 Karar sayılı kararında da kazandırıcı zaman aşımı yoluyla tapusuz taşınmazların edinilmesine ilişkin TMK. nun 639/1 maddesine göre verilen tescil kararlarının inşa-i ihdasi (yapıcı-kurucu-yenilik doğurucu) kararlar olduğu ve mülkiyet hakkının bu kararların kesinleştiği anda kazanılacağı belirtilmektedir. O halde Mahkeme kararı olmadan taşınmaza ait mülkiyet hakkının kendiliğinden idareye geçmesi söz konusu olmaz. Yirmi yıllık sürenin geçmesi, sadece mal sahibinin idare aleyhine her türlü dava açma hakkını ortadan kaldırmıştır. İşte bu nedenledir ki; Dairemiz, kararlarında kamulaştırmasız el koyma tarihinden itibaren 20 yıldan fazla süre geçse bile idarenin kendiliğinden mülkiyet hakkını elde ettiğini kabul etmeyerek, mal sahibinin taşınmaza yeni yapılan kadastro, imar düzenlemesi veya mahkeme kararı ile sahip olduğu tarihi, 20 yıllık hak düşürücü süre için başlangıç tarihi kabul etmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile bu kısıtlama ortadan kalktığına göre artık mal sahibi kamulaştırmasız el koyan idare aleyhine süresiz olarak dava açma hakkını yeniden elde etmiştir.

ANAYASA MAHKEMESİNİN İPTAL KARARININ GERİYE YÜRÜMESİ

Dava tarihi nazara alınarak 10.04.2003 tarihinde verilen ve Resmi Gazetede 04.11.2003 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren Anayasa Mahkemesinin iptal kararının geriye yürüyerek bu davada uygulanması gerekip gerekmediği tespit edilmelidir. Meselenin en önemli bölümü budur.

Anayasanın 153/5. maddesine göre Anayasa Mahkemesinin iptal kararları geriye yürümez. Bu bir ilkedir. Diğer bir deyişle iptal kararından önce yapılmış tamamlanmış işlemler geçerliliğini koruyacaktır. Aksi halde iptal edilen maddeye dayanılarak yapılan ve tamamlanan işlemler geçersiz sayılırsa hukuk düzeninin istikrarı bozulacak ve kamuda hukuka güven duygusu tamamen ortadan kalkacaktır.

Ancak; geriye yürümezlik ilkesi mutlak kabul edilerek harfiyen uygulanmalı mıdır? Kanaatimizce katı bir uygulama bazı sakıncalı durumların ortaya çıkmasına neden olacaktır.

Konuya ilişkin Anayasanın 152. maddesinin ilk fıkrası şöyledir:

"Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır>

Maddenin üçüncü fıkrasında ise <... Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır> hükmü yer almıştır.

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde; Mahkemelerin, itiraz yolu ile yapılan başvuru üzerine Anayasa Mahkemesinin verdiği iptal kararına uymak zorunda oldukları sonucuna ulaşılmak kaçınılmazdır. Bu durum 152. maddenin amir hükmüdür. Bir kere iptal kararı geriye yürümeyecekse dava mahkemelerinin aykırılık itirazlarını Anayasa Mahkemesine iletmelerinin bir anlamı olmayacaktır. İtirazın bir anlam ifade edebilmesi için en azından durdurulan dava açısından iptal kararının geriye yürümesi gerekmektedir. (Türk Anayasa Yargısında İtiraz Yolu Sh: 72 Erzincan 1992 Prof. Dr. Hasan Tunç)

Aksi takdirde Anayasa aykırılığı def'i olarak ileri süren taraf da kendisi hakkında uygulanmayacak olan iptal kararı için boşu boşuna uğraşmış olacaktır.

Konuya değişik bir açıdan bakalım: Davanın taraflardan birisi; hakkında uygulanacak kanun maddesinin Anayasaya aykırı olduğu kanaatinde ise bunu iptal ettirerek aleyhindeki olumsuz durumu ortadan kaldırmak için mahkemeye başvuracaktır. Bu başvuru kişi için Anayasal bir haktır. Hak kullanıldığında sahibine bir yarar sağlamayacaksa zaten ortada bir hak yok demektir. Bu durumda bu hususa ilişkin Anayasa hükmünün bir anlamı olmayacağı gibi bu hükmü koyan Anayasa Koyucunun da <abesle iştigal ettiği> gibi garip bir sonuca ulaşılacaktır. Tabiatıyla böyle bir durum asla söz konusu olamaz.

Öte yandan Anayasanın 153/son maddesinde <Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar> hükmü yer almaktadır. Bu hükme göre mahkeme görülmekte olan bir davada bir kanun maddesinin Anayasaya aykırı olduğunu görerek veya bu konudaki itirazı ciddi bularak Anayasa Mahkemesine gider, Anayasa Mahkemesi de bu maddeyi iptal ederse, mahkeme bu karara uymayarak eskiden olduğu gibi iptal edilen maddeye dayanarak karar veremez, Anayasa Mahkemesinin iptal kararına uymak zorundadır. Aksine verilen karar Anayasa'ya aykırı olur. Ne var ki; mahkemeler Anayasa'ya aykırı karar veremezler.

Uygulamada, itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine başvuran mahkeme; itirazı haklı görülerek yasanın ya da bir kuralın iptali halinde, iptal edilen yasa maddesi veya kuralı yok kabul ederek karar vermektedir.

O halde somut norm denetiminde Anayasaya aykırılık itirazında bulunan tarafın iptal kararının sonuçlarından yararlanması gerekir. (Türk Anayasa Hukuk 7. Baskı Sh: 411'de Prof. Dr. Ergun Özbudun)

Hemen belirtelim ki; iptal kararından önce verilen kesin hüküm halini almış adli ve idari yargı kararları asla geçersiz hale gelmez, ortadan kalkmaz ve bu kararlar aleyhine yargılamanın iadesi yoluna gidilemez.

Bu aşamada çok önemli bir hususu daha açıklama zorunluluğu vardır.

İtiraz yoluyla başvuru üzerine iptal edilen (somut olayda Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi) kuralın uygulanacağı başka benzer davalarda durum ne olacaktır? Örneğin bir mahkemenin elinde benzer nitelikte birçok dava varsa ve bu davaların tümünde ayni kural uygulanma durumunda ise; Anayasa Mahkemesi Anayasaya aykırılık iddiası ile kendisine intikal eden bu dosyalardan birinde, bu kuralın iptaline karar verdiğinde, yerel mahkeme iptal edilen kuralı yok sayarak elindeki öteki davaları da ayni biçimde karara bağlayabilecek midir? Bu soruya <hayır> cevabı verilirse, benzer öteki dosyalar da Anayasa Mahkemesine gönderilmelidir, sonucuna varmak gerekir.

Ayni biçimde itiraz yoluyla yapılan başvuru üzerine iptal edilen hükmü, benzer işlerde uygulama durumunda bulunan başka mahkemeler de bu hükmü yok kabul ederek mi? karar verecekler yoksa her dosya için mutlaka Anayasa Mahkemesine mi başvuracaklardır sorusunu sormak gerekir.

Aslında bir kuralın iptali yönünde karar veren Anayasa Mahkemesi, ayni kuralın iptali istemini içeren öteki dosyalarda, durumu saptandıktan sonra, bu kuralın başka bir dava ile iptal edildiğini belirtmekle yetinir. (Anayasa Yargısı ve Türk Anayasa Mahkemesi Ankara 1996 Doç. Dr. Yılmaz Aliefendioğlu Sh: 303)

Anayasa Mahkemesinin 12.12.1989 tarih ve 1989/11-48 sayılı kararında gerekçe bölümünde konuya ilişkin şu görüşlere yer verilmiştir:

Anayasanın 152. maddesine göre, itiraz yoluna başvuran mahkemeler, Anayasa Mahkemesi'nce verilecek kararlara uymak zorundadırlar. Bu durumda, itiraz eden mahkeme, elinde bulunan ve Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından önce açılmış olan bir davayı Anayasa Mahkemesi kararına göre çözecek ve doğrudan iptal kararının etkisini önceye uygulayacaktır. Ayni durum, itiraz yoluna başvurmayan mahkemeler yönünden de geçerlidir.

İptal davası veya itiraz üzerine bir kuralın iptali sonucu, Mahkemeler bakmakta oldukları davaları bu karara göre çözmekle yükümlüdürler. Bu sonuç Anayasa'nın, <Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.> Yolundaki 153. maddesinin altıncı fıkrasında yer alan kuralın sonucudur.

Öte yandan Anayasa'nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, yasa, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Yukarıda gösterilen ve iptal kararlarının bağlayıcılığını ortaya koyan kuralla bu kuralın birlikte değerlendirilmesi durumunda, iptal kararlarının ileriye yönelik <derhal> etkisi tartışmasız biçimde ortaya çıkar.

Böylece, Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilen bir yasanın geleceğe yönelik tüm etkilerinin kaldırılması ve iptal kararına uyulması tüm devlet kuruluşlarınca kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Sonuç olarak, iptal kararlarının kimi durumda geçmişi, fakat her durumda geleceği etkilemesi asıldır.

Bu durumda, Anayasa'nın 153. maddesinde yer alan <İptal kararları geriye yürümez.> kuralının anlamı ne olmak gerekir? Bu sorunun yanıtı da sistemin içerisinden çıkmaktadır.

Anayasa'da iptal kararları idari davalarda olduğu gibi düşünülmemiş ve iptal edilen kuralın baştan beri geçersiz duruma geldiği esası benimsenmemiştir. Türk Anayasal sisteminde, <Devlete güven> ilkesini sarsmamak ve ayrıca devlet yaşamında bir kargaşaya neden olmamak için iptal kararlarının geriye yürümezliği kuralı kabul edilmiştir. Böylece hukuksal ve nesnel alanda etkilerini göstermiş, sonuçlarını doğurmuş bulunan durumların, iptal kararlarının yürürlüğe gireceği güne kadarki dönem için geçerli sayılması sağlanmıştır.

Bir kural işlemle kurulan statünün Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararıyla ya da bir başka kural işlemle kaldırılması durumunda, bu statüye bağlı öznel (sübjektif) işlemlerin de geçersiz duruma düşmesi doğaldır. Dolayısıyla bu öznel işlemlerle, ortadan kalkan statüye dayanarak ileriye dönük haklar elde edilemez.

Anayasa'nın bağlayıcılığı, Anayasa Mahkemesi kararlarına tüm devlet organlarının uyma zorunluluğu ve Anayasa'nın üstünlüğü ilkesi, Anayasa'ya aykırı bir kuralın aykırılığının saptanmasından sonra uygulama alanı bulmasını kesinlikle önler.

Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının zaman içerisindeki etkisi böylece ortaya çıkmakta ve <İptal kararları geriye yürümez.> kuralı belirtilen anlamı taşıyarak geçerli olmaktadır.

Bütün bu görüşler birlikte değerlendirildiğinde şu sonuçlara varmak kaçınılmaz olmaktadır.

a- Anayasanın 152. maddesine göre itiraz yoluna başvuran mahkemeler, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymak zorundadırlar.

b- İtiraz eden mahkeme, elinde bulunan ve Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce açılan bir davayı Anayasa Mahkemesi kararına göre çözecektir. Bu halde iptal kararı eldeki dava bakımından geriye yürümüş olacaktır.

c- İtiraz yoluyla yapılan başvuru üzerine iptal edilen hükmü, benzer işlerde uygulama durumunda bulunan başka mahkemeler de Anayasa Mahkemesinin iptal kararına uymak zorundadırlar ve iptal edilen yasa maddesine dayanarak karar veremezler.

d- Hukuksal ve nesnel alanda etkilerini göstermiş sonuçları doğurmuş, kesin hüküm halini almış, adli ve idari yargı kararları ile netleşmiş, yargılama konusu oluşturmayan ve oluşturmayacak olan durumlarda Anayasa Mahkemesinin iptal kararları geriye yürümez.

e- İptal kararlarının Anayasanın 153/5. maddesi uyarınca geriye yürümeyeceği hallerde kesinleşmiş Yargı kararları Yargılamanın iadesine konu teşkil etmezler ve bu yolla ortadan kaldırılamazlar.

Ayrıca; Şereflikoçhisar, Ürgüp, Siirt, İskenderun Asliye Hukuk Mahkemeleri, davacıların gayrimenkullerine yapılan tecavüzün önlenmesi için açtıkları davalarda, 2942 sayılı Yasa'nın 38. maddesinin Anayasa'ya aykırılığı savının ciddi olduğu kanısına vararak iptali için Anayasa mahkemesine başvurmuşlar ve yapılan yargı denetimi sonunda itiraz konusu kural Anayasa'ya aykırı bulunarak mahkemenin 10.04.2003 tarih ve 2002/112 Esas - 2003/33 sayılı kararı ile iptal edilmiştir.

Anayasa Mahkemesinin bu iptal kararının öncelikle itiraz yoluna başvuran yukarıda adları yazılı yerel mahkemeler uymak zorundadır.

Öte yandan Anayasa Mahkemesinin iptal kararının yayımlandığı 04.11.2003 tarihine kadar iptal edilen 38. maddedeki 20 yıllık hak düşürücü süre dolmamışsa zaten mesele yoktur. 38. madde uygulanmayacaktır. Ancak bu tarihe kadar 20 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması halinde açılmış olan veya açılacak olan davalar benzer nitelikteki davalar olduğundan eldeki veya bu nedenle açılacak olan davalarda dahi Anayasa Mahkemesinin iptal kararına Mahkemeler uymak zorundadırlar.

Bu nedenle görülmekte olan davada hak düşürücü süreden bahsetmek mümkün olmadığından Sayın çoğunluğun hak düşürücü sürenin geçip geçmediği yönündeki araştırmaya yönelik bozma kararına iştirak edemiyorum.

Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programları
**************************************
Old 09-11-2007, 13:49   #3
Sinerji Hukuk Yazılımları

 
Varsayılan

T.C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

Esas: 2005/21-66
Karar: 2005/93
Karar Tarihi: 23.02.2005

ÖZET : Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının kural olarak Resmi Gazetede yayınlandıkları tarihten itibaren ve geleceğe dönük olarak hüküm ve sonuç doğuracağı unutulmamalıdır. Bu nedenledir ki, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından önce iptal edilen yasa kuralına dayanılarak kesinleşmiş mahkeme kararının Anayasa Mahkemesi kararından etkilenmeyeceği açıktır.

(1086 S. K. m. 237) (3201 S. K. m. 3)

Dava: Taraflar arasındaki "kurum işleminin iptali-yaşlılık aylığı bağlanması" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 4. İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 11.2.2004 gün ve 2001/939-2004/8 sayılı kararın incelenmesi davalı SSK vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 21.Hukuk Dairesinin 15.6.2004 gün ve 3434-5920 sayılı ilamı ile,

( ...Uyuşmazlık 3201 sayılı Yasaya göre yapılan borçlanma işlemini iptal eden Kurum işleminin iptali ile borçlanma işleminin geçerli olduğunun ve kesin dönüş tarihi itibariyle yeniden yaşlılık aylığı bağlanması gerektiğinin tespitine ilişkindir.

Davacının uzun yıllar Almanya'da işçi olarak çalıştıktan sonra yurt dışında 14.7.1972-18.8.1995 tarihleri arasında geçen hizmetlerine ilişkin, yurda kesin dönüş yaptığını bildirerek davalı Kuruma 3201 sayılı yasa uyarınca borçlanmış, prim borçlarını ödedikten sonra yaptığı başvuru üzerine kendisine yaşlılık aylığı bağlanmıştır. Ancak daha sonra Almanya Sosyal Güvenlik Kuruluşundan getirtilen hizmet cetveline göre davacının 15.10.1995 tarihine kadar yurt dışında çalıştığı ve 26.12.1995 tarihine kadar da işsizlik yardımı aldığı anlaşıldığından, yurda kesin dönüş yapmadığı kabul edilerek borçlanması ve yaşlılık aylığı iptal edilmiştir. Bunun üzerine davacı, Ankara 1. İş Mahkemesinin 1997/957 Esas ve 1997/2062 Karar sayılı dosyasında Sosyal Sigortalar Kurumunu hasım göstererek. Kurumun borçlanma ve yaşlılık aylığını iptal eden işleminin iptali, borçlanmanın geçerli olduğunun tespiti ve kesilen aylıkların ödenmesi istemli dava açmıştır. Mahkemece yargılama neticesinde davanın kabulüne ilişkin karar Yargıtay 21. Hukuk Dairesince kesin dönüş şartı gerçekleşmediği gerekçesiyle 24.11.1997 tarihinde bozulmuş, bozma ilamına uyularak verilen davanın reddine dair karar temyiz edilmeksizin kesinleşmiştir.

Daha sonra davacı, Ankara 5. İş Mahkemesine 21.06.2000 tarihinde 2000/794 Esas sayılı dosya ile yeniden Sosyal Sigortalar Kurumunu hasım göstererek Kurumun borçlanma ve yaşlılık aylığını iptal eden işleminin iptali, borçlanmanın geçerli olduğunun tespiti istemli dava açmıştır. Bu dava kesin hüküm nedeniyle reddedilmiş, Dairemizin 14.5.2001 tarihli ve 2001/3576 Esas ve 2001/3713 Karar sayılı ilamı ile onanarak kesinleşmiştir.

Davacı kesinleşen bu karardan sonra bu defa Ankara 4. İş Mahkemesinde 2001/939 Esas sayılı dosyasında dava açarak yeniden 3201 sayılı Yasa çerçevesinde Anayasa Mahkemesinin 3201 sayılı Yasanın 3. maddesinin 1. fıkrasında yer alan "...yurda kesin dönüş yapanlar, kesin dönüş.." sözcüklerinin Anayasaya aykırı olması nedeniyle iptaline ilişkin 12.12.2002 tarihli kararı uyarınca borçlanmayı iptal eden Kurum işleminin iptalini ve borçlanmanın geçerli olduğunun ve kesin dönüş tarihi itibariyle yeniden yaşlılık aylığı bağlanması gerektiğinin tespitini istemiş, mahkemece hükümde belirtildiği şekilde istemin kabulüne karar verilmiştir.

Oysa, uyuşmazlık konusunda daha önce verilmiş ve kesinleşmiş bir mahkeme kararı vardır. Dava konusu uyuşmazlığın daha önce bir kesin hükümle çözümlenmiş olması olumsuz dava koşuludur. Maddi anlamda kesin hükümden söz edebilmek için HUMK.'nın 237. maddesi uyarınca birinci ve ikinci davanın konusunun dava sebebinin ( vakıalar ) ve taraflarının aynı olması gerekir.

Ankara 5. İş Mahkemesinin ve Ankara 1. İş Mahkemesinin yukarıda özetlenen dosyaları kapsamında, aynı davacı tarafından aynı davalı Sosyal Sigortalar Kurumu aleyhine, aynı maddi vakıalara dayanarak ve aynı isteklerle daha önce açılan davanın reddine ilişkin kararlar kesinleşmiştir. Eldeki davanın tarafları, konusu ve maddi vakıaları önceki davalar ile aynı olup, kesin hükmün oluştuğu ortadadır.

Dava sebebinden maksadın, davacının dayandığı maddi vakıalar olduğu yolunda bilimsel görüşler ve yargısal kararlar söz birliği içindedir. Yeni bir niza söz konusu olmayıp, redle sonuçlanan 3201 sayılı Yasanın 3. maddesine dayalı ilk dava ile bu davanın vakıaları, diğer bir deyişle sebepleri aynıdır. Davacı her üç davada da yurt dışı borçlanmasının geçerli olmasını istemektedir. Birinci davada yurt dışı borçlanmasının geçerli olmadığı saptanmıştır. Borçlanmanın geçerli olmadığı yolundaki bu hüküm davacı yönünden bağlayıcıdır. Artık borçlanmanın geçerli olduğu yönünde yeni bir dava açamaz, işbu davanın dinlenebilmesi için, bu vakıaların önceki davalardaki vakıalardan farklı olması gerekir. Son açılan davanın dayandığı vakıalar aynı, sadece dayandığı delil farklı ise ( davacı Anayasa mahkemesinin iptal kararına dayanmaktadır ) dava sebebi aynı olduğundan, bu davanın dinlenebilme olanağı yine yoktur. Benzer bir olay nedeniyle YHGK.'nın 5.2.2003 gün ve 2003/21-30-57 Sayılı kararında da açıkça vurgulandığı üzere, kesin hükme karşı açılan ve tarafları, dava konusu, dava sebebi, dayanakları aynı olan ikinci davanın dinlenebilmesine olanak olmadığı gibi, davanın görülmesinden sonra Anayasa Mahkemesince verilen 3201 sayılı Yasanın 3. maddesindeki yurda kesin dönüş koşulunun iptalini öngören kararın bu davaya etkisi yoktur. Çünkü Anayasa Mahkemesi kararları geriye yürümez. İleriye etkili olur. Esasen bir hukuk kuralının yürürlüğü sonrasındaki bu kurala uygun biçimde, tüm sonuçları ile kesin olarak edinilmiş hakların korunması hukuk devletinin gereğidir.

Bu nedenle mahkemece bu maddi ve hukuki olgular gözönünde tutulmaksızın davanın kesin hüküm nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken kabulü yönünde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir... )

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir,

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Karar: Dava, kesin dönüş yapılmadığı gerekçesi ile iptal edilen, 3201 sayılı Kanuna göre yapılan borçlanma işleminin geçerli sayılması ve yurda kesin dönüş tarihi olan 18.05.1998 tarihinden itibaren aylığın yeniden bağlanması istemine ilişkindir.

A- DAVACININ İSTEMİNİN ÖZETİ: 1972 - 1998 tarihleri arasında yurt dışında işçi olarak çalıştığını, 1995 yılında 3201 sayılı Kanundan yararlanmak için borçlanma isteminde bulunmuşsa da, davalı kurum tarafından önce istemi kabul edilip aylık bağlandığını, arkasından aylık bağlama işleminin iptal edilip, bağlanan aylıkların kesildiğini, bu işlemin iptali için açtığı iki davanın, reddedildiğini, buna karşılık bu davada müvekkilinin yurda kesin dönüş yapmış olduğu 18.05.1998 tarihinden geçerli olmak üzere yaşlılık aylığı bağlanması gerektiğini açıklayarak, davalı kurumun aksi yöndeki işleminin iptali ile 18.05.1998 tarihinden geçerli olmak üzere yaşlılık aylığı bağlanmasına karar verilmesini istemiştir.

B- DAVALININ CEVABININ ÖZETİ: Davalı, davacının 15.10.1995 tarihine kadar yurt dışında fiilen çalıştığı, 16.10.1995 ila 26.12.1995 tarihleri arasında hastalık ve işsizlik sigortası yardımı aldığı anlaşıldığından, yurda kesin dönüş yapmış sayılamayacağı gerekçesi ile borçlanma işleminin iptal edildiğini, davacının bu konuda daha önce açtığı iki davanın da reddedilip kesinleştiğini, bu nedenle görülmekte olan davanın da kesin hüküm nedeniyle reddine karar verilmesi gerektiğini bildirmiştir.

C- YEREL MAHKEME KARARININ ÖZETİ; Mahkeme; davacının yargı kararları doğrultusunda işlem yapılması için Sosyal Sigortalar Kurumu Tahsisler Dairesine, 04.06.2001 tarihinde başvuruda bulunduğu, Kurumca davacı bakımından verilmiş bir yargı kararı bulunmadığından istem reddedildiği, davacının kesin dönüş yapmadan başvurmuş olduğu borçlanma işleminin Anayasa Mahkemesi'nin 3201 sayılı Kanunun 3. maddesini iptal etmesi karşısında geçerli olduğu, davacının son tahsis talebi tarihinde yurda kesin dönüş yapmış olduğu anlaşılmakla, bu tahsis talebini takip eden aybaşından itibaren yaşlılık aylığına bağlanması gerektiğine ve buna aykırı kurum işleminin iptaline karar vermiştir.

D- TEMYİZ EVRESİ, BOZMA VE DİRENME: Yerel mahkeme kararı, davalı vekilinin temyizi üzerine; Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle karar bozulmuş, mahkeme; önce görülen ve kesinleşen mahkeme kararları ile görülmekte olan davanın hukuki sebeplerinin aynı olmadığını, önceki dosyalarda dayanılan yasa hükmünün Anayasa Mahkemesi kararı ile iptal edilip, yeni bir hukuki durumun ortaya çıktığını, bu durumda önceki kararların görülmekte olan dosya açısından kesin hüküm oluşturmayacağını açıklayarak, önceki hükmünde direnmiştir.

E- MADDİ OLAY: Davacı 3201 sayılı Yurt Dışında Bulunan Türk Vatandaşların Yurt Dışında Geçen Sürelerinin Sosyal Güvenlikleri Bakımından Değerlendirilmesi Hakkında Kanun'dan yararlanarak yurt dışında geçen 14.07.1972-18.08.1995 devresine ait hizmetini 19.08.1995 tarihinde yurda kesin dönüş yaptığını bildirerek davalı kuruma borçlanıp, tebliğ edilen prim borcunu yasal koşullarına uygun şekilde ödemiştir. 18.12.1995 tarihinde yaşlılık aylığı tahsis talebinde bulunmuş, 01.01.1996 tarihinden geçerli olmak üzere de davacıya yaşlılık aylığı bağlanmış, daha sonra Kurumca Alman Sigorta Mercii'nden getirtilen hizmet cetvelinden davacının borçlanma ve tahsis talep tarihi ile sonrasında 26.12.1995 tarihine kadar yurt dışında işsizlik yardımı aldığı anlaşıldığından ""yurda kesin dönüş yapmadığı"" kabul edilerek borçlanması ve yaşlılık aylığı tahsis işlemi iptal edilmiş, davacının, Ankara 1. İş Mahkemesinin 1998/1853 Esas ve 1998/66 Karar sayılı dosyasında 09.05.1997 tarihinde açtığı davada; Kurumun borçlanma ve yaşlılık aylığını iptal eden bu işleminin iptalini istemiş, mahkemece verilen davanın reddine ilişkin 18.02.1998 günlü karar temyiz edilmeksizin 27.02.1998 tarihinde kesinleşmiştir.

Bundan sonra davacı tarafından Ankara 5. İş Mahkemesinin 2000/794 Esas ve 2001/112 Karar sayılı dosyasında 21.06.2000 tarihinde açılan davada, davacı 1995 yılı itibarıyla borçlanmasının kabulünün gerektiğini, olmadığı takdirde ise 1998 tarihinde yurt dışındaki kaydını silerek kesin dönüş yaptığından borçlanma işleminin 18.05.1998 tarihi itibarıyla geçerli olduğunun tespiti ile Kurumun borçlanma ve yaşlılık aylığını iptal eden işleminin iptalini istemiş, mahkemece kesin hüküm nedeniyle davanın reddine dair verilen karar Yargıtay 21. Hukuk Dairesi'nin 14.05.2001 tarih ve 2001/3576 Esas ve 2001/3713 Karar sayısı ile onanarak, 14.05.2001 tarihinde kesinleşmiştir.

F- GEREKÇE: Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; Davacı tarafından daha önce açılıp, kesinleşen; "Kurum işleminin iptali ile borçlanmanın geçerli olduğunun tespitine" yönelik davanın "reddine" ilişkin mahkeme hükmünün açılan bu davada, talep yönünden kesin hüküm teşkil edip etmediği, 3201 sayılı Kanunun 3. maddesinde yazılı, "yurda kesin dönüş yapma" koşulunu iptal eden ve 25.04.2003 günlü Resmi Gazetede yayımlanan 12.12.2002 gün ve 2000/36-2002/198 sayılı Anayasa Mahkemesi kararının kesin hükme karşın eldeki davaya etkisinin olup olmayacağı, noktalarında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle; yargılama hukuku açısından "dava şartı" ile "kesin hüküm" kurum ve kavramlarının temel hukuki esasları üzerinde durulmasında yarar vardır.

Dava şartları, mahkemenin davanın esası hakkında yargılamada bulunabilmesi için gerekli olan şartlardır. Diğer bir anlatımla; Dava şartları, dava açılabilmesi için değil mahkemenin davanın esasına girebilmesi için aranan Kamu Düzeni ile ilgili zorunlu koşullardır.

Mahkeme, hem davanın açıldığı günde, hem de yargılamanın her aşamasında dava şartlarının tamam olup olmadığını kendiliğinden araştırıp, inceler ve bu konuda tarafların istem ve beyanları ile bağlı değildir. Dava şartları dava açılmasından, hüküm verilmesine kadar varolmalıdır. Dava şartlarının davanın açıldığı günde bulunmaması ya da bu şartlardan birinin yargılama aşamasında ortadan kalktığının öğrenilmesi durumunda mahkeme davanın mesmu ( dinlenilebilir ) olmadığından reddetmesi gerekir.

Bu bağlamda, olayla sıkı bağlantısı nedeni ile hemen vurgulayalım ki, dava konusu uyuşmazlığın daha önce bir kesin hüküm ile çözümlenmemiş olması da ( olumsuz ) dava şartıdır. Birinci dava ile ikinci davanın müddeabihlerinin ( konusunun ), dava sebeplerinin ( vakıaların ) ve taraflarının aynı olması maddi anlamda kesin hüküm oluşturur ( HUMK. m. 237 ). Kesin hüküm, hem bireyler için hem de Devlet için hukuki durumda bir kararlılık ortaya koyar. Bununla, hukuki güvenlilik ve yargı erkine güven sağlandığından kamu yararı ile doğrudan ilgilidir.

Kesin hüküm itirazı, davanın her aşamasında ileri sürülebilir ve mahkemede; ( Yargıtay'da ) davanın her aşamasında kesin hükmün varlığını kendiliğinden gözetip, varsa davayı kesin hükümden ( dava şartı yokluğundan ) reddetmesi gerekir. Yine kesin hüküm itirazı mahkemede ileri sürülmemiş olsa dahi, ilk defa Yargıtay'da ( temyiz veya karar düzeltme aşamasında ) da, dahası bozmadan sonrada ileri sürülebilir. Bu bakımdan usuli kazanılmış hakkın istisnasıdır ve tarafların iradesine de bağlı olmayan mutlak bir etkiye sahiptir. O nedenle kesin hükmün varlığı, yargılamanın bir kesiminde nazara alınmamış olması diğer bir kesiminde ele alınmasını engellemez.

Yeri gelmişken, uyuşmazlığın diğer ayağını oluşturan Anayasa Mahkemesi'nin iptal hükmünün özelliği, geriye yürüme ( ex tunc ) etkisinin hukuki kapsam ve uygulama alanı üzerinde durulmasında yarar vardır.

Öncelikle belirtelim ki; Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararları Resmi Gazetede yayınlandıkları tarihten itibaren ve geleceğe dönük olarak hüküm ve sonuç doğurur. Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının etkisi henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalar yönünden geçerlidir.

Gerçekten de, Anayasal yargıda; idari yargıdaki iptal kararının ( ex tunc ) geriye yürüme etkisi ilke olarak kabul edilmemiş ve iptal edilen kuralın baştan beri geçersiz duruma geldiği esası benimsenmemiştir. Diğer bir anlatımla Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının geri yürümezliği kuralına öncelik tanınmıştır ( Anayasa m. 153 ).

Genel Kuruldaki görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce üzerinde durulan bir başka husus da, yaşlılık aylığının hukuksal niteliğidir. Bu anlamda yaşlılık aylığının Anayasal ve yasalar karşısındaki konumuna göre sürekli kullanılması zorunlu bir hak olduğu ve bu haktan vazgeçilemeyeceği ve kaçınılamayacağı vurgulanmış ve kesin hüküm dahil diğer özel hukuk alanında yer alan kurumlarla karşılaştırılamayacağı ve bu kurallarla açıklanamayacağı, sosyal güvenlik hukuku çerçevesinde çözümü gerektiği vurgulanmıştır. Ne var ki, Anayasa'nın 153/V maddesine bakıldığında, iptal kararının geri yürümeyeceği ilkesine, yasa koyucu tarafından bir istisna tanınmadığı konusunda bir kuşku ve duraksama bulunmamaktadır.

Türk Anayasal sisteminde benimsenen iptal kararının geriye yürümezliği kuralının getiriliş amacı, Devlete güven duygularını sarsmamak Devlet yaşamında kargaşaya neden olmamak, toplum huzurunun sarsılmamasını sağlamak olarak özetlenebilir. Bu hükmün Anayasa'da yer almasının nedeni, 1961 Anayasası'nın 150. maddesinin gerekçesinde "içtimai huzur mülahazasına" dayandırılmıştır. Esasen bir hukuk kuralının yürürlüğü sırasında bu kurala uygun biçimde, tüm sonuçları ile kesin olarak edinilmiş hakların ( kazanılmış haklar ) korunması hukuk devletinin gereğidir. O nedenle hukuksal ve maddi alanda etkisini göstermiş hukuk kuralları uyarınca tamamlanmış ve sonuçlarını doğurmuş bulunan kazanılmış haklara Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün geriye yürümeyeceğinin ( ceza mahkumiyetlerinde durum farklıdır ) kabulü kaçınılmazdır.

Kazanılmış hakları Hukuk Devleti kavramı temelini oluşturan en önemli unsurlardandır.

Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan yorumlar" Anayasa'nın 2. maddesinde açıklanan "Türkiye Cumhuriyeti Sosyal bir Hukuk Devletidir" hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi toplumsal kararlılığı, hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez.

Anayasa Mahkemesi kararlarının mahkemeleri bağlayıcı niteliği açıktır. Bu etki yukarıda da açıklandığı üzere, hem kararın yayımlanması ile ortaya çıkar hem de yayımlandığı sırada derdest olan davalar açısından etkiye sahip olabilir.

Uyuşmazlığın çözümünde akla gelebilecek bir başka yön ise; borçlanmanın geçerliliği için aranan fakat, Anayasa Mahkemesi'nce iptaline karar verilen ""kesin dönüş' koşuluna bu kez geçerlilik koşulu olarak yer vermeyen, 06.08.2003 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4958 sayılı Kanunun 56. maddesi ile 3201 sayılı Kanunun 3. maddesine getirilen yeni düzenlemenin, aynı nedene dayalı iptal ile oluşan kesin hükme etkisinin olup olamayacağıdır.

Yasa değişikliği ile getirilen bir düzenlemenin, ancak bu yönde bir ihya hükmü içermesi durumunda buna olanak bulunmaktadır. Ne var ki anılan yeni düzenlemede bu tür bir hükme yer verilmemiş olması karşısında, kesin hüküm olgusu nedeniyle oluşan hukuksal engeller tekrar karşımıza çıkmaktadır.

3201 sayılı Kanun, kendisinden önce yürürlükte bulunan 2147 sayılı Kanun ile birlikte; yurt dışında çalışan Türk vatandaşlarına; yurt dışında çalıştıkları süreleri, döviz karşılığı borçlanma ve buna bağlı yaşlılık sigortasından yararlanma hakkı vermiş ve bu kişilerin, yurt dışındaki ülke sosyal güvenlik kuruluşları kapsamında sosyal güvenliklerine gerek kalmaksızın Anayurt Türkiye'de sosyal güvenceye kavuşma hakkı tanımıştır. Böylece Türkiye'de çalışıp, belli bir sosyal güvenlik kurumu kapsamında bulunan Türk vatandaşları ile yurt dışında çalışanların sosyal güvenceleri açısından bir farklılık kalmamıştır.

Davanın yasal dayanağı olan 3201 sayılı Kanunun 3. maddenin iptal öncesi orijinal metninde;

"Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra yurda kesin dönüş yapanlar, kesin dönüş tarihinden itibaren yazılı istekte bulunmak ve yurt dışında geçen sürelerin tamamını veya dilediğini döviz olarak ödemek şartıyla borçlanabilirler.." hükmüne yer verilmiştir.

Diğer taraftan "aylık tahsisi ve aylığın başlama tarihi" başlıklı 6. maddede;

"A. ) Bu kanuna göre değerlendirilen sürelere istinaden aylık tahsisi yapılabilmesi için;

a ) Yurda kesin dönülmüş olması,

b ) Tahakkuk ettirilen döviz borcunun tamamının ödenmiş olması;

c ) Döviz borcunun tamamının ödenmesinden sonra yazılı istekte bulunulması şarttır.

Yukarıdaki şartları yerine getirenlerden tahsise hak kazananların aylıkları, yazılı istek tarihini takip eden ay başından itibaren başlatılmak üzere ilgili sosyal güvenlik kurumu kanunu hükümlerine göre bağlanır.

B. ) Bu kanunun hükümlerinden yararlanmak suretiyle aylık bağlananlardan tekrar yurt dışında çalışmaya başlayanların çalışmaya başladıkları tarihi takip eden ay başından itibaren aylıkları kesilir.

Bunlardan yeniden kesin dönüş yapanların, bu hizmetlerini 4. madde hükümleri gereğince borçlanmaları şartıyla aylıkları bu süreler de dikkate alınarak yeniden hesaplanır.

Bu borçlanmayı yapmayanların eski aylıkları yurda kesin dönüş tarihini takip eden ay başından itibaren müracaatları üzerine tekrar ödenmeye başlanır. "

Hükmü bulunmaktadır.

Konu ile ilgili temel hukuk kurallarının açıklanmasından sonra bu ilkelerin ışığında somut olayı değerlendirdiğimizde;

Ankara 5. İş Mahkemesi'nin 14.03.2001 gün ve 2000/794 E. ve 2001/112 K. sayılı dosyasının yukarıda açıklanan içeriğinden anlaşılacağı üzere; aynı davacı tarafından davalı SSK aleyhine aynı maddi vakıalara dayanılarak ve aynı isteklerle ( 18.05.1998 tarihi itibarıyla borçlanma işleminin geçerliliği ) dava açılmış, yapılan yargılama sonunda davanın reddine karar verilmiş ve Yargıtay 21. Hukuk Dairesi'nin ilamıyla onanarak kesinleşmiştir. Eldeki davanın tarafları ve konusu önceki dava ile aynı olup, dayandıkları maddi vakıalar da aynıdır. Bu açık durum karşısında kesin hükmün varlığında kuşku bulunmamaktadır. Kesin hükme rağmen açılan ve tarafları, dava konusu, sebebi, dayanakları aynı olan ikinci davanın dinlenmesine olanak bulunmadığı gibi, bu ikinci davanın yargılama aşamasında verilen Anayasa Mahkemesi iptal kararının yine yukarıda açıklanan ilkeler karşısında bu davaya etkisinin olabileceği de düşünülemez. Diğer önemli bir husus da, dava konusu uyuşmazlığın daha önce bir kesin hüküm ile ( HUMK. Md. 237 ) çözümlenmiş olmasının dava şartı olması ve olumsuz dava şartı olarak nitelendirilen bu nedenin başkaca bir araştırma yapılmaksızın, davanın salt bu yönden reddini gerektirmesidir. Kısacası; eldeki davada davanın görülebilirlik şartları yoktur ve ileriye etkili olacak bir iptal kararının bu olumsuz şartı oluşturan kesin hükmü ortadan kaldırıcı bir niteliği de bulunmamaktadır.

Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının kural olarak Resmi Gazetede yayınlandıkları tarihten itibaren ve geleceğe dönük olarak hüküm ve sonuç doğuracağı unutulmamalıdır. Bu nedenledir ki, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından önce iptal edilen yasa kuralına dayanılarak kesinleşmiş mahkeme kararının Anayasa Mahkemesi kararından etkilenmeyeceği açıktır. Daha açık anlatımla, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının, iptal edilen yasa kuralına dayanılarak daha önce verilip kesinleşmiş olan hükme etkili olması olanaklı değildir.

Hal böyle olunca; mahkemece Özel Daire'nin bozma ilamına uyularak davanın kesin hüküm nedeniyle reddi gerekirken direnilmesi yerinde olmamıştır.

Sonuç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Dairenin bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı, HUMK'nın 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 23.02.2005 günü oyçokluğu ile karar verildi. (¤¤)

KARŞI OY :

Davacının istemini kısmen kabul, kısmen red eden mahkeme kararını yerinde bulmadığından bozan Yüksek 21. Hukuk Dairesinin 15.6.2004 tarihli kararını ise yerinde bulan Hukuk Genel Kurulu'na ait 23.2.2005 tarihli kararına aşağıda anlatılan nedenlerden dolayı katılamamaktayım.

Davacı yurtdışında geçen hizmetlerinin bir bölümünü 3201 sayılı yasaya göre kuruma borçlanarak tahakkuk ettirilen prim borcunu da ödediğinden kendisine 01.01.1996 tarihinden itibaren yaşlılık aylığı bağlamış ise de davacının 15.10.1995 tarihine kadar yurt dışında çalıştığı ve 26.12.1995 tarihine kadar da işsizlik yardımı aldığı ve yurda kesin dönüş yapmadığı gerekçe gösterilerek yurtdışı borçlanması işlemi ve neticeten bağlanan yaşlılık aylığı tahsis işlemi iptal edildiğinden yerinde olmayan kurum işleminin iptal edilerek borçlanma işleminin geçerli olduğunun tespitine ve yeniden kesilen aylığının bağlanmasına ilişkin eldeki davayı açmış bulunmaktadır. Yapılan yargılama neticesinde tüm deliller dosyaya getirtildikten sonra mahkemece istemin kısmen kabulüne davacının 3201 sayılı yasaya göre yaptığı borçlanmanın geçerli olduğunun tespiti ile aksi yöndeki kurum işleminin iptaline aylıklarının 1.7.2001 tarihinden itibaren başlatılmasına dair hüküm kurulmuştur. Bu hüküm Yüksek 21. Hukuk Dairesi üye çoğunluğunca yerinde bulunmayarak davacının daha önce aynı istemli olarak Ankara 1. İş Mahkemesine tespit ve iptal davası açtığı 1997/1853 Esas ve 1998/66 Karar sayılı ilamı ile bu davadaki isteminin reddine karar verilip temyiz edilmeksizin kesinleştiği; yine tarafı ve istemi aynı olan 21.6.2000 tarihinde dava açılmış ise de bu kere doğrudan 1 devre sözkonusu edilip kesin hüküm nedeni ile reddedilmiş ve 21. Hukuk Dairesince 14.5.2001 tarihinde onandığından aynı taraflarca aynı istemle dava söz konusu olup HUMK. 237. maddesi gereğince kesin hükmün varlığından söz edilerek eldeki davanın reddedilmesi gerekirken kabulünün yerinde bulunmadığından bahisle bozulmasına karar verilmesi gerektiği yolunda hüküm kurulmuştur. Dava dosyası ekinde davacının bozma kararında belirtildiği gibi iş bu davadan önce tarafları, konusu ve dava sebebi aynı olan davacının yurtdışı borçlanmasının geçerliliği ve yaşlılık aylığını iptal eden kurum işleminin iptaline dair iki dava açtığı ve redle sonuçlandığı görülmekte ise de eldeki dava ile tarafları ve istemin aynı olması dışında benzerlik taşımamaktadır. Diğer bir anlatımla kesin hükmün varlığını teşkil eden iki unsur ( taraf ve konusu ) aynı olmakla birlikte üçüncü unsur olan dava sebebi artık birinci dava ile ayrılık arzetmemektedir. Şöyle ki; önceki davaların açılıp sonuçlandığı tarihte yürürlükte olan yasa 08.05.1985 tarihinde kabul edilip 22.05.1985'de yayınlanarak yürürlüğe giren 3201 sayılı yasadır. Bu yasa gereğince açılıp sonuçlandırılan tespit ve iptal davalarının red ile sonuçlandırılıp kesinleşmiş bulunması son derece isabetlidir. Çünkü borçlanma koşullarını belirleyen 3201 sayılı yasanın 3. maddesinde sigortalıların borçlanma yapabilmesi için yurtdışından kesin dönüş yapmaları gerektiği zorunlu bulunmakta olduğundan ve davacının da işsizlik sigortası alması nedeniyle yurtdışından henüz kesin dönüş yapmadan borçlanma yapmış bulunduğunun kabulü o tarihte yürürlükteki yasa ve yüksek mahkeme içtihatlarına uygun düşmekteydi. Ancak 3201 sayılı yasanın 3. ve 6. maddelerinde konu edilen yurda kesin dönüş yapma olgusu uygulamada yurtdışında çalışan vatandaşlarımıza borçlanma yapmaları için zorlaştırmalar getirdiği ve yurtiçi çalışanlarının çalışma olgusu ve yaşlılık aylığı bağlatma koşulları arasında eşitsizlik yarattığından Anayasanın 10., 49., 60. ve 62. maddelerine aykırılık teşkil ettiğinden bahisle bir Ankara İş Mahkemesince Anayasa Mahkemesine Anayasanın 152. maddesi gereğince itiraz davası açılmış olup bu mahkemece yapılan somut dava incelemesi neticesinde 12.12.2002 tarihli açıklanan kararla 3201 sayılı yasanın kesin dönüşü konu eden 3. maddesindeki kesin dönüş ibaresinin iptal edildiği tefhim edilmiştir ( 6. madde için olan iptal istemi red edilmiştir. ) ve 25.04.2003 tarihinde de Resmi Gazetede yayınlanarak eski yasa yürürlükten kaldırılıp iptal edilen şekli ile 3201 sayılı yasa yürürlükte uygulanmaya devam edilmiştir. Bunun anlamı doğal olarak yurtdışında çalışan işçiler artık yurda kesin dönüş yapmaya gerek kalmaksızın çalışma sürelerini bir gün karşılığı iki dolardan olmak üzere borçlanabilme hakkını elde etmiş bulunmaktadırlar.

Ancak aylık bağlanması ise yurtdışından kesin dönüş yapılması gerekliliğini korumuş bulunmaktadır. Davacı 3201 sayılı yasada aranan kesin dönüş olgusunun iptal edilmesinden sonraki döneme rastlayan tarihte eldeki davayı açmış bulunduğundan artık bu dava için yürürlükteki 3201 sayılı yasanın 3. ve 6. maddesindeki kesin dönüş koşulu aranmayacaktır. Davacının istemi yine birinci davadaki gibi borçlanmanın geçerliliği ve iptal edilen yaşlılık aylığının kesildiği tarihten ödenmesi ise de bu isteme uygulanacak yasa maddesi artık birinci dava ile aynı yasa maddesi değildir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile yeni bir şekil almıştır. Benzer tüm davalarda uygulanması zorunludur. Bu sonuç Anayasa Mahkemesi Yargılamasının bir gereğidir. Oysa ki, kesin hükmün varlığını belirleyen davanın sebebi artık DEĞİŞMİŞTİR. Gerek doktrinde gerekse yargısal uygulamalarda bu konuda yazılmış çok fazla doküman bulunmamakta ise de davanın sebebinden anlaşılan hukuki ve maddi sebeptir. Hukuki sebep: Açılmış bulunan davaya dava tarihinde yürürlükte bulunan yasa maddelerinin uygulanmasının gerektiği kuralıdır. Maddi sebep ise: davanın açılmasına neden olan muarazalar ve nizalardır. Eldeki davada davanın maddi sebepleri aynı ise de hukuki sebebi artık farklı olduğu için kesin hükmün varlığını belirlenmesini teşkil eden unsurlardan birisi hukuken kalkmış bulunmaktadır. Bu nedenle de birinci dava ile eldeki dava aynı şartları ve sebepleri taşımayacağından kesin hükmün varlığından söz etmek mümkün değildir. Bu anlatılanlar iç hukuktaki HUMK. 237. maddesinde anlatılan ve mahkemece resen göz önüne alınması gereken dava şartlarının irdelenmesine ilişkin ve onu ortadan kaldıran kişisel görüşümdür.

Diğer yandan Sosyal Güvenlik Hukukuna ait davalar iş mahkemelerinde görülmekte olup yargılama usulü 5521 sayılı İş Mahkemeleri Yasası gereğince yürütülür. Yasanın 15. maddesinde " bu kanunda sarahat bulunmayan hallerde HUMK'nın hükümleri uygulanı" denmekte, 7. maddesinde yargılama usulünün şifahi usul olduğu yazılıdır. Buradan iş mahkemelerinde görülmekte olan bu tip davalar gerek yargılama usul ve esaslar gerekse nitelik ve sonuçları itibariyle genel mahkemelerde görülen eda davalarından farklılık arz etmektedir. Eda davalarında taraflara karşılıklı olarak bir işin yapılması, bir hakkın kullanılması veya malın, gayrimenkulün diğer tarafa verilmesi şeklinde edimler yüklediğinden artık bu sonuca rağmen ikinci kez aynı konuda aynı taraflarca aynı sebebe dayalı ikinci bir davanın açılarak hukuka güven açısından mevcut otoritenin sarsılması doğru bulunmayacaktır. Sosyal güvenlik hukukuna ait davalarda ise taraflardan birisi sigortalı gerçek kişi karşında ise idare ( devlet ) bulunmaktadır. Bu nedenle ilgi alanı kamusal olup otoritesi kamu düzenini ilgilendirmektedir.

Yargılama sürecinde mahkemeler tarafların ileri sürmediği ancak gerekli olan delilleri resen araştırabilmektedirler. Çünkü oluşabilecek aksi bir sonuç eşitlik ilkesini bozduğunda kamu düzenini doğrudan olumsuz etkileyecektir. Bu tip davalarda hüküm, bir hakkın tespiti, geçerliliği veya kurum işleminin iptali şeklinde kurulduğundan bir ucu açık bulunmaktadır. İnfaz kabiliyete ancak idareye sunulduğunda oluşacaktır. Genel mahkemelerden verilen hükümlere ilişkin edim davalarına bu nedenle hiç benzememektedir. Koşullara göre sigortalı bireyler kendileri için oluşan haklardan yararlanabilmek için önce idareye, niza çıkartıldığında da iş mahkemelerine başvurmaktadırlar. Bir dönem yasa maddeleri gereğince kişisel çalışma şartları uygun bulunmadığında istemleri mahkemelerce red edilse de zaman içinde koşullarda değişiklik oluştuğunda şartları elvermişse o haktan çalışan birey artık yararlanabilmelidir. Öncesinde aynı istemden dolayı davası red olunmuş bulunsa dahi "HAKKIN ÖZÜ" kaybolmadıkça devletten bunu isteme hakkı ve imkanı her zaman bulunması doğaldır. Bu nedenle tespit davalarının neticeleri kesin hüküm nedeniyle kısıtlanmamalıdır.

Olayımızda devlet sigortalı bireyler için bu vecibelerini yerine getirmiştir. Yurtdışında çalışan sigortalılara borçlanma için zorluk teşkil eden 3. maddedeki kesin dönüş koşulunu ortadan kaldıran değişikliği yasal organı Anayasa Mahkemesi iptal kararı ile ortadan kaldırmış ve yerine uygun yasal hükümleri koyarak borçlanma işlemlerini basitçe kullanılan hak haline dönüştürmüştür. Ancak gereğini uygulamak öncelikle idareye düşmekte olup niza oluştuğunda ise çözüm mahkemelerde yer almaktadır.

Davacı gelişen şartlara göre bu hakkını kullanmakta ise de istemi yargı engeline takılmıştır. Sosyal Güvenlik hakkı gibi en doğal ve zorunlu bir hakkın kullanımından aynı nedene dayalı davalar açılıp olumsuz sonuçlandığından bahisle HUMK'nın 237. maddesi gerekçe gösterilerek kesin hükmün varlığından bahisle yasal engel konulmaktadır. Mevcut bir hak, ait olduğu kişiye kullandırılmayarak devlette kaldığı sürece bireyin yaşamını sürdürme hakkı dahi engellenmiş olacaktır. Buda sosyal devlet anlayışını yok eden olumsuz bir sonuç doğurur. Sosyal Güvenlik Hukukuna dair hiçbir talep ve davada feragat edilemeyeceği gibi bu hakkı engelleyen hiçbir mahkeme kararı da isabetli bulunmayacaktır.

Hukuk Genel Kurulunun 11.2.2004 tarihli 2004/21-54 Esas 2004/54 karar sayılı ilamında sosyal Güvenlik hakkından feragat edilemez devredilemez yoksun bırakılamaz diye özetlenen Yüksek 21. Hukuk Dairesi bozma kararı Hukuk Genel Kurulunca da kabul görerek bu hususta aksi yönde hüküm içeren yerel mahkeme kararı bozulmuştur. Karardaki dayanak noktası alınan yasa maddesi HUMK'nın 91 ve devamı maddeleridir. Aynı gerekçelerle dava dosyamızdaki yaşlılık aylığı elde etmeye ilişkin yurtdışı çalışmasını borçlanmak isteyen davacının isteminin de engellenmemesi gerekmektedir. HUMK'nın 237. maddesindeki bu hakkın kullanımını 2. kez dava açıldığı için engelleyen unsurların mahkemece bertaraf edilmesi gerekmektedir. Üstelik bu iki unsura ( feragat edilemez yoksun bırakılamaz ) kuvvet veren güç ise bağımsız yargı erkidir. Bazen devlet yanlışı bazen birey yanlışı olmak yüce yargının tarafsız olma ilkesine uygun düşmeyecektir. Anlatılan nedenlerle daha önce dava konusu yapılıp o tarihte yürürlükteki yasalar gereğince elde edilemeyen sosyal güvenlik hakkının daha sonra yasal şartlar oluştuğunda olumsuz dava şartı mevcut diye davacıya idare ve yüksek mahkemece kullandırılmaması tarafımca uygun bulunmamaktadır.

Dairenin Bozma ilamında emsal olarak alınan 05.02.2003 gün ve 2003/21-30-57 sayılı Hukuk Genel Kurulu kararı kapsam olarak aynı özellikte değildir. Özetle bu kararda yerel mahkemenin kesin hükmün varlığından ötürü ikinci kez açılan davayı reddeden mahkeme kararının onanmasına karar verilmiş olup gerekçeli karar incelendiğinde Anayasa Mahkemesinin 12.12.2002 de tefhim edilen 3201 sayılı yasanın 3. maddesinde yer alan kesin dönüş ibaresini kaldıran karar daha Resmi Gazetede yayınlanmadığından yüksek dairece bozma şeklinde hüküm kurulmuş bulunduğundan eski yasa halen yürürlükten kalkmamış olup ancak iptal kararları resmi gazetede yayınlandıktan sonra eski yasa yürürlükten kalkıp yeni şekli yürürlüğe gireceği için bu kurala uyulmadığından yerinde bulunmamıştır.

Ayrıca Anayasa iptal kararları 153. madde gereğince geriye yürümediğinden bu davada yasanın yeni şeklinin uygulamasının yer alamayacağına dair görüş bildirilmektedir. Görüldüğü üzere Anayasa Mahkemesi yargılamasının bu kuralının bu şekilde ifade edilmesine katılmak mümkün değildir. Anayasa Mahkemesine Anayasanın 152. maddesi gereğince itiraz yolu ile somut dava açan dava mahkemelerinin iptal istemleri yapıp bitirilen Anayasa yargılamasının sonucuna göre iptal veya red kararı ile sonuçlandırılmadan mevcut yargılama bitirilemez. Eğer dava mahkemesince hüküm kurulmamışsa dava kesinleşinceye kadar yasanın yeni şekli üst mahkemelerce de uygulanmak zorundadır. Çünkü iptal kararları bağlayıcıdır. Ayrıca benzer konulara bakan ilgili ve görevli mahkemeler dahi bu itiraz mahkemesinin başvurusu nedeniyle oluşacak iptal kararlarından etkileneceği için bu mahkemeler dahi Anayasa Mahkemesinin başvuruya ilişkin kararının sonucunu beklemeli ve Erga Omnes= herkese eşit kuralından hareketle tüm yasalar herkes için eşit uygulanmak zorundadır. Aksi yöndeki Hukuk Genel Kurulu kararındaki gibi düşünüldüğünde itiraz yoluyla yasaların iptal isteminin bir gereği ve yararı olmayacaktır. Mahkemeler uygulayamayacakları Anayasa iptal kararlarını beklemelerinin bir anlamı olamazdı. Yerel mahkemelerde ki mevcut uygulamalarda yasal için Anayasa Mahkemesine başvurulduğunda çıkacak sonuç beklenmektedir. 1982 Anayasasının oluşumu bu zorunluluğu getirmiştir. Bir önceki 1961 Anayasasında ise sadece itiraz yoluna başvuran mahkeme için iptal kararı geçerli olmakta diğer mahkemeleri bağlamamakta idi. Diğer yandan kazanılmış haklar geri verilmez ilkesinin uygulamadaki yeri ancak Anayasanın 150. maddesi gereğince soyut norm davalarının maddede belirtilen kişi ve kurumlarca açılması halinde uygulanmakta olup geriye yürümezlik ilkesinin bir neticesi burada yerini bulmaktadır. Ancak Anayasanın 152. maddesi gereğince itiraz yoluyla açılan davalarda ise tam aksi bekleyip sonucundan etkilenilmesi yargılamanın zorunluluğudur. Eldeki dava ile Anayasanın 150. maddesindeki iptal davası prosedürü ile hiçbir ilgisi yoktur.

Diğer yandan çalışan kesimin sosyal güvenceden yoksun bırakılmaması ve mevcut koşulların en uygun biçimde çalışanlara tanınarak yaşamın kolaylaştırılması Devletin ana temel görevlerinden birisidir. Bu hak diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin katıldığı Avrupa Sosyal şartı anlaşmalarının da bir gereğidir. Sosyal güvenlik haklarını belirleyen Anayasanın 60., 65. maddelerinde anlatıldığı gibi özellikle 62. maddesinde yabancı ülkede çalışan Türk vatandaşlarının sosyal güvenliklerinin sağlanmasına ilişkin hükümler yer almaktadır. Bazı Batı Avrupa ülkeleri ile Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri arasında sosyal güvenliğe ilişkin ikili sözleşmeler imzalanmış olup yine Anayasanın 90. maddesinde usulüne göre yürürlüğü konulmuş milletler arası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz denilerek Uluslararası hukuktaki sözleşmelere yurt içinde yürürlükte bulunan Kanunlara oranla üstünlük tanınarak titizlikle mutlak uyulmasının sağlanması düşünülmüştür. Bu nedenlerledir ki sosyal güvenlik haklarından vazgeçilemez bu haklardan kimse yoksun bırakılamaz, miras yoluyla yakınlara geçer, ilgili kişi kadar Devlet tarafından da korunması sağlanmalıdır. Bu hakların korunduğu en yüce makam da bağımsız yargıdır. Amaç hayatı zorlaştırarak hukuk normları arasında boğmak değil kolaylaştırmak olmalıdır. Dava konusu edilen uyuşmazlıklarda davacının sosyal sigortalar kurumuna yurtdışı borçlanması için yatırmış olduğu borçlanma bedeli halen uhdesinde bulunmaktadır. Bunun karşılığı davacı yaşlılık aylığına kavuşturulmuş ise de iptal edilerek işlem askıya alınmış bulunmaktadır. Demek oluyor ki bu kişilerin yaşamlarını sürdürebilmelerine ilişkin olan gelirlerden mahrum bırakıldığı ortadadır. Bu sosyal gerçek karşısında bazı hukuk normlarının engelleyiciliği bahane edilerek yasalarca dahi sağlanan kolaylıklar ve yeni haklardan kişiyi yoksun bırakmak Türk Hukuk sistemindeki Adalet anlayışına da uygun düşmeyecektir. Artık engel teşkil eden tüm şartlar uygun hale getirildiği için ( Anayasa mahkemesinin iptal kararı buna olanak sağladığından ) davacıya çok önemli bir sosyal hak olan yaşlılık aylığına kavuşturmak gerektiği bu görüşün aksine hüküm içeren çoğunluğun oluşturduğu bozma gerekçesine bu nedenlerle katılamamaktayım yerel mahkemenin kararını isabetli bulduğum için benimsemekteyim.

Yukarıda anlatılan nedenlerle yerinde olan mahkeme kararının onanması gerektiğini düşündüğümden Yüksek Hukuk Genel Kurul çoğunluk görüşüne katılamamaktayım.

Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programları
**************************************
Old 09-11-2007, 14:24   #4
parézer

 
Varsayılan

kararlar için teşekkürler
kararlarda benimsenen görüş iptal kararının, karardan önce verilmiş kesin hükümleri ve kazanılmış hakları etkilemeyeceğidir.
Benim olayımda ise kesinleşmiş bir hüküm veya kazanılmış bir hak söz konusu değil.Aksine iptal edilen kanun maddesi nedeni ile kısıtlanan bir hak söz konusu
Bu konuda önceki günlerde yine sorularım olmuştu.İtibarı hizmet süreleri ile ilgili, Anayasa Mahkemesinin verdiği iptal kararı üzerine dava açacağız.ancak itibarı hizmetten yararlanmak için 3600 gün çalışmış olam şartı var.bu hizmet süreleri hesaplanırken Anayasa Mahkemesinin iptalinden önceki hizmetler hesaba katılacak mı?
cevabını aradığım soru bu.
Old 09-11-2007, 15:02   #5
Sinerji Hukuk Yazılımları

 
Varsayılan

T.C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

Esas: 2004/10-244
Karar: 2004/229
Karar Tarihi: 28.04.2004

ÖZET: 23.5.2002 tarihinde 15 yıllık sigortalılık süresini ve 50 yaşını dolduran ve 3600 gün malüllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş olan kadın sigortalılara istekleri halinde yaşlılık aylığı bağlanır. Bir Anayasal Sosyal Güvenlik Kuruluşunun sigortalılarına karşı görevi, sadece primleri tahsil etmek değil, sigortalıların haklarını korumak ve gerektiğinde sigortalıları uyarmak ve onların hak kaybına uğramalarını önlemektir. Bu durumda kurum; açıklanan kusurlu eyleminin sonucuna katlanmalıdır.Kaldı ki, kurumun bu davranışı, Medeni Kanunun 2.maddesinde ifadesini bulan objektif iyiniyet kuralları ile de bağdaşmamaktadır.

(506 S. K. geçici m.81) (4721 S. K. m.2)

Taraflar arasındaki "tespit" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 3.İş Mahkemesince davanın reddine dair verilen 2.6.2003 gün ve 2002/930 E. 2003/372 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10.Hukuk Dairesinin 23.10.2003 gün ve 2003/6150 E- 7334 K. sayılı ilamı ile; (...Dava hukuki nitelikçe davacıya; 15.7.2002 günlü tahsis talebine göre Sosyal Sigortalar Kurumundan 1.8.2002 tarihi itibariyle yaşlılık aylığı bağlanması gerektiğinin tespiti istemine ilişkindir.

4.7.1951 doğumlu olan bayan sigortalının, 1.5.1987-1.7.1987 döneminde 60 gün Sosyal Sigortalar Kurumuna tabi zorunlu, 1.4.1990-31.1.2000 döneminde 3540 gün yine aynı kurumdan isteğe bağlı sigortalılığı olduğu, davacının 2000 yılı Ocak ayına ait isteğe bağlı sigortalılık primini 15.7.2002 tarihinde kuruma ödediği dosya içeriğindeki bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır.

506 sayılı Kanuna 4447 sayılı Kanunla eklenen geçici 81. maddenin Anayasa Mahkemesince iptal edilen ve 4579 sayılı Kanunla yeniden düzenlenen C bendinin (a) alt bendi hükmüne göre; 23.5.2002 tarihinde 15 yıllık sigortalılık süresini ve 50 yaşını dolduran ve 3600 gün malüllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş olan kadın sigortalılara istekleri halinde yaşlılık aylığı bağlanır.

Somut olayda; sigortalılık başlangıç tarihi 1.5.1987, doğum tarihi 4.7.1951 olan davacı yönünden; 23.5.2002 tarihi itibariyle anılan bendde öngörülen 15 yıllık sigortalılık süresi ve 50 yaşın doldurulmuş bulunmasına ilişkin koşullar gerçekleşmiş ise de; davacının 2000 yılı Ocak ayı primini 15.7.2002 de kuruma ödemesi nedeniyle 23.5.2002 tarihinde 3600 gün prim ödeme şartı mevcut olmadığından; davacıya C-a bendindeki koşullara göre yaşlılık aylığı tahsisi mümkün değildir ve mahkemenin bu yöne ilişkin kabulü yerindedir.

Ne var ki, davacının 2.5.2002 günlü önceki tahsis talebi üzerine Sosyal Sigortalar Kurumunca verilen 10.5.2002 tarihli cevapta; davacıya sadece Sosyal Sigortalar Kurumuna tabi zorunlu sigortalılık süresi bildirilmiş, isteğe bağlı sigortalılık süresine ilişkin herhangi bir açıklama yapılmamış bu bağlamda sigortalıya; 3600 gün prim ödeme koşuluna göre 30 günlük prim eksiği olduğuna dair bilgi ve uyarı da bulunulmamıştır.

Oysa, bir Anayasal Sosyal Güvenlik Kuruluşunun sigortalılarına karşı görevi, sadece primleri tahsil etmek değil, sigortalıların haklarını korumak ve gerektiğinde sigortalıları uyarmak ve onların hak kaybına uğramalarını önlemektir.

Nitekim somut olayda; davalı Kurumun Anayasal nitelikteki bu uyarı görevini zamanında yerine getirmemesi sonucu; davacının 30 günlük prim eksiğini 23.5.2002 tarihinden önce kuruma ödeyerek anılan bend hükmünden yararlanması engellenmiştir.

Bu durumda kurum; açıklanan kusurlu eyleminin sonucuna katlanmalıdır.Kaldı ki, kurumun bu davranışı, Medeni Kanunun 2.maddesinde ifadesini bulan objektif iyiniyet kuralları ile de bağdaşmamaktadır.

Hal böyle olunca da; davacıya 15.7.2002 günlü tahsis talebine takip eden aybaşı olan 1.8.2002 tarihi itibariyle davalı Kurumca yaşlılık aylığı bağlanmasına karar verilmesi gerekirken aksinin kabulü ile yazılı biçimde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, İzmir 3 İş Mahkemesince önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davacı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına ve özellikle 52 yaşını doldurduğu 4.7.2003 tarihinde ayrıca aylık bağlanması talebinde bulunmasına gerek olmaksızın 1.8.2003 tarihinden itibaren aylık bağlanması gerektiğine göre, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.

Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA ve aşağıda dökümü yazılı (.......) lira bakiye temyiz ilam harcının temyiz edenden alınmasına 28.04.2004 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programları
**************************************
Old 12-12-2010, 22:38   #6
Kartalkanat

 
Varsayılan

Danıştay 12. Dairesi bir kararında Anayasa Mahkemesinin kararlarının geriye yürüyebilmesi için " KESİNTİSİZLİK İLKESİ " ni öne sürerek, İç hukuk yolları biten ve AHİM sürecine giden davalarla ilgili olarak geriye yürümez diyor. Oysa aynı konuda açılan ve Danıştay 12. dairede iş yoğunluğundan dolayı bekleyen dosyalar ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesinin kararları gereği geri yürüyebileceğinden bahsediyor. Dosya Ahim'e gittiyse DERDEST sayılmaz mı ??

Katkılarınız için teşekkür ederim.
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
İdare Mahkemesi Kararlarının Uygulanması krizantem Meslektaşların Soruları 4 12-04-2011 15:13
Kadastro mahkemesi kararlarının tebliği genç osman Hukuk Sohbetleri 0 26-06-2006 08:21
T.B.B Ve Anayasa Mahkemesi ??? 1907 Meslektaşların Soruları 0 27-09-2003 13:26
Anayasa Mahkemesi osmanoglu Hukuk Soruları Arşivi 1 14-02-2002 03:04


THS Sunucusu bu sayfayı 0,13836598 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.