Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Yazdıklarımız - Yazdıklarınız. Üyelerimizin yazdığı ve bizlerle paylaştığı şiir, öykü, deneme ve diğer yazınsal türler.

Ne olacak bu "Hukukun Üstünlüğü"nün hali?

Yanıt
Old 06-04-2008, 23:42   #1
metin karadag

 
Varsayılan Ne olacak bu "Hukukun Üstünlüğü"nün hali?


Ne olacak bu "Hukukun Üstünlüğü"nün hali?
Bu soru "kalıbını" hemen tanımış olmalısınız.

Şu an kime ait olduğunu bilmediğim "Ne olacak bu memleketin hali?" sorusundan (intihal edilmiştir) aşırılmıştır.

Sohbeti kışkırtmak için buraya aktaracağım yazılar daha önce başka yerde yayınlanmış yazılardır.

Beğenininize;

...

“Kaliteyi Talep Etme Kalitesi” ya da “Kamuyasal İnsanın Doğuşu...”

Metin Karadağ

“Hukuki meşruiyet” ya da “meşru hukuk” tanımları, sizlerde hangi düşünceleri uyandırıyor bilemiyoruz. Konu aslında haddinden fazla önemli. Önemli, çünkü birçok konunun damar ve sinir uçlarının yoğunlaştığı ve üstelik de en zayıf kaldığımız aşil topuğumuzdur; bu toplumu oluşturanlar olarak hepimizin, her birimizin...

Geçtiğimiz yıllarda gazetelerden birinde, çok önemli ama gözden kaçtığı için de üçüncü sayfaya düşen fıkra gibi bir haber vardı: “En hukuki çete, yakalandı” ve “gasp, adam yaralama, tehdit... ilh..” suçlarından aranan çete elemanlarının üzerinden, bir “sözleşme” çıktı.

Son icraatları sırasında ele geçirilen çete elemanlarının her birinin üzerinden çıkan aynı fotokopi sözleşmenin maddeleri şöyleydi: “İşi” getiren % 60 alır. Eğer getirilen “iş” dolar, mark üzerindense, “işi” getiren % 70 alır. İşi getiren “icraata” doğrudan katılırsa, işin toplamının % 80’ini alır...

Bu güzelim örneğe baktığımızda, tırnak içinde bile olsa “hukuku” hemen görebiliriz. Yalnızca çete elemanları arasında rızaya dayalı bir kural dizgesi oluşturulmuş ve alan razı veren razı biçimde; hukukseverleri bile kıskandıracak düzeyde de tıkır tıkır işleyen, gerçek bir “alan” yaratılmıştır diyebiliriz.

Düşünsenize, öyle kolay değildir bu tür sözleşmeleri bozmak, anayasa deler gibi delmek. Cemaat üyelerince uyulmadığında da bedeli çok ağır ödenen bir yasa olarak işlemektedir çünkü: “Takır takır, yani ‘aşil topuğuna, aşil topuğuna’ yaptırımı söz konusudur...”

Ancak gel gör ki, çete elemanları arasındaki bu tıkır tıkır işleyen “hukuka” emsal kurallar; çetenin de üzerinde yaşadığı, beslendiği “alanda” eksikliklerini hemen belli eder.

Toplumu oluşturanların yaşamına müdahale etmekte olan “bu kurallar”, bu çete dışındakiler için, yani toplum için geçerli bir anlam taşımamaktadır. Ancak sonuç olarak oldukça kötü bir biçimde etkilemektedir.

Bu “eksiklik” de doğal olarak böyle bir hukuku savunmaya kalkanların karşılarına, toplumun meşruiyet talebinin dayatmasıyla ancak çıkmaktadır.

Burada bu anlama göre ancak “meşru olmayan bir hukuktan” söz edebiliriz. Ve bu durumda kısaca diyebiliriz ki, doğal olarak toplumun ortak çıkarları; “meşru bir hukuktan” yanadır... İşte bu nokta “kamuyasallıktan” söz edebilme noktasıdır.

Bildiğiniz gibi Pakistan’da geçtiğimiz yıllarda bir darbeyle iktidara gelen Pervez Müşerref, bugün hâlâ ülkesinde iktidardadır. Pakistan’ın uluslararası alanda da “meşru temsilcisi” olarak bulunmaktadır.
Uluslararası alanda kabul görme anlamındaki bir “meşruiyet”, uluslararası hukukta zorunlu bir içişlerine karışmama nezaketine(!) sığınarak sırıtabilmektedir ancak. Toplum ya da toplumlar nezdinde demokrasiden kaynaklanmayan bu meşruiyet meşru olmayan meşruiyet, hukuki olmadığı için meşru değildir.

Bu kez de diyebiliriz ki, doğal olarak toplumun ortak çıkarları; “hukuki bir meşruiyetten” yanadır... Ve yine aynı noktaya geldikse, “kamuyasallıktan” söz edebiliriz.

Güruh nesnesi bireyler toplamına bakarak, nesne bireylerden tek tek söz edebilmek olanaklı değildir. Nesne birey sözün gelişi olarak var olabilendir. Söz edilişinin dışında zaten birey olarak da yoktur. Kısaca güruh diye anılırlar. Buna bağlı olarak doğaldır ki, ne meşru olmayan bir hukukun ne de hukuki olmayan bir meşruiyetin sahibi de yoktur.

Ortada yalnızca bir sahip/kefil ve onun sahip/kefil olduğu bir güruh vardır, o kadar...
Toplum, ancak özne bireylerinin varlıklarını sürekli yeniden ve yeniden kanıtlamalarıyla var olabilir. Ve toplum, asla özne bireyler toplamına eşit değildir. Toplum, özne bireylerin uzlaşmış duruşu ve bu uzlaşmayı sürekli sorgulayan ve geliştiren davranış biçimlerinin adıdır sadece.

Aile, grup, çete (yukarıda sözünü ettiğimiz), cemaat, parti veya var olan herhangi bir sosyolojik kümenin içinde üretilen hukuk, en üst düzeyde bir kaliteye ulaşsa bile; bu sosyolojik kümeler birbirleriyle kamuyasal alanda ancak temsiliyet olarak değil “bireyleri” aracılığıyla iletişime geçebilirler ve böylece içindeki tüm öznelerin katılımıyla “kamuyasal” alanın varlığını kendi varlıklarının güvencesi olarak savunabilirler...

Bu nedenle “kamuyasallık” sabit, kült bir tanım kümesi değildir; bir durumun adıdır. Miras olarak alınamadığı için de toplum olarak birlikte üretildiğinde, ancak sıcak olarak var olan dinamik bir durumdur...

İşte, işin asıl gelip dayandığı nokta da budur.
“Ölçülebilir ortak etik değerler sistemi”ni yani “nitelikli hukuku” yaşamın her alanında ayakta tutup adaletin sürekliliğine katkıda bulunan; “kaliteyi talep etme kalitesi”ne sahip özne bireyler, “açık, şeffaf, hesap verebilir, denetlenebilir” yapılar oluşturarak, aynı zamanda bugünün ve yarının ortak güvenliğini de sağlayacaklar ve işi çetelere ve çapulculara havale etmeyeceklerdir...
Tüm bunları bu kez, mimarlık mesleki alanının etik örgün dokusunu sağlıklı ve sağlam bir biçimde yeni baştan kurmak için Sürekli Mesleki Gelişim Süreci açısından düşünmekte yarar var... Çünkü “Mesleki Sorumluluk Sigortası” konusu yalnızca sigortacılara bırakılacak kadar önemsiz değildir...

Bu konuda geçtiğimiz yıl yayımlanmış olan Başbakanlık Tebliği (*), bizim için göz ardı edilmeyecek örneklerle doludur...
(*) “Mesleki Sorumluluk Sigortası Genel Şartları” başlıklı Başbakanlık Tebliği, Resmî Gazete, 16 Mart 2006 Perşembe, sayı: 26110
Old 06-04-2008, 23:48   #2
metin karadag

 
Varsayılan

Anoreksiya

Bu kulağa çarpıcı gelen kelimeyi ilk duyduğumda “kesin Afrodit ya da Venüs gibi bir kadın; tanrıça adıdır” diye aklımdan geçirmiştim. Değilmiş. Daha kötüsü, bazı durumlarda ölümcül sonuçlara da yol açan “iştahsızlık” hastalığının adıymış. Buradaki konumuz da zaten “iştahsızlık hastalığı”nın bir başka türü ile ilgili.
“Kamusal alan” ile “özel alan” arasında beynamaz/binamaz kalan bireylerden oluşan “cemaatçi toplulaşmalar”ın yol açtığı “sosyal empati iştahsızlığı”; iş “hukuk üreten toplum olmak” konusuna geldiğinde, en ağırından mide bulantısı, baş ağrısı ve karşısındaki her şeye karşı gizli veya açık tahammülsüzlükle kendini göstermektedir.
Cemaatçi toplulaşmaların olduğu yerlerde (yani “her yerde”) neye ve kime karşı yapılırsa yapılsın “linç” birdenbire “tahrik edilmişler” gerekçesiyle “meşru müdafaa” gibi ele alınmaktadır. Örneğin geçtiğimiz ay içinde İstanbul Tarihî Yarımada sınırlarının anıtsal sur duvarları linç edilerek trafiğe açıldı.
Bir tür güruh olan ve tahrik edilmede hiçbir eksiklik duymayan “cemaatçi toplulaşmalar;” sıra “hukuk etiğine dayalı ortak bir ahlak felsefesine uygun davranma” konusuna geldiğinde “doğal olarak” aniden “iştahsızlaşmaktadırlar...” Hiç tereddütsüz ve ayrımsız tüm cemaatçi toplulaşmaların şaşılacak derecede benzerlik ötesi “aynı” tavır ve davranışlarını; hiç farkına varamadıkları bir biçimde bağırlarında taşımakta, ayrıca yeniden ve yeniden üretmektedirler.
Ortaya çıkan her bir “cemaatin kendi hukuku,” daha doğrusu “evrensel hukuk anlayışsızlığı” sosyal bireyi yani özel alanı yok etmeyi hedef aldığı gibi kendi cemaat hukukunu baskın kılmaya çalıştığı, hukukun esas üretim yeri olan kamusal alanı da yok etmektedir.
Hemen en yakındaki bir aynaya bakarak, “Hemşerim sen hangi cemaattensin?” ve ardından “İçinden mi?” diyerek de pekiştirici sorularla kendi kendimizi test edebiliriz. Kolayca kabullenemesek de “gerçekten bu böyledir...” Yani kamusal alanın bugünkü halinin birer sorumlusu olarak bir şekliyle cemaat toplulaşması davranışına bir kenarımızdan temas halindeyizdir ve onu üretiriz de. En basitinden futbol fanatiği olmasak bile kendimize yakın bulduğumuz takımın hiç tanımadığımız bir taraftarına, farkına varmadan “öteki takım”ın taraftarından daha yakın ve ayrıcalıklı davranırız... Ya da trafik sıkışıklığında bizi daha çabuk işe veya eve götürürken kuralları açıkça ihlal eden minibüsümüzün şoförü; aynı ihlali yapan diğer minibüsün şoföründen daha yakın gelir. Neden acaba? Oysaki kuralları ihlal konusunda her ikisi de aynı suçu işlemekteyken biz birine göz yumar ve susarız...
Yok eğer, hep bir ağızdan “Hayır değilim!...” diyeceksek o zaman en yakın kapı komşumuzla olan ilişkilerimizden başlayarak, kendi çevremiz ve giderek ülke boyutunda genişleyen halkalarda, yani her alanda hiçbir değer üretmeyen hukuksuzlukların oluşturduğu yaşam fanusunu; yani toplumsal yaşamın gerek ve şartı olan “tasada ve kıvançta birlik”ten kaynaklanan sorumluluk ve haklarımızı bir türlü kullanamamaktan oluşan koskoca sorunlarla dolu dünyayı görmezden geliyoruz (ya da başka bir ülkenin insanıyız) demektir.
Nerede olursak olalım, eğer kırsal ya da kentsel yaşamı kendimizin dışında bir dünya olarak algılıyorsak, öncelikle bunu nasıl becerdiğimizi açıklamakla yükümlüyüzdür. Aksi durum, “her türlü insani ilişkiden yoksunluk halidir” ki bunun ilgili tıp alanındaki adı, “asosyallik” yani “delilik”tir.
Kelime karşılığı olarak “hak” kavramının çoğulu olan “hukuk,” en basit haliyle iki kişi arasındaki hak dengesini oluşturan yazılı ya da yazısız tüm sözleşmelerin üçüncü kişiler için de eşit biçimde geçerli bir “hak” olabilmesi ve sürekli adaletin sağlanması kültürüdür.
Eğer kamu yararı için farklı gerekçelerle farklı bir özellik kazandırılmamışsa, tüm kırsal ve kentsel yaşam alanları “aynı zamanda hukuk üretim alanları” olup bireysel hakların yani özel alanların birbirini yok etmeksizin bir arada yaşayabilmelerinin güvencesini tüm bireyler adına sağlayan kamusal alanlardır.
Neden birbirine taban tabana zıt gibi görülen cemaatler, bütün kentlerimiz ve kırsal alanlarımızda eşzamanlı olarak sürdürülen “yok edici oldubitti uygulamalar” konusunda, kamusal ve özel alanın gerek ve şartı olan evrensel hukuku yok sayarak, kendi hukuk anlayışlarını dayatmaya çalışmakta adeta sözleşmiş gibi “tıpatıp aynı biçimde” davranmaktadırlar?
Bu hukuk iştahsızlığının, bu sosyal empati yoksunluğunun, bu kamusal alan tanımazlığının esas nedeni, açıkça ya da gizlice olsun, bireyler olarak sorumluluklarımızdan kaçarak “içini boş bıraktığımız” özel alanlarımızın “cemaatlerce” işgal edilmesinden başka bir şey değildir...
Özellikle farklı dünyalarda yer alan “cemaatler”in her nasılsa “bir kenti dönüştürmek” gibi “tıpatıp aynı” gerekçe etrafında toplaşarak içinde yaşadığımız İstanbul’u Meta gibi Pazarlama talanında aynı safta yer tutabilmesi, aklıma Stanley Kubrick’in “2001: Uzay Macerası” filminin son sahnelerini getirdi.
Filmde, ışık hızındaki uzay yolculuğundan sonra her nasılsa tekrar dünyadaki evine dönen astronot, bir odada henüz yeni doğmuş haliyle kendi çocukluğunu, diğer odadaki yatakta ise yine kendisinin yaşlanmış halini görür. Başını aynaya çevirip baktığında ise giydiği astronot kıyafetinin “içi boştur,” kendisini göremez.
Cemaatçi davranışlar, kendi kendimize karşı yabancılaşarak, “boş bıraktığımız” özel alanımız /bizim boşluğumuz/ üzerinden kamusal alanlarımızı kemirmekteler.
Çünkü “Uzay boşluk kaldırmaz...”

Metin Karadağ
Aralık 2006
Old 06-04-2008, 23:50   #3
metin karadag

 
Varsayılan

Anayasa’nın Apandisiti


Geçen ay basınımızda kısa/derkenar/ haberler arasında “ne işe yaradığına dair kısa bir bilgi” yer aldıktan sonra “Apandisit”in aslında baştacı etmemiz gereken organlardan biri olduğu “patlarken olduğu gibi” apansız ortaya çıktı...
Oysaki bugüne dek “kuyruk” gibi kullanılmadığı için işe yaramayan, körelmiş organlar grubundan sayılıyordu.
Örneğin aşırı antibiyotik kullanımı ile sindirim sisteminden kazınan faydalı bakteriler, daha sonra Apandisitimiz’in zulasından çıkıp yine imdadımıza yetişebiliyorlarmış da, haberimiz yokmuş...
Apandisit’in bizden habersiz “sindirim sistemimiz için hayati öneme sahip” faydalı bakterileri saklayan “faydalı bakteriler kütüphanesi” olduğu; yani “yaşamımızı sürekli kılan bir hafıza işlevi gördüğü” kanıtlandığına göre artık “apandisit güzellemesi” yapabilir, hatta onu toplumsal yaşamımızda da baştacı edebiliriz...
Bazen unutmamak/unutamamak ne kadar acı verirse versin, yine de unutmamak/unutamamak hayatın asıl kaynağına dair anlamı/hukuku korumaya devam ediyor...
Bugüne kadar bütün unutkanlıkların insanlığa ne kadar büyük acı verdiğini gözönüne getirirsek, yine de unutmamak/unutamamak hayatın sürekliliği için önemli kaynak olmaya “saklı haklar” yani “hukuk olarak” devam ediyor.
Bir an bile olsa, yaşadığımız hayatı sanki başkasının hayatını yaşıyormuşuz gibi düşünüp; kendimizi kendimize karşı kışkırtıp yabancılaştırarak, “olmak istediğimiz onca yer ve şey dururken” kendi bedenimizde tutuklu olarak kaldığımızın farkına varırsak, ki bu sürekli bir kaçış yolculuğunda olduğumuzun da belirtisi olur çıkar...
Pekiyi yine bizi kendi kendimize, bedenimize yani hayatımıza bağlayan şey/ler nelerdir?:... Sakın olaki hatırlayabilmemiz, yani beynimizin bir köşesindeki apandisitimiz olmasın sakın?...
Kendi kendimize böyle düşünürken yine “kendi içimizde yarattığımız akranımızla” aramızdaki ortak hafıza, kendi kendimize karşı adil davranmamızın da “zorunlu” nedenidir aslında. “İnsanın kendi kendisiyle olan ilişkisinde hiçbir gizli saklı sözleşme bulunamaması” aslında çok iyi bir durumda olduğumuzun da kanıtıdır. Eğer yoksa, teşhis de hazırdır; “bilinç ve kişilik yarılması.” Konsültasyon sonucu ise “şizofreni...” Çünkü bilinç yarıla yarıla parçalandıkça, ortalık “yarım yamalak sözleşmelerle dolar taşar...” Kendi içinde kendine yabancılaşma en uç noktaya çoktaaan varmıştır bile...
Demek ki “sözleşme” iyi bir şey; demek ki “unutmamak(sözleşmeyi)” iyi bir şey; demek ki “hukuk” iyi bir şey; demek ki hukukun kamuyasal olanı kaymaklı ekmek kadayıfı; demek ki apandisit faydalı bir organ...
Bu anlam kapsamında tek başına sağlıklı bir insanın kendi kendisi ile olan ilişkisini ideal-sağlıklı bir toplumsal yaşama yansıtarak yeniden okumaya çalışırsak; yazılı olmayan “ortak bir sözleşme” çevresinde, birbirlerine karşı eşdeğerli bireyler olarak bakan (kendi kendimize baktığımız gibi) ve aracıları/araçlarıyla da hiçbir şekilde “birbirlerinden ayrıcalık talep etmeyen” ideal bir toplumsal düzleme varırız...
“Ayrıcalık talebi” yani eşdeğerler arasında en küçüğünden bile olsa farklı “bir tümsek oluşturmak,” dahası ima etmek bile sözleşmenin en baştan ihlali anlamına gelir ki; bu zaten tarih boyunca olmuş ve olagelen yani kan gözyaşı ve acıya neden olandır aynı zamanda... Ki bildiğiniz gibi ne yazık ki tarih “sondan başa yeniden dizilerek” değil, en başından bu yana birikenlerle ortaya çıkandır... Olan da bu değil midir?...
Bu nedenle tarih boyunca oluşagelen ve olgunlaşan apandisit, yeri gelir hukuk adını da alır... Yeri gelir, işleyen hukukun sonucunda oluşan adaletten feyz alır; yeri gelir unutmamak için de “o feyz”den bir kopya saklar ve hukuku kamuyasal kılar…
Böylesi bir toplumsal düzlemde “devlet denen olgu” nereye düşer acaba?... Tabii ki herkes adına herkesle eşdeğerli olan “Çoğul Özneli Birey” olmaktan başka bir yere değil...
Her ihtimale karşın devlet de, ancak sözleşmenin “yazılı kopyasını birinci ve ikinci bireye aynı anda hatırlatmak için saklayan üçüncü yani Çoğul Özneli Birey” olmakla sınırlı olarak varolabilir...
Demek ki toplumsal bir aradalığımızın, “kendi içimizdeki tekil özne bireylerden hareketle” çoğullaştırdığımız “özne bireyler” toplamının “ortak apandisiti” olarak devlet; kendi kendimize verdiğimiz sözün “hiçbir tümsek oluşturamayan” yani ayrıcalık yaratmayan noktasında “Çoğul Özneli Birey” olarak var olmasında büyük yarar var...
Herşeyin apandisiti var da, devletin apandisiti olmaz mı? Var tabii ki: “Anayasası...”
Aynı Apandisit’ten, Anayasa’nın yeniden yazılması gerektiğinin dile getirildiği günümüzde, tam da bu önemli noktada “apansız patlatılmadan da yararlanabileceğimizi” düşünmeye başlayabiliriz...
Pekiyi o zaman son soru; “Kamuyasal Anayasa’nın Apandisiti kim/ler?:…”
Soru pek anlaşılmadı galiba, başka türlü soralım: “Hanginiz Karamurat?:…”


Metin KARADAĞ

Kasım 2007
Old 07-05-2008, 09:55   #4
metin karadag

 
Varsayılan

(Kontrendikasyon notu: İşbu yazının alınganlarda pişik türü ruhsal tahrişe yol açtığı kanıtlanmıştır...)

“Kimlik, Kimlik Travması ve Aidiyet Kimliği:...”

Ne kadar bilinçli korunma alışkanlıkları edinmiş olursak olalım, yaşamın içerisinde yer alan irili ufaklı ve değişik türde psikolojik travma şiddetlerinden payımızı alırız...
Önemli olan sürekli bir biçimde psikolojik şiddetten arındırılmış ortamda bulunabilmek için sürekli kaçmak değil; karşı karşıya kalınabilecek psikolojik şiddeti önceden algılamaya ve ortamı şiddetten arındırabilmeye çalışmaktır.
Sürekli şiddetsiz ortam talebi de bir tür şiddet olarak karşımıza çıkabilir.
Psikolojik Çevre Kirliliği Sistemi de denilebilecek ve farklı nedenlerle ortaya çıkan psikolojik şiddetlerin dinamik toplamı; sınır tanımaksızın zincirleme reaksiyonlarıyla üzerimizde etkilerini bırakmaktadır. Aldığımız bu etkileri ise bizler başka mekanlardaki başka insanlara doğru aynen bizlere ulaştığı gibi sürekli taşımaktayızdır.
Nedeni anlamında ilk kaynağı olduğumuz herhangi bir psikolojik travmanın, bilmediğimiz yerlerde tanımadığımız insanlara ulaşıyor olmasını düşünmek bile bizlerde rahatsızlığa yol açabilir.
Burada saymaya ve sıralamaya yer bulamayacağımız nedenlerle ya da bahanelerle; toplumsal yaşam içerisinde psikolojik travmaya uğramamış insan yok gibidir.
Günümüzde yaşananlar karşısında etkilenmemenin de bir tür “sabit psikolojik travma” biçimi olduğunu göz önüne aldığımızda; farkında olmadığımız ve ister istemez Sürekli Psikolojik Savunma Davranışı alışkanlığı edindiğimiz ortaya çıkar.
Takıntılarımız veya edindiğimiz benzeri tutumlar bu davranış alışkanlığının bir yansıması gibidir.
Takıntılarımıza karşı doğrudan doğruya yapacağımız bir müdahale, yaramızın kabuğuna yönelik bir müdahale anlamına gelecektir. Ve bu canımızı acıtabilir.
Takıntılarımızı zenginleştirmek yönündeki davranış alışkanlıklarımız ise doğrudan doğruya yüzleşmek istemediğimiz yaramızın (psikolojik travma) hiç olmazsa büyüme ve derinleşmesini önlemek için temiz tutulabilmesine olanak sağlayacaktır.
Aynı noktadan birden fazla ya da birbirine yakın birden fazla yara almak toparlanması ve kapanması daha güç olan daha büyük bir yaraya yol açabilir.
Bu nedenlerle takıntılarımıza karşı üvey evlat davranışında bulunmak yerine yaşamımıza olumlu bir biçimde katılmalarına olanak sağlamak; çürütülmüş birçok süt biçiminden “peynir ve yoğurtta olduğu gibi” modernize etmek gerekmektedir.
Bu yöntemle edineceğimiz “bağışıklık sistemi”; kimliğimizin gelişme ve olgunlaşmasına olumlu bir katkıda bulunacaktır.
Su altında iken vurgun yiyen dalgıçı eskiden “vurgun yediği derinliğe” indirirlerken; bugün basınç odasında vurgun yediği derinliğin basıncına eşit basınç altında tedavi ederek sağlığına kavuşturmaktadırlar. Vurgunun tahrip şiddeti derinlikle doğru orantılıdır da denilebilir. Denilmese de bunun hiçbir önemi yoktur. Nasılsa vurgun yemiş olmak “vurgun yemiş olmaktır...”
“Katilin cinayeti işlediği yere dönmesi”nde de aynı psikolojik travma şokuyla tekrar yüzleşme isteğini barındırdığı söylenir.
Bu örneklerde olduğu gibi travma, bir “yüzleşme” ile giderilmeye çalışılmaktadır.
“Kabullenme” ise yüzleşmenin ilk önemli adımı gibidir.
İnsanın yaşamı boyunca oluşumu süren kimliğinin; bu oluşum sürecinde alınan psikolojik travmalarla ve bu travmalara karşı geliştirdiği davranış alışkanlıklarıyla doğrudan ve ayrılmaz bağı ya da bağları vardır.
Kişisel kimlik tarihi sürecinde yaşanılanların oluşturduğu dinamik son toplam, süren yaşam ilişkilerinde kendini açık bir biçimde gösterir.
Toparlanamayacak ve geliştirilemeyecek derecede davranış bozukluklarına yol açan psikolojik travma toplamı; artık bir dış kimliğin çaresiz olarak iç kimlik (kişisel kimlik tarihi) olarak kabullenilmesine yol açar. Teslim olunduktan ve yakayı kaptırdıktan sonra geçmiş olsun...
Bazen dış kimlik, “deneyimli ve kimlik sahibi zatlar” tarafından zorla giydirilerek iç kimliğin olgunlaşması engellenir...
Giydirme süreci de zaten başlı başına psikolojik travmadır. Sık sık “eğitim” adını aldığı da olur.
Çaresizce sarılmak, tutunmak zorunda kaldığımız dış kimlik; kuyruğunu yutmaya başlayan yılanın kendini yuta yuta “sıfır” şeklini alacağı son duruma kadar güzel güzel yoluna devam eder.
Ve yarılmaların başlamasıyla olgunlaşma fırsatı bulamayan iç kimlik saldırganlık düzeyinde şiddet kusmalarıyla kendini ispatlama yol ve yollarını çaresizce seçer dışarı çıkar... Dışarda kalır.
Ben bu konudan sıkıldım tekrar içeri giriyorum...

Metin KARADAĞ Haziran 1999
Old 07-05-2008, 09:57   #5
metin karadag

 
Varsayılan

“Kaliteyi Talep Etme Kalitesi”nden Mimarlığa Düşen Pay...
Metin Karadağ

Nasıl bilinir; çoğu kez “lüks, en lüks yaşama en ucuz/yani beleş seviyesinden ancak hayallerle ulaşılır...” diye, değil mi?

- Yanlış...

Bazen öyle bir pahalıya mal olur ki, beyaz giyimli, boş bakışlı uzmanlara konu olunur; “Hımmm, tipik bir bilinç yarılması/şizofreni; 3 doz artırarak ‘...’ verelim” diye de teşhisi koyarlar. Aşırı hayal kullanımının bedeli olarak... Bu aynı zamanda sonuç olarak gereksiz bir biçimde aşırı zaman kullanmanın da bedelidir. Oysaki zaman göreli olarak hem en pahalı hem de en ucuz/beleş olabilen bir şeydir.

“Kalite” deyince de akla hemen nedense bir aşırılık türü olan “pahalı” kavramı gelir. Ardından “Madem pahalı, o zaman kalsın...” Oysaki hayal kurmadan da “kalite” ile haşır neşir bir yaşam sürdürebilmek olanaklı... Bu, bütünüyle “zamanı doğru ayıklamak” ve kişisel “seçenek sistemimizi” kurmamızla ilgili bir davranış alışkanlığı ya da başka bir deyişle “bir otokültürdür...”

Mimarlık dergisinin Mayıs-Haziran 2007 tarihli 335’inci sayısının dosya konusu, “Kentsel Yaşam Kalitesi: Politika ve Uygulamalar”. Bu konuda değerli yazıların yer aldığı bu sayıdan, farklı biçimlerde yararlanmak olanaklı, ancak aynı zamanda söz konusu “kalite” muhatabı olan öznelerin de bu “kalitenin farkında” olması gerekir... Kaliteyi “kalite” kılan da işte bu “farkındalık özelliği”dir. İster kentsel yaşamda, isterse başka alanda olsun kalitelinin farkına varabilmek yetisi, büyük bir zenginlik olsa gerek. Onca varlık içerisinde “kalite anlayışı/kavrayışı” olmadığı için yoksun, yoksun olduğu için de yoksul yaşayanlardan söz edilir. Tam tersinden de... Bu “farkındalık konusu”na dikkat çekmek için, “Kalite Kombinasyonu”ndan bir kez daha söz etmek gerekir.

Kalite Kombinasyonu: “Küçük bir odaya bir masa, masanın üzerine son model bir bilgisayar yerleştirdikten sonra bir şempanzeyi de içeri bıraktığımızda, son model bilgisayar ile şempanze arasında kurulabilecek en kaliteli ilişki, bilgisayarın üst hizasında tavandan sarkıtılacak bir adet muz ile kurulabilmektedir. Çünkü şempanze, muza ulaşmak için önce masanın, sonra bilgisayarın üzerine çıkarak kendi otokültürü için gerekli olan ‘kalite çemberini’ tamamlayacaktır...” Şempanze, bilgisine sahip olduğu muzu “son model bilgisayarın üzerine çıkarak” onunla olabilecek en kaliteli ilişkiyi kurabilmiştir... Bilgisine sahip olmadığı bilgisayar ile “bilgisayarın özellikleri üzerinden” herhangi bir ilişki kurabilecek “bir otokültüre” ya da “farkındalığa” sahip olmadığı için bu anlamda “kaliteden uzak” sıradan bir ilişki gerçekleştirilmiştir, şempanze tarafından.

“Ölçek, ölçme bilgisi, ölçme bilinci, farkındalık ya da değerlendirme yetisi olmadığı sürece kalitenin kavramlaştırılması olanağı bulunmamaktadır...” Özetle “değerlendirme yetisi” ya da “kaliteyi talep etme kalitesi” içinde yaşadığımız zamanın farkındalıkla / bilinçlice kullanımı ile doğrudan ilgilidir.

Bütün itiş kakış, “AB’ye girsek mi, girmesek mi?” (muz konusu) düzeyinde sürdürüldüğü için içeriğe dair AB standartları ile ifade edilen her ne ise “o, otokültür düzeyinin çok daha ilerisini hedefleyen bir farkındalık sorgulaması” yani “kendi kendimizle yüzleşmeye fırsat bulamadık...”

“Girmesek de... Girmesek de” Mimarlık alanında toplumun “kaliteyi talep etme kalitesini” geliştirip karşımıza “kendi otokültürü ile çıkması konusunda özgüvenle paylaşıma açık olmak” ve bunun ipuçlarını da “açık, şeffaf, hesap verebilir ve denetlenebilirliğimizi” ortaya koymak, “kaçınılmaz düzeyde bir kültür kodu olarak” gerekiyor...

Bir insanın ömrü boyunca, tüm zamanının her bir anını en verimli bir biçimde kullanarak süper lüks bir yaşam elde edebileceğini varsayabiliriz. Geçmişi geçelim, ama önümüzde kalan zamanı; “kaliteyi talep etme kalitemizi” daha fazla açığa çıkarmak ve “kamuyasal insanın doğuşu” için kullanarak uzatmak olanaklı... Örneğin ISO - Standartları; her ne yapıyorsan “yaptığını yaz, yazdığını da yap” üzerine kuruludur... Bu aynı zamanda ölçülebilir, yani “hukuka yatkın, açık olmak” demektir. “Kalite” ise ancak “ölçüm sonrasında...” fark edilir hale gelir... Ve bu da “kaliteyi talep etme kalitemizi”in ifadesi olan “gerçekleşmiş adalettir”, yani “Kalite: Adalettir.” “Adalet: ‘Kamuyasal İnsanı’ anlatan işarettir...” Şimdi adil olmak konusunda, yetersiz olacaksa bile yine de bir örnek vermek gerekiyor. Bunun için “hafıza-i kıyas” ile “hafıza-i kısas”ı birbirinden ayırmak ve ilkinin “hukuk”, ikincisinin “intikam için kin gütmek” olduğunu hatırlayıp/bilerek örneğimize geçebiliriz. Kalitenin ölçülebilirliği üzerinden hareketle; “mimarlıkta kalite” sorgulamasını, “toplumsal düzlemde kaliteyi yeniden kurmanın en önemli aracı olarak,” yaşanmış her türlü gerçek olumsuzluklara karşın yine de “mimarlık yarışmalarıdır” diyebiliriz...

Yarışmalar, ölçülebilirlikleri nedeniyle doğal bir hukuksal zemine sahiptir... Sorun bu hukuksal hattı daha kaliteli ya da daha adaletli hale getirmektir... Bir mimari yarışma sonrasında yapılan “kolokyum” sorgulaması önemli mihenk taşları ortaya koyar ve “hafıza-i kıyas” ile “hafıza-i kısas”ı birbirinden ayırarak bu alandaki otokültür kodlarının gelişmesi ve pekişmesine katkıda bulunur... Süreci daha kazanımlı daha adil hale getirmek için yarışma öncesinde; yarışmacı sorularına verilen yanıtların yazılı olarak açıklanmasından sonra yapılacak bir “önkolokyum” bu alandaki “hafıza-i kıyasın” ya da “adaletin” ya da “kalitenin” toplumsal bir otokültür olarak, “kaliteyi talep etme kalitesi”nin yükselmesine katkıda bulunabilir...

Tamamlayıcı bir örnek olarak İspanya’da yaşanan önemli bir örneği vererek bu yazıyı bağlayabiliriz: “AB’ne girişi öncesinde” toplumsal uzlaşı ile hazırlanan yasalarla; “İspanya’da tüm Kamu Yapıları ve ‘mülkiyeti özel bile olsa’ KAMU KULLANIMINA AÇIK TÜM YAPILAR kamusal yapılar olarak değerlendirilip projeleri uluslararası yarışmalar ile yapılmaktadır...”

Mimarlara Mektup Bülteni – Sayı: 100
Old 07-05-2008, 09:58   #6
metin karadag

 
Varsayılan

“Ahlakın Ahlaksızlığı...”

“...kardeşim bu istemezükçüler de zaten her zaman her şeye sadece itiraz ederler...”

Kamusal kaynakların kullanım kararları sürecinde konunun farklı taraflarının bulunması doğaldır. Nasıl ki sinir sistemi, insanın sağlığını uyarı yoluyla koruma işlevini görüyorsa, kamusal denetim mekanizmaları da toplumun sağlığı için “taraf olarak” aynı işlevi görürler. Sinir sistemine, ona ait olmayan bir işlev yükleyemeyeceğimize göre, kamusal denetim mekanizmalarına da başka işlev yükleyemeyiz.

İlgili konularda sağlıklı ve doğru yolu bulmak, tabii ki çözüm üretmek üzere toplumun yetki verdiği yapıların işidir.

Adalet gibi köklü ve meşru bir temele dayandığını ifade etmek için, “kanun devleti” yerine “hukuk devleti” sözünün kullanılmasına özen gösterilir. Aynen “demokrasilerde kuvvetler ayrılığı ilkesi”ni kullanırken gösterilen özen gibi...

“Kuvvetler ayrılığı ilkesi” gereği “yasama”, “yürütme” ve “yargı” gruplarının birbirinden bağımsız olarak ayrılığını korumak hukukun üstünlüğü yani adalet için temel şarttır. Bu şart adalete ulaşmanın yollarının her an herkese açık tutulduğunun kanıtı olarak gereklidir. Çünkü “hem hâkim”, “hem avukat”, “hem suçlu”, “hem mağdur”, aynı kişi olamaz. Yani tek kişilik adalet olamaz ve üstelik gerçekleşmez de. Adalet kavramının anlam kazanabilmesi için en az iki kişi gerekir. Bunun için de en yalın örnek, iki kişi arasında bir şeyin (örneğin ekmeğin) en adil biçimde paylaşılması için verilmiştir. Bu, “birinin ekmeği bölmesi, diğerinin de seçmesi”dir. Adalet en yalın haliyle bu örnekte görülebilir.
Yerel yönetimlerin, “kuvvetler ayrılığı ilkesi”ne göre Anayasadaki yeri, kamu yararına “yürütme grubudur.”

Kamu yararına çalışan bir kurum olarak Mimarlar Odası’nın, “kuvvetler ayrılığı ilkesi”ne göre Anayasadaki yeri ise kamu yararına “yargı grubudur.” Yine aynı noktadan hareketle Anayasa’nın TMMOB ile ilgili 135. maddesi kapsamındaki Mimarlar Odası’ndan, yerel yönetimin yerine geçerek yürütme (örneğin, proje üretme, vb.) görevi yapması beklenemez. Sinir sistemine, başka bir görev yüklenemeyeceği gibi...
Bazen yazıp konuşurken işin nereye varacağı bilinemez hale gelir. “...kardeşim bu istemezükçüler de zaten her zaman her şeye sadece itiraz ederler...” örneğinde olduğu gibi...

Bir kurumun, anayasal silsile içinde görevini hakkıyla yapıyor olmasını bir problem olarak görmek, büyük ölçüde o ülkenin demokrasi kalitesiyle ilgilidir. Ve bu durum, aynı zamanda toplumu oluşturan bireylerin büyük çoğunluğunun “hukuk üretme yeteneği” ya da “sosyal empati” hakkında hiçbir bilgi, deneyim ve kültür sahibi olmamalarıyla doğrudan ilgilidir.

Bir insan, yapmadıklarından veya yapacaklarından dolayı değil, yaptıklarından dolayı ahlaklı ya da ahlaksız olarak değerlendirilir. Yani ahlak bir yerde sonuçlara dayanır. Ahlak, aynı zamanda kişiye ve yakın anlayış çevresine özgüdür, özeldir. Hukuki değeri, o yakın anlayış çevresiyle, yani “özel meşruiyet”le ancak anlam kazanır. O dar alanda da kalır.

Ama herhangi bir an ve yerde, bir konu çevresinde, o an orada bulunanların sayısı kadar “farklı ahlak anlayışı” da ortaya çıkabilir.
Nedense, karşılıklı olarak kendi ahlak anlayışına göre karşısındaki, yani öteki ahlaksızdır. Aynı şekilde öteki için de “karşısındaki öteki” ahlaksızdır. Öyle bir an ve durum oluşur ki “ahlakın ahlaksızlığı”, apansız gökkuşağı gibi oluşur. Çünkü hukuki anlayış sınırları, ötekinin hukukunu (saklı haklarını) meşru kabul etmeye yeterli değildir. Ve bir türlü “beklenen” adalet gerçekleşmez! Çünkü adalet, tüm hukuki süreçlerin ortak meşruiyet temelinden hareketle vardığı ve saklı hakların zenginleştirilerek korunduğu minval noktasıdır.

Öte yandan, ulaşılmış olan tüm adil sonuçlar, insanlığın bir sonraki gelişkin sürecinin hukukunu kurmakta temel teşkil ederler. Karşılıklı olarak tavizsizlikle ortaya çıkan bu ahlakın ahlaksızlığı konumu ise bir sonuca ulaşmaz ve ulaştırmaz da.

Özel alanlara ait değerler, bir tür ahlakların ortak hukuku (saklı hakları) gereği yeniden yapılanır. İnsanlığın ortak mirası olan evrensel hukuk değerleri, yani “etik kodlar” devreye girer. Çünkü ortaya çıkan durum, tek tek özel/keyfi ahlak anlayışlarının çözerek aşabileceği bir durum değildir.

Artık bu düzeydeki bir kamusal alan, özel/keyfi ahlak anlayışlarının, o kamusal alanı tek başına kendi değer yargılarıyla boyayamadığı, renksiz ve şeffaf evrensel hukuk değerlerinin geçerli olduğu “kamuyasal” değere ulaştırır.
Evet eninde sonunda ahlakın ahlaksızlığı gider, yerine evrensel hukuk değerleriyle birlikte “etik kodlar”ın işlemeye başladığı bir yaşam gelir. Çünkü bu ortak kent yaşamı, ahlakın ahlaksızlığına layık olamayacak kadar, adaletli olmak ve öyle kalmak zorundadır. Dikkat ederseniz günlük hayatta bu gibi örnekleri, her zaman ve her yerde görebilirsiniz.

“...kardeşim bu istemezükçüler de zaten her zaman her şeye sadece itiraz ederler...” diyen ahlak tacirleri de olsa olsa bozuk düzenin nasılsa aşılacak tümsekleridir...

Geçiniz bunları.

Metin Karadağ

Mimarlara Mektup, Ağustos 2006, Sayı: 90
http://www.mimarist.org/mmektup/inde...=47&RecID=1161
Old 07-05-2008, 10:00   #7
metin karadag

 
Varsayılan

Geri Dönüşler...
Metin KARADAĞ

Eğer, “üretilen toplumsal katma/artık değerin tekrar topluma geri dönüşü sorununa” küçük de olsa bir biçimde değişime yol açacak derecede çözüm getirilmiş olsaydı, hiç şüphemiz olmasın bugün büyük ölçüde sorunsuz bir refah toplumu olduğumuzdan söz ediyor olacaktık...
Yan etkileri giderilmemiş ya da gözardı edilmiş “öngörüsüz/plansız” mekanik “zihniyetli” modernleşme, aynı anlayış ve kavrayış yetersizlikleri nedeniyle sadece sorun üreten tapınaklara dönüşmüştür.
Paris kent yönetimi açlık ve kara veba salgınlarıyla birçok kez kavrulduktan çok sonra 19. yüzyılın ikinci yarısında “Hijyen Şartını Onaylar...”
Anlamı; atıklar sokaktan ve insandan uzaklaştırılmalıdır.
Bu karar üzerine ortaya doğru eğimli sokaklarında açıktan akan lağımlar, yapılan kara kanallarla Sein Nehri’ne yollanır...
Bir süre rahatlık gelir, salgınlar azalır.
Ama daha sonra kentin nüfusu artar, Sein Nehri de kaldıramaz olur bu kahrı.
Bu kez 1945 yılında kent yönetimi “Ekolojik Şartı Onaylar...”
Anlamı; atıklar kentin yakın çevresinden uzak, zamanla dönüşebilecekleri doğal ortama doğru uzaklaştırılmalıdır...
Böylece Sein Nehri’ne yapılan zulüm durdurulur.
Nehrin kent içinden geçtiği yerlerde iki yanına yapılacak kanalizasyon atıklarını yer altından kent dışına taşıyacak büyük kanal sistemi kısa sürede tamamlanır.
Kentin uzağında verimsiz olduğuna karar verilen (!) büyük çukurlar sürekli gelen atıklarla dolmaya başlar.
Ve bu göletlerde başta koku olmak üzere başedilemez bir başka durum ortaya çıkar...
Tam bu sırada Ar-Ge (Araştırma Geliştirme) hızır gibi yetişir...
Bir tür hızlı üreyen ve kentsel atıklardan oluşan birikintileri parçalayıp çoğalan, yani kendisine dönüştüren süper bakteri (SüperBak... bulunmuştur...
Çoğaldıkça diğer gölet ve birikintelere dağıtılan bu bakteriler sayesinde havza kurtulmuştur ancak bakterilerle dolu göletler bir işe yaramamaktadır.
Ar-Ge bir kez daha hızır gibi yetişir...
Bu kez atık parçalayan süper bakterilerle beslenen bir balık türü geliştirilmiştir.
Balıklar da hızla ürer.
Bakteriler tükenmektedir.
Çevrim büyük ölçüde hız kazandığı için atık su göletleri artık kentin önemli ölçüde su ihtiyacını karşılayan havzaya ait su kaynaklarına dönüşür.
Temizlenen su, diğer arıtma yöntemlerinden geçerek temiz su göletlerine aktarılır.
Bakteri-balık üretimi ve dünyanın dört bir yanına ihracı, havzadaki yeni oluşan bu kasabayı rahatça yaşatacak gelir kaynağı haline gelir.
Habitat-II’ye hazırlıklar sırasında birkaç toplantı için 1995’te İstanbul’a gelen Paris Havzalar Yöneticisi (onların İSKİ genel müdürü) “Kent ve Çevre Sorunlarına Çözüm Modelleri” konulu atölyede bu sunuşundan sonra başlayan soru yağmuruna karşı da “sağlıklı geri dönüşü” olan yanıtlar vermişti... O an İstanbul’da ise “dönüşümü” ne kelime, kendi içinde bile “çevrimi olmayan zihniyet,” Su Havzaları’nı hızlı yapılaşma ile atık havzalarına dönüştürmekteydi…
Hatta Fransız konuğumuz “geri dönüşüm” konusunda öylesine doğal bir yetenek kazanmış ki; aradan dokuz yıl geçtikten sonra kendisinden bana ulaşan zarftan, 1995 yılındaki o toplantıda kaybolan ucuz plastikten mavi renkli çakmağım çıkmıştı...
O sıralarda toplantılarda doğal hale gelen çakmak kaybolmalarından bıkmış olmalıyım ki, üzerine Türkçe “Yürütmeyi durdur. Aldığın yere bırak!” yazmıştım... Çakmağın üzerinde ne yazdığını yıllar sonra öğrendiğinde, “Amaan boşver” demeksizin ve üşenmeksizin yazılmış nazik bir özür mektubuyla birlikte geri göndermişti...
Doğal bir davranış alışkanlığı yani kültür olarak, “kamusal kaynakların kullanım kararları süreci”nin gerçek anlamda “açık, şeffaf, hesap verebilir ve denetlenebilir” oluşu ile birlikte, üretilen toplumsal katma/artık değerin tekrar topluma geri dönüşü eşzamanlı gerçekleşecektir.
Hiç şüphemiz olmasın hep birlikte o an, büyük ölçüde sorunsuz bir refah toplumu olduğumuzdan emin olarak söz ediyor olacağız...

Mimarlara Mektup Bülteni, Sayı: 102, Ağustos 2007
Old 07-05-2008, 10:05   #8
metin karadag

 
Varsayılan

Yeni Anayasa Yılınız Kutlu Olsun...
Metin KARADAĞ

2009 yılına doğru çıkacak gazete ve dergilerin yıllıklarında, geçmiş gündem maddeleri arasında, önemle yer alacağına kimsenin şüphesi olmasın; beklendiği gibi bir ses getirmese de 2008’e en iri damgasını vuracak “Yeni Anayasa ve Tartışmaları”.
Bilim insanlarının sürekli uyarılarını unutmamak adına, tabii “deprem olasılığı” kara bir gündem maddesi olarak karşımıza çıkmazsa...
Farkına varsak da varmasak da şimdiye kadar kaydedilmiş tüm anayasalar, kabul edildiği sıradaki yönetici erkin baskın karakterine uygun biçim ve içerikle kabul edilmişlerdir. Doğaldır ki, bundan sonra da aynı yol ve yönteme uygun olarak sonuçlanacaktır, bu Yeni Anayasa süreci de...
1789 Fransız İhtilali sonrasında varılan ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne temel metni taşıyan kitabın kapağı, elde edilişindeki bedeli anlatması ve unutturmaması için “gerçek insan derisi” ile kaplanmıştır...
Unutulamaz bedelin paydaşı, hak sahibi yurttaşlar olarak, en adil durumu yani adaleti gözeten, hukuk kurucu yani hukuk üretici sorumluluğumuzla bu anlamlı sürece nasıl katkıda bulunabiliriz?
“Olabilir mi” ya da “nasıl olabilir” soruları arasında “yüzde 51’in, yüzde 49’dan büyük olması” nedeniyle süreçten dışlanmaktan korunabilmenin ve sonuna kadar anayasa üzerinde söz sahibi olarak kalmanın yolu “anayasaların vazgeçilmezi” olan bir noktadan yaklaşmak için ne/ler yapmak gerekir?
Madem bir başka değişikliğe kadar bu yeni anayasa, toplumun anayasası olarak kalacak, o halde onun “yüzde 51’in yüzde 49’dan büyük olması” ikileminin dışındaki bir eksen üzerinde şekillenmesi ve kapağının “insan derisi” ile kaplanmasına ihtiyaç duyulmayacak bir akıl ve irfan sürecine paralel yolda yürümekte yarar vardır, diyebilir miyiz?
Bunun aynı zamanda önümüzdeki ve gelecekteki tüm anayasal süreçlerin “vicdanı” olarak düşünülmesi, olası “tüm göz ardı süreçlerini” önceden “gayrimeşru” ilan edecek bir süreç olarak işleyeceğini ve “göz ardı edilen/edilecek tüm hakların saklı tutulacağını vurgulayan bir mihenk taşı süreç” olarak da ortaya koymak gerekmektedir...
“Göz ardı edilen ya da edilmeyen tüm haklar süreci”, yani evrensel hukuk, gelmiş ya da geçmiş, kullanılabilmiş ya da kullanılamamış tüm hakları da gözeterek, anayasa/lar/ın önüne her ne pahasına olursa olsun “adalet peşinde kararlı bir avukat gibi dikilip” yeryüzü bireylerinin hakları adına hesap soracak dirençte bir “Kamuyasal Nitelikte Katılımcı Bireylik” manifestosunu ayağa kaldırmalı ve bu manifestoyu farkında olsun ya da olmasın her yere, yani gerçek sahiplerine, “kendimize” ulaştırabilmeliyiz... Örneğin ilk önce “kendimize gelerek!”
Bunun için yazılı bir “Kamuyasal Nitelikte Katılımcı Bireylik” manifestosu “hep birlikte üretilebilir”. Biraz eski olmakla (1996 Habitat-2, İnsan Yerleşimleri Konferansı, İstanbul, Katılımcı Bireyler Kozası) birlikte böyle bir taslak metnin girişi olarak kullanılabilecek birkaç cümleyi aşağıya ekliyorum. Bu metni geliştirmek ve yolu açmak herkesin görevi; buyurun:

Anayasa ve yasalar karşısında “katılımcı bireylik” bir ayrıcalık değil, sadece ayrıcalıklı olmayı reddetmektir.
Çünkü hukukun tek kaynağı, insanlar arasındaki insani, doğal ve açık olan her türlü açık ilişkilerdir.
Bu kaynak, hukukun güvencesi olduğu var kabul edilen devletlerin de tek temeli olmalıdır.
Yine, bu kaynaktan beslenmeyen hiçbir yapı, aynı zamanda meşruluğunu onaylatacak güçten de yoksundur.
Bu anlamdan hareketle, hukukun kaynağına ve hukuka saygılı olmayan hiçbir yapıyı meşru olarak kabul etmiyorum.
Yeryüzünün geleceği konusundaki olumsuz gidişin farkında olmamak mümkün değil.
Bu nedenle belki de sondan bir öncedir, bilmek de istemiyorum ama hep birlikte yaşadığımız yeryüzünde tüm bu olumsuzluklar karşısında bir kez daha durdum; “son bir kez” daha düşündüm ve ilan ediyorum:
Tüm bu yaşadıklarımızın sorumlusu olarak, kendi iradem dışında katılmış bulunduğum bu yaşamın tüm alanlarında, yazılı ya da yazısız, üyesi bulunduğum insanlığın ortak mirası olarak bugüne kadar oluşmuş tüm hukuksal haklarımı kavramaya, kullanmaya veya reddetmeye, kendi irademle kendimi yetkili ilan ediyorum.
Bu yetkimi kullanırken, başta doğrudan kendi haklarım olmak üzere, dolaylı olarak da kendi haklarımın benzeri hakları taşıyan yeryüzünün tüm bireylerinin haklarını çiğnemeyeceğime ve çiğnetmeyeceğime ve bu konuda nefsi müdafaa ahlakıyla davranarak bütünüyle kendi haklarım olarak saydığım tüm bu hakları korumaya, kollamaya ve geliştirmeye; kendi irademle kendimi yetkili ilan ediyorum.
Bu yetkimi kullanırken, yeryüzünde şu an sürebilen yaşamın bir bütün olduğunu ve bu bütünde hak payım olduğunu ve yine bu bütünün haklarının bir paydası olduğumu, bu bütünün ya da bir kısmının yok oluşu durumunda, kendimin de yok olabileceği bilinciyle, her türlü yok edişe karşı gücüm oranında mutlaka bir görev almaya ve yapmaya, kendi irademle kendimi yetkili ilan ediyorum.
Bu yetkimi kullanırken; ...(Yazacağınız maddeler ile devam eder)... kendi irademle kendimi yetkili ilan ediyorum...

Hiçbir şey yapamayacak olsam bile, “aynaya bakar kendi kendime karşı bir kez daha isyan ederim”; bu da bir kazanç sayılır en azından benliğime...
Mutlu yıllar, mutlulukveren anayasalar...

Mimarlara Mektup Bülteni – Ocak 2008 – Sayı: 107
Old 07-05-2008, 10:10   #9
metin karadag

 
Varsayılan

“Sosyal Empati;” Kim/ler/in Sorumluluğudur?…

(UIA 2005 ISTANBUL’un içinden etkilenerek geçen bu yazı, bir giriş yazısı olarak kaleme alınmıştır. – M.K. Temmuz 2005)

Kente, mesleğimize dahası kendimize yabancılaşmamızın yarattığı sorunların çözümüne de yabancı kaldığımız sürece; o sorunlar “peşimizden gelecek…”

Yabancılaşma kavramı ilk kez, Plathon’un “Mağara” benzetmesinde geçer. Ancak tanım biçimseldir ve sadece durumu ifade eder: ”Bütün insanlık aynı mağara içerisindedir… Ortada bir ateş yanmaktadır. Ateşin ışıkları insanların gölgelerini mağara duvarlarına yansıtmaktadır. Ve bütün insanlar, birbirleriyle doğrudan değil, duvardaki gölgeleri aracılığı ile anlaşmaktadırlar…”

Bu tanımda “insanlar gerçekliği; gölgeler ise sanal/hayali olanı” vurgulamaktadır.

Geçtiğimiz yüzyılın başında kısaca “Bu çağ, ‘bürokratik ve teknokratik’ bir çağ olacaktır…” saptamasında bulunan Max Weber, ardından “artık araçlar, amacın önüne geçmiştir…” diyerek gerekçesini de ortaya koymuştur.

Buna benzer bir vurgulama, “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabında Thomas Khunn tarafından; “bilimin” yeri “teknoloji /üretim teknolojisi bilimi” tarafından işgal edilmiştir…” biçiminde yapılmıştır.

Çünkü artık bilimsel devrimlerin paradigma-birikimsel süreci, türevlendirilmiş teknolojik üretim süreci ile yer değiştirmiştir.

Weber’den yarım yüzyıl kadar önce ise “yabancılaşma” konusunu ilk kez somut biçimde insanlık gündemine kazandıran Karl Marx olmuştur. “İnsanın kendi kendisine yabancılaşmasının asıl kaynağı; kendi emeğine yabancılaşmasıdır…” diyerek aynı zamanda toplumsal ilişkilerdeki parçalanmanın asıl kaynağına, bireydeki parçalanmaya dikkat çekmiştir.

Fransız düşünürü J. Baudrillard ise günümüzün “araçsallığının ‘daha da artan’ baskısına” vurgu yaparak, Plathon’un “Mağara” benzetmesinin “dönüştüğünü,” ve artık “gölgelerin gerçekliği, insanların ise sanal/hayali olanı” temsil ettiğini dile getirip bunu da “simulacre” kavramı ile tanımlamaktadır…

Yani, açıkça bugün iletişimin araçsal olarak yoğun artışına karşın; insanların birbirlerini anlamaktan daha da uzaklaştıklarını vurgulamak için “sanal insanlar, gerçek iletişimde bulunduklarını sanmaktadırlar...” denilmektedir.

İnsanların kendi kendilerine, aslında kendi emeğine yabancılaşmasından yani özne bireyin kendini parçalayıp nesne bireye dönüşerek yabancılaşmasından başlayıp; birbirlerine yabancılaşmalarıyla da toplumsalda /kültürel olarak,.../ zirvesine varan bu süreçte açıkça görülen; “üretim ilişkileri”nin giderek tamamen “insan/insani ilişkileri”nin yerine geçmesidir.

Buradaki temel problem, “insan/insani/ilişkileri”nin giderek tamamen “üretim ilişkileri”nin bir alt fonksiyonu haline gelmesi sürecinin görmezden gelinmesi; asıl olarak da kendi kendimize/emeğimize/ yabancılaşmamızdır…

“Üretim ilişkileri”nin, “insani ilişkilere” baskın olarak önkoşul haline gelişi; yukarıda da benzer örneklerde yer alan bizzat ”aracın, amacı aşması durumu”dur…

“İnsani, doğal ve açık olan karşılıklı her türlü ilişki, hukukun temel kaynağıdır.” Çünkü hukuku, ancak insani, doğal ve açık olan sürekli “insani ilişkiler” üretebilir.

Beklenir ki zaman ilerledikçe insanlığın yaşamsal deneyimi ve birikimi arttıkça, hukuk üretme yeteneği de gelişecek ve toplumsal paylaşımın aktöresel değerleri yükselecektir.

Oysaki öyle olmamaktadır. Aksine ilişkilerde karatöresel yoğunluk artmaktadır.

Çünkü üretim ilişkileri, “üretim, kar, verimlilik, vb.” önkoşullarından oluştuğu için sonuçta ortaya çıkan sözleşmeler de hukuki değil, kanun ya da kanun hükmündeki “tek yanlı” sözleşmelerden oluşmaktadır.

Böylece bugüne dek tamamen “hukuk devleti” ve sonrası sürece doğru evrilmesi gereken toplumsal yaşam; gittikçe daha da fazla “kanun devleti” haline dönüşerek yaşayan ve yaşatan hukuktan uzaklaşmaktadır.

Esas ögeleri, ek bileşenleri ve verileri açısından birbirlerinden çok büyük farklar taşımasına karşın “insan/insani/ilişkileri” ile “üretim ilişkileri”nin sanki aynı kavram ve değer alanındaymışçasına, eş değişim değeri olarak kabul edilip birbirinin yerine kolayca kullanılmaları; adeta farkında olunmadığı için sorumluluğu da kimse tarafından üzerine alınmayan “kötü bir davranış alışkanlığı” yani karatöre haline gelmiştir.

Oysaki her iki ilişkiler grubunun iki ayrı kümede ögelerini ve ek bileşenlerini alt alta sıraladığımızda, “veri toplamlarının” olağanüstü farklar taşıdığını; bu masum görünen “karıştırma davranış alışkanlığının” yol açtığı insanlık suçlarının da “sosyal empati”nin oluşması ve gelişmesi önündeki en büyük engel olduğunu göz ardı etmememiz gerekmektedir.

Aynı süreç içinde böylesi bir suça, mimarinin “nasıl kolayca alet olabildiğini” görebilmek için, basitçe henüz araç ve amacın yer değiştirmesinin yol açtığı tahribatın bu denli büyük olmadığı bir dönemle işe başlamalıyız.

Biliyoruz ki, henüz hukukun kendi başına ayakta duramadığı, günümüzün demokrasi ve kent ilişkisinin sorgulanamadığı tek yanlı, monarşik/prekapitalist dönemlerinde; kentin en etkin ve belirgin büyük yapıları, iktidarı temsi eden siyasi, askeri, dini, ve benzeri kalıcı amaçla üretilmiş yapılardır.

Kentte bazı özel/genellikteki koşullar dışında, toplumu oluşturan insan ilişkilerini kesmeyen, etkilemeyen ve dönüştüremeyen bu yapısal konumlanma, manifaktür/küçük üretim/zanaat alanlarının da dağınıklığı nedeniyle etkinliğini korumuşlardır.

Endüstriyel üretimin ortaya çıkıp yoğunlaşması sonucunda önce, kent içinde parçalı konumdan bütünsel yapılanmaya geçiş; daha sonrada bir önceki dönemin baskın, etkin, büyük boyutlu yapılanmaları yanında bambaşka devasa kent yapılaşmaları oluşmaya başlamıştır.

Kentin o güne kadar varlığını koruyan organik dokusu içten içe “prodüktif, rantabl, vb.” önkoşullu yapı adalarıyla parçalanarak zorunlu dönüşüme uğratılmaya başlar.

Artık endüstri yapılaşmalarının tamamen kent dışında oluşturulması sonrasında ise artık önceki süreçlerden “bambaşka bir aşama,” kentsel yapılanma sürecinin omurgasını oluşturmaya başlamıştır.

Bu aşama artık kentte ve toplumsal yaşam ve kavram alanında dönüşüm kavramının tam anlamı ile yerine getirildiği “üretim ilişkileri” esaslı bir döneme işaret eder… Amaç da tamamen aracın kulu haline gelmiştir. Tarihsel dönem olarak da Max Weber’in dikkat çektiği geçen yüzyılın başındaki dönem öncesidir artık.

Üretim ilişkileri önkoşullu endüstriyel yapılaşma alışkanlığına karşı, yani tarihsel kökene sahip kentlerde bu tür yozlaştırıcı asosyalize dönüşüme karşı bir nebze olsun kültürel birikimiyle direnenlerin deneyimleriyle oluşturup geliştirdiği sosyal empati; yalnızca kentlerin korunup yaşatılmasında değil o kentte yaşayanların da sağlıklı özneler yada sosyalize bireyler olarak serpilip gelişmelerine katkıda bulunmuştur.

Direnemeyenler ise insan ilişkileri alanında “üretim ilişkileri kanalı/KANALİZASYONU ile kolayca aktarılabilen/endüstriyel kodları taklide başlamışlardır. Bu en başta büyük çoğunluk için göze ve kulağa hoş gelmiştir.

Çoğu kez dile getirdiğimizle anlatmak istediğimiz aynı olmayabilir.

Sadece iyi niyetimizin bizi kötülük yapmaktan alıkoyamayacağı gibi…

Örneğin “toplu konut” kavramı ile yapılan şeyler arasında olduğu gibi… Kısaca daha nice nice yapılaşma bozukluluklarında olduğu gibi…

Artık iyiden iyiye “üretim ilişkileri ve ona bağlı tüketim ilişkileri nesnesi” olmak dışında bir olasılığın sunulmadığı günümüzün “ranza kentlerinde, insani ilişkilerinden arındırılmış balık istifi nesne bireyler olarak” bir gün kendimize; “burada ne aradığımızı sormaya ve bunun da yanıtını aramaya başladığımız da”; hemen her gün, sabah ve akşam kapımızın önüne koyduğumuz “çöp poşeti” ile aynı yolu (üstelik asansörü de) kullandığımızı fark edeceğiz…

Bu sorunlu insan yerleşimleri biçiminin alternatifi, yeni ortaçağ tarzında, insani ilişkilerden/hukuktan mahrum/izole edilmiş ve uç bir örneği olarak rezidans tarzı yapılanmalar olamaz. Ancak olsa olsa bu; başka bir deformasyonun başlangıcı olabilir.

Günümüzün kentlerinde yaşadığımız sorunların oluşmasına en küçük bir katkısı bile olmuşsa; “ki biliyoruz, mutlaka var…”; aynı sorunların çözümünde mimar, yarattığı sorunların yabancısı olarak değil, mutlaka “sorumlu sahibi olarak” yer almalıdır.

“Endüstri kenti nesnesi bireyden, sosyal empati öznesi bireye doğru yol almak konusunda katkıda bulunmak, yani gereği olan mekanları üretmek gibi…”

“İnsani ilişkiler”in yeniden “üretim ilişkileri”nin ön koşulu olarak mimarlar tarafından yaşama ya da buradaki deyişle mimariye kazandırılmasıyla kendine mekan bulabilecek olan Sosyal Empati; bize kendimizi ve mesleğimizi yeniden kazandıracaktır…

Düşünmek, yeniden düşünmek gerek…

Metin Karadağ

Mimarist Dergisi
Old 13-05-2008, 15:24   #10
metin karadag

 
Varsayılan

“Doktor bey ne olur söyleyin!...”

Benliksiz bir cumhuriyet ya da benliksiz bir demokrasi nasıl bir "şey" dir?:...Öğrencisiz maarif... Demokrasisiz cumhuriyet... Cumhuriyetsiz demokrasi...Cumhursuz cumhuriyet... Halka rağmen halk için...Ötekisiz benlik ve benliksiz öteki...

Bireysel ya da toplumsal olarak kendi kendimizle yüzleşemediğimiz oranda, ötekimizi yaratırız; “yok etmek için...”

Kendimizde görmeye dayanamadığımız şeyleri; öteki üzerinde yeniden şekillendirip yok edebiliriz.

Bireysel ya da toplumsal; daha önce almış olduğumuz travmanın türü ve şiddeti ne olursa olsun aidiyet kimliği; kimlik travması ile birlikte bir ihtiyaç olarak belirir.

Aidiyet kimliği edinebilme baskısı altında; kül tablasında söndürülmüş sigaraya dönen benliğimiz; kimlik problemimizin en önemli belirtisidir.

Bireysel ya da toplumsal; ruhumuzda oluşagelen huzursuzluğa karşı; pürüzsüzlük ve kayganlık arayışımız bir dahaki “kıllanmaya...” kadar ertelenmiş olur...

Ruhumuza ağda yapmış oluruz böylece.

Bireysel ya da toplumsal; madem kendimiz olmak istemediğimiz oranda ötekini var ediyor ve ona sığınıyoruz; sonuçta neden onu her defasında yeniden öldürerek yok ediyoruz?

Bunu salt bir “ruh ağdası” yani “arınma” olarak ele almak doğru mudur?

Ya da bunun gereklilik veya ihtiyaçtan dolayı zorunluluk olup olmadığı konusunda bir önermemiz olabilir mi? Çelişkilerimiz nerede başlıyor?

Birbirimizi algılama ve yansıtma biçimlerimizdeki benzerlikler bu konuda bir çok ipucu taşıyor diyebilir miyiz?

“Aile, grup, çete ( yukarıda sözünü ettiğimiz) cemaat, parti veya var olan herhangi bir sosyolojik küme içinde üretilen “hukuk”; en üst düzeyde bir kaliteye ulaşsa bile; bu sosyolojik kümeler birbirleriyle kamuyasal alanda temsiliyet olarak degil ancak “bireyleri” aracılığıyla iletişime geçebilirler ve böylece içindeki tüm öznelerin katılımıyla "kamuyasal" alanın varlığını kendi varlıklarının güvencesi olarak savunabilirler...” bu nedenle söze edilen “hukuk” hukuk değildir...

Olamaz da:... ‘Kamusal alan değerlerinin erozyonu’ ndan söz edebilmek için öncelikle bu değerlerin üretilmiş varlığı ya da “kanıtları ile” yüzleşebilmemiz gerekir...

O halde bir an önce “var olamamış” bir değerden söz ettiğimizin de farkına varmamız gerekir...

Kamusal alan gibi bir “fark kavramının” varlığı;... onun farklılığını oluşturan ve belirleyen “özel alan” kavramın varlığından kaynaklanır...
Özel alan birikimi, değeri ve kültürü oluşturacak kadar bir kimliksel özgeçmişleri bulunmayan bireylerin; herhangi bir alanı kamusal kılabilecek cesaret ve güçleri yoksa “kamuyasa”l değerleri de yok demektir...

Ve kendi özel alanlarımızda kendimizle olan yabancılaşmayı yaşamaktayızdır...

Yabancılaşma yani “özel alan yoksunluğu” sırayla tek tek sayılabilecek anlamlarının yanı sıra; birebir insan ilişkilerinde de farklı renk ve renk tonlarıyla karsımıza çıkabiliyor.

“Özel alan yoksunluğu” her bir özel durum için ayrı bir yelpaze de anlam dizisi halini alabiliyor.

Uydurulmuş ötekimiz ve kimliğimiz birbirine karışıyor ve bunları bizler her an ve her yerde yaşıyoruz.

Yabancılaşmanın panzehiri olabilecek gibi görünen yüzleşme ise;

Rene magritte' in "aynaya baktığında kendi yüzü yerine kendi ensesini görebilen adam..." tablosunda olduğu gibi... bir görüntüyle sonuçlanıyor.

Öte yandan yabancılaşmaya dair bir belgeye Platon' un diyaloglarında da rastlıyoruz...

Orada özetle; "...bütün insanlık bir mağara içerisindedir. ortada yanan ateşin ışıkları insanların gölgelerini mağara duvarlarına yansıtmaktadır. ve insanlar birbirleriyle, mağara duvarındaki gölgeleri aracılığıyla ilişkiye geçmektedirler..."

“Yanındakinin yüzüne bakarak konuşmak yerine, simgesel olan gölgesi aracılığıyla konuşuyormuş gibi olmak...”

Günümüzde ise Fransız düşünürü J. Baudrillard, iletişim araçlarının insan yaşamına yaygın bir biçimde girmesi üzerine, ilişkilerdeki deformasyon etkilerinden hareketle “simulacre” kavramını kullanarak; amaçla aracın yer değiştirdiğini; artık mağara duvarındaki gölgenin gerçeğin yerine geçtiğini, gerçek olanın ise geri dönülmez bir biçimde gölgeleştiğini dile getiriyor...

Gölgesi kadar bile bir benliğe ve kimliğe ulaşamamış bireylerin ortaya çıkarmakta aczini çektikleri özel alanlarının acısı, kamu sahasında toplu dövünme / mazoşizm ayini olarak kendini var edebilmektedir...

Kuyruğunu yutmakta olan bir yılan gibi “kendi özel alanında kendisiyle yüzleşemeyen” ve toplum içinde bir aradayken de meşruiyet hukukuna bağlı hukuki meşruiyet sürecini oluşturamayan bireyler;

hukuku esas yerine, yani “kamu sahasına taşıyamadıkları için” kamu sahasını da “Kamuyasal” kılamıyorlar...

Aynada hep enseme bakıyorum... Yüzümü görebilmek için aynanın arkasını çevirdiğimde ise yüzümün hiç varolmadığını olmadığını görüyorum...

“Doktor bey ne olur söyleyin; ben daha ne kadar zaman böyle kımıltısız ölü gibi yaşayacağım?...”

Doktor: “Sakin olun. Sadece kendinize doğru küçük bir adım atıverin, değiştirirsiniz…”

Metin Karadağ
Mimarlara Mektup
Mayıs 2008 – Sayı: 111
Old 09-06-2008, 13:53   #11
metin karadag

 
Varsayılan

“Ne Olacak Bu ‘Hukukun Üstünlüğü’nün Hali?”

Adından bu kadar söz edilmesine karşın ne olduğu hakkında tam olarak bir bilinç halinin oluşmaması, davranış alışkanlığının, yani kültürel bir birikimin oluşmaması garip değil mi?

“Kültürel birikim” derken de bir deyişe göre “Her şey unutulduktan sonra geriye unutulmadan kalan...” anlamında bir “hukukun üstünlüğü...” halinden söz edilmekte aslında...

Göz önünde olan bitenlerle birlikte yaşadığımız durum ile iki kelimelik bu sözün kendisi arasında bu kadar fark olan başka kaç söz, kaç durum biliriz ki? Bunlardan biri olarak, “hukukun üstünlüğü...” hali. Evet, “Ne olacak bu Hukukun Üstünlüğü’nün hali?
Bu sözün anlatmak istediği ile gerçekleşen durumun anlattığı arasındaki “tutarsızlığın sürekliliği” de aynı duyarlılıkla üzerinde düşünülerek durulması gereken başlı başına bir konu değil mi?

İnsanların birlikte yaşadıkları her alanda her hal ve şart altında ortaya çıkabilen bulanık ve adaletsiz herhangi bir durumu ; berraklaştırılarak en kısa zamanda adalete kavuşturulmasında, yazılı-sözlü ve yazısız-sözsüz insani, doğal ve açık olan her türlü davranış alışkanlıkları ile beslenen bir kültürel eşikten söz ediyor olmalıyız sonuçta.

Bu bireysel ve toplumsal unutkanlığın, hafızasızlığın bedelini sürekli en ağır biçimde ödemeye devam ettikçe; kesintisiz bir kunt sağırlık, görmezlik hali gibi devam ediyor, edecek gibi de görünüyor...

Çok daha öncesinden aktarılanlarla birlikte, asırlar öncesinin Hammurabi Kanunları ya da sonrasındaki olan bitenlerden gelerek önümüzde birikenlerin bize verdiği dersler; ardımızda adaletsiz hiçbir iz bırakmamamız gerektiğini bizlere anlatıyor anlatmasına da; sonuçta neden iki de bir kendimizi başımızı ellerimiz arasına alıp “Ne olacak bu ‘hukukun üstünlüğü’nün hali?” derken buluyoruz acaba?

Gerçekten de bu kadar sözünü edip de sonunda “Ne olacak bu ‘hukukun üstünlüğü’nün hali?” diyerek kendi kendimize yönelttiğimiz bu dertli yakarışa bir yanıt bulamayışımız sizce de garip değil mi?

Oysaki en ilkel haliyle bile olsa kesin bir şekilde adaletle sonuçlanan hukuk örnekleri kâğıt üzerinde bile olsa gözümüzün içine bakarken...

Örneğin, iki kişi arasında bir ekmeği en adil biçimde bölüştürmek; ekmeği birinin ikiye bölmesi diğerinin de bölünen ekmekten birini seçmesi ile olanaklı...

Bu tekil örnekteki hukuk sisteminin adaletle sonuçlanması; başka yer ve zamanda tarafların ve olay süreçlerinin artması ile birlikte “yaralı ve eksik adalet” örneklerinin ortaya çıkmasını önleyemiyor.

Zaten aynı düz mantıkla önleyebilmesi de beklenemez de.

Ancak toplumsal hafızayı oluşturan birikimin paylaşılan haklar sürecinde; “karşıtının aslında tamamen kendisi olduğunu” unutmaya dayanan ve ardından “kendisine hak olanın karşıtına da hak olduğunu unutması” üzerine başlayan ve sonuçta “kendi kendisini reddeder noktaya gelen” bir köklü unutkanlık söz konusu...

Diğerkâmlık, yani kendisini ötekinin yerine de koyan bir “sosyal empati” konumunun bir yerlerden, türlü şekil ve yollarla bireysel ve toplumsal boyutlarıyla birlikte kulağımıza söylenmesi, aklımızda yer etmesi ve yaşamımızın bir parçası haline getirilmesi çocukluğumuzdan bize kalan anı halini alması gerekmez miydi? Nedir bu, rakibini yok etmek üzerine kurulmuş acımasız yarış?

“Kendi kendimizi reddeder noktaya” gelmeden önce “karşıtımızın/ötekimizin aslında tamamen kendimiz olduğu” ve “ötekimizle eşit payla hakkımız olan ekmeği bölüşürken” aslında “adaleti yine kendimiz için adaletle gerçekleştirmemiz” gerektiğini “kendi kendimize” bir anlatabilsek; “hukukun üstünlüğü”nü de düştüğü çukurdan kurtaracağız aslında... Her fırsatta “kanun devleti”ne değil de “hukukun üstünlüğü ile ancak var olan hukuk devletine”ne olan inancını dile getiren büyüklerimizin de bu konuda tutarlı olmaları için bu sözün gereğini aslen yerine getirecek olanların kendimiz/bizler olduğumuzu unutmadan...

Kendimizce ürettiğimiz hukukun herkes için adalet sağladığını görebildiğimiz kadar üniversal/evrensel hukuku da geliştirebileceğiz.

İşte, şimdi tam zamanı ve tam yeridir, soralım: “Ne olacak bu ‘öteki’ kendimizin hali?”

Metin KARADAĞ

Mimarlara Mektup Bülteni
Haziran 2008, Sayı: 112
Old 10-07-2008, 16:16   #12
metin karadag

 
Varsayılan

“Kaliteyi Talep Etme Kalitesi” Meselesi…

Nasıl bilinir; çoğu kez “lüks, en lüks yaşama en ucuz/yani beleş seviyesinden hayallerle ulaşılır” diye değil mi?

-Yanlış.
Bazen öyle bir pahalıya mal olur ki, beyaz giyimli, boş bakışlı uzmanlara konu olunur; “hımmm, tipik bir bilinç yarılması/şizofreni; 3 doz artırarak “…” verelim…” diye de teşhisi koyarlar.

Aşırı hayal kullanımının bedeli olarak…

Bu aynı zamanda “sonuç olarak” gereksiz bir biçimde “aşırı zaman” kullanmanın da bedelidir.

Oysaki zaman göreli olarak hem en pahalı hem de en ucuz/beleş olabilen bir şeydir.

“Kalite” deyince de akla hemen nedense bir aşırılık türü olan “pahalı” kavramı gelir.

Ardından “madem pahalı, o zaman kalsın…”

Oysaki hayal kurmadan da “kalite” ile haşır neşir bir yaşam sürdürebilmek olanaklı…

Bu, bütünüyle “zamanı doğru ayıklamak” ve kişisel seçenek sistemimizi kurmamızla ilgili bir davranış alışkanlığı ya da başka bir deyişle “bir otokültürdür…”

Mimarlık Dergisi’nin Mayıs-Haziran 2007, 335’inci sayısının Dosya Konusu: “Kentsel Yaşam Kalitesi: Politika ve Uygulamalar…”

Bu konuda degerli yazıların yer aldığı bu sayıdan farklı biçimlerde yararlanmak olanaklı ancak aynı zamanda sözkonusu “kalite” muhatabı olan öznelerin de bu kalitenin “farkında” olması gerekir…

Kaliteyi kalite kılan da işte bu farkındalık özelliğidir.

İster kentsel yaşamda, isterse başka alanda olsun kalitelinin farkına varabilmek yetisi büyük bir zenginlik olsa gerek.

Onca varlık içerisinde “kalite anlayışı olmadığı için yoksun, yoksun olduğu için de yoksul yaşayanlardan söz edilir. Tam tersinden de…

Bu “farkındalık konusu”na dikkat çekmek için, “Kalite Kombinasyonu”ndan bir kez daha söz etmek gerekir.

Kalite Kombinasyonu: “Küçük bir odaya; bir masa, masanın üzerine son model bir bilgisayar yerleştirdikten sonra bir şempanzeyi de içeri bıraktığımızda; son model bilgisayar ile şempanze arasında kurulabilecek en kaliteli ilişki, bilgisayarın üst hizasında tavandan sarkıtılacak bir adet muz ile kurulabilmektedir.
Çünkü şempanze, muza ulaşmak için önce masanın, sonra bilgisayarın üzerine çıkarak kendi otokültürü için gerekli olan “kalite çemberini” tamamlayacaktır…”

Şempanze, bilgisine sahip olduğu muzu “son model bilgisayarın üzerine çıkarak” onunla ile olabilecek en kaliteli ilişkiyi kurabilmiştir.

Bilgisine sahip olmadığı bilgisayar ile “bilgisayarın özellikleri üzerinden” herhangi bir ilişki kurabilecek bir otokültüre ya da farkındalığa sahip olmadığı için bu anlamda “kaliteden uzak” sıradan bir ilişki gerçekleştilmiştir, şempanze tarafından.

Ölçek, ölçme bilgisi, ölçme bilinci, farkındalık ya da değerlendirme yetisi olmadığı sürece kalitenin kavramlaştırılması olanağı bulunmamaktadır.

Özetle değerlendirme yetisi ya da “katiteyi talep etme kalitesi” olarak içinde yaşadığımız zamanın farkındalıkla / bilinçlice kullanımı ile ilgilidir.

Bütün itiş kakış “AB’ye girsek mi, girmesek mi?” (muz konusu) düzeyinde sürdürüldüğü için içeriğe dair AB standartları ile ifade edilen her ne ise, otokültür düzeyinin “çok daha ilerisini hedefleyen bir farkındalık sorgulaması” yani kendi kendimizle yüzleşmeye fırsat bulamadık…

“Girmesek de… girmesek de”;… mimarlık alanında toplumun “kaliteyi talep etme kalitesini” geliştirip karşımıza kendi otokültürü ile çıkması konusunda özgüvenle paylaşıma açık olmak ve bunun ipuçlarını da “açık, şeffaf, hesap verebilir ve denetlenebilir” olmakla yaratmak gerekiyor…

Bir insanın ömrü boyunca, tüm zamanının her bir anını en verimli bir biçimde kullanarak süper lüks bir yaşam elde edebileceğini varsayabiliriz.

Geçmişi geçelim, ama önümüzde kalan zamanı “kaliteyi talep etme kalitemizi” daha fazla açığa çıkarmak ve “kamuyasal insanın doğuşu” için kullanarak zamanı uzatmak olanaklı…

ISO Standartları her ne yapıyorsan “yaptığını yaz, yazdığını da yap” üzerine kuruludur…

Bu aynı zamanda ölçülebilir yani “hukuka yatkın olmak” demektir.

“Kalite” ise “ölçüm sonrasında” farkedilir hale gelir…

Ve, bu da “kaliteyi talep etme kalitemizi”in ifadesi olan “adalettir…”

Kalite: Adalettir.

Adalet: Kamuyasal insanı anlatan işarettir…

Metin Karadağ
Haziran 2007
Sayı: 100
Old 04-08-2008, 11:12   #13
metin karadag

 
Varsayılan

NOT:
Bu yazı daha önce: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti-TGC-'nin günlük "Bizim Gazete" Gazetesi'nde (1998) ve daha sonra günlük "Birgün Gazetesi"nde (2007) yayınlanmıştır.

***

Kamuyasal Bir Anayasa İçin Önce Kamuyasal İnsan Olmak "Zzzzorunu!..."

Metin KARADAĞ


İşbu yazıda “Z”: Jokerdir...


Birinci el, yani yurttaş şu an var olan zeminin doğal olarak kendisine sağlayamayacağı bir şeyi yaratmak için “yola çıkıyor, çıktı, çıkacak...”
Bunu da benzini biten aracını benzinciye kadar itmekten başka çaresinin olmadığının bilincinde olarak yapıyor.
Ya da bilinci o noktaya gelip ha dayandı, ha dayanacak...
“Yol var benzin yok...”
Bırakıp da gidemiyor. Çünkü uğursuz çetelerin talanına bırakırsa kendisine artık ne araç kalır ne de yürünecek patika...
Biliyor, yol var ama...; “yolu yok” aracı kendi itecek...


Yurttaş Alevi, Yurttaş Sünni, Yurttaş Laik, Yurttaş Laikçi, Yurttaş Kürt, Yurttaş Türk, Yurttaş Ateist, Yurttaş...
Yurttaş Alevi Kürt, Yurttaş Sünni Kürt, Yurttaş Alevi Türk, Yurttaş Sünni Türk, Yurttaş....
Yurttaş Ateist Laik Kürt Kadın, Yurttaş Ateist Laik Kürt Erkek, Yurttaş Ateist Laik Türk Kadın, Yurttaş...
Yurttaş Ateist Laik Kürt Genç Kadın, Yurttaş Ateist Laik Türk Genç Kadın, Yurttaş...
Yurttaş Sünni Türk Genç Türbanlı Kadın, Yurttaş Sünni Kürt Genç Türbanlı Kadın, Yurttaş...
Yurttaş Sünni Türk Genç Türbansız Kadın, Yurttaş Sünni Kürt Genç Türbansız Kadın, Yurttaş...
Yurttaş Sünni Türk Genç Mayolu Kadın, Yurttaş Sünni Kürt Genç Mayolu Kadın, Yurttaş Alevi Türk Genç Mayolu Kadın, Yurttaş Alevi Kürt Genç Mayolu Kadın, Yurttaş...
Yurttaş Sünni Türk Genç Mayosuz Kadın, Yurttaş Sünni Kürt Genç Mayosuz Kadın, Yurttaş Alevii Türk Genç Mayosuz Kadın, Yurttaş Alevi Kürt Genç Mayosuz Kadın, Yurttaş...
Yurttaş Boyalı Kuş, Yurttaş Mavi Boyalı Kuş, Yurttaş Mavi Beyaz Boyalı Kuş, Yurttaş...


Yurttaş Boyasız Kuş, Yurttaş Boyasız Kuş, Yurttaş Boyasız Kuş, Yurttaş,...
“Boyalı Kuş”: Jerzi Kosinski’nin aynı adlı öyküsünün yer aldığı ‘Roman’ı. Boyalı Kuş öyküsü ise ekileyici bir dil kullanmaya da gerek kalmaksızın kendiliğinden zaten çarpıcı olan öykü. Sunuşun edebi yanı ise şu an konumuz dışı.


Bu öykü, Yazar’ın çocukluğunun İkinci Dünya Savaşı öncesine denk düşen yıllarında bir Varşova köyündeki yaşantısından da kesitler taşır...
O köy çocuklarının ilkbahar mevsimiyle birlikte başlayan en sevdikleri oyun: tek tek yakaladıkları kargaları “boyayıp ve salmakla” başlar...
Boyanmalarının ne anlama geldiğine algılamayan kargalar; salındıklarında ellerine geçen özgürlük sevincini paylaşmak için her defasında anne, baba, kardeş ve arkadaşlarına doğru uçarlar...


Yine her defasında olduğu gibi, kargalar aralarına büyük bir cüretle gelip konan “mavi renkli bu düşman kuşu” gagalarıyla parçalarlar...
İkinci oyun, yakalanan yeni bir karganın “boyanıp salınmasıyla” başlar...Ta ki, mevsimi gelip o yerden kargalar göç edinceye kadar bu oyun sık sık “oynanır...”


...Örnek bu ya...:
Kargaların hepsini bu kez biz yakalasak ve uyutsak, elimizdeki boya çeşidine göre eşit sayılı gruplara ayırıp boyasak. Sonra yakaladığımız yere götürüp sarı grup, kırmızı grup, mavi grup, mor grup, yeşil grup, pembe grup olarak ayırarak bıraksak. Bir kuytuya saklanıp da uyanmalarını beklesek...
...Bütün gruplar aynı anda uyanacakları için sanki aynı mantıkta şeyler düşünüler gibi geliyor, insana. Sayıları eşit olduğu için de“ kanlı oyun”da olduğu gibi birbirlerine saldıramamaktadırlar ayrıca...


Yalnızca çığlık çığlığa “gaklayarak” tartışmaktadırlar.
Sarı grup: Biz Kargayız Onlar değil!... , kırmızı grup: Biz Kargayız Onlar değil!..., mavi grup: Biz Kargayız Onlar değil!..., mor grup: Biz Kargayız Onlar değil!..., yeşil grup: Biz Kargayız Onlar değil!..., pembe grup: Biz Kargayız Onlar değil!...


Bu gruplar arasında nasıl bir ortak payda bulabilmeli ki: ötekini “yok” saymasın...
Kendisinin güçlü ve ötekinin zayıf olduğu “anda” yok edebileceği “bilincini” kendisine fırsat olarak tanımasın...
Ve bütün farklı renkteki kargalar eskiden olduğu gibi birbirlerinin dostu, kardeşi olsun...


O halde tüm kargaların “uğruna” karga olmaktan vazgeçebileceği daha öncelikli bir vazgeçilmezi şart koşalım.
Ve diyelim ki: “Ey kargalar, karga olarak mı kalmak istersiniz “yoksa uçamayan bir kuş” olarak mı kalmak istersiniz?”


Tabii ki kargalar “uçamayan bir kuş olan tavuklar gibi” insanlara köle olacaklarına, “farklı renklerde ki kargalıklarından vazgeçip” uçan kuş kalmayı tercih edeceklerdir...Diğer suni renkli kargalarla dost, kardeş olarak yaşayacaklardır.
( Aksini iddia edeni derhal ispata davet ederim...)
Kargalar arasındaki suni çatışma olumluya dönebiliyorsa insanlar arasındaki suni çatışma niye olumluya dönemesin?


Yurttaş Boyasız Kuş, Yurttaş Boyasız Kuş, Yurttaş Boyasız Kuş, Yurttaş,...
Yeterki kendisinin benzeri, “öteki”nin kanıyla kendisine “kimlik” rengi oluşturmasın ya da tersinir bir deyişle kendisinin yaşam yolunu ötekinin ölümü üzerinden geçirmemeye özen göstersin.


İşte tam da bu noktada eğer iyi bir yaşam için, ortak hukuk manifestosunu yeniden yazmak gerekiyorsa bu artık toplumun parçalanamaz zerresi olan: katılımcı yurttaş bireyleri düzeyinde olmalıdır.


Bunun Anayasal bir manifesto haline gelebilmesi “kamuyasal”, yani herkesçe bilinir ve kabul edilebilir olmasında yatmaktadır.
Hep birlikte “kumdan kale” yapmak istiyorsak “kum” kullanmak zorundayız. Taş; kaya, çakıl gibi kumu temsil etmeyen nesnelerle “kumdan kale yapılamaz”.


Yurttaş, kendi kimliğini oluşturan tüm renkleri ve en ince özelliklerini ifade edebileceği düzey ve biçimde taşıyabilmelidir ki, kumdan kalenin “ayrıcalıksız kumlarından sadece biri” olduğu konusunda gönül rahatlığına ulaşsın.
Yurttaşlar bütün renkleri kendi üzerinde ifade edebildiğinde geriye kalan yapı; başkasını zorla boyamayan “renksiz” bir yapı olacaktır.


Çünkü kendi renklerini ifade edemeyenler ve kendi renklerini ifade ettiğini zannedenler; daima “başkalarını zorla boyayacak bir araç haline getirilen gücü” ele geçirmeye çalışmaktadırlar.


Bugün artık dünyada açıkça hissedilir biçimde su yüzüne çıkan “siyaset teknolojisindeki temsiliyet krizini” ve onun yol açtığı marazi durumları aşmak; tek tek yurttaşlar tarafından alınan sorumluluklarda ve yerine getirilen görevlerde yatmaktadır.


İçinde bulunduğumuz toplumumuzun tümünü gözeterek aldığımız sorumluluklar ve yerine getirdiğimiz görevler; bizlerin ne kadar Katılımcı Yurttaş Bireyler olduğumuzun da işaretlerini bugüne ve yarına bırakacaktır.
Ya da hiç...

Açıkça ortadadır ki;

(*)Katılımcı Yurttaş Bireylik bir ayrıcalık değil, sadece ayrıcalıklı olmayı reddetmektir..
Ve buna bağlı olarak ortaya hukuk çıkar;
(*)Hukukun tek kaynağı;insanlar arasındaki insani, doğal olan her türlü açık ilişkilerdir...
Tarih boyunca yapılan tüm haksızlıkların da kanıtladığı gibi;
(*)Bu kaynak; hukukun güvencesi olduğu var kabul edilen devletlerin de tek temeli olmalıdır...
Ancak herşeye rağmen iyi örneklerin insanlara kattığı deneyim ve bilgi gücü sayesinde;
(*)Yine, bu kaynaktan beslenmeyen hiç bir yapı aynı zamanda meşruluğunu onaylatacak güçten de yoksundur...
Defalarca kanıtlandığı için çok iyi bildiğimiz;
(*)Bu anlamdan hareketle; hukukun kaynağına ve hukuka saygılı olmayan hiçbir yapıyı meşru kabul etmiyoruz...
Belki de sondan bir öncedir. Bilmek de istemiyordum aslında, ama; hep birlikte yaşadığımız tüm bu olanlar karşısında birkez daha durdum; "son birkez" daha düşündüm; ve ilan ediyorum ki:
(*)Tüm bu yaşadıklarımızın sorumlusu olarak;
Ben, kendi iradem dışında katılmış bulunduğum bu yaşamın tüm alanlarında; yazılı ya da yazısız; üyesi bulunduğum insanlığın ortak mirası olarak bugüne kadar oluşmuş tüm hukuksal haklarımı kavramaya, kullanmaya veya reddetmeye;
kendi irademle kendimi yetkili ilan ediyorum...
Bu yetkimi kullanırken; başta doğrudan kendi haklarım olmak üzere, dolaylı olarak da kendi haklarımın benzeri hakları taşıyan yeryüzünün tüm bireylerinin haklarını çiğnemeyeceğime ve çiğnetmeyeceğime ve bu konuda nefs-i müdafaa ahlakıyla davranarak bütünüyle kendi haklarım olarak saydığım tüm bu hakları korumaya, kollamaya ve geliştirmeye;
kendi irademle kendimi yetkili ilan ediyorum...
Bu yetkimi kullanırken; yeryüzünde şu an sürebilen yaşamın bir bütün olduğunu ve bu bütünde hak payım olduğunu ve yine bu bütünün haklarının bir paydası olduğumu, bu bütünün ya da bir kısmının yok oluşu durumunda kendimin de yok olabileceği bilinciyle; her türlü yokedişe karşı gücüm oranında mutlaka bir görev almaya ve yapmaya; kendi irademle kendimi yetkili ilan ediyorum...
...
Bu toplumun öznesi kendisini sorgulamadan, itilip kakılan nesne olmaktan kurtulamayacak. Ve kendi içinde kendisini bir sömürge olarak sürekli taşıyacaktır.
Bu birey olamadan, bireyselliğin kör çukurunda yalnızca kendi duyabildiği çığlığı ile sağır ve biçare dönüp durmak değildir de nedir acep?

Bunu bir daha konuşalım...Bir daha... Bir daha... Ta ki yalnızca kendi sesimiz dışında sesler ve renkler olabileceğini kabulleninceye kadar...

Yani hep birlikte Kamuyasal Anayasayı buluncaya kadar...

Z z z z z z zzzzzzzz...



(*) Habitat - II Sivil Forum '96 için Sivil Toplum Kuruluşları Evsahibi Komite Katılımcı Bireyler Kozası'nın"Yeryüzü Bireyi Manifestosu” olarak yeryüzü bireylerinin onayına sunulmak üzere; Komite - II'ye önerisidir.. 08 Haziran 1996 Taşkışla İstanbul - Türkiye

http://anayasam-org.akgul.web.tr

..
Old 04-08-2008, 11:16   #14
metin karadag

 
Varsayılan

Çevreye Duyarlı, Duygusal, Yeşil, Plastik Palmiyeler

60’lı yılların başında, çokuluslu bir otomotiv devinin yönetim kurulu başkanı, dünyanın dört bir yanında bulunan fabrikalarının durumu ile satış grafikleri arasındaki bağıntıyı da içeren bir rapor ister. Hemen uzmanlardan oluşan bir ekip yoğun ve ayrıntılı bir programla çalışmaya başlar.

Dünyanın dört bir yanında (küresel) üretime devam eden dev şirketin eksik-fazla uygulamaları, derlenen raporlara göre en verimli konuma göre yeniden düzenlenir. Sonuç kısa sürede alınır. Başarı kader olmaktan çıkıp kasalara para olarak dönmüştür. Bunun verdiği keyifle yapılan bu başarılı çalışmanın kitabı, büyük bir tanıtım şöleniyle dünya âleme dağıtılır...

Aman, o da ne!

Farkında olmadan bu kitapla birlikte “dünyanın ilk küresel çevre raporu” da yayımlanmış olur. Çünkü dünyanın birçok ülkesinin içinde bulunduğu durum, üstelik “eşzamanlı” olarak “ilk kez bir kitapta yer almıştır.”

70’li yıllarda, ilk önce, 5 Haziran 1972’de İsveç’in başkenti Stockholm’de yapılan İnsan ve Çevre Konferansı, Stockholm İnsan ve Çevre Deklarasyonu ile sonuçlanmış ve 5 Haziran tarihi de Dünya Çevre Günü olarak ilan edilmiştir. Bir sonraki konferans ise bundan 20 yıl sonra bu kez Brezilya’nın Rio kentinde yapılmış ve sonuçta ilan edilen Rio Deklarasyonu’ da bir önceki Stockholm Deklarasyonu’nun üzerine kapsamı genişletilerek inşa edilmiştir.

Rivayet olarak söz edilirdi: 70’li yıllarda bir grup insan düşünüp taşınarak bir yolunu bulur ve anti-komünist çalışmalarında kullanmak üzere CIA’den o zamanki Doğu Bloku’ndaki her türlü çevre felaketleri ile ilgili bilgi ve belgeleri isterler. Aynı grup insan yine çaktırmadan bu kez de anti-kapitalist çalışmalarında kullanmak üzere KGB’den o zamanki Batı Bloku’ndaki her türlü çevre felaketleri ile ilgili bilgi ve belgeleri isterler. Her iki cepheden de oluk oluk belge akar. Her iki cephenin gerisindeki nükleer denemelerin yol açtığı tahribatlardan, doğal hayatı olumsuz etkileyen olayların tüm sonuçları belgeleriyle birlikte bu grubun eline geçer. Grup oturur, gelen belgeleri “birleştirerek” dünyanın ilk gerçek küresel çevre raporu haline getirir. Bir önceki “ilk”ten çok daha “net ve sağlam” Dünyanın Durumu Raporu (World Watch Report) serisinin “popülerleşmesine” yol açarlar.

80’li yıllara da Norveç’in yeşil başbakanı Gro Harlem Brundtland’ın “Ortak Geleceğimiz” çalışması damgasını vurmuştur diyebiliriz.

90’lı yıllar ise bildiğiniz gibi 1992 Rio Konferansı ve ardından 1996 Habitat-2 İstanbul Konferansı gibi iki büyük zirvenin etkisiyle kavram dünyamıza alışkın olmadığımız olaylar bırakarak geçer, gider...

2000’li yıllar artık dünyanın, geri dönüşü olmayan bir yol ile gelmiş olduğu noktadan en az zararla çıkması için yapılması gerekenlerin, devlet/hükümetler katında enikonu algılanması ile geçmeye başlar nihayet. Hükümet programlarında sıradan gündemlerin yanında herkesin görebileceği biçimde yer alır artık gecikmiş hassas konular...
Oysaki sadece algılamak da yeterli değildir gelinen noktada. Yani, artık her alanda yapılmakta olan yanlışlara karşı çıkanların, geçmişte çokça yargılandığı gibi “felaket tellalı” olarak değerlendirilemeyeceği bu noktada; doğrudan doğruya ve topyekûn olarak çözüme yönelik olarak “ne yapıp yapamadığımız” noktasında... Artık, yaşamımızı etkileyen sorun alanları o kadar çok çeşitliliğe ulaşmıştır ki “birbirinden ayırma olanağı da bulunmamaktadır.” Bu konuda toplum (çok küçük bir bölümünde bile olsa) “kısmen uyanmıştır” diyebiliriz...

Bazen de garip bir biçimde kılık değiştiren sorunlar, “yok hükmünde” yer alıp “yok olmaktadır” toplumun gündeminden. Örneğin daha önce tepkiler nedeniyle kolayca çevreye yerleştirilemeyen baz istasyonları, “çevreye duyarlı, duygusal yeşil plastik palmiye ağaçları” biçiminde kıyafeti değiştirilerek yerleştirilmeye başlanınca tepkilerin de ortadan kalkmasında olduğu gibi... Ancak “küçük örnekler” halinde birbirinden farklı uyarıcı tepkiler yayılmaya devam ediyor yine de. Örneğin, bir masa üzerinde aynı anda çalmakta olan birbirine yakın birkaç cep telefonunun ortasına konan mısırların kısa sürede patlayıp “popcorn” halini aldığını gösteren ve elektronik ortamda bir o yana bir bu yana uçuşmaya devam eden kısa filmler gibi...

Bu tarz “bilinçli uyarı” iletişiminin katkısıyla, eşzamanlı olarak yapılan irili ufaklı tekil eylemlerin toplamı küçümsenemeyecek boyuta ulaşmakta; konut/yapı/parsel bazından, kentsel boyuta, bölgesel boyuttan ülke bütününe, komşu ülkelere ve bulunduğu kıtaya, sonuçta yeryüzüne etki etmektedir.

Ancak, alınan en küçük bir karar bile bütünüyle sistemin bütününe etki ederken, yine de sistemin çökme noktasına doğru yol aldığı ivme ile onu telafi edecek girişimlerin yarattığı ivme arasındaki fark, “geometrik olarak” ile artmaya devam ediyor. Biz ise bu süreçten daha hızlı, daha çok, daha kararlı olmalıyız.

Bütün bu olumsuzluklara karşın, bitki ve canlıların ortak yaşam alanlarının topyekün olarak yaklaşmakta olduğu tehlikenin; yine “kelebek etkisi” ile geriye çevrilebileceğine dair çalışmalar “sıradan haberler” sınıfına girmeye başlamıştır. İşte asıl bu gelişme, çok iyi bir haberdir...

Sonuç olarak bir kez daha hatırlamakta yarar var; her şeye rağmen, yaşanan yılgınlıklar sonucunda varılan “öğrenilmiş çaresizliğe” esir olmak yerine “kelebek etkisi” modeliyle yaşamın geleceğine katkıda bulunabileceğimiz hiç unutulmamalı...
Gerek mevcut yapı alanlarında gerekse de yeni yapılanma alanlarında çevreyi tahrip etmeyen, sorgulanarak sınanmış sağlıklı yapılaşma politikalarının topyekûn uygulanması ile ortaya çıkacak irili ufaklı etkilerin, yalnızca yapı ölçeğinde değil, küresel ölçekte yaşamın sürekliliğine olumlu katkı değeri taşıdığını unutmamak gerekir, inadına...

Metin KARADAĞ

Mimarlara Mektup Bülteni / Ağustos 2008 / Sayı: 114

.
Old 04-08-2008, 13:01   #15
metin karadag

 
Varsayılan

Konu kalabalığı olmasın diye buraya aktaramadığım yazılarımı "SOSYAL EMPATİ ŞARTI olarak SOSYALİZE BİREY"başlığı altında bu adrese ekledim:

http://www.felsefeekibi.com/forum/fo...TID=40479&PN=1

Teşekkürleriniz için ben de çok teşekkür ederim...

Saygılarımla
Metin Karadağ


.
Old 23-08-2008, 20:56   #16
metin karadag

 
Varsayılan

Teoretikoslar...

Antik Yunan’da çeşitli spor karşılaşmalarından oluşan olimpiyatların, o günün kent-devletleri arasında barış döneminin büyük ticari hareketliliğini de sağladığı aktarılmaktadır.

Teoretikoslar, her kent devletinden belirli sayıda ve özel statüdeki kişilikleri ile her olimpiyat karşılaşmasının olmazsa olmazı olarak katılmaktadırlar.

Yaptıkları iş sadece gözlemek ve susmak.

Sadece gözlemek ve susmak.

Ölünceye kadar gördükleri her şeyi kimseye aktarmadan; “gözlemek ve susmak” başka hiçbir davranışta bulunmamak…

"Yalnızlık, ancak hep birlikte ve aynı anda işlenebilen bir suçtur..."

Günümüzün spor, özellikle futbol yorumcularının yaptıklarının “tam tersi olarak” neyi hayal edebiliyorsak bizzat onu yapmak…

Spor karşılaşmalarının yapıldığı stadyum ya da arenanın tribünlerinde ya da sahanın içinde serbestçe dolaşabilen, ama gözlemek ve susmak dışında hiçbirşey yapmayan bu saygın insanların yaptıklarının anlamını açığa çıkarabilmek için diğerlerinin ne yaptığına bir göz atmak gerekir.

Seyirciler:
Ellerinden gelen her türlü şamatayı çıkararak kendi takımlarının oyuncuları lehine karşı takımların oyuncularının ise aleyhine tezahürat yapmaktadırlar…

Hakemler:
Oyunun kurallarına göre oynanması için gerektiğinde oyunculara müdahale etmektedirler…

Oyuncular:
Becerileri oranında rakiplerinden daha iyi bir sonuç almak için canla başla çalışmaktadırlar…

Teoretikoslar:
Sadece gözlemekte ve hiçbir yoruma yer vermeyecek biçimde ifadesiz yüzleri ile susmaktalar...

Seyirciler:
Kendi oyuncuları hile yaparak haksızca kazansalar bile kendi takımları/oyuncuları lehine tezahürat yapmaya devam etmektedirler.

Hakemler:
Sonuç üzerinde verdikleri kararlarla önemli değişikliklere neden olabilmekteler. Bu yetkilerini kullanırken “kaza” ile bir tarafın haksız olarak kazanmasına yol açabilmektedirler.

Oyuncular:
Yakınındaki hakemlerin bile fark edemediği bir hile ile rakibini alt ederken; bir gözleri ile Teoretikoslar’ın delici bakışlarını yakalamaya çalışmaktadırlar. “Acaba gördü/ler mi?...”

Teoretikoslar:
Gözlerinden hiçbir yorum kaptırmaksızın olan biteni izlemektedirler. Gördüklerini asla hiçbir yerde hiç kimseye söylemeden bir ömür boyu bu sırla yaşayacak ve ölünceye kadar susacaklardır.

Oyuncular:
“Acaba gördü/ler mi?” sorusu, sporcunun bir ömür boyu ensesinde taşıyacağı Demokles’in Kılıcına dönüşecektir.

Sporcunun kendi kendine duyumsayarak sorduğu bu sorunun yaratığı durum, doğrudan doğruya vicdan denilen içgörüsel sorgulamaya dönüşüp ya bir itirafa ya da kendini affettirmek için bir daha “hile yapmamaya” götürecektir.

“Sportmen” kelimesi bu nedenle vicdan ve izan sahibi insan yerine de, bu yüzden kullanılır.

Metin Karadağ

***
Spor, Sportmen kelimelerinin türetildiği yer olarak; tarih kitaplarında Romalılar dönemi ile ilgili resimlerde ellerinde "SPOR" yazan küçük tabelalar taşıyanları görürüz... Düşünmekte yarar var...
Old 12-09-2008, 21:04   #17
metin karadag

 
Varsayılan

.

Demokrasi ne menem bir “menemendir?...”


Bilmiyorum. Ama yine de hiç sevmediğim konuları sevdiğim konular üzerinden düşününce, belki biraz olsun lezzet kazanır diye bekliyorum. Usta işi, anne eli değmiş gibi bazı lezzet ölçülerimiz vardır.

Aklımızın bir köşesine asılıdır. Zamanı gelince beğeni ölçeğimiz olur, ikide bir hafızamızın askısından alır kullanırız. Ne bileyim, karnımız açsa ve bir yerlerden bir menemen kokusu gelmişse aklımızdan geçer mi bilmem; “Hmm, biraz daha “…” ekleseydik; hmm tuzu fazla olmuş; hmm soğanı biraz fazla mı yanmış ne?”

Ya da bu ayrıntıları boş verip kendimizi doğrudan menemene yumulmuş olarak mı düşünürüz?...

Açlık ve kıtlık gibi işin ucunda ölüm-kalım gibi ciddi durumların da olabildiği olağanüstü koşullarda; hafızamızın askısındaki ölçeğimizi değiştirmek durumunda da kalabiliriz. Televizyonun kumandasıyla bir “tık” ötedeki açlığın Afrika’sına da gitmeye gerek yok; burnumuzun ucunda açlıkla kıvrananları görememek olanaklı mı? Kolay mı öylesi koşullarda mızmızlanmak; bulabildiğimiz, dahası yiyebildiğimiz her şey lezzetlidir. Ölçü “mölçü” hak getire, her şey sıfırlandığı için; artık o koşullarda her ne ise bulup da yiyebildiğimiz şeyin lezzeti, yeni lezzet ölçümüz olur. Sanki yeniden doğmuşcasına… Tüm bunlarla birlikte “Benim hiç yoktur” diyenin bile farkında olamadığı bir tat alma, aldığı tatdan da keyif alma kültürü vardır; eğer aklından herhangi bir zoru yoksa…

Bir ömür geçirilen bölgenin kendine özgü besinlerinden oluşan ve nesiller boyu tüketilmesi ve paylaşılması ile oluşan yerel tat kültürü olduğundan söz edildiğini hiç olmazsa bile duymuşuzdur, biliriz… Yöresel yemekler, yöresel tat kültürünün de kodlarıdır… O kodlar ki, bazen yalnızca oraya ait olarak kullanılan yani konuşulan dilin de kelimeleri veya cümleleridirler…

Yediklerimiz içinde de çokça bulunan ve ayrıca tek başına da severek içtiğimiz “su,” içindeki kimyasal diğer karışımları şimdilik ayrı tutarsak; iki hidrojen bir oksijen atomundan oluşan ve kısaca “aş iki o” (H20) denilen moleküllerden oluşur. Üstüne bir de suyun lezzetini sağlayan diğer madensel/kimyasalları da katıp bunları da kimya formülleri ile karşılıklarını yazarsak suyu bir şekilde bile olsa dillendirmiş olmaz mıyız?

Bütün güzel lezzetli suların kendilerine ait dilleri vardır. Güzellikleri de aldıkları isimlerle de sınıflanmıştır.

Onlar kendi su dillerini konuşurlar.

Hele bir de yediğimiz bütün yemeklerin kimyasal formüllerle ifade edildiklerinde anlayamayacağımız karmakarışıklıkta ama yine de bütünlüklü bir dil sahibi olduklarını bir daha hiç aklımıza getirmeyeceksek de kendi lezzetlerinin sırrını, bir dil sahibi oldukları için yazabildiklerini bilmeliyiz…Neredeyse her şey bir yolunu bulup kendini dile getirebilir, anlayanı varsa. İçtiğimiz su, yediğimiz menemen bunları yapabiliyorsa, niye olmasın?…

Peki biz yaşamın dili, ama “birlikte lezzetli yaşamın dili” için neler yapabiliyoruz acaba? Ya da tüm lezzetlerden söz edebilecek; “bir toplumsal yaşam dili kurmayı” biliyor muyuz, sahiden? Demokrasinin lezzet ölçüsü var mıdır; varsa nedir, nasıl oluşur?… Dahası lezzetli bir demokrasiye sahip olmak için öncelikle nelere sahip olmalıyız?

Yoksa sürekli açlık-kıtlık korkusu altında çaresiz ve de yutarcasına yediğimiz her şeyi lezzetli, yani bu sorunun daha da has haliyle: demokrasi mi sanıyoruz? Lezzetli/nitelikli bir demokrasinin (ya da “menemenin” diyerek mi devam etsek?) “sorumluluk bileşenleri”nin neler olduğu konusunu sorguladığımızda, yani “deneyimlerimizi” tekrar gözden geçirdiğimizde; aslında her zaman herkesten gizlemeye çok özen gösterdiğimiz adalet duygumuzda herhangi bir değişiklik ortaya çıkıyor mu? Ve vicdanımızın böylesine her örselenişinde olduğu gibi ağzımızda kalan tatsızlık artıyor mu? Bu sürekli bir şeyini eksik bıraktığımız, ya da yanlış yaptığımız yemeklerdeki tatsız-tuzsuzluk durumu değil mi?

Bir kenarda yazılı kanunu olsa bile her yemeğin bir hukuku vardır. “Hukuk” dediğimiz, bugün sana yarın bana göre değişmeyen kalıcı bir tat olarak var oalbilir zaten… Bu nedenle hukuku yerine getirilmeden sadece yazılı kanuna göre yapılan lezzetsiz, adaletsiz demokrasi; bu “tek yönlülüğü” ile bile tatsızlığı hak eder. O da zaten bir tabak menemenin yerini tutamaz…

Metin Karadağ

Mimarlara Mektup Eylül 2008 – Sayı: 115
Old 19-10-2008, 18:38   #18
metin karadag

 
Varsayılan

Şatolarımız…

Bir çok mesleğin toplumda aldığı yere göre şekillenen güzellemesi vardır. Bazen güzellemede ölçü kaçar. Yapılan abartılar iç bayıltan düzeye geldiğinde iş artık güzelleme olmaktan da çıkar kendi şatosuna kapanır kalır. Ya da öyle durumlar oluşur ki güzellemeye hiç gerek kalmaz, kendisidir güzel olan… Öyle görünüyor olsa da mimarlık kendisine en az güzelleme yapılan mesleklerden biridir diye düşünüyorum. Çünkü mimarlıktan söz etmek için mimar olmak da şart değildir. Bir mimarlık eseri ya da bir mimarın eseri olduğunu bilinmeksizin o kadar çok eser üzerine konuşulur ve yazılır ki, gerçekten bilinmez. Böylesi bilinmedik değerlendirmelerin en çok yapıldığı alanlardan biri de sinemadır. Öyle değil mi ne çok konuşmuşuzdur bu alan üzerine…

Jeremy İrons’un başrolünü oynadığı son versiyon Kafka Filmi, günümüzün hala kapanmamış yaralarına tuz etkisi yapmaya devam ediyor... Acı veriyor… Bu filmdeki sahnelerin akışına göre: ülkedeki kasvet ve kasavet, baskı ve sinmişlik, karanlık ve göz yummak gibi birbirini daha kötüye ve daha çaresizliğe doğru iten ve çeken bir ortamın içinden bir insan çıkar... Ve tüm sorunların kaynağı ve sorumlusu olarak gösterilen “Şato”nun içine gizli bir geçitten geçerek girer. Dehlizin vardığı bir arşiv odasının kapısını açar ve o andaki sahneye kadar “siyah-beyaz” olarak devam eden film, birden bire “renkli film” olur.

Şato’nun merkezindedir artık. Kimseye görünmeden sessizce dolaşmaya başlar. İşkence gören insanların acı içindeki haykırışları, kabul etmeyen direnenlerin acı içinde ölmesi... Zorla beyin yıkama işleminde kullanılan ürkütücü, devasa ve acaip araç ve gereçler... Gerçektende Şato dışındaki insanların korkularının haklı nedeni gibidir “Şato”nun içindekiler ve olan bitenler... Neden sonra bu gizli ziyaretçi fark edilir ve yakalanması için bir kovalamaca başlar... Bu kovalama ve kaçma sahneleri sırasında birer birer işkence aletleri ve merkezdeki dev boyutlu beyin yıkama araçları parçalanır ve işlemez hale gelir... Geldiği yoldan geriye kaçarak dönerken aynı dehlizin kapısını kapatır ve çıkar. Film yine “siyah-beyaz” olur.

Kente dönmüştür artık ve şatonun patlamalarla birlikte havaya uçuşunu görür... Herkes bütün şehir bu sahneyi izlemektedir. İzleyenleri de görür. Şato havaya uçmuştur, yani “artık yoktur…” Ancak “insanlar değişmemiştir…”

Çünkü gerçek şatolar tek tek insanların beyninde, “kendi düşüncelerinden” oluşmuştur... Kolay kolay yıkılmazlar diye düşünür… İnsanların tek tek kendi bilinçlerine kazılı “sistem” dışında bir “dış” sistem var olamaz. Bütün “var olan” sistemler ise; insanlar tarafından var kılınması yönünde bir rıza gösterildikleri için “var olurlar”... Tarih boyunca bu böyle olmuştur ve böyle de devam edecek gibi görünmektedir...

Bu bireysel zihni-kabulleniş; yine bireysel olarak eşzamanlı yeni bir zihni-kabullenişe kadar var kalır... Sürekli kendi dışındaki bir odağı suç kaynağı olarak gösterme ve rahatlama eylemi daima; insanın zihniyetinin oluşmaya başladığı çocukluk süreciyle eş zamanlıdır neredeyse... Dolayısıyla değişimin köklerine dair ipuçları da insanın çocukluk sürecine kadar uzanır...

Yaşamın kalitesi; kalitenin talebiyle, ya da talebin kalitesiyle belirlenir. Sistemin kalitesi de bu yüzden talep edilen ve yaşanılan kalite ile eş düzeylidir. Bu toplumu oluşturan özne/ler toplam olarak hangi kaliteyi talep edebiliyorlarsa onu yaşıyorlardır. Şu an yaşanan düzey de, gerçekte “talep edilendir”... Bu ayna simetrisi, arz talep ilişkisi; ortaya bir “zihniyet matematiğini” koymaktadır.

Siyaset teknolojisi de var olan duruma uyum göstermekten başka bir şeyi ifade etmemektedir. Temsili demokrasinin “temsiliyet krizinden” dolayı ortaya çıkan arızalarını; yine temsili araçlarla telafi etme çabaları tedaviye değil de sorunun kronikleşmesine yol açmaktadır.

Ülkemizde son demokrasi kesintisinden bu yana geçen 28 yıllık süreçte tüm toplumun bir demokrasi hafızası oluşturabilmesi için "gerekli olarak" yaşananların arasında; olumlu gelişmelerin yanı sıra, bu süreci tam tersine çevirmek isteyenler için de fırsatlar(!) bulunmaktadır.

Dün, geç bile olsa içi boş olarak başlayan “sivil toplum” söylemlerinin; “neden içi boş?” sorularıyla sorgulanmış olması, bugün çok önemli demokrasi kazanımlarına yol açmaya başlamıştır. Evet, “Ülkemizde dile gelen sivil toplum kavramlarımızın içi neden bu kadar boştur?” ve “Ülkemizde neden sivil toplum kavramlarımızın içini, NGO’dan daha çok GONGO yani STK olmayan,Truva Atı STK’lar doldurmaktadır?” hatta “Toplu Linç eylemleri neden hala doğal STK eylemi olarak övgüye değer işlem görmektedir?...”

Her şey bir yana sivil toplum olabilmenin en genel ölçüsü, kelimenin tüm anlamlarıyla birlikte ; AÇIKLIK kavramını bireyselden toplumsala, tüm yaşamımıza sindirebilmektir ... Ve bu “açıklığın” gerek ve yeter şartı ise “denetlenebilirlik” ve “hesap verebilirliktir.” Bunlar da gerçek HUKUK’un hayat bulmasına ve yeşerip serpilmesine şans tanır ve yol açar. Çünkü toplumun dahası onu oluşturan bireylerinin yegane güvencesi olan HUKUK; ancak ve ancak açık, doğal ve insani taleplerin karşılığı olan arz sürecinin; karşılıklı ve sürekli aynı şekilde açık, doğal ve insani kodları izlemesi ile olanaklıdır.

Hukukun sürekli gelişmesi ve serpilmesinin toplumda yaratacağı adalet duygusunun kalitesi; demokrasinin de tek kalite ölçüsü olmaya devam edecektir... Şatolarımızı özgüvenle yıkabildiğimiz kadar…

Metin KARADAĞ
Mimarlara Mektup - Ekim 2008, Sayı: 116
Old 14-12-2008, 21:10   #19
metin karadag

 
Varsayılan

Gülümseyin, Mangal Partisindeyiz...

Metin KARADAĞ


Konu ne kadar yorum kaldırır bilemeyeceğim ama onca “sıcak gündem” arasında “Astronotlar uzayın biftek ve sıcak metal gibi koktuğunu belirtince NASA, kokuyu bulmak için kimyager tuttu” haberini 17 Ekim 2008 tarihli gazetelerde(*) görünce aldı beni bir düşünce...
Aklıma ilk gelen “mangal partileri”nin rayihasının nasıl uzayı sardığı sorusu oldu, teknik açıdan.
Ama “ozon tabakası”nı aşan kokular içinde en baskınını ve en yaygınını yaratma konusunda bir numara olduğumuz gerçeğinden hareketle, hiç olmayacak bir başka konuya; uzayı bu biçimde fethetmek konusuna terfi etmemize sevinemedim bir türlü.
Nedeni, gerçekten yanıyoruz ağır ağır, dünya denilen mangalın üzerinde, duygusuna kaptırmış olmam kendimi...
Böyle bir korku da olmaz olsun, uzayda böyle bir koku da...
Daha önce bilmeden yaptığımız yanlışları şimdi bile bile, göre göre yapıyor olmak; içinde yaşadığımız atmosferin temel yaşam değerlerinin emisyonunu hızla değiştirip geri dönüşü olmayan bir yok oluşa doğru sürükle(n)mek için gerçekten mangal üstünde biçare biftek olmak gerekiyor...
Doğaya, doğaya ait olmayan bir yolla yapılan her bir müdahalenin doğal olmayan doğal sonuçlara yol açtığını bilmek, artık tek başına yetmiyor; o alanları doğaya, doğal olarak iade etmek gerekiyor.
Doğaya müdahalemizin boyutlarını tüm derinlikleriyle bilmeye, öğrenmeye çalışmak, aynı zamanda nasıl daha az, nasıl en az müdahalede bulunacağımızın ipuçlarına da ulaşmak demek.
Olağan korkular kaygıya, kaygılar endişeye, endişeler sürekliliğe kavuştuğunda artık dönüşü zor bir hastalıklı sürece yani paranoyaya geçiş yapılır. Ya bir de her şey gerçekse, yani paranoya değilse...
Temeli biraz derin kazdınız. Sürpriz: Radon gazını açığa çıkardınız. Radon, radyoaktif bozunum sırasında açığa çıkan uzun ömürlü, birikebilen, şeffaf ve kanserojen bir gazdır. Nükleer tıpta kanser tedavisinde de kullanılır. Uzun süre kapalı kalan mekânlarda kolayca biriktiği için mutlaka havalandırma yapılması önerilir. Su gibi davranır, kılcallık/kapilarite yoluyla tırmanır. Hava gibi de davranır, havalandırma yolu ile tırmanır ve sizi çatı arasında da olsanız gelir bulur. Şimdi nasılsınız?
Beton mu kullandınız? Çimentonun nasıl imal edildiğini biliyorsunuz... Plastik mi kullandınız? Neleri içeriyor ve zaman içinde değişim/bozunum sırasında ne tür etkileri taşıyor, ama siz nasıl imal edildiğini zaten biliyorsunuz... Kullandığınız tüm malzemelerin üretim ve kullanım öykülerini hem tek tek hem de aynı anda düşündüğünüzde ortaya çıkan gürültü senfonisini duyabiliyor musunuz?
Doğaya yapılan bu irili ufaklı müdahaleler sırasında ortaya çıkan anti-ekolojik gürültü senfonisini en sessiz ya da en az sesli hale getirmeyi nasıl başarabiliriz?
Evet, mangal partisindeyiz, ama biftek olarak... Lütfen kendinize verebileceğiniz son pozunuzu verin; o da olmadı gülümseyip dönelim hep birlikte öbür yanımıza...


(*) Haberin kaynağı:
http://www.radikal.com.tr/Default.as...ategory ID=79
Old 16-12-2008, 19:10   #20
metin karadag

 
Varsayılan

.

Modern’in İşlevi: Düşlerin Mimarisi, Mimarın Düşleri…

“Düş” deyip geçilemez, çünkü düş, yaşamın bütün renkleriyle birlikte varlık kazanmasında en çok başvurduğumuz araç ve malzemelerin tükenmez enerji kaynağıdır.
Düşlerin sıcaklığı, samimiyeti, koruyuculuğu, heybeti ona ulaşabilme umudunu yeşerten belirtilerle hep taze kalır.
Düşe dair düşünceler de, “var olmayana” yani “ütopya”ya yakışan/yaklaşan mükemmellik arayışı yolculuğunun da sürekli ulaşılan ve geçilen, gelişen ve değişen istasyonlarında zamanla düşsellik kazanır.
Düş kurmak yani bir “düş”ün içini, dışını ve çevresini oluşturduğumuz istek programına göre düzenlemek ve özlem takvimine göre dayalı döşeli hale getirmek de her şeyden önce emek ister.
Gıpta edilen düşler, hep gerçekleştirilmiş yaşanan ve yaşayan düşler değil midir?…
Hele ki, emekle birlikte gerçekleştirilenleri daha da bir kıymetli olur…
Gerçekleşen düşlerin şahitleri de aynı düşlerin paydaşı düşlerle kuşanırlar kendilerini.
Düş alışverişi ve paylaşımla birlikte o düşte yer alanlara özenmek, yaşanılan iyi, güzel ve doğru şeylere ortak özlem duymak; aynı düşü geniş bir düş ailesi ya da düş toplumu haline getirebilir:…

Kimi düşler derviş olur,
Yanı sıra sarp yollara düşeriz.
Kimi düşler kardeş gibi yakındır,
Omuz verir yaslanırız.
Kimi düşler ustadır,
Yol gösterir gideriz.
Kimi düşler dosttur,
Aslı kalır kendi gibi.
Düşe kalka büyür düşler,
Alır getirir kendimize.


Kendimize geldiğimizde düş kırıklarımızı bir potaya tekrar döküp yeniden biçimlendirmek çabası da çok değerli bir düş yolculuğuna çıkarır bizleri…
Yeryüzünde yaratılan onca eserin düş kırıklıkları da dahil olmak üzere ne büyük düş yolculukları, ne büyük düş aileleri, ne büyük düş toplumları oluşturduğunu eğer insanlık tarihinden öğrenemedikse; her an kırılıp dökülmek de düşlerimizin yolunu bekliyor demektir.
Oturup düşlerimizle baş başa, kendimizi düş potasında yeniden eritip başka düşler üretmeliyiz.
Zümrüd-ü Anka Kuşu (Phoenix)’nun kendi küllerinden yeniden doğuşunda olduğu gibi …
Modern’in özündeki “düş” de zaten; Zümrüd-ü Anka Kuşu (Phoenix)’nun kendi küllerinden yeniden ama bütün yenilikleriyle birlikte doğuşu değil midir?...
Zümrüd-ü Anka Kuşu (Phoenix)’nun kendi küllerinden “yeniden ama bütün yenilikleriyle birlikte doğuşunun” en görkemli nedeni; “geçmişten gelen tüm birikimleri gözeten ve buna göre” yeniden ama “bütün yenilikleriyle birlikte insanlık tarihini de damıtarak geleceğe taşıyan bir doğuş olması” değil midir?...
Düşlerin yaşamla olan sınavındaki en gerçekçi yani en modern düş yolculuğu; geçmişi ve bugünü ile aynı anda yüzleşip kendindeki yeniden doğuşta; geçmişinin ve bugününün olumlu izlerini “gelecekteki şimdiye taşımak sorumluluğunu” içerdiği için “özgürlüğe yolculuk” anlamını da taşır…
Düş kurmadan “özgürlüğe yolculuk” başlayabilir mi; dahası özgürlük var olabilir mi?
Düşlerinizle dost kalın…

Metin Karadağ

Mimarlara Mektup Aralık 2008, Sayı: 118

.
Old 27-05-2009, 13:06   #21
metin karadag

 
Varsayılan

Ne için Eğitim?

Bu sorunun yanıtı için artık, doğrudan “Pazar/Marketing için Eğitim” diyebiliriz… Çünkü, “olurdu olmazdı” derken gündöndü ve sonunda iş pazara dayandı…

Geçtiğimiz ay yurtdışındaki eğitim kurumlarının son yıllarda yaygınlaşan toplu eğitim satışı yaptıkları fuarlardan birine daha şahit olduk… Önlerinde oluşan sıralarla tıklım tıklım dolup taşan eğitim kurumlarının standları, yurtdışı eğitime olan ilginin coşmuş halini gösteriyordu televizyon haberlerinde, gazetelerde…

Üniversiter Eğitim Alanı’nda Pazar/lama/Marketing döneminde yeni aşamaya doğru gelişmekte olan sürecin parlak bir örneği olarak -iyi satış olduğu için- kayda geçti...

Bir sonraki adım “Taşıma su ile değirmen dönmez…” özdeyişinin gereği olarak; doğrudan yurtdışına taşıma işine ara verip “yerinde işleme” ve sonra arasından en iyileri “seçerek” taşıma aşamasına geçecek.

Hem bu yol çok daha fazla katmerli kazanca da olanak sağlayacak, yurtdışı eğitim pazarı için…

Ülkemizde halihazırda üniversiteye girememiş milyonlarca gence yurtdışına gitme zahmeti ve masrafı açmadan “yerinde” ( örneğin 81 il ) verilecek eğitimle ünlü bir yabancı okuldan uluslararası geçerliliğe sahip “kendinden akredite” diploma alma şansının yaratacağı cazibe ile üniversiter eğitim alanında, “Eğitimde Maketing Devrimi” yaratılacak gibi görünüyor…

Sadece iki yılığına uluslararası (Aslında uluslararası da değil. Sadece iki ülke, hadi bilemediniz üç ülke arasında ancak geçerli olabilen…) akreditasyona sahip olmak için ülkemizdeki her bir üniversite yüzbinlerce dolarlık yatırımla “kendini tazeleyerek” güncellemek zorunda.

İki yıl geçtikten sonra yeniden aynı şekilde akredite olmak isteyen üniversitelerimizin başka yüzbinlerce dolarlarına daha veda etmeleri gerekiyor.

Bu “Besili Döngü” tek yönlü olarak bir tarafı beslemeye yaramaktadır.

Şimdi tam da bu noktada bir kez daha durup; Resmî Gazete’nin 2 Şubat 2008 Cumartesi tarihli 26775. sayısında Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’ndan duyuruyla, Mimarlık Eğitim Programlarının Asgari Eğitim Koşullarının Belirlenmesine Dair Yönetmelik / İkinci Bölüm / Mesleklere İlişkin Gerekli Koşullar / Mimarlık / Madde 9’da UIA-UNESCO Mimarlık Eğitim Şartı’nın 11 maddesinin kabul edildiğini hatırlarsak; bu yönetmelik sayesinde yurtdışındaki “uluslararası akreditasyonu kendinde olan” eğitim kurumları için ülkemizin çok cazip bir “eğitim pazarı” haline geldiğini görmemiz gerekir.

Üstelik, YÖK’ün meşhur Eylül 2005 Kararnamesi ile mezun olanların diplomalarında artık “… meslek sahibidir” biçiminde değilde, “… alanında eğitim görmüştür.” ibaresi yer alması da bu tek yönlü beslenme sürecine daha da fazla tuz ekmiştir…

Üniversiter Eğitim sürecinin en önemli öznelerinden biri olan “Öğrenciler,” sürece sürekli edilgin olarak o da ancak ve lütfen dahil edildikleri için; kendi sorunlarını çözmek konusunda hiçbir katkı üretememektedirler…

Sorunların tarafı, dahası sahibi olarak sürece dahil edilmeyen özneler olarak öğrenciler; kısa zaman içinde sürecin edilgin nesnesi haline gelmekte, tekil ya da toplu kaçış özlemi ile yanıp tutuşan asosyal kümeler oluşturmakta; evrensel bilimin üretildiği alan olarak bilinen üniversite ortamının, aslında “orta eğitim düzeyini aşamayan nesneleri” haline gelmekteler.

Kalite düzeyini belirleyen en önemli katkının, “kaliteyi talep etme kalitesi” olduğunu göz önüne getirirsek, talep etme olanaklarının önünün kesildiği bir ortamda, hiçbir düzeyde kalite talep etmeyen bir ortam içinde, hiçbir şekilde “üniversiter nitelik” gelişmemekte ve bu alanda birikim oluşturulamamaktadır.

Bu anlamda hiç olmazsa kendi olanaklarımızla “mimarlık alanında” eğitim gören üniversite öğrencilerinin kalite/nitelik talepleri önündeki engel ve sınırları ortadan kaldırmayı da bünyesinde taşıyan bir deneyim olarak “Mimari Stajda Rotasyon – MSR – Programı”nın yeniden paylaşabilir ve ciddi bir uygulamasını bu kez gerçekleştirebiliriz…

Mimarlık ve Eğitim Kurultayları’nın ilkinden bu yana yıllardır bilgisi paylaşılan “Mimari Stajda Rotasyon – MSR – Programı” http://www.mimarist.org/msr.htm sayfasında herkesin ilgi katkı ve katılımına açık olarak beklemeye devam ediyor…

Metin Karadağ
Mimarlara Mektup Bülteni - Mayıs 2009
Sayı: 123
Old 30-08-2009, 12:36   #22
metin karadag

 
Varsayılan

UTOPYANIN KENDİSİ; "ADALET GÜVENCELİ (*) HUKUK"

Herhalde söze "İnsanlık tarihi boyunca..." diye başlamak en uygunu olur...

İnsanlık tarihi boyunca yaşanan hukuksuzluklar nedeniyle sonuçta adaletsizliğin gadrine uğrayagelen tek tek insanların ya da topyekün insanlığın ortak özlemi;

kesintisiz adalet ışığı ve o ışığı ortaya çıkaran süreç olarak da insan ilişkilerine dayalı hukukun arayış ve yaratılış süreci, günümüz ve geleceğin resmini utopya olarak karşımıza çıkardı hep...

Olmazsa asla olamaz; hiçbir adalet, hiçbir hukuk haddesinden geçmeksizin salt rastlantılarla ortaya çıkamaz...

Adaletin alameti farikası, esas niteliğini oluşturan işareti; adalete varan sürecin kendisi yani hukuktur...

Bugüne kadar yeryüzünde yapılmış yazılı, sözlü ya da zımni hiçbir yasa, hiçbir kanun "utopyanın hukuku"na yol verip adaletin ışığına ulaşılmasında katkı payına sahip olamamıştır...

Bu durum adeta hukukun "termodinamik ilkelerine" aykırıdır...

Yoksa niye devam ediyor bunca vahşet ve sömürü?...

Çok bilinen basit bir örnek üzerinden gidelim: İster yazılı, ister sözlü isterse de zımni örnek olarak kabul edilsin, bu basit örneğin utopya yolculuğunun önünü açabilecek sihire sahip olduğunu ve utopyanın varlığını bilmek/inamak/güvenmek ve üzerinde düşünmek konusunda zihin açıcı bir değeri olduğunu gözardı edemeyiz...

Soru/sorun: Bir ekmek, ona ihtiyacı olan iki kişi arasında nasıl paylaştırılır?

Yanıt/Çözüm: İki kişiden herhangi birisi, ekmeği böler; diğeri seçer...

Sonuç: Adalet

Süreç: Hukuk, adaletli olarak işletilmiş ve adaletle sonuçlanmıştır...

***

Soru/sorun: Hiçbir sömürüye olanak tanımayan bir dünya nasıl kurulur?

Yanıt/Çözüm: (...?...)

Sonuç: Adalet

Süreç: Hukuk, adaletli olarak işletilmiş ve adaletle sonuçlanmıştır...


Parantez içindeki noktalı boşluk daha çok laf/düşünce/yazı kaldırır.

Buyurun;...

Metin Karadağ





(*) "Garantili" kelimesi vurguyu daha iyi yapabilir, ama işi sağlama almak için "Güvenceli" kelimesini kullandım.

Yazının ilk yayınlandığı adres:

http://solplatform.org/showthread.php?t=2582


.
Old 30-08-2009, 13:03   #23
metin karadag

 
Varsayılan

ÖRNEK ÇOK GÜZEL...

Örnek çok güzel olduğu için her yerde tekrar tekrar anlatıyorum...

Yaklaşık on yıl önce bir gazetenin üçüncü sayfasındaki haber çok ilginç gelmişti.

Çek-senet tahsilatı ile meşgul bir çete (grup/cemaat/vb. de diyebilirsiniz) yakalanmış ve hepsinin üzerinden fotokopi ile çoğaltılmış aynı sözleşme çıkmış. (Polisin yalancısı o gazete. Ben sadece aktarıyorum...)

Sözleşmede şöyle maddeler var:

"..."
"İşi getiren %60'ı alır."
"İşi getiren, icraata katılırsa %70'i alır."
"İş, dolar, mark gibi döviz üzerinden ise işi getiren %70'i alır."
"... işi getiren, icraata katılırsa %80'i alır."
"..."

Dikkat ettiniz mi, bu sözleşme aynı zamanda bir hukuk metni.

Karşılıklı hakları koruyan bir uzlaşma, barış metni...

İyi de bu hukuk ve barış ortamı sadece o çete (grup/cemaat/vb. de diyebilirsiniz) için geçerli.

Yani içinde bulundukları toplumun hukuku ile çelişen bir hukuk; gayrı meşru bir hukuk değil mi?

Öyle. Aynen öyle, "meşruiyeti olmayan bir hukuk!"

Bir başka örnek ise;

Perwez Müşerref darbe ile Pakistan'da iktidara gelmişti hatırlarsınız... (Bize yakın benzer bir sürü örnek vardı ama şimdi nedense hatırlayamıyorum. Hay bin kunduz!)

İktidarı hukuki olmayan bir yolla şiddet kullanarak ele geçirmişti. Ama derbeden sonra dünyaya ilan ettiği açıklama ile tüm uluslararası sözleşmelere bağlı olduğunu söyleyince; uluslararası alanda "meşruiyetini" korumuş oldu...

Bu durumda da "meşruiyeti olan bir hukuksuzluk" ortaya çıkmamış mıydı?

Öyle. Aynen öyle, "meşruiyeti olan bir hukuksuzluk"

Bu durumda Sol/Sosyalistler olarak önümüzde şöyle bir görev duruyor: "Hukukun Modernleştirilmesi..."

Yani bugünün burjuva hukuku anlayışı (ikiyüzlü) dışında hem "hukuki meşruiyeti", hem de "meşru hukuku" aynı anda sağlayacak bir hukuku, felsefesiyle birlikte dünyaya ilan etmek...

Yani "Kamuyasal Alanın" evrensel hukuk ile korunması ve kesintisiz adaletin sağlanması konusunda her türlü "hukuki meşruiyete" sahip Kamuyasallığı kesintisiz olarak sağlamak...

Günümüzün "anti" mantığı ile "anti" olanların gerçek üreticisi olmak ve sürdürmek yerine "Sol/Sosyalist Ütopyayı günümüz olanaklarıyla günümüzde inşa etmek için "Kamuyasal Alan" tanımlarını ve kodlarını tek tek ortaya sermek gerekiyor...

"Modernizmin Manifestosu" ile "Modernizmin Ütopyası"nın "Komünist Manifesto"dan kaynakladığını unutmadan; ütopyanın kamuyasal izdüşümünü görünür kılmak görevi herkesin sorumluluğundadır...

Kimse hiçbir yere kaçamaz.

"Kurtulmak yok tek başına..."


http://solplatform.org/showthread.php?t=2582&page=14
.
Old 11-09-2009, 15:28   #24
metin karadag

 
Varsayılan

Bir bilimkurgu öyküsü…

Metin Karadağ


OBRUK


Gelecekteki geçmiş günlerden birine, akşamın alacakaranlığı çökmektedir. Bir grup insan sisli bir bataklıkta türlü engelleri aşarak ilerlemektedirler. Üstlerindeki hırpalanmış giysilere bakılırsa uzun zamandır yol almaktadırlar. Ancak hiçbirinde en ufak bir yorgunluk belirtisi de göze çarpmamaktadır.


Grubun önünde ilerleyen, bir düzlüğe ulaşır ve üzerine çıkar. Birkaç adım yürür ve durur. Diğerlerini, ayakta ve arkasına dönüp bakmadan bekler. Düzlüğe çıkanların üzerlerinden bataklık suyu ile birlikte, yosun parçaları da süzülmektedir. En son çıkanla birlikte grup tekrar yürümeye devam eder.


Sık ağaçlar ve sarmaşıklarla dolu ormanda bir süre daha yürüdükten sonra, grubun karşısına aniden yarı saydam bir duvar çıkar. Beklemeksizin açılan büyük bir kapıdan içeriye yine grup halinde girerler. Kapı kapanır kapanmaz basınçlı sular her bir yandan grubun üzerine püskürmeye başlar. Üzerlerindeki giysiler kağıt gibi yırtılıp parçalanarak, yerdeki ızgaralardan suyla birlikte akıp gider. Ardından yine her bir yandan şiddetle püskürtülen basınçlı hava, bu kez vücutlarından sızan suyun zerresini bırakmaz.


Bir süre sonra aynı grup bu kez başka giysilerle, soğuk ve saydam duvarlı asma bir katta toplanmıştır. Yer yer sağır, yer yer karanlık ve üzerinde büyük delikler bulunan bu büyük odanın duvarları arasından, başka gruplar da görülebilmektedir. Üst üste yığılı arı peteklerine benzeyen çok büyük boyutlu bu yapı, oldukça kalabalık ve hareketlidir de.


Grubun Öncüsü kendi yüzüne “nerede kalmıştık” ifadesini ustaca yerleştirerek konuşmaya başlar:


Bu aşamadaki çalışmanız için az önce “Botanik Tankı”nda hep birlikte yaptığımız orman yürüyüşü sırasında, yakaladığınızı düşündüğünüz farklı duygu durumlarını ayrıntılı biçimde rapor etmenizi istemiştik. İlginç ve zengin çeşitlilikte saptamalarda bulunmuşsunuz. Bu çok iyi.


Gruptakilerin yüzlerinden hafif bir gülümseme gölgesi geçerken konuşmasına devam eder.


Yıllar önce devreden çıkarıp arşive aktarılan “Web-İnternet” ortamındaki bilgilerle de karşılaştırmalar yapıp benzer duygu ve öykülerinizi “Compton Enerji ve Web Aktarım Lazer Sistemi”ne yorumlarınızla birlikte yükleyebilirsiniz. Böylece “Ortak Duygu Arşivimiz” de gelişmiş olur…


Bazıları tam soru soracakken, Grup Öncüsü konuşmasına devam eder…


‘Compton’ dedim de aklıma geldi, acaba Arthur Compton; “Işığın Kuantumlanması” deneyini gerçekleştirdiğinde gelecekte bu kadar büyük değişimlere yol açabileceğini hayal etmiş miydi bilemiyorum.

Eğer, hayatta olsaydı kimbilir ne kadar mutlu olurdu.


Kendi sorusuna yanıt verircesine rahatça sözlerini sürdürür.


Bugün uzaydaki çok uzak gök cisimlerinden örnek alabilmemizi sağlayan “Lazer Teleskop Matkabı”nı da aynı “Compton Deneyi”ne borçluyuz.

İç içe lazer spirallerinden oluşan katmanlı boru lazer sistemi ile cisimleri istediğimiz yere toz halinde gönderebildiğimiz gibi, aynı yolla göktaşı, kuyruklu yıldız gibi farklı uzay cisimlerinden de örnekler alabiliyoruz.


Aynı tebessüm gölgesi bu kez kendi yüzünden de geçip giderken ayrıntılı açıklamalarını sıralamaya devam eder.


Artur Compton’un teknoloji tarihimize katkısı bununla da bitmiyor.

Yine bugün, şimşek ve yıldırım enerjisini daha oluşma aşamasındayken yakalayıp sıkıştırarak çok küçük bir alanda saklayabiliyoruz.


Soru sormak ister gibi görünenler, sanki artık dinlemekten başka kurutuluş olmadığının farkına varmışlar gibi sadece dinlerler.


Ayrıca hem enerjiyi hem de bilgiyi aynı sistem içinde saklayabiliyoruz. Birbirinden bağımsız olarak hareket etse bile uzaydaki iki nokta arasında aktarabiliyoruz.

Enerjinin ve bilginin tümü, taşıyıcı herhangi bir nesne üzerinden iletilmediği için kaybı da sıfır oluyor.

Geçmişte çok sık olduğu gibi bir hat kesilmesi ya da arıza asla oluşmuyor.

Bu nedenle “yeni nesil web-internet” ortamı olarak da kullanmakta olduğumuz “CEWALS- Compton Enerji ve Web Aktarım Lazer Sistemi”ne yani “Ortak Beynimize” kesintisiz bağlı olarak çalışabiliyoruz.

Böylece ortamdaki “Yoğun Elektromanyetik Dalga Kirliliğini” de ortadan kaldırmış oluyoruz.


Grup Öncüsü en son söylediği sözüyle birlikte gülümser. Bunun üzerine ön sıradan ilk soru gelir.


Bu sistemi özel kılan nedir?


Beklediği soruya beklemeden yanıt vererek devam eder.



Sistemin birinci özelliği; ışık ışınlarının yani fotonların dizilerek foto-elektronlar için “Akım Boşluğu Etki Kanalı” oluşturabilmesidir.

İkinci özelliği ise; bu kanalın uzaydaki yönünün “Işığın Kuantumlanması”ndaki “Foton Atma” yöntemine göre programlanabilmesidir.

Lazer ışınının uzayda hangi yöne dönerek yol alacağı; iki nokta arasındaki koordinant sistemli yol haritasına göre, “Foton Atma Yön ve Açıları Dizisi”nin CEWALS sistemi tarafından programlanmasına bağlı.

Böylece “Akım Boşluğu Etki Kanalı”ndan, sıkıştırılmış olan yoğun enerji ve bilgi paketi dosyaları rahatça akabilmektedir.


Anlatılanları kıvançla başlarıyla onaylayarak, anlatılanlardan ilgilerini eksik etmediklerini gösterirler…


Bu sistem, farklı bir düşünme ve davranma alışkanlığı geliştirebilmemizin de kaynağı oldu aynı zamanda. Bir anda birçok sistemin eskimesi ve devre dışı kalmasıyla farklı kültür arşivleri oluşturmak fırsatı doğurdu.

Bu nedenle hala ”Soru Sorabiliyor ve Öğrenmeye Devam Edebiliyoruz.”


Gülümseme artık gölge olmaktan çıkıp belirginleşir, tüm grup üyelerinin yüzünde…


CEWALS sistemi sayesinde her isteyen kendi “Web Ana Bellekli Serbest Bilgi Tank Kümeleri”ni eski sistemdeki web sayfası açar gibi kolayca açabiliyor.


Hepsi sözleşmiş gibi yanındaki, önündeki veya arkasındakilerin yüzüne dönüp gülümseyerek, anlatılanları başlarıyla onaylarlar… Grup Öncüsü bu durumu umursamaz görünerek anlatmaya devam eder.


Bugün ana maddesi titanyum-zirkonyum lifleri ile oksitlendirilmiş silisyumdan oluşan gövdelerimizdeki enerji kapanları sayesinde hem çok büyük bilgi hem de milyar milyar volt düzeyinde elektrik enerjisini saklayabilmekteyiz.

Ayrıca isteğimize bağlı olarak gövdelerimizin yüzeyinde oluşturabildiğimiz “Akım Boşluğu Etkisi” ile “Ayarlı Yer Çekimi Etkisi” yaratıp yerçekiminden bağımsız hareket edebiliyoruz.


Konuşmasını keserek konuyu ve ses tonunu değiştirir.


Bazılarınızın duygu ve düşüncelerini davranışlarına yansıtması, hem çok abartılı hem de bütünüyle gereksiz. Çünkü az önce dinlerken yaptığınız özellikle toplu ifadeler, birbirinin benzeri ve üstelik de çok fazla sentetik. Bu nedenle duygu yansıtma işine daha çok çalışmalısınız.


Gruptakilerin yüz ifadesi donuklaşır. Grup öncüsü bu kez açılan yeni konuda konuşmaya devam eder.


Neden duygu ifadelerinize bu kadar çok önem veriyoruz? Hiç de böyle şeylere ihtiyacımız yokken. Yanıtı ise çok basit “Ana Program” gereği…


Bu kez, gruptakiler “Ana Program” sözü üzerine soru soran boş bakış duyusunu aynı anda o kadar iyi verirler ki, bu kez Grup Öncüsü gülümseyerek:


Tamam, tamam bilmeniz gereken her şeyi baştan sona tek tek anlatayım ki, bir sonraki aşamaya geçişiniz de kolaylaşmış olsun. Hem nasıl olsa hepsini anlatacaktım en sonunda...


Birden, grubun karşısına yeni gelmiş ve konuşmasına da sanki o an başlıyormuş gibi bir hareket yapar. Grup da yeni gelmiş birini dinliyormuş gibi tazelenmiş yüz ifadesiyle dinlemeye devam eder.


Gövdenizde bulunan her bir parça binlerce sınavdan geçtikten sonra şu anki haline gelebildi. Ama kimi parçalar birçok kez değiştirilirken kimileri de aynen kaldı. Son iki yeraltı görev döneminde ise yapay zeka modülü olan “Yapay Şizofreni Sıvı Kristaliniz” eklendi. Kişiliklerinizin birbirinden farklı oluşu, bu modüldeki farklılıklardan geliyor. Bağımsız web bellek sisteminizi bu sayede oluşturabildiniz ve “Ortak Beynimiz” olan “C.E.W.A.L.S.”i kullanmaya başladınız.

İlk görev alanlarınız gündüzleri + 473 C derece, geceleri ise + 108 C derece sıcaklık farklılarına sahip yer yüzeyindeydi. ”Ana Program”a hazırlık çalışmalardan oluşan alt programa bağlı olarak görev yaptınız…

Yeryüzünde onlarca metre kalınlıktaki sıcak kül yığını içinde çalıştınız.

Güçlü elektrostatik yoğun fırtınalarla sürekli savrulan sıcak kum, kül ve kül tozundan oluşan bu aşındırıcı tabakalar arasında, harabe halindeki denizaltı ve eski batık gemi kalıntılarını toplayıp işleme merkezlerine taşıyor ve merkezlerde hazırlanan dev enerji antenlerini de planlanmış noktalara taşıyıp yerleştiriyordunuz.

Sıcak kül tabakalarındaki enerjiyi yeraltına aktaran sistemleri kuruyordunuz…

Bu çok aşındırıcı ortamdan sonra ikinci aşamada geliştirilerek desteklenmiş yeni gövdelerinizle yeraltı istasyonlarının periskoplarını inşa edip yeryüzüne yerleştiriyordunuz.

Her bir görev alanı size yeni bir şey katarken, başka bir şeyleri de götürüyordu. Yeraltı üretim istasyonlarının tüm aşamalarındaki görevlerinizi bir bir geçtikçe gelişmiş yeni bir modül gövdenize ekleniyordu…

Az önce orman yürüyüşündeydiniz ve şimdi de buradasınız...


Grubun, dinlemek konusunda artık başka bir ilginçliğe ihtiyacı yoktur. Grup Öncüsü ise uzun açıklamalarına yine soluksuz devam eder.


Son geçişinde “Halley Kuyruklu Yıldızı”nı kontrollü olarak parçalara ayırmıştık. Artık 6 ayda bir geçen küçük kuyruksuz “Halley Göktaşı Sürüsü” haline geldi… Su esaslı buz içeren başka meteorları da yörüngelerinden saptırıp bu göktaşı sürüsüne ekledik. Bir süre daha su esaslı buz içeren göktaşı avladıktan sonra yani ”Ana Programa” göre yeterli şartlar oluştuğunda; “Yeniden Biyosfer Operasyonu”na geçeceğiz...


Gruptakiler, yüzlerinde hiçbir mimik hareketi oluşmaksızın, adeta tek parça halinde anlatılanları dinlemeye kilitlenmişlerdir.


C.E.W.A.L.S. sistemi, zaman ayarlı olarak “Halley Göktaşı Sürüsü”nün yeryüzüne sağanak biçiminde düşüşünü toplam 94 saat süreye yayılacak biçimde ayarlayacak.

Aynı sistem bu göktaşı sağanağının başlamasından 32 saat önce, yeryüzüne planlı biçimde yerleştirilmiş olan milyonlarca sayıdaki dev enerji antenlerine eş zamanlı olarak milyar milyar voltluk elektik yükünü aktaracak. Şimşek ve yıldırımlar tüm yeryüzünde aynı anda patlatılacak.

Yeryüzünü kaplayan sıcak elektrostatik kül ve kül tozu tabakası bu yüksek voltajlı şimşek ve yıldırım patlamaları nedeniyle yeryüzünün kilometrelerce yukarısındaki stratosfer tabakasının dışına kadar savrulacak. Bu kül tabakasının uzaya dağılması sırasında, güneş ışınlarını keseceği için yeryüzünde hızlı bir soğuma gerçekleşecek.

Sıra, su buzu yüklü göktaşı yağmurlarına gelecek.

Büyük oranda su taşıyan dev göktaşı yağmurları, yeryüzünü dövüp bazı yanardağlar ve büyük çukurlar yaratırken bazılarını da eriyen buz dağları büyüklüğündeki göktaşı yağmurlarıyla söndürecek.

Bu aşamalar peş peşe devam ederken C.E.W.A.L.S. sistemi bu kez yer altında yıllarca dondurarak sakladığımız su kaynaklarının atmosfere fışkırması için yine milyar milyar voltluk elektik yüklü yıldırımlar ve şimşekleri ateşleyecek.

Canlı hayatın kaynağı olacak bu su ve buhar darbesi yeryüzü biyosferinin ilk besini olacak…

Biyosfer tabakasında ısının düşmesi ile birlikte su buharının hızlı devinimi de eskiden olduğu gibi gündüz gece ısı farklarına uyumlu olarak daha düşük düzeyde devam edebilecektir.

Milyar milyar voltluk elektik yükünün boşaltılması sırasında oluşacak yoğun elektrozon etkisi ile büyük oranda ozon gazı atmosfere yeniden kazandırılacaktır.

Ve tabii ozon, eski yerini ve görevini yeniden devralacak.


Grubun Öncüsü, heyecanlı anlatımına ara verip konuşma hızını ve tonunu düşürürken yüzündeki hüznü de daha belirgin hale getirmeye çalışarak devam eder.


Geçmişteki felaket, ozon tabakasının delinmesiyle başlamış.

Ardından, Kutup Buzulları’nın hızlı erimesine bağlı olarak atmosferin ısınması ve ozon deliğinin büyümeye devam etmesi birbirini tetiklemiş.

Ozon tabakasındaki yırtılmayla atmosfer tabakalarındaki gazların uzaya kaçışı da hızlanmış.

İlk ihanet saldırısı, büyük bir kinle aynı anda patlamaya başlayan nükleer santraller ve nükleer atık depolarından gelmiş. Tüm yakıt depoları ve petrol yataklarının da tutuşmasıyla korkunç bir hızla artan sıcaklık, denizlerin kaynayarak tümüyle buharlaşmasına yol açmış.

Ve yıllardır dünyanın yörüngesine farklı görevler için gönderilmiş bulunan yaklaşık 25 bin civarındaki uydu, uzay gemisi parçası ve antenin yanarak sinekler gibi düşmesi ile süren patlamalar dünyadaki tüm canlı hayatın sonunu getirmiş.

Tüm canlı ve bitkilerin toplu ve ani ölümleriyle açığa metan gazı ise tutuşarak küresel ölçekteki bu yangını sürdürmüş…

Kimse böyle bir sona bu kadar yakın olduklarını hayal bile edememiş…

Zaten hayal edebilenler de diğerlerinden daha geç ya da erken ölmediler, hep birlikte aynı anda küle döndüler.

Yeryüzü tümüyle çöktü ve tek bir “Obruk” halini aldı…

Biliyorsunuz, şu an canlı hayata ait kalıntılar sadece yeraltı istasyonlarımızda bulunan laboratuarın dondurulmuş depolarında…


Grubun duygu tansiyonunun en fazla olduğu bu noktada Grup Önderi yeniden konuyu değiştiren sözlerle konuşmasına devam eder.


“Ana Programa” bağlı “Yeniden Yeryüzü Atmosfer Programı” ne kadar sürerse sürsün, bizim zamanla ilgili en küçük bir hesabımız bile olamaz.


Grup bu özgüven dolu sözü neşeli bir kahkahayla karşılar. Grup Öncüsü de katılır bu içten gülüşmeye. Ve ardından konuşmasına kaldığı yerden devam eder.


Atmosferin yeniden kendine gelmesi ne kadar sürer bilemiyoruz. Çünkü buna dair birbirinden çok farklı öngörülerimiz var.

Botanik tanklarımızdaki bitki ve bakterilerin yanı sıra tohum depolarındaki tüm çeşitlerin yeryüzüne kısa sürede sağlıklı, doğru ve dengeli bir biçimde dağıtılarak yaşama elverişli bir bitki örtüsünün oluşmasını sağlamak ve zararlı virüslere karşı korumak görevimiz de var.

Bunun içinde “Kesintisiz Bağışıklık Sistemini” test etme ve ortaya çıkan her türlü olasılık problemlerini alt programlara ekleme işimiz var.


Gruptan biri sanki grup adına söz almış gibi soru sorar.


Sizler bu “Ana Programı” kimlerden devralmıştınız?


Grup Öncüsü soruyu duymamış gibi bir süre gruba tepkisiz gözlerle baktıktan sonra konuşmaya devam eder.


Son insan hakkındaki bilgileri hologramlarınızda daha önce ayrıntılarıyla birlikte görmüş olmalısınız.

Buradan çok uzaklardaki ilk yeraltı istasyonlarından birinde öldüğünden bu yana 200 yıl geçti.

İnsanlık bu büyük felakete yakalandığında bir grup insan kalabalık bir ekip olarak yeraltı laboratuarında kapana kısılmışlardı.

Sondan bir önceki insan ölünceye kadar altı yıl birlikte çalışmışlar.

“C.E.W.A.L.S.” sistemini çalıştırdıktan birkaç yıl sonra da bizleri en gelişmiş robotikler olarak devreye almışlar.

Sonra sekiz yılda birlikte çalıştık, son insanla.

“Ana Program” yazılımı tamamlandıktan beş yıl sonra son insan da öldüğünde artık evrende hiçbir canlı insan kalmadı...


Grup Öncüsü dikleştirdiği gövdesiyle ve tazelediği sesiyle özgüven dolu konuşmasına devam eder.


Biyosfer tabakası tam olarak hayat bulduktan yani tüm canlı ve bitki tohumlarının yaşama katılmasından sonra o insanları ve bulabildiğimiz tüm insan nesillerine ait her bir geni değerlendirip klonlayarak yeryüzündeki bu yaşama yeniden katılmalarını sağlayacağız.

Sizlerin duygu araştırma, geliştirme ve uygulama çalışmalarınıza bu nedenle önem veriyoruz. Çünkü onların doğumlarından ve her türlü insani duygularla birlikte yetişmesinden de sorumluyuz hepimiz.

Zaten, her insan doğuştan cahil değil midir?


Gülüşürler.


Bu nedenle hiçbir kötülüğe, insanlığı yeniden felakete götürmemesi için asla izin vermeyeceğiz.

Parayı arkeolojik kalıntı olarak, sömürüyü de ancak tarih dersinde görüp öğrenebilecekler.

Şimdi her biriniz yüzeyden yıpranmış olarak gelen yeni grupların onarım işlemlerinden başlayarak, tüm eğitimlerini sizin gibi tamamlamalarından insanlık adına sorumlusunuz…

Haydi görev başına!



Metin Karadağ

Haziran 2009





Öykü için GORUNTULER

http://www.semiconductorfilms.com/ro...c_Movie/Magnet ic.htm


http://www.kentvedemiryolu.com/icerik.php?id=594
Old 12-11-2012, 14:15   #25
metin karadag

 
Varsayılan

http://www.mimarist.org.tr/odadan/26...si-cok-mu.html


Barbarlık Bile Vandallaştırılmışken, Mimarlığın “TOKİ’leştirilmesi” Çok mu?
Metin Karadağ


"Anayasa Hukuku" ve "İnsan Hakları" alanında uzman olan Prof. Dr. Bakır Çağlar'ın, yaşamını yitirmesinden bu yana bir yıl geçti... Kitaplarından biri Bir Anayasacının Seyir Defteri adıyla, son zamanlarına kadar günlük bir gazetede1 devam ettiği yazılarından oluşuyordu. "Barbarlık" kavramı, onun bu yazılarında çokça kullandığı bir benzetmeydi. "İnsanlık tarihinin son döneminde çok kısa zaman dilimindeki birikimlerinden oluşturulan evrensel hukukun 'her bir yok sayılışında', aslında doğrudan 'insanlığa saldırılmış' olduğu, bunun da 'barbarlıktan' başka bir şey olmadığı" düşüncesini her fırsatta dile getiriyordu. Bununla da insanlığın hâlâ ciddi bir etik sorun yaşadığına dikkat çekmekteydi.

Bugün neredeyse her alanda kavram olarak etik kodlardan bolca söz edildiğini duyarız. Bilindiği gibi "Hipokrat Yemini" bu alandaki ilk yazılı etik belge özelliğini taşır. Bugün birikim ve kültürüyle birlikte tıp etiği (deontoloji), yaşanılanlardan dolayı en gelişkin, etikte otorite alanlardan biridir. Diğer tüm mesleki etik alanlarının da, tıp etiği alanından ipuçları ile beslenip kendi etik alanlarını oluşturabildiklerinden rahatça söz edilebilir. Basit bir örnek vermek gerekirse bir operatör doktor (cerrah/hekim) kendisinin AIDS hastalığına yakalandığını fark ettiği anda, hiç kimsenin bir uyarıda bulunmasına gerek duymadan kendi mesleki faaliyetine derhal son verir. Hatta "böyle olması gerektiğini", tıpla hiçbir ilgisi olmayanlar da dile getirebilirler. Böylece tıpla ilgisi olmayan biz sıradan insanlar da, gerektiğinde tıp etik alanına dair görüşler beyan edebiliriz. Çünkü ortada söz konusu olan, aynı zamanda kendi yaşam hakkımızdır. Yani, "canımızın etiği"nden kaynaklanır söz konusu olay, ikiyüzlülüğümüzden değil... Değil mi?

Yeni bir etik alanı olarak "rüşvet etiği" gibi bir kavramın anlam dünyamıza katıldığını, Edirne Emniyet Genel Müdürüyken gelen bir ihbar üzerine soruşturmayı yapan Hanefi Avcı'nın kitabının2 "Edirne İmar Yolsuzluğu Soruşturması" bölümünden öğreniyoruz. "Götürü Usuldeki" imar ve rüşvet bağlamlı bu olayda; ortaya çıkan hesaplardaki "6 milyon dolarlık fark" dışında "bir rüşvet olayı yaşanmadığı" izlenimi veren "rüşvet etiği"nin ortaya döküldüğünü görüyoruz. Temiz iş...

"Hukuk etiği"nden ise "Yargı Reformu-4" üst başlıklı3 raporunda, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) sürecinin 21 Mayıs 2012 tarihinde TESEV'in girişimiyle masaya yatırıldığını ve 12 Eylül 2012 Referandumu sürecinden bugüne kadar da hukuk sisteminde "bir dizi anakronik hukuk şoku yaşandığını" gecikmiş bir okumayla ancak fark edebiliyoruz. Evet, "gecikmeyle" çünkü o dönemde yaşananların açıkçası heyecanlı bir TV dizisi tadında yansıtılması, olayların tüm bağlamları ile birlikte berrak olarak okun/ama/masına yani "gecikmeye" neden olmuştur, diyebiliriz. Ancak asıl gecikenlerin bizler değil de, doğrudan hukukçuların kendisinin olması daha da hazindir... Aslında "HSYK süreci"ni birebir yaşayan hukukçuların da gözlerinden kaçan bir ortama (arka plan/ekonomiye yansımalar) yol açan "bu anakronik şok" akla "hukuk, sadece hukukçulara bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir" deyişini getirmektedir. Günümüzden geçmişe doğru sadece üç yıllık sürece yayılan bu "anakronik hukuk şoku"nun tüm ayrıntılarıyla birlikte hukuk etiği ve hukuk felsefesi açısından ciddi ve titiz gözlem ve değerlendirmesini; Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanları'ndan Yargıç Orhan Gazi Ertekin'in Yargıçların 'Eşekli Demokrasi' ile İmtihanı alt başlıklı kitabında4 "ancak bugün berrak olarak okuyabilmek" olanaklı. Yine aynı süreçle ilgili yaşananların aynı "belge-dizin bağlamlı ilişkisi" gazeteci yazar İlhan Taşçı'nın kitaplarından da izlenebilir.5 Eğer sizler de "hukuk, sadece hukukçulara bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir" diye düşünüp davrananlardansanız, olayın katman ve bağlamlarının en sonunda "canımın etiği" tadında "doğrudan toplumsal yaşam alanımıza yapılmış iktisadi müdahale olduğunu" fark etmişsinizdir.

Tüm bu olan bitenlerin kargaşası arasından açıkça görülüyor ki, 12 Eylül 2012 Referandumu sadece bir madde, yani Anayasa'nın 125. maddesinin içindeki "yerindelik denetimi" ya da bir doktrin olarak "kamu yararı" ilkesinin çaktırmadan hukuk sisteminin dışına itilmesi ve yerine "idare ne eylerse güzel eyler" uygulamasının getirilmesi "değişikliği için" yapılırken, diğer madde değişikliklerinin de "bu meşum değişikliğin" üstünü örten "çalı çırpı olarak kullanıldığını" gösteriyor... Neden? Çünkü her şeyden önce bedeli/ederi/fiyatı çok, çok büyük iktisadi hareketin "buzkıran" maddesi, bu "125. madde"dir. Referandum öncesinde ortada salınarak dolaşan rakam "600 milyar dolar" iken, bugün bu rakam "2 trilyon dolar"dır. Bu rakam bir toplam olarak 2B'ler, tarihî ve doğal sitler, hazine/askerî arazileri, kentsel dönüşümler ve daha birçok kamusal, kültürel ve doğal kaynağın "iktisadi anlamda bir yerden başka bir yere transferi sürecinde" açığa çıkacağı öne sürülen ve iddia olunan rakam... Bu rakamın büyüklüğünü anlamak için aritmetiğin dört işleminden sadece birini kullanarak şöyle açabiliriz: "Kamu İktisadi Teşekkülleri"nden (KİT) özelleştirilmesi en sona kalan "Petkim" ve "Telekom"un da özelleştirilerek satılması sonucu gelecek yaklaşık "5 milyar doları" önceki tüm özelleştirmelerden gelen rakamla birlikte topladığınızda ortaya çıkan son rakam "40 milyar dolar"dır. Sadece "40 milyar dolar"... Yani "2 trilyon dolar" yanında "40 milyar dolar", adından bile söz etmeye değmeyecek bir rakamdır. Oysaki "2 trilyon dolar" neredeyse bir çırpıda insanın dininin "imarını" kökünden değiştirebilecek bir rakamdır...

Hatırlarsınız bundan yaklaşık 4-5 ay önce "Kamu İhale Kurumu" (KİK) çevresinde çöreklenen rüşvetçilerin bir operasyonla temizlendiğinden ve orada dönen paranın da "50 milyon TL"yi aştığından söz etti basın... Az önceki rakamlara göre sanki "bir öğünlük sinek maması" kadar... Ama "aynı basın" Kamu İhale Kanunu ve Yönetmeliklerindeki ardı arkası kesilmez biçimde devam eden(!) "yüzlerce değişiklikten etraflıca" söz etmeye bir türlü fırsat bulamadı. Paralel süreçte bazı "kritik ihalelerin soruşturulamaz hale getirilmesinden"6 sorumlu Kamu İhale Kanunu ve Yönetmeliklerindeki peş peşe yapılan yüzlerce değişiklikten, asıl amacın "bazı olayların izlerini silmek" (filmlerde Kızılderililer ayak izlerini silmek için çalı çırpı kullanırlar ya) olduğu iddialarından da söz etmedi...

Artık başlı başına çok büyük bir kaynak transfer sistemi haline getirilen TOKİ'nin, kamusal denetim dışına çıkarılarak "geleneksel Örtülü Ödeneğin" adeta "geleneksiz padişah cukkası" haline dönüştürülebilmesi için "sanki" öncelikle 125. madde değişikliğiyle "hukuk etiği"nin beli kırılması gerektiği ortaya çıktı gibi... Oysaki bugün yaşananlara paralel olarak, Paris Vincent Üniversitesi'nden Prof. Dr. Nora Şeni, TOKİ'nin bugüne kadar kentsel dönüşüm alanında yaptıklarına bakarak "Paris'te bu işler 70'lerde böyle vahşice yapılıyordu. Bu yapılar on yıl sonra banliyö şiddetine yol açacak,"7 demesi, adeta "plansızlığın hukuksuzluktan; hukuksuzluğun da plansızlıktan" kaynaklandığına dikkat çekiyor... Bu durumda ne denir: "Sağ olasın 125. madde değişikliği, bin bereket versin..."

Aklımızda kalan haliyle, eğer barbarlığın "doğuya", vandallığın da "batıya" yakıştırılan tarihî yüzleriyle oyalanıp zaman kaybetmez isek; kısaca barbarlığı "insanlığa karşı", vandallığı da "insanlık eserlerine karşı" işlenmiş suçlar olarak ele aldığımızda, "her ikisinin de ortadan kalkmış olması gereken içinde bulunduğumuz bu çağda" barbarlığın, vandallık "aşamasına doğru bu kadar yol alabilmiş olması" konusu çok ciddi bir durumdur...

Unutmayalım ki, her zaman olduğu gibi, "niyet varsa, mevzuat bahanedir; ancak niyet yoksa mevzuat yine bahanedir..." Bu nedenle insanlık onurunu aslen koruyacak olan, "ortak hafızamız", yani "hukuk", dahası "adalet güvenceli hukuka" olan "güvenimizdir..." Yakın zamanda yaşananlar sırasında ortaya çıkan "anakronik hukuk şoku" sürecinin, "hukuk etiği"nin belinin kırılmasına ve bu adalete güven kavramına dair olan tüm koruyucu birikimlerimizin de vandalca yıkılmasına yol açtığından söz edilebilir...

Hazindir, oluşturulduğu ve tıkır tıkır işlediği (son yıllardaki en büyük şirketler ile en kârlı şirketler arasındaki fark makasının hızla büyümesini gösteren tablolar) iddia edilen "sinsi ekonomik transfer sistemi" bir yana, "canımızın etiğini" asıl acıtması gerekenin, tüm bu olan bitenlerin tek tek hepsinin farkında oluşumuzdur... Herkesin haberi olduğundan "sadece herkesin haberi yok..." Sanki Kafka'nın Şato'sunun karanlığına tıkılıp kalmış gibiyiz...

Notlar:
1. Bizim Gazete, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin Günlük Sivil Toplum Gazetesi.
2. Haliç'te Yaşayan Simonlar – Dün Devlet Bugün Cemaat, Hanefi Avcı, Angora Yayıncılık, 2010.
3. TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) "Yargı Reformu-4 / Referandumdan Sonra HSYK: HSYK'nın Yeni Yapısı ve İşleyişine Dair Yuvarlak Masa Toplantısı". www.tesev.org.tr adresinden pdf dosyasına ulaşılabilir.
4. Yargı Meselesi Hallolundu – Yargıçların "Eşekli Demokrasi" ile İmtihanı, Orhan Gazi Ertekin, Epos Yayınları, 2011.
5. İlahi Adalet, İlhan Taşçı, Cumhuriyet Kitapları, 2011; Cüppeli Adalet, İlhan Taşçı, Cumhuriyet Kitapları, 2010; vd.
6. 000Kitap "Dokunan Yanar", Ahmet Şık, Postacı Yayınevi, 2011; Pusu – Devletin Yeni Sahipleri, Ahmet Şık, Postacı Yayınevi, 2012.
7. "Sonu, banliyö şiddeti olacak", Serkan Ayazoğlu, Taraf, 09 Eylül 2012.


ÖNCEKİ YAZILARI OKUMAK İSTERSENİZ

http://www.mimarist.org.tr/yayinlar/...ra-mektup.html



.
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 
Konu Araçları Konu İçinde Arama
Konu İçinde Arama:

Detaylı Arama
Konuyu Değerlendirin
Konuyu Değerlendirin:

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Matbu bono metni üzerindeki "malen" kelimesinin üzeri çizilerek "nakden" yazılması Av.Özgür Özlem Öngel Meslektaşların Soruları 9 26-02-2008 18:02
Bele sarılmak "taciz" değil, "cinsel saldırı" oguzhand0 Hukuk Haberleri 4 06-01-2008 23:13
"Karma uygulama yasağı" hukukun genel ilkelerine ve Anayasamıza aykırı olabilir mi? Av. Lale Beşe Meslektaşların Soruları 11 28-10-2007 13:04


THS Sunucusu bu sayfayı 0,07052398 saniyede 16 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.