Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Meslektaşların Soruları Hukukçu meslektaşların hukuki nitelikte sorularını birbirlerine yöneltecekleri mesleki yardımlaşma forumu. SADECE hukuk fakültesi mezunları ile hukuk profesyonellerinin (bilirkişi, icra müdürü vb.) yazışmasına açıktır. [Yeni Soru Sorun]

mirasbırakan henüz hayattayken muris muvazaası ve tapu iptali

Yanıt
Konuyu Değerlendirin Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 24-08-2007, 16:17   #1
seanlee

 
Varsayılan mirasbırakan henüz hayattayken muris muvazaası ve tapu iptali

baba b, yaklaşık 14 sene önce neredeyse tüm taşınmazlarını oğlu o'ya bırakmıştır. ölünceye kadar bakma sözleşmesi yapılmamış bu arada. üç kız kardeş daha var. onlara o zamanlar için taşınmazın değeriyle orantısız küçük miktar bir para verilmiş onlar da imzalarıyla bağışlamaya onay vermişlerdir. babanın tapuda sadece intifa hakkı şerhi vardır. baba oğlunun kendisiyle hiç ilgilenmediği, hatta kötü davrandığı gerekçesiyle tapu iptali istemektedir şu an. bu arada kız kardeşlerin saklı paylarının da ihlal edildiğini düşünürsek muris yaşarken tenkis davası açamıyacağımıza göre ve babanın da elinde yazılı bir ölünceye kadar bakma sözleşmesi olmadığına göre sadece tanık beyanlarına dayanarak tapu iptali davası açmak mı uygun olur. teşekkürler..
Old 25-08-2007, 10:20   #2
Av.Selim HARTAVİ

 
Varsayılan

sayın seanlee
öncelikle şunu belirteyim muris muvazaası savına dayanarak dava açamazsınız. zira muris tenkis davasında olduğu gibi hayattadır. burada bir taraf muvazaası var gibi görünüyor. ancak taraf muvazaasının da tanıkla ispatı mümkün olmamaktadır. mutlaka yazılı delil olması gerekir yargıtayımızın yerleşik kararlarıda bu yöndedir. bir başka ayrıntı kimse kendi muvazaasına dayanamaz bu dürüstlük kuralına aykırıdır ve hakim de bunu göz önünde bulundurur...

kolaylıklar dilerim
Old 25-08-2007, 10:22   #3
Av.Selim HARTAVİ

 
Varsayılan

T.C
Y A R G I T A Y
1.HUKUK DAİRESİ
Sayı:
Esas 2005 Karar
7006 9494
YARGITAY İLAMI

Mahkemesi :K.Ç. 2.As.H.H.
Tarihi :15.3.2005
Nosu :243-182
Davacı :İbrahim
Davalı :Nildeniz 'e vesayeten Faruk
Üçüncü Şahıs :

Taraflar arasında görülen davada;
Davacı, çekişmeli 2694 sayılı parseldeki payını 3.kişilere olana borcundan dolayı emaneten davalının miras bırakanı Namık 'a devrettiğini ancak tapuda satış gösterildiğini, bu hususta harici belge de düzenlendiğini ileri sürerek tapusunun iptaliyle adına tescilini istemiştir.
Davalı vasisi, olayı sonradan öğrendiğini, harici belgedeki imzanın miras bırakana ait olduğunu belirtmiştir.
Mahkemece, kanıtlanamadığından bahisle davanın reddine karar verilmiştir.
Karar, davacı tarafından duruşmalı olarak temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 13/9/2005 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden vekili avukat S.İlgün geldi. Davetiye tebliğine rağmen temyiz edilen gelmedi, yokluğunda duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı, bilahare Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
-KARAR-
Dava, taraf muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali-tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden, çekişme konusu 5694 sayılı parseldeki davacı payının 8.10.2003 tarihli resmi akitle davalının miras bırakanı Namık a satış yoluyla temlik edildiği anlaşılmaktadır.
Davacı, anılan temliki işlemin gerçeği yansıtmadığını, muvazaalı olduğunu ileri sürerek eldeki davayı açmıştır.
Bilindiği üzere; muvazaa kısaca irade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanabilir. Muvazaada taraflar üçüncü kişileri aldatmak amacıyla gerçek iradelerine uymayan, aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak için anlaşarak bazan aslında bir sözleşme yapma iradesi taşımadıkları halde görünüşte bir sözleşme yapmaktadırlar (mutlak muvazaa). Veya gerçek iradelerine uygun olarak yaptıkları sözleşmeyi iradelerine uymayan görünüşteki bir sözleşme ile gizlemektedirler ( nisbi muvazaa ) Yanlar, ister salt bir görünüş yaratmak için, ister başka bir sözleşmeyi gizlemek amacıyla, sözleşme yapsınlar görünüşteki sözleşme gerçek iradelerine uymadığından, tabandaki sözleşmede tapulu taşınmazlarda şekil koşullarını taşımadığından geçersizdir.
Her ne kadar muvazaayı düzenleyen Borçlar Kanununun l8. maddesinde ve öteki kanun hükümlerinde muvazaalı sözleşmelerin hüküm ve sonuçları hakkında bir açıklık bulunmamakta ise de; taraflar arasında alacak ve borç ilişkisi doğurmayacağı, muvazaanın varlığının hiçbir süreye bağlı olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği, mahkemece kendiliğinden (resen) göz önünde bulundurulması gerektiği, belirli bir sürenin geçmesi, sebebin ortadan kalkması veya ilgililerin olur (icazet) vermesi ile geçerli hale gelmiyeceği, uygulamada ve bilimsel görüşlerde ortaklaşa kabul edilmektedir.
Hemen belirtmek gerekirki, muvazaa nedeniyle geçersiz sözleşmeye dayanılarak bir taşınmazın tapuda temliki yapılmışsa bu tescil yolsuz bir tescil hükmündedir. Tapuda yapılan temlik ve tesciller illi işlemler olduğundan tapunun dayanağı sözleşme geçersiz ise tapu kaydının da Medeni Kanunun 1025. maddesine göre iptali gerekir. Ayrıca muvazaalı sözleşmeler yapıldığı andan itibaren taraflar arasında hüküm ve sonuç doğurmayacağından açılan dava sonunda verilen karar, yenilik doğurucu (inşai) bir hüküm değil, açıklayıcı (ihdasi) bir hüküm durumundadır.
Öte yandan, muvazaanın varlığını iddia eden taraf veya bunların ardılı (halefi) sıfatı ile hareket eden, başka bir anlatımla sözleşmenin yanlarından birine teb'an dava açan kişi Medeni Kanunun 6. maddesi gereğince bu iddiasını isbat etmek zorundadır. Senede bağlı bir sözleşmeye karşı muvazaa iddiası, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 288 ve 290. maddelerinde belirtildiği üzere ancak yazılı delille kanıtlanabilir. Sözleşme aynı kanunun 293. maddesinde sözü edilen yakın akrabalar arasında yapılmış olsa dahi muvazaanın yazılı delille isbat edilmesi gerekir.Böyle bir sözleşmenin resmi şekilde yapılması halinde dahi olayın özelliği itibariyle adi yazılı delilin yeterli olacağı öğretide ve kararlılık kazanmış içtihatlarda ortaklaşa kabul edilmiştir. İşte bu
görüşten hareketle 5.2.l947 tarih 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında taraf muvazaası ve takma ad ( namı-müstear) davalarında iddianın ancak yazılı delille kanıtlanabileceği kabul edilmiştir.
Somut olaya gelince; davacı, iddiasının kanıtı olarak "sözleşme" başlıklı belge ibraz etmiş, belgedeki imzanın davalının miras bırakanına ait bulunduğu davalı temsilcisi tarafından kabul edilmiştir.
Hal böyle olunca, anılan belgenin yukarıda açıklanan ilkeler gözetilerek değerlendirilmesi, bunun yanında HUMK'nun 292.maddesinin de dikkate alınması, ondan sonra bir karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir. Davacının temyiz itirazı yerindedir. Kabulüyle, hükmün açıklanan nedenden ötürü HUMK'nun 428.maddesi uyarınca BOZULMASINA, 4.12.2004 tarihinde yürürlüğe giren avukatlık ücret tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 400,00 YTL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenden alınmasına, peşin alınan harcın temyiz edene iade edilmesine, 13.9.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Başkan Üye Üye Üye
Old 26-08-2007, 12:44   #4
Av. Şehper Ferda DEMİREL

 
Varsayılan

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

Esas : 2004/14-464
Karar : 2004/588
Tarih : 10.11.2004

ÖZET : Kural olarak bir sözleşmenin tarafları muvazaa iddialarını senede karşı senetle ispat kuralı uyarınca (HUMK. 290) tanıkla ispat edemezler. Ancak; HUMK.nun 292 nci maddesinde belirtilen kurallara uygun yazılı delil başlangıcı bulunması durumunda taraf muvazaasının tanık dahil her türlü takdiri delille kanıtlanması mümkündür. Bir sözleşmenin, gayrimenkul satış vaadine ilişkin hüküm ve sonuçları meydana getirmesi, gerçek niteliği bakımından gayrimenkul satış vaadi olarak kurulmasına bağlıdır. Teminat sözleşmesinin kurulması amaçlanıp da görünüm olarak gayrimenkul satış vaadi biçiminde düzenlenmesi halinde gerçek bir gayrimenkul satış vaadinden söz edilemez. Hukuk sistemimizde şahsi teminat; kefalet, ayni teminat; taşınmazlar için ipotektir. Gayrimenkul satış vaadi sözleşmeleri teminat olarak kullanılamaz. Borçlar Kanunun 18 nci maddesi uyarınca muvazaa sebebiyle geçerli olmayan böyle bir sözleşmeye dayalı olarak tescil kararı verilemez.

(818 s. BK. m. 18) (1086 s. HUMK. m. 290, 292)

KARAR METNİ :
Taraflar arasındaki "tapu iptali, tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Küçükçekmece 1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 6.6.2002 gün ve 1998/1046 -2002/665 E- K sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14.Hukuk Dairesinin 28.1.2003 gün ve 9348-499 sayılı ilamı ile, (...Dava; 24.6.1998 tarihli satış vaadi sözleşmesine dayalı cebri tescil, birleştirilen karşı dava ise; satış vaadi sözleşmesinin, borcun teminatını teşkil etmek üzere muvazaalı olarak düzenlenmesi nedeniyle iptali isteğine ilişkindir.

Mahkeme; davanın kabulüne, birleştirilen davanın reddine karar vermiş, hükmü; davalı (karşı davacı) vekili temyiz etmiştir.

Davalı-satıcı Nebahat Doğan 19.6.1997 tarihli vekaletname ile dava dışı kocası Sadık Doğan'ı vekil tayin etmiş, o da bu vekaletnamedeki yetkisine istinaden 24.6.1998 tarihli satış vaadi sözleşmesi ile davacıya satış vaadinde bulunmuştur. Sözleşme içeriğine göre satış bedeli 10.000.000.000 Lira peşinen ödenmiştir.

Davalı vekili; satış vaadi sözleşmesinin, müvekkilinin kocasının davacıdan aldığı borç paranın güvencesini teşkil etmek üzere düzenlendiğini savunmaktadır.

Bir sözleşmenin, gayrimenkul satış vaadine ilişkin hüküm ve sonuçları meydana getirmesi, gerçek niteliği bakımından gayrimenkul satış vaadi olarak kurulmasına bağlıdır. Teminat sözleşmesinin kurulması amaçlanıp da görünüm olarak gayrimenkul satış vaadi biçiminde düzenlenmesi halinde gerçek bir gayrimenkul satış vaadinden söz edilemez. Hukuk sistemimizde şahsi teminat; kefalet, ayni teminat; taşınmazlar için ipotektir. Gayrimenkul satış vaadi sözleşmeleri teminat olarak kullanılamaz. Borçlar Kanunun 18 nci maddesi uyarınca muvazaa sebebiyle geçerli olmayan böyle bir sözleşmeye dayalı olarak tescil kararı verilemez.

Uyuşmazlığa konu olayda üzerinde durulması gereken husus; dayanak sözleşmenin muvazaaya müstenit olup olmadığı, bu yoldaki savunmanın ispatlanıp ispatlanmadığıdır.

Kural olarak bir sözleşmenin tarafları muvazaa iddialarını senede karşı senetle ispat kuralı uyarınca (HUMK. 290) tanıkla ispat edemezler. Ancak; HUMK.nun 292 nci maddesinde belirtilen kurallara uygun yazılı delil başlangıcı bulunması durumunda taraf muvazaasının tanık dahil her türlü takdiri delille kanıtlanması mümkündür. Bunun yanı sıra, genel yaşam deneylerine ve yaşamın olağan akışına dayanan kişi de, artık iddiasını ispatla yükümlü değildir. Eylemli (ya da beşeri) karine denen yaşam deneyi kuralları, tarafların olay iddialarının doğruluğu veya bir delilin güvenilebilirlilik derecesi hakkında, hakimin kanaat edinmesine yarayan, yaşam deneylerinin ortaya koyduğu değer hükümleridir. (Bilge Umar/Ejder Yılmaz-İspat Yükü 2.Bası-İstanbul 1980 sayfa 165 vd. 174 ve 60 vd) Buna göre hakim, iddianın doğruluğunu, yaşam deneyi kurallarına dayanarak kabul edebilir ve bu durumda delil gösterme yükü, o olayın aksini ileri süren tarafa geçer.

Bu ilkeler çerçevesinde somut olay değerlendirilecek olursa;

Davalı tarafın muvazaa savunmasını doğrudan kanıtlamaya elverişli, karşı taraftan sadır olmuş yazılı bir kanıtı yoktur. Ancak, muvazaa iddiasının tamamen ispatına yetmemekle beraber, bunun vukuuna delalet eden ve karşı taraftan sadır olmuş yazılı delil başlangıcı niteliğinde belgeler bulunduğu gibi muvazaa iddiasının doğruluğunun kabulünü gerektiren eylemli karineler bulunmaktadır. Şöyle ki; davalı satıcının kocası tarafından keşide edilip davacı tarafından tahsile ve takibe konu edilen çekler, davacı tarafından davalının kocasına muhtelif tarihlerde yapılan havaleler, Kartal Rahmanlar'daki taşınmazlar dışında Gebze, Yalova, Eskişehir, Bursa Orhangazi gibi değişik yerlerdeki pek çok taşınmazın davalı veya kocası tarafından ya tapudan ya da satış vaadi sözleşmeleri ile davacıya satılmış bulunması, bunların bir kısmının muhtemelen ödeme sonucu feshedilmesi veya tapudan satış suretiyle iade edilmesi, hatta bir kısım taşınmazların davalının kocası Sadık Doğan'a iade edileceğine dair davacı tarafından 6 Mayıs 1998 ve 13 Mayıs 1998 tarihli belgeler verilmesi muvazaanın mevcudiyeti yönünden fiili bir karine oluşturmaktadır. Artık muvazaa bulunmadığını ispat yükü davacıya düşer. Davacı yan ise bunu kanıtlayamamıştır. Bu itibarla, cebri tescil isteğinin reddi gerekirken kabulü doğru görülmemiştir.

Kabule göre de; satış vaadi sözleşmesinde gösterilen değer üzerinden harç ve vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken fazla harç ve vekalet ücreti takdiri doğru bulunmamıştır. ..) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davalı (K.davacı) vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı (k.davacı) vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 10.11.2004 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Hukukumuzda bazı istisnalar dışında sözleşme serbestliği kabul edilmiş olup, Borçlar Kanununun 11. maddesi "Aktin sıhhati kanunda serahat olmadıkça hiçbir şekle tabi değildir" hükmünü öngörmüş, 2. fıkrası ile de "Kanunun emrettiği şeklin şumül ve tesiri derecesi hakkında başkaca bir hüküm tayin olunmamış ise akit, bu şekle riayet olunmadıkça sahih olmaz" denilmek suretiyle istisnaları hüküm altına alınmıştır.

Hemen belirtmek gerekir ki, Medeni Kanunun 706, 2644 sayılı Tapu Kanununun 26 ve Borçlar Kanununun 213. maddesi hükmü uyarınca gayrımenkullerin alım ve satımlarının resmi şekilde yapılmamışsa hukuken hüküm ifade etmeyeceği kuşkusuzdur. Şüphe yoktur ki, bu kuralın konulma amacı, kişiyi muamele yapmadan önce düşünmeye sevk etmek suretiyle toplum düzenini korumak ve sağlamak böylelikle sosyal barışı gerçekleştirmektir. Bir başka ifadeyle, yasa koyucu devletçe tutulan tapu sicillerine azami nitelikte önem vermiş ve taşınmazlardaki mülkiyet değişiklerinin resmi şekilde yapılmadıkça hüküm ifade etmeyeceğini açıkça belirlemiştir. Bu düzenlemenin aynı zamanda kamu düzeniyle ilgili ve mahkemece kendiliğinden gözetilmesi gerekli bir kural olduğu da tartışmasızdır.

Davada ileri sürülen iddianın ve savunmanın içeriğine göre, yanlar arasındaki uyuşmazlık, ferağa icbar davasında dayanılan gayrımenkul satış vaadi sözleşmesinin teminat maksadıyla temlik (karz karşılığı temlik) niteliğinde olup olmadığı ve bu işlemin ispatı noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle, uyuşmazlığın sağlıklı bir sonuca ulaştırılması, konuya ilişkin hukuki müesseseler ve kavramlar yönünden özet açıklamalar yapılmasını zorunlu kılmaktadır.

Bilindiği üzere, Eski hukukumuzda, "nam-ı müstear", geçerliliği kabul edilmiş bağımsız müessese olarak düzenlenmiş bulunmasına karşın (Mecelle 1592, 1594, 1595); bu günkü pozitif hukukumuzda; (yasalarımızda) nam-ı müstear diye bir deyim yer almış değildir. Buna rağmen hukukumuzda nam-ı müstear'ın hukuki niteliğinin belirlenmesi sorunu büyük önem kazanmıştır. Yargıtay'ın üç içtihadı birleştirme kararına (8.5.1941 gün, 29/5 sayılı; 5.2.1947 gün ve 20/6 sayılı; 7.10.1953 gün ve 7/8 sayılı) ve önemli öğreti çalışmalarına konu olan bu sorun, son yılların Türk hukuk hayatındaki en önemli sorunlardan birini teşkil etmiş ve güncelliğini sürdüregelmiştir.

İsviçre/Türk Hukukları'nda, araya giren şahıslar ve ilişkiler ile ilgili durumlar, her somut olayın özelliğine göre farklı bir rejime tabi tutulmuştur. Sırf görünüş belirtilerine bakılıp her nam-ı müstear durumunun muvazalı bir işlem olarak nitelendirilmesinin yanlış olduğu; özellikle, irade serbestisi prensibine (B.K. madde.19) ve taraf iradelerine aykırı bulunduğu öğretide kabul edilmiştir.

Bu bakımdan, sorun her somut olayın ortaya çıkış durumu gözetilerek; ya muvazaalı işlemler, yada inançlı işlemler veya dolaylı (vasıtalı) temsil hukuki rejimine tabi tutulması gerekecektir. (Ergun Özsunay, Türk Hukukunda ve Mukayeseli Hukukta İnançlı Muameleler, İstanbul 1968, Sh.229 vd; Turhan Esener, Türk Hususi Hukukunda Muvazaalı Muameleler, İstanbul 1956, sh.177;

Feyzi Necmettin Feyzioğlu, Borçlar Hukuku-Genel Hükümler, Cilt 1, İstanbul 1976, sh.223 vd; İlhan Postacıoğlu, Nam-ı Müstear Meselesi, Vekalet ve İtimat Muameleleri ile Muvazaanın Karşılıklı Münasebetleri-Makale-İstanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt XIII, sayı 3, sh.1050 vd). Nam-ı Müstearın, Türk/İsviçre Hukukunda ya muvazaa, ya itimada dayanan muamele yada dolaylı (vasıtalı) temsilin hukuki rejimine tabi tutulduğu başkaca kaynaklarda da ifadesini bulmuştur (Kenan Tunçomağ, Borçlar hukuku, Cilt 1, Genel Hükümler, 1972, sh.206; İsmet Sungurbey, Medeni Hukuk Sorunları, Cilt 4, sh.501).

Davada ortaya çıkan uyuşmazlık; teminat maksadıyla temlik sözleşmesi yapıldığı noktasından kaynaklandığına göre; bu tür sözleşmenin hukuki mahiyetininde açıklanması gerekir. Teminat maksadıyla temlik sözleşmelerinden, bir alacağın temini bakımından vuku bulan inançlı (Fiduziarisch) mülkiyet intikalleri anlaşılmalıdır. Bu tür sözleşmelerin iki esaslı unsuru vardır. Bunlardan ilki, mülkiyet intikalinin teminat maksadıyla yapılması; diğeri ise, inançlı sözleşmedir. Teminat maksadıyla temlik sözleşmesi, bir iltizami muamele olarak mülkiyetin nakline imkan sağlar. Başka bir anlatımla, tasarrufi muamele ile, tarafların iltizami muamelede ifadesini bulan irade gerçekleştirilmiş olur.

Yineleyerek belirtilmelidir ki; teminat maksadıyla temlik sözleşmeleri, taraflar arasında karşılıklı itimat esasını şart kılmaktadır. Teminat için taşınmazını temlik eden borçlu, borcun ödenmesi halinde taşınmaz mülkiyetinin tekrar kendisine devredileceği inancını taşımaktadır. Değinilen niteliklerinden ötürü, gerek öğretide; gerekse yargısal uygulamada, teminat maksadıyla temlik sözleşmeleri; hukuki mahiyetleri itibariyle inançlı muameleler (Fiduziarisches Geschaeft) arasında yer almıştır. Federal Mahkeme kararlarında da bu içerikte açıklamalar yapılmıştır. (Bedi Eğilmezler; Alman ve İsviçre Hukukunda Teminat Maksadıyla Temlik Akitleri, Adalet Dergisi, 1965, Cilt 1-2, sh.1028 vd; 1966, Cilt 1, sh.58 vd.) .

Öte yandan, inançlı işlemin, taraf muvazaası ile benzer noktalarının bulunmasına karşın; ayrıldığı yönlerininde olduğu; bunlardan en önemlisinin, inançlı işlemde, tarafların devir ve temlik işlemini ciddi olarak istemelerine rağmen, muvazaada bunu istememeleri şeklinde ifade edildiği bilinmektedir (Kenan Tunçomağ; a.g.e; sh.209).

Bu anlatımlar çerçevesinde somut olaya bakıldığında taraflar arasındaki çekişmenin hukuksal yapısının teminat mukabili (karz karşılığı-temlik) temlik işlemi olduğu anlaşılmaktadır.

Gerçektende inançlı işlem, taraf muvazaası ve teminat mukabili temlik işlemlerinin hukuki niteliği Borçlar Kanununun 18. maddesinin tevsiri ile ortaya konulmuş ve buna göre her üç işleminde kökende muvazaalı işlem olduğu gerek öğretide ve gerekse yargısal uygulamalarda benimsenmiş bulunmaktadır. Nevar ki, aynı nitelikte olmakla birlikte nam'ı müstear (iğreti ad) olarak nitelendirilen işlemlere yasalarımızda yer verilmemiş ve bununla ilgili bir düzenleme getirilmemiştir. Konu yargısal uygulamalarla çözüme kavuşturulmuştur. Öte yandan nitelikleri bu olan müesseselerle ilgili olarak yapılan işlemler taşınmazlara ilişkin ise resmi şekilde yapılması gerektiği yasal bir zorunluluktur.

O halde, resmi sicile yönelik bu işlemlerden kaynaklanan çekişmenin giderilmesi konusunda ispat şeklinin ne olması gerektiği önem arzeder. Bir başka ifade ile böyle bir iddianın ispat hukuku açısından dinlenilebilme olanağı var mıdır?

Medeni Kanunun 7. maddesi gereğince resmi sicillerin aksi ancak aynı kuvvet ve derecedeki sicillerle ispatı mümkün bulunmaktadır. Tanık ve alelade yazılı bir belge ile ispatı olanaksızdır. O halde, sicile yönelik iddiaların aksinin hiçbir zaman ispatının mümkün olduğu söylenemez. Genel kural budur. Nevar ki, yasalarda yer verilmeyen namı müstearla ilgili sicile yönelik işlemler yönünden çıkan çekişmeler toplum düzenini sağlamak ve sosyal barısı temin amacıyla yargısal uygulamalarla çözüme kavuşturulmuş ve 5.2.1947 tarih 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile sicilin aksinin resmi akit tarihinden önce veya engeç akit tarihini taşıyan yazılı bir belge ile ispatı öngörülmüştür. İçtihadı Birleştirme Kararlarının gerekçeleri ile açıklayıcı sonuç bölümleriyle bağlayıcı olduğu kuşkusuzdur.

Kaldı ki, ispat hukuku açısından değinilen İçtihadı Birleştirme görüşmelerinde başından sonuna kadar (3. oturumda karar bağlanmıştır) muvazaa ile nam'ı müstear birlikte ele alınmış ve aynı şekilde değerlendirmeler yapılarak hukuki neticeye bağlanmış, sonuç bölümünde de, nam'ı müştearın adi yazılı bir belge ile ispatı kabul edilmiştir. Buna göre, inançlı işlem taraf muvazaası ve teminat mukabili temliki tasarruflarda da ispat hukuku açısından yarım asırı aşkın bir süredir İçtihadı Birleştirme Kararı ile kabul edilen ve bu müesseselerde de uygulanmasına mani bir hüküm bulunmayan hallerde adi yazılı belge ile ispat kuralı gözetilerek çekişmelerin çözümü cihetine gidilmiş ve yargısal uygulamalarda ilke olarak benimsenmiştir. Hemen açıklamak gerekir ki, değinilen bu düzenleme Medeni Yasanın öngördüğü sicil sisteminin güven, inandırıcılık ve kuvvetten düşümüne neden olacak bir boyutta olmayıp toplum hayatındaki düzenin temini ve bir gereksinimin giderilmesi açısından zaruretten kaynaklanan, istisnai nitelikli bir çözüm tarzı olduğu da tartışmasızdır.

Bütün bu açıklamalar karşısında somut olay değerlendirildiğinde, çekişme konusu ferağa icbar davasında dayanılan G.M.S.V. sözleşmesinin gerçekten teminat mukabili (karz karşılığı) temlik olduğu yönündeki davalının (karşı davacı) iddia ve savunmasının akitten önceki veya en geç akit tarihini taşıyan yazılı bir belge ile ispatının gerekeceği kuşkusuzdur. Oysa dayanılan belge akte mukaddem (akit öncesi) veya engeç akte tekaddüm (akit tarihinde) eden bir belge niteliğinde olmayıp sonraki tarihi taşımakta olup 5.2.1947 tarih ve 20/6 Sayılı tevhidi İçtihat kararının öngördüğü nitelikte bir belge değildir.

Hal böyle olunca asıl davanın kabulüne karşı davanın ise reddine karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle aksine olan çoğunluk görüşüne ilke bazında iştirak edemiyoruz.

Kaynak : Corpus
Old 28-08-2007, 18:19   #5
Av. Hatun Olguner

 
Varsayılan

Soruya konu olayda,oğul tarafından karşılık ödemeden taşınmazlara
malik olma iradesini taşımaya dayalı ve zaman içinde,sonradan anlaşılan hileli kastı nedeni ile,bu hilenin anlaşıldığı tarihten itibaren 1 yıl içinde hile sebebine dayalı tapu iptal davası açılabileceğini düşünebiliriz.Benzer konuya ilişkin bir soru kapsamında,ilgili bir içtihat yazılı idi : " Kredi çekecek oğluna arsasını devreden Ayşe Teyze ile ilgili bir soru idi sanırım.

VEYA,FİİLEN KURULAN,BİR SÜRE DEVAM EDEN,ANCAK DAHA SONRA BAKIM YÜKÜMLÜSÜ OĞULUN YÜKÜMLÜLÜKLERİNİ İHMAL ETTİĞİ ÖLÜNCEYE KADAR BAKMA SÖZLEŞMESİNİN ŞEKLE AYKIRILIĞINI İLERİ SÜRMEK HAKKIN KÖTÜYE KULL. TEŞKİL EDECEK OLMAKLA,BU SÖZLEŞMENİN KURULMUŞ OLDUĞUNU TESBİT EDECEK VE ANCAK BİLAHARE OĞUL TARAFINDAN İHLAL EDİLMEKLE
FESHİNİ VE İFA EDİLEN TAŞINMAZ DEVRİ YÜKÜMÜNE KONU TAŞINMAZLARIN İADESİNİ TALEPLE;BU TALEPLER DIŞINDA AYRICA, KOŞULLAR BAĞIŞLAMADAN RÜCU İMKANI DA VERECEĞİNDEN BAĞIŞLAMADAN RÜCU İSTEMLİ TAPU İPTAL TALEPLERİNİ KADEMELİ OLARAK İÇEREN BİR DAVA DA DÜŞÜNÜLEBİLİR.TABİİ,İŞLEM TAPUDA BAĞIŞ İSE.
Old 29-08-2007, 10:01   #6
Av. Hatun Olguner

 
Varsayılan

KONU İLE İLGİLİ İÇTİHATLAR :

"Yasaya uygun olarak yapılmamış olan ölünceye kadar bakma sözleşmesinin muris ve bakım yükümlüsü tarafından ifa edilmiş olması halinde,artık mirasçılar bu sözleşmenin geçersizliğini ileri süremezler ve iptalini isteyemezler."
13 HD 13.3.1990 89/6760 90/1860
--------------------------------------------------------
" Ölünceye kadar bakma sözleşmelerinden doğan "bakma" borcuna uymazlık,vazgeçme ile reddedilen ilk davadan sonra da devam eder ise bu son duruma dayanılarak yeni bir dava açılabilir.(BK m 511)

Davacı dava konusu taşınmazları ölünceye kadar bakma şartı ile damadına temlik etmiştir. Davacı ... tarihli dilekçe ile,açtığı ilk davada davalının ölünceye kadar bakma şartını yerine getirmediğinden bahisle temlikin iptalini istemiştir.

(Davacı bu ilk davadan feragat etmiş,ancak bilahare sorunların devam etmesi üzerine aynı konuda yeniden dava açmıştır.)
1. HD 30.12.1977 12815-13138
-------------------------------------------------------
" Olayda davacının gerçek ve samimi iradesi,kati bir satış yapıp,evsiz barksız ortalıkta kalmak değil;malı karşılığında kendisine insanca davranacak,ona şefkat ve yardım elini uzatacak,güven duygusu uyandıracak bir koruyucu bulmaktır.

Davacı vekili,davaya konu taşınmazın ölünceye değin bakılıp gözetilmek koşuluyla davalıya temlikinin amaçlandığını(asıl amacın bu olduğunu,ancak resmi ölünceye kadar bakma vaadli sözleşme yapılmadığını),buna karşın yaşlı, hasta ve muhtaç durumdaki müvekkilesinin hile ile hataya düşürülerek tapuda koşulsuz bir temlik(satış) işlemi gerçekleştirildiğini ileri sürmüş,temlikin iptalini istemiştir.
...

O halde,davacının gerçek ve samimi iradesi ,kati satış yapmak değildir...kendisini koruyacak ve güven duyacağı birine dayanmaktır...

Sonuç : Taraflar arasındaki satış sözleşmesinin hile,hata ile illetli olduğu kanıtlanmıştır.Bu itibarla davanın kabulüne karar verilmek gerekirken reddi doğru değildir.Hükmün Bozulmasına.
1 HD 22.2.1990 2504-2373
---------------------------------------------------

"Davacı taşınmazını ölünceye değin bakma koşuluyla devretmek istediği halde tapudaki işlemin satış gibi gösterilerek kendisinin hataya düşürüldüğünü kanıtladığına göre davanın reddine karar verilmesi isabetsizdir. 1 HD 2.4.1981 4635-4368
--------------------------------------------------
"... Hal böyle olunca davacının hataya ve hileye ıttıla tarihi belirlenerek davanın BK m 31 de öngörülen 1 yıllık hak düşürücü sürede açılıp açılmadığının araştırılması,süresi içinde açılmış ise ; delillerin toplanarak karara bağlanması gerekir.

( Ancak,bu davalara ilişkin her halükarda ve en fazla 10 yıl içinde dava açılması gereğine ilişkin BK m 125 teki ve BK m 60 taki zamanaşımlarından,kötüniyetli ve hile yapan davalıların faydalanamayacağına dair genel yargısal kabul de aynı içtihat ile tekrar edilmiş.)

1 HD 22.4.1982 3420-2848
------------------------------------------------------
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
muris muvazaası av.tuğbabal Miras Hukuku Çalışma Grubu 50 09-09-2016 17:50
muris muvazaası nedeniyle tapu iptali ve tescil dilekgulsen Meslektaşların Soruları 14 03-02-2016 14:25
Muris muvazaası ve muvazaalı olarak 3. kişiye devredilen taşınmazlar turbo Meslektaşların Soruları 1 16-06-2007 11:55
Muris Muvazaası Sayılabilir mi? av.emel Meslektaşların Soruları 13 22-02-2007 10:39


THS Sunucusu bu sayfayı 0,05148292 saniyede 14 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.