Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Site Haberleri Türk Hukuk Sitesi duyuru, ilan ve haberleri.

Anket Sonucu: LÜTFEN DİKKAT: Bütün hikayeleri okuduktan sonra BEĞENDİĞİNİZ TÜM HİKAYELERİ işaretleyerek oyunuzu kullanınız! Oy verildikten sonra değiştirilemez!
Hikaye 1: YALAN DÜNYA 16 17,78%
Hikaye 2: GEL PİSİ PSİKOZ 26 28,89%
Hikaye 3: TELGRAF! 27 30,00%
Hikaye 4: KARA PAPAZ 13 14,44%
Hikaye 5: TEHİRİ HAYAT TALEPLİDİR 19 21,11%
Hikaye 6: KİMSELER YOKTU 24 26,67%
Hikaye 7: GİTMEK Mİ ZOR, KALMAK MI? 18 20,00%
Hikaye 8: UMUTLA YAŞAMAK 8 8,89%
Hikaye 9: SUSMAK 12 13,33%
Hikaye 10: DRAMATİK BAŞARI 11 12,22%
Hikaye 11: İNSAN VE ZİNDAN 35 38,89%
Birden Fazla Seçenek İşaretlenebilen Anket. Oy Verenler: 90. Bu ankette oy kullanamazsınız. (Anket no : 216)

THS KISA ÖYKÜ YARIŞMASI (2007/1) : Hikayeler ve Oylama

Yanıt
Konuyu Değerlendirin Konu İçinde Arama Konu Araçları  
Old 28-11-2007, 18:16   #1
Admin

 
Varsayılan THS KISA ÖYKÜ YARIŞMASI (2007/1) : Hikayeler ve Oylama

Sayın Üyeler,

Türk Hukuk Sitesi Yarışıyor : THS KISA ÖYKÜ YARIŞMASI (2007/1) başlığı altında duyurduğumuz yarışmamıza katılım süresi sona erdi, katılan tüm üyelerimize çok teşekkür ediyoruz!

Yarışmacı üyelerimizin hikayelerini jüri olarak sizlerin, yani tüm THS üyelerinin oylarına sunuyoruz.

Yarışmamızın bundan sonraki aşaması olan oylama bölümü aşağıdaki şekilde icra edilecektir:

1- Seçici kurulun yarışma kriterlerine uygun bularak kabul ettiği 11 hikaye aşağıda yarışmaya GÖNDERİLİŞ sırasına göre sıralanmıştır.

2- Yazar ismi bölümünde yarışmacımız kendi tercihine göre THS üye ismi, gerçek ismi veya rumuz kullanmıştır.

3- Yarışmada oy kullanacak üyelerimizden önemle rica ettiğimiz bir husus var: Lütfen TÜM HİKAYELERİ OKUMADAN oyunuzu kullanmayınız. Çünkü her THS üyesi sadece 1 KEZ oy kullanabilecektir. Üyemiz oyunu kullanırken, dilerse beğendiği tek bir hikayeyi işaretleyerek sadece bir hikayeye oy verebilecek; dilerse beğendiği tüm hikayeleri işaretleyerek, birden fazla hikaye için oy kullanabilecektir. Ancak üye ister bir hikayeye ister birden çok hikayeye oy versin; tüm bu oylama işlemini BİR DEFADA yapmak zorundadır. Bu nedenle oy kullanılmadan önce tüm hikayeler okunmalı ve oylama anketinde üye tarafından BEĞENİLEN TÜM HİKAYELER işaretlenerek oy kullanılmalıdır. Oy bir kez kullanıldıktan sonra -teknik nedenlerle- bir daha değiştirilemez, silinemez, başka bir hikayeye oy eklenemez vs.

4- Oylamamız 26.Aralık.2007 saat 20:15'de sona erecektir. Bu süre sonunda üyelerimizinden en çok oyu alan hikaye yarışmamızın birincisi olarak ilan edilecektir.

5- Tüm THS üyeleri (yarışmacılar ve forum yöneticileri de dahil) oylamaya katılabilir.

6- Oylama süresince hangi hikayenin kaç oy aldığı gözükmeyecektir. Oylama süresi sonunda ise, her hikayeye verilen tüm oylar, oyu veren üyemizin ismi ile birlikte açıkça görülebilecektir.

7- Bu konu oylama süresince, ilk bir hafta yanıtlara kapalı olacak ve sadece oy kullanılmasına açık olacak, 1 hafta sonra ise oy kullanımı ile birlikte üyelerimizin yanıtlarına ve yorumlarına da açık tutulacaktır. (Bu bölüme sadece yarışan hikayelerle ilgili yorum yazılması ve varsa yarışmaya dair yorumların ise THS Yarışıyor Konusu içine yazılması rica olunur.)

8- Oy kullanmadan önce üyelerimizin tüm hikayeleri okumalarını ve beğendikleri TÜM hikayeleri işaretleyerek oylarını bir defada kullanmalarını tekrar ve önemle rica ediyoruz.
Old 28-11-2007, 18:17   #2
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 1
Gönderim Tarihi : 26.10.2007 / 22.41
Yazar : Rumuz : Zamanaşımı
Başlık : YALAN DÜNYA



(Burada anlatacağım öykü gerçek hayattan alınmış olup,gerçek isimler saklı tutulmuştur.)

Ilık bir bahar günüydü haber geldiğinde.Tuhaf bir sessizlik sarmıştı küçücük köy evinin tek göz odasını.Şöminede çıtır çıtır yanan odunlar bozuyordu o korkunç sessizliği.Oysa gelen haberi aylardır bekliyorlardı ve olumsuz olacak diye “hop hop” atıyordu yürecikleri.

Beklenen haber gelmişti.Ferit Almanya’ya işçi olarak kabul edilmişti.

Bir hafta sonra yolculuk vardı sıladan gurbete.Bir tanecik eşini,daha ana kucağında süt kokan bebesini bırakıp yaban ellere gidecekti bir lokma ekmek parası için.

Oysa ne günler görmüştü…

Memleketinin en zengin adamlarındandı.Malı,mülkü,serveti…her şeyi tastamamdı.Ama hayat öyle zalim bir oyun oynamıştı ki…Bir anda elinde avucunda ne varsa hepsini kaybetmişti.Ayağını kaydırmaya çalışan,servet avcısı ortaklarının hain ve acımasız planlarına kurban etmişti bebesinin geleceğini,gururunu ve sahip olduğu herşeyini.

1960 ların başıydı.Serin bir Ekim ayıydı.Ferit masasında oturmuş ay sonu hesaplarını çıkarıyordu.Faruk bir yığın evrak bıraktı Ferit in masasına. “Abi” dedi. “Almanya’ya otobüs seferi işini bağladım.Biz Nihat’la her şeyi tamamladık.Yalnızca senin imzan kaldı.”

Nihat ile Faruk Ferit’in güvendiği yegane insanlardı.En başta dosttular,çocuklukları beraber geçmiş,aynı sofrada yemek yemiş,beraber işler yapıp bu günlerine gelmişlerdi.Ferit okumadan imzaladı önüne koyulan evrakları.Nerden bilebilirdi ki sonunu hazırlayan imzaları attığını…

Ertesi gün ofise geldiğinde masasında Nihat’ı gördü.Ayağa dahi kalkmamıştı Ferit’i gördüğünde.Nihat haince ve soğuk bir sesle “Abi hisselerini bana devrettin.Artık burada işin yok.” Dedi.Ferit şaşırmıştı.Ne olduğunu dahi anlamasına ve soru sormasına fırsat vermeden kapının önüne atmışlardı Ferit’i .

Telaşla adliyeye doğru yöneldi.Savcıya anlattı düşürüldüğü durumu.Can dostum dediği ancak kendisini arkasından vuran Nihat ve Faruk’tan şikayetçi oldu.Tam 2 yıl uğraştı mahkeme kapılarında.Kimseye derdini anlatamıyordu.Elinde ne bir delil ne de onun haklılığını ortaya koyabilecek bir şahit vardı.Oysa Nihat’la Faruk’un elinde Ferit’in imzasını taşıyan belgeler vardı.Cebindeki son kuruşu da avukat ve mahkeme masraflarına harcadı.Nihayetinde ise kaybedilmiş bir itibar,uçup giden bir servet,sisteme ve düzene lanet eden bir benlikle bitirdi hukuk mücadelesini.

Aylarca beş parasız,işsiz ve sefil bir halde boş boş dolaştı sokaklarda.Eşinin dahi yüzüne bakamıyordu utancından.

Biçare bir halde sokaklarda dolaşırken eski bir dostu ile karşılaştı.Almanya’ya işçi olarak gideceğini söyledi Mehmet.Kalbine bir ışık dolmuştu Ferit’in. “ Neden olmasın” dedi kendi kendine. “ Artık bir yerden başlamalıyım.” Mehmet’le beraber müracaat etmeye karar verdi.Tüm işlemler tamamdı.Ömrünün en kısa ,ömrünün en uzun bekleyişi içinde günleri haftaları ayları saymaya başladı.Ta ki o güne kadar…

Derin sessizliği minik Murat ın ağlayışı dağıttı. “Oldu” dedi Ferit. “Artık her şey çok güzel olacak.” Dedi Ayşe’ye sarılıp.

Bir hafta o kadar çabuk geçmişti ki ne bebesine doyabilmişti ne de gül kokan Ayşe’ sine.Valizini toparlayıp otobüse bindiğinde Ayşe’nin yanağından süzülen yaşları fark etti.Oysa ne kadar güçlüydü Ayşe.Gözü arkada kalmıyordu bile.Koca bir dağ bırakıyordu .Ne sevdaydı onların ki …O koskoca köyün ağasının kızı,kendisiyse bir garip Ferit’ ti.Ne zorluklarla kavuşmuştu Ayşe’sine.Yol boyunca Ayşe’yi ve Murat’ı düşündü.Acaba onları bir daha görebilecek miydi…

Otobüsten indiklerinde onları karşılayanlar hepsini bir araya toplayıp bir apartmana götürdü.Kalacağınız yer diye rutubet,küf kokan odalara doluşturdular.Yer yatakları serilmiş odalar köydeki ahırdan bile daha kötü gelmişti Ferit’e. “Ah Ayşem” dedi. “Sen olsaydın yanımda çiçek kokardı buralar.”O gece dinlendiler arkadaşlarıyla.Memleketin dört bir yanından insanlar göçmüştü ekmek parası için yaban diyara.Her birinin bir hikayesi vardı.Kimi köyde bekleyen sevdalısına kavuşmak için gelmişti kimi hasımlarından kaçmak için … Ferit ise kaybettiği itibarını geri kazanmak için.

İlk günler çok zordu.Yemek yiyemiyor,uyku uyuyamıyor,banyo dahi yapamıyordu.Üstelik işi de çok ağırdı.Kağıt fabrikasına yerleştirmişlerdi Ferit’i.Genç diye de ağır işlere koşuyorlardı.Yine de memnundu hayatından.Alışmıştı düzene.Yavaş yavaş dillerini de öğreniyordu.Her akşam Ayşe’sine mektup yazıyor içine o gün eline ne kadar para geçtiyse koyuyor,özlemini,sevdasını anlatıyordu.

Yıl da sadece 20 gün için evine Murat’ına Ayşe’sine kavuşuyor,daha hasret gideremeden tekrar gurbet ellere dönüyordu.

Çok çalışkandı Ferit.Yemiyor,içmiyor,gezmiyor,yaşamıyordu…Sadece çalışıyor ve para biriktiriyordu.Bu sırada Ferit in iki kızı bir oğlu daha olmuştu.Çocuklarının okumalarını,kendi öyküsünden ders almalarını istiyordu.Sadece Murat’ı okumuştu.Üniversiteyi kazandığını duyduğunda dünyalar onun olmuştu.Bir babaya en güzel hediyeydi bu.Murat’ı öğretmen olacaktı.Daha büyük gayretle çalışmaya başladı.

Sonunda Murat okulu bitirmişti.Çok küçük bir dağ köyünde ahırdan bozma bir okula tayini çıkmıştı.Çok zor şartlarda çalışıyordu.Ne yapıp edip Murat’ını ordan kurtarmalıydı.Eski dostlarından yardım istedi ve oğlunu Ankara’ya getirtti.Murat evlenme çağı gelmiş çok yakışıklı bir delikanlı olmuştu.Bir kıza sevdalıydı Muratcık .Kız da öğretmendi,Ankara’lıydı üstelik.Ferit işinden bir hafta izin alıp nişanlarını yaptı Ankara’da .Ama düğünlerini bile göremedi çocuklarının.

Murat memleketine tayinini aldırmış ve orada çalışmaya başlamıştı.Bir gün babası ona telefon açıp “Murat’ım biraz birikmiş param var.Bunu sana yollayacağım.Sen de ordan bir arsa alacaksın.Üzerine bir han inşa ettireceksin.Ferit Kara geri dönecek.” Dedi.

Murat hiç beklemeden şehir merkezinde 650 m2 lik bir arsa buldu.Pazarlığa oturdu mal sahipleriyle.Babasını aradı ve verdiği görevi tamamladığını,dilediği zaman inşaata başlayabileceğini söyledi.

Artık Ferit daha güçlü bakıyordu hayata.Evlatlarına bırakabileceği bir parçada olsa toprağı vardı.Ölse dahi gözü arkada kalmayacaktı artık.

Murat inşaat işlerine başlamıştı.Temel kazılsın diye makinaları getirdiğinde arazide bir adam gördü.Oldukça şık giyimli,fötr şapkalı,yaşı geçkin ancak asil görünüşlü biriydi.

Murat “ Birini mi arıyorsunuz amca” dedi.Yaşlı adam Murat’a döndü ve “Burası kimin?” diye sordu.Murat göğsünü kabartan bir gururla “Benim” diye cevap verdi.Yaşlı adam tekrar arsaya dönüp dalgın dalgın baktı toprağa.Sonra Murat’a dönüp asla unutmayacağı şu sözleri söyledi:

Mal sahibi,Mülk sahibi…
Hani bunun ilk sahibi?

Murat şaşırmıştı bu sözler karşısında. “Kurt Dayı derler birininmiş.Ama ben kendisini hiç tanımadım.Çocuklarından aldım burayı.” Dedi .

Kurt Dayı’nın ta kendisiydi bunu soran.Kendisi de zenginlikten sefalete düşmüş ,giden servetinin ardından son kez bakmaya gelmişti.Murat’a son bir kez dönüp:

Mal da yalan,mülk de yalan.
Var biraz da sen oyalan…

Deyip ve arkasını dönüp uzaklaştı.

Han kurulmuş,işyerleri kiraya verilmişti.Ferit eski gücüne kavuşmuş yitirdiğinin az da olsa bir parçasını geri kazanmıştı.

O gece daha bir acı çaldı telefon.Arayan Ferit in arkadaşıydı. “Murat biz Ferit’le yarın dönüyoruz,haberiniz olsun,evde olun.” Dedi.Evde bir neşe bir sevinçtir alıp gitmişti.Çocuklarının babası,torunlarının dedesi,Ayşe’sinin bitmeyen sevdası geliyordu.Yarın hiç olmayacak kadar uzundu.

Kapı çalınıp herkes pencereye koştuğunda evin önünde yalnızca bir tabut vardı.

Ferit 64 yaşına geldiğinde kanser teşhisi ile tedavi gördüğü Almanya’da ki bir hastanede yanında kimsesi olmadan,yola çıktığı gibi yalnız sonlandırmıştı hayatını.Ne güzel bir gün görmüş ne çocuklarına ne de büyük sevdası Ayşe’sine doyabilmişti.

Çocuklarına en büyük mirasını bırakmıştı.HİKAYESİNİ...Torunlarının bile dilinden düşürmeyeceği,onu ölse de gururla anacakları azmini.

Murat babasının tabutuna acıyla sarılırken Kurt Dayı’nın sözlerini hatırladı:

Mal sahibi Mülk sahibi!
Hani bunun ilk sahibi…
Mal da yalan Mülk de yalan!
Var biraz da sen oyalan…
Old 28-11-2007, 18:18   #3
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 2
Gönderim Tarihi : 27.10.2007 / 01.57

Yazar : Rumuz: seroquel
Başlık : Gel pisi pisikoz


1987 mayısının 23. gününün ikindisinde gördü güneşle özgürlüğün parlak dansını uzun zaman sonra.

Doğduğu toprakların,1949’dan şimdiye dek tıkılı olduğu bu karanlık alanda geçen yüzyıllarında suçu çoktu, bir hayli kabarıktı dosyası.

Babası Korsika'nın korse takmış beyinli ailelerinden, annesi Grenoble'ın gerzek ailelerinden, kendisi de bu iki insan yavrusunun testis ve overlerinden gelmiş biriydi. Doğduğu toprak, insanlarına korku hikayeleri, sonu vahşetle biten peri masalları, cin öyküleri anlatırdı geceleri. Batıl olmayan hiç bir ruh dolaşamazdı gündüz güneşin, gece ay ışığının altında. Hermafroditlerin cadı diye yakılmaya kalkıldığı ilk barbar Avrupa toplumları oralardaydı. Güney ve Doğu Fransa'nın arasında uyuyan her gece ağlayan tatlı-korkulu bir bebekti Grenoble.

İşte böyle bir yerde attı annesi onu rahminden aşağı 1924'te tutundu göbek kordonuna yere çakılmamak için Bay Marquens.

Otuz sekiz senelik bir hapis hayatı yüzyıllar süren. Okunmuş onca kitap, edinilmiş o kadar bilgi koğuşunda büyüttüğü. Gene de hazırdı hayatını yaşamaya. Hapishane duvarlarının, eğer arabaya binseydi ve eğer dikiz aynasına baksaydı gitgide küçüldüğünü görürdü. Çünkü artık dışarıdaydı ve bir sıçan kadar özgürdü bu büyük kanalizasyonda. Ama küçülmedi yüksek duvarlar. Arabaya binmedi. Elinde valizi ve bir de kovboy şapkasıyla sadece yürüdü, uzaklaştı oradan. Yıllarca dolabında sakladığı Teksas’tan dayısının aldığı şapkasını, bir gün buradan ölmeden kurtulursa, kafasına takıp arkasına bakmadan gidecekti oradan. Ve ölmedi de. O ölmedikçe hayalleri dirildi, büyüdü. Ne koğuşuna ne de Fransa'ya sığdılar.

4 kadın. 4 aşk. 4 cenaze. İşte bunlar sayesinde hayalleri oldu onlardan olma ve işte bunlar yüzünden kalktı, yüzünü yıkadı,kitap okudu ve yattı içerde o kadar yıl.

Bay Marquens doğduğu iklimin yok edici etkisini hiçbir kitapla, hiç bir modernizm akımıyla tam olarak atamadı. Çelişkiler, iç-hesaplaşmalar, acılar.. Onlar hep içinde, DNA'sının kodlarında bir yerlerde gizemini korudu.

Her kelimede, her araba plakasında, rakamlarda, harflerde kısaca her yazıt ve olayda bir işaret arardı hayatı boyunca.

Bir keresinde mahkum numarasının rakamlarının çarpımı aynı olan diğer bir mahkum aramaya karar verdi. Yedi senede. Buldu ve kendini çok yakın hissettiği o insana anlattı her şeyini. Arkadaşı bir Türk’tü ve Türklerin her şeyini öğrendi. Azımsanmayacak kadar da Türkçe. Aynı renk çoraplardan hoşlandıklarını öğrendiğinde anlamsız bir yakınlık hissetti ona. Ve sonra kendi mahkum numarasını arkadaşının isminin harf sayısıyla çarpıp, hapishanenin çıkış kapısında kırmızı boyayla yazılan üç haneli numaraya böldüğünde, çıkan rakam kadar gün sonra öldürüldü arkadaşı ve ambulansa bindirilip çıkarıldığını izledi koğuşun tek penceresinden. Çıktı ambulans çıkış kapısından. Bu hesapların hepsi olaylar olmadan yapılmıştı komplo gecelerde gözyaşlarıyla. Arkadaşlıkları, sadece binanın doğu cephesindeki pencere sayısının karesi kadar gün sürdü.

Bu kadınlarla yaşadığı her birliktelik, her hata, yenilen her yemek, her arayış, her cenaze büyük benzerlikler gösteriyordu.

İlk aşkı (zannettiği) Orelye Tunuslu’ydu. Çok sevdiler birbirlerini. Çok güzel 2.5 ay geçirdiler. Fakat bir şeyler eksikti. Aralarında ne mucizeler, ne büyük rastlantılar, ne telepati. Hiç bir zaman kitaplara yazılabilecek türden mucizeler yaşayamadılar. Bay Marquens için en önemli şeyler kaç aydır gelişmiyordu.

Bir gün bir yerde buluşup bir şeyler yemek için telefonda konuşuyorlardı. Ama buluşacakları, yemek yiyecekleri yeri söylemedi Bay Aşk. Eğer gerçekten aşk vardıysa aralarında, çok rahat bulabilirlerdi hisleriyle birbirlerini. Kadın bir anlam veremedi.
O gün kimsenin pankreası lipaz yada amilaz salgılamadı. Artık Orelye sevdiği adamın bir kaçık olduğunu düşünmeye başladı. Küfürler yağdırdı, saygı sınırını alkolsüz geçiyordu Tunuslu güzel kız.
Bay Marquens için Orelye bir hırsızdı artık. 2.5 ayını aşkı tanımadan çalan adi bir hırsız. Kendisine, aşk kavramına küfürler yağdıran bu kadın doğranmalıydı artık erişte gibi. Ve doğrandı. 20 yaşında bir katilin yapması gerekeni yaptı, erişteyi SEN nehrinin sessiz kıyılarından suya attı ve kimse anlamadan hayatına devam etti, saklandı profesyonelce.

İkinci sevgilisi Hırvat Mudjman, üçüncüsü Sicilyalı Reponnae ve son olarak İsviçreli Alexa. Hepsinin vücudu lime lime edildi, aynı suya atıldı. Çünkü aynı şeyler yaşandı. Sadece edilen küfürler biraz farklıydı coğrafyalarına sadakatinden.

Alexa'nın cinayeti Fransız polisi için beklenen fırsattı ve genç hiç bir seri katil hatasız oynayamazdı bu yeni öğrendiği zor oyunu. Enselendi Bay Aşk.

Kendini farelerin bile konfor bulamadığı karanlık cehennemde buldu. Kapkara ateşlerin yandığı cehennemde. Hapiste. 25 yaşında.

Ranzasında yıllarca geçmişinin sayfalarına göz gezdirdi, düşündü, teoriler üretti ve bir gün bütün çizdiği kağıtlar, bütün şekiller, ikonlar bir araya gelip bir şeyler söylediler O’na. 4 kadının isimlerinin baş harflerinin beyninin konseyinde toplandığı bir gece öyle bir sırayla oturdular ki koltuklarına, işte hepsinin acısının çıkacağı, gerçek aşkı bulabileceği yer kendine fısıldandı, çizildi haritaya. Sadece öldürdüğü sevgililerinin baş harfleri değildi mucize. Onların doğduğu ülkelerinin haritada ve dünyadaki kesim noktası, tam ortasıydı orası ve orda doğacaktı gerçek aşk. Venüs’e verilen kurbanlar adına! Venüs’ün verdiği hediye.. ROMA'ydı burası!

Asıl aşkı hapishaneden çıktıktan sonra Roma'da bulacağını çok iyi biliyordu, buna inanıyordu.

1987 mayıs 23 ünde Türk arkadaşının bahsettiği Paris'teki amcasının araba galerisine gitti. Bir araba aldı. Türk arabası gibi döşeliydi her yeri. LPG' si bile vardı. Tahsin'in amcası LPG’ yi anlattı tüp gazlarını işleme mekanizmasını. Dinlemiyordu ki. Bay Marquens “Love Plays Guitar” şarkısını söylüyordu LPG’ nin yazısını gördüğünden beri.
Fransa’dan İtalya’ya uçakla gitmedi. Gerçek aşk toprağa basmazdı ayaklarını fakat hep topraktan gelirdi ve yükselirdi..

Roma’da bir restorana girdi ilk önce. Yöresel bir şeyler istedi. Aç değildi. Kuru üzümden yapılan sirke, peynirle dans ediyordu, gerçek aşkı yaşıyorlardı. Balsemik ve Mozarella. Bir Fransızca şarkı söyledi bu sefer içinden ana dilde. Aşka saygısı sonsuzdu. Yemeğine dokunmadı. Hesabı ödedi kalktı gitti.

Roma’ya yerleşti. Kesme ve biçmedeki hünerlerini berber dükkanında gösterdi. Artık bir dükkanı vardı. Eğer doktor olsaydı kesinlikle bir cerrah olurdu Bay Marquens. Dükkanın kocaman camına koca harflerle “ROMA” yazdı,altına da normal boyutlarda “Berber”.

Bir hafta sonu bir kadına rastladı bir metroda. Kadının kafası metrodaki saati kapatmıştı. Öğrenemedi o an saatin kaç olduğunu. Kadın bir adım atınca öne doğru 6.12 saçlarının içinden fırladı. Gene akşama doğruydu. Diğer gün dükkanda saatine baktı 6.11 di. Kadın bir dakika sonra geçti oradan. Dışarı çıktı, arkasından baktı kadına. Bir İtalya milli takım formasının t-shirte uyarlanmış formuydu üstündeki kadının ve sırt numarası 6 idi. Hemen bir spor mağazasına gitti ve aynı t-shirtten istedi. Görevli kıza herhangi bir numara getirmesini istedi bedenini söyledi ve kız getirdi. Haklı çıktı. Sırt numarası 12 idi.

Aşkın saati 6 şar ve 12 şer defa gongladı o gün.

Evini takip ederek öğrendiği kadının yanına gitti sabah 6.12 de. Altıncı kata çıktı. 12 numaralı kapıya 6 defa vurdu parmak eklemleriyle. Her şeyi anlattı. Kadın uyku sersemiydi, afalladı.Bay Marquens konuştukça korku hiddetlendi 6 numaranın. Panik bir atak, şizofreni, paranoya.. Her hastalık vardı zaten kadında. O da bir ruh hastasıydı.

Bay Marquens bir öğlen kadının dükkana girdiğini gördü. Kalbinin damarlarına dua etti çok güçlü olmaları için. Çünkü yerinden fırlayıp aynaya yapışabilirdi kalbi. Zahiri bir kan gölü. İşte böyle hissetti hayatında ilk defa yaşlı Marqou.

Kadın çantasına koydu sağ elini. İçinden bir silah çıkardı.

-Benden ne istiyorsun? dedi.

Ve cevabı beklemeden gönderdi ölüm dolu elementleri. Şarjör boşaldı,silah hafifledi.

Cevabı, Bay Marquens kadının beyninde vermişti şizofreni kodlarla. Ama cevap vermemişti.

Kadın aceleyle çıktı dükkandan, kalabalığa karıştı. Yere yıkılan yaşlı bunak gözlerinin kararmaya başladığını, titremeye, ölmeye başladığının bilincinin yanında dükkanın ismi Marqo'nun Morgu olabilir mi şimdi diye geçirdi.

Birden dükkanın camında yazan ROMA yazısı dikkatini çekti son saniyelerinde. Dışardan geçen insanların ROMA okuduğunu, Bay Marquens içerden okudu soldan sağa Türkçe’de de ROMA olan yazıyı İtalya'da, Fransızca olarak.

Son enerjisini gülümsemesine yardımcı kaslara verdi.içinden “BİLİYORDUM” diye geçirdi ve gözlerini yumdu..
Old 28-11-2007, 18:19   #4
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 3
Gönderim Tarihi : 31.10.2007 / 23:58
Yazar : Ahmet Turan
Başlık : Telgraf!


Abidin, yemeğini yemiş, televizyon karşısına geçmişti. Çayının ikinci yudumunu almıştı ki “bir teselli ver” melodili telefonu aheste aheste çaldı.
—İyi akşamlar Abidin!
—İyi akşamlar amca, nasılsın?
—Sana küstüm Abidin,
—Neden amca?
—Düğüne gelmedin hadi neyse ama bir telgrafta mı çekemezdin? Oysa senin üzerinde o kadar hakkım vardı!
—Nasıl olur amca ben telgraf çektim, gözünüz aydın olsun dedim.
—Yol uzun ondan mı gelmedi Abidin? Bırak kafa bulmayı, biz düğünü yapalı üç ay oldu.
—Amca ben telgraf çektim, yemin ederim inan bana.
—İyi neyse hadi selam söyle çocuklara da görüşürüz.

Telefon kapanmıştı.
Abidin biraz şaşkın, biraz üzgün.

Sabah saat 9.00 da Abidin, PTT ‘de.
—Memure hanım ben üç ay önce Almanya’ya telgraf çektim ulaşmamış.
—Acele etmeyin beyefendi ulaşır.
—Hasbinallah.
—Efendim.
—Efendiniz hangi odada?
—Müdür muavini karşı odada?

— Muavin bey! Bir maruzatım olacak?
—Evet!
— Ben üç ay önce Almanya’ya telgraf çektim ulaşmamış.
—Almanya PTT si iyi çalışmıyor ne yazık ki ondandır.
—Hiç sanmıyorum muavin bey bence hata sizdedir.
—Kardeşim sen bizim PTT yi küçük mü görüyorsun? Yani sen Devletin PTT sinin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif ederken elin gâvuru Alman PTT sini mi övüyorsun. Bu ne gâvur hayranlığı kardeşim. Tabi AB diye diye bu hale soktular sizi.
—Muavin bey telgrafımın akıbetini merak ediyorum.
—Git kardeşim Müdür beye ilet derdini.

—Müdür bey! Bir maruzatım vardı.
—Hmmm, nedir?
— Ben üç ay önce Almanya’ya telgraf çektim ulaşmamış.
—Eeee,
—Akıbetini öğrenmek istiyorum.
—Dilekçeyle başvurun. Dilekçesiz işlem yapmıyoruz.
—Ben bu ülkede yaşıyorum müdürüm, bilirim tabi, buyurun dilekçem hazır.
Müdür hoşnutsuz bir yüz ifadesi ile çattık belaya bakışı atarak, dilekçeyi gönülsüzce havale etti.
—Kalem odasına götürün.
Abidin bekliyordu.
Müdür:
—Neden bekliyorsunuz?
—Müdürüm, benim bu dilekçeyi sakın ola işlemsiz bırakıyım, sumen altı yapıyım demeyin. Sizi uyarıyorum. Ben hemen her gün dilekçemin akıbetini sorarım. Bıkar diye de sakın düşünmeyin her gün sizi izliyor olacağım.
Deyerek oradan ayrıldı.

Müdür iki elini yanlarına açarak, ya sabır çekti. Ama hiç ihtimal de vermiyordu. Çok görmüştü böylelerini. Bıkardı nasılsa.

PTT, Abidin’in iş yerine giden yolun üzerindeydi. Hep önünden geçerdi. Bu nedenle de her sabah PTT ye uğruyor müdüre selam veriyor, dilekçenin akıbetini soruyordu. Abidin müdüre, kendisinin ast düzey de bir memur olduğunu, bürokrasinin kendisini yıldırdığını daha tarihin yazmadığını tekrar ediyordu her gelişinde. Müdür artık sabah akşam uğrayan Abidin’e inanmıştı. Bir sabah uğradığında müdür;
—Müjde Abidin Bey, bakanlıktan müfettiş geldi. Sizin şikâyetiniz üzerinde çalışıyor.

Abidin hemen müfettişin yanına giderek, kendisini tanıttı. Müfettişle bir süre sohbet ettiler. O günden sonra da yaklaşık bir ay süreyle her sabah müfettişin yanına uğrayıp sabah çayını içti. Müfettiş harıl harıl çalışıyor ancak bir türlü telgrafın akıbetini bulamıyordu.
Bir ayın sonunda müfettiş Abidin’e araştırmasının bittiğini ve bir sonuç alamadığını bu nedenle Ulaştırma bakanlığına durumu yazdığını bir kez de başkentten araştırılacağını belirterek vedalaştı. Abidin müfettişe veda ederken;
—Müfettiş bey, Almanya PTT sine telgraf gitseydi kesin yerine ulaşırdı. Sorun bizim PTT de dedi.
Müfettiş bey dudağını bükerek ayrıldı.

Aradan tam üç ay daha geçti. Ama Abidin, her sabah mesaiye giderken ve hatta bazen akşam mesaiden dönerken müdüre uğrayıp, telgrafın akıbetini soruyordu. Müdüre artık gına gelmiş, nerdeyse bu adamın suratını görmemek için tayin isteyeceğim diyordu.

Müdür, bunları düşünürken, Başkentten beklenen cevap geldi.
“Sayın Abidin’in çektiği telgraf, uluslar arası olduğu için çekilen birimden merkeze gelmiş, ancak merkezden yurtdışına çekilmesi sehven ika olunmamıştır. PTT tüzüğünün 78/9b maddesi uyarınca ilgiliye telgraf çekme ücretinin derhal iadesi için gereği rica olunur.”

Abidin’in “bir teselli ver” melodisi çalan cep telefonu dertli dertli çaldı.
—Abidin bey, ben PTT müdürü Sami, dilekçenize cevap geldi. Telgrafınızı merkez Almanya’ya göndermeyi ihmal etmiş. Bir zahmet veznemize uğrayarak telgraf bedelini iade alabilirsiniz.
Abidin:
—Müdür bey, ben zaten size demiştim, kusur kesin sizdedir diye. Öte yandan, telgrafın bedelini almak için de PTT ye gelemem. O kadar yolu geleceğim, parayı alacağım, nasıl olur bu? Böyle bir hizmet anlayışını kabul etmiyorum.
—İyi ama her gün gelirdiniz önceden,
—Dün dündür bu gün bugün müdürüm. Parayı konutta ödemeli göndermeniz gerekir. Aksi halde hukuksal yollara başvuracağımdan emin olabilirsiniz. Ayrıca zaten parayı ihtirazi kayıtla alacağım, maddi ve manevi tazminat haklarımı da saklı tutacağım!
Müdür bitkin bir ses tonuyla,
—Pekâlâ, evinize göndereceğim parayı, hoşçakalın.

Abidin, bir zaferi daha kazanmış komutan edasıyla pis pis sırıtarak telefonu kapattı.
Old 28-11-2007, 18:19   #5
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 4
Gönderim Tarihi : 12.11.2007 / 11:13
Yazar : Rumuz : Sagalassos
Başlık : Kara Papaz


Hücre, soğuk ve sessiz. Rutubetten çürümüş taş duvarların arasında çıyanlar geziniyor. Taşların arasındaki boşluklara, karanlık deliklere girip kayboluyorlar.

Buraya yaka paça getirildi Stefanos. Karnı aç, giyitleri soğuktan korumuyor, dişleri birbirine vuruyor. Burada ömür tüketirken hastalanacak, ölüp gidecek... Oturacak bir iskemle bile yok. Yere otursa, kıçı nem yüklü taşlara yapışıp kalır, bir daha da ayağa kalkıp yürüyemez. Yürüse de hayır etmez. Bacakları, ayakları, kalçaları sekteye uğrar, inme iner, hemen oracıkta can verir.

Az ötede paslı, teneke bir kap duruyor. İçi bokla sıvanmış; sidik kokusu, *** kokusu midesini ayaklandırıp isyan ettiriyor. Belli ki tuvalet kabı bu, çaresiz burada görecek işini.

Çekmeyen bilmez yedi tepeli kentin kara kışını, amansız bir ayazı vardır. Stefanos’un bacakları romatizmalı. Soğuk ve rutubet bastırınca ağrısından sızısından duramaz oluyor. Yere otursa da, yatsa da kâr etmiyor, ille de sıcak tutacak bacaklarını. Sıcak banyo iyi gelir, battaniyelere sarınmak, ateşin başında oturmak…

Küçük kilisesinden bu sabah alındı Stefanos. Suçu ne, bilmiyor. Düşünüyor düşünüyor, bulamıyor. Bogomil olmakla mı suçlanacak o da papaz dostu Nikeforos gibi? Onu da soğuk bir şafak vakti alıp götürmemişler miydi? Yerler kırağı kaplıydı, uzaktan Aya Sofya Kilisesi’nin silueti gözüküyordu… O uğursuz günden sonra bir daha haber alamadı Nikeforos’tan.

Kara Papaz, hücresinde dönüp duruyor. Manastırda geçen gençlik yıllarında, yaralı bir karga yavrusu bulmuştu. Kargayı sağaltıp, onunla dostluk kurmuştu. Beslediği karga yüzünden Kara Papaz dediler ona, öyle kaldı adı.

Gözleri karanlığa alıştı. Biraz ötede duran teneke kaba doğru yürüdü, içindeki suya baktı. Suda titreşen çıyan ölülerini gördü. Tiksindi, kaptan uzaklaşıp öteye yürüdü. Yere çömeldi. Olacak gibi değil, bacakları nasıl da ağrıyor. Dayanamadı, yere oturdu. Taşların dondurucu soğuğu romatizma ağrısından bile beterdi. Kalçası buz kesiyor, ağrıları azıttıkça azıtıyordu. En iyisi ayağa kalkmak, şöyle birkaç adım atıp hücreyi arşınlamak. İleri geri, ileri geri…

Zaman geçmiyor. Tavanın altındaki küçük pencereden sızan ışık öyle solgun ki, zamanı kestiremiyor. Hücreyi adımlamaktan yorulmaya başladı. Teneke kabın yanına gidip, içindeki suyu çıyanlarla birlikte yere boşalttı. Ters çevirdi, üzerine oturdu.
Burnu tıka basa sümükle dolu. Sümükler aktıkça akıyor, uzadıkça uzuyor. Ağzına yüzüne bulaşıyor, sıvanıp kalıyor. Soğuk yüzünden bunlar, hep soğuk yüzünden, diyor içinden. Eliyle alıp taşlara siliyor sümüğünü.

Ayağa kalkıp yürüyor, hücrenin içinde dolaşıyor. Isınması gerek, oturunca üşüyor, hareketsiz kalmak iyi değil, diyor. Daha hızlı adımlaması gerek hücreyi, nemli deniz havası iliklerine işliyor. Hastalanacak, ateşi çıkacak… O zaman kaderine terk edilir, soğuk taşların üzerine uzanır, öylece yatar, ölümü bekler, Tanrı’ya dua eder. Bildiği bütün duaları okur. İyi ki okuma yazması var, kutsal kitaptan ezberlediği yerleri tekrarlar, Tanrı’yla konuşur, cennete girebilmek için yalvarır, ama hiç pazarlık yapmaz, çünkü çömezken öğrendi Tanrı’yla pazarlık yapılmayacağını. İğrenç bir davranış bu, büyük bir günah, bir tüccar değil o, bir din adamı. Tanrı’ya hep hizmet etti bugüne kadar. Günahtan uzak durmaya çalıştı. Şehvetten, paradan, oburluktan, dünyevi hazların her türlüsünden kaçındı. Yaşadığı sürece günahtan sakınmaya devam edecek, gerçek bir Hıristiyan olarak ölecek, bu kararından hiç kimse döndüremez onu.

Manastırda oruç tuttu, bahçede çalıştı. Zehirli bitkilerle şifalı olanları birbirinden ayırmayı, şarap yapımını, domuzları kesip içlerini boşaltmayı, derilerini yüzüp tuzlamayı öğrendi. Sonunda iradesi daha da kuvvetlendi. Öyle ki, artık kimse bükemez bu güçlü iradeyi.
Duvarlar konuşuyor. Kötücül bakışlarla onu izliyor duvarlar, hissediyor bunu. Kara Papaaaz, Kara Papaaaz, diye sesleniyorlar ona. Kara Papaz olmaktan hiçbir zaman gocunmadı. Manastırda yaşarken, öbür rahipler karga sesi çıkararak onunla alay ettikleri zaman bile umursamadı bunu. Bir kötülük yok bunda, önemli olan hizmet etmektir, diyor. O hep hizmet etti, herkes kendini Tanrı’ya böyle büyük bir inançla adayamaz, olsun o adadı. Başkaları ona eşlik etmiyor, onu kurtuluşa ulaştırmıyor, büyütmüyor, kısır döngülere sevk ediyor, orada döneniyor Kara Papaz, akıntıyla birlikte sürükleniyor, karşı koyamıyor, mücadele etmek istediğinde kolları itaat etmiyor, küreklere asılamıyor, tutunamıyor, kayalar, ağaçlar geçiyor, kıyıdan uzaklaşıp açıklara sürükleniyor, nehir denize dönüşüyor, nereye gittiğini bilmez oluyor, yazgısını kontrol edemiyor, Tanrı’dan uzaklaşıyor… Oysa Tanrı’nın inayetiyle başardı her şeyi, geçmişini bir çırpıda silip atamaz. Yapacak çok iş var daha. Bogomilleri dize getirdiğinde, aptallardan mürekkep mahkeme heyeti de özür dileyecek ondan. Bağışlayın, diyerek önünde saygıyla eğilecekler. İmparator bile duyacak hizmetlerini, kimmiş bu büyük bilge, biz de görelim, düşüncelerinden ve hizmetlerinden faydalanalım, diyecek, huzuruna çağıracak, gidecek, imparator onu sarayın bahçesinde karşılayacak, onuruna büyük bir ziyafet verecek, herkes görecek Stefanos’u. Onu tanımayan, duymayan, bilmeyen kalmayacak. Sevecekler, baş tacı edecekler, aziz mertebesine yükseltilecek, adına nice kiliseler inşa edilecek, hiç unutulmayacak, Ortodoks kilisesinin en büyük azizi olacak…

Kara Papaz düşlerinden sıyrılıyor, soğuğun tokadıyla acınası bir hale düşmüş. Teneke kabın üzerine oturup kıvrılıyor, dizlerini karnına çekiyor, bacaklarını göğsü ve kollarıyla sarıyor. Böylece biraz olsun ısınıp ağrılarını azaltmayı umuyor. Ağzını dizlerine yaklaştırıyor, sıcak nefesinden sızılı dizleri de faydalansın istiyor. Her nefes alıp verişte bir sıcaklık yayılıyor dizlerine. Hücrenin ortasında bir ateş yansın istiyor, üzerine yünlü bir cüppe verilsin, kat kat battaniyeler örtülsün…

Sabahları şafakla birlikte uyanır Kara Papaz. Güneşi üzerine doğdurmamakla övünür. Günün büyük bölümünü tapınçla geçirir. Kalan zamanında günlük işlerini görür. Manastırdaki gençlik yıllarında sabahları buğday bulamacı yerdi. Akşamları sofrası daha da şenlenirdi. Şarap, balık, beyaz ekmek, şalgam, nohut, mercimek, tuzlanmış domuz etiyle doyururdu karnını. Manastırdan ayrıldıktan sonra, sofrası gibi porsiyonları da yoksullaştı.

Ona bugün yiyecek getiren olmadı. Belki midesi delininceye kadar ağzına bir şey koyamayacak, delindikten sonra istese de koyamaz. Tıpkı, çocukken gördüğü sarı köpek yavrusu gibi açlık yüzünden ölüp gidecek. Köpeğin bir deri bir kemik kalmış sıska bedenini, sakallı çenesini, küçük kara gözlerini tüm canlılığıyla anımsıyor. Yaz sıcağında bir tarlaya çökmüştü. Açlıktan titriyordu. Ölümün ağırlığını taşıyan yorgun gözlerini yere dikmişti. Işıl ışıl yanan yeşil renkli *** sinekleri, besili karasinekler, köpeğin nemli burnuna, çapaklı gözlerine konuyor, onu rahat bir ölümden yoksun bırakıyorlardı. Köpeğin, bu sinekleri kovalayacak gücü yoktu.
Kara Papazın içinde, köpeğe karşı en ufak bir acıma duygusu uyanmamıştı o zaman. Keşke içi cız edip yüreği merhametle dolsaymış, keşke karga yavrusu gibi onu da iyi etmenin yollarını arasaymış.

Kapıyı çalıyor, bekleyip kulak kabartıyor. En ufak bir ses yok. Daha güçlü çalıyor bu kez. Gene ses yok. Yumrukluyor, tekmeliyor. Avazı çıktığı kadar bağırıyor boş yere.

Karanlık duvar köşesine doğru yürüyor. Pencereden sızan ışık da, denizin nemini taşıyan rüzgâr da ulaşamıyor buraya. Yere çömelip bekliyor. Başını ellerinin arasına alıyor, adamın boku donar bu soğukta, diye düşünüyor. Dönüp tenekeye oturuyor, başını dizlerine yaslayıp gözlerini kapatıyor, iyice büzülüyor.

Kadınların, şeytanın arabacısı olduğunu öğrendi gençliğinde. Ben de Tanrı’nın arabacısıyım, diyor. Kilisesine ne zaman yalnız bir kadın gelse, ona kuşkuyla bakıyor. Belki de aranıyor, beni ayartmaya çalışacak, diye düşünüyor. Ama şeytanın tuzağına düşmemeye kararlı. Madem şeytan ona elçisini yolladı, o da elçiyi ayartmaya, ruhunu şeytanın elinden çekip almaya çalışacak. Böyle yaparsa biliyor en büyük hediyeyi alacağını. Verirmiş gibi yaparken alanlardan değil o, o yalnızca verir, almaz, buna yeminli çünkü. Ölümü en büyük hediye olacak ona. Cennetin kapıları aralanacak, Tanrısal ışığın aydınlattığı yollarda yürüyecek, bir dere kıyısında durup nurla yunacak, tüm bedeni tatlı bir arınmışlıkla dolacak.
Yaşam ışıktır, sözlerden sıyrılıp ruhlarımızda ışıldar, demişti son vaazında. Oysa sözler birer yanılsamaydı, bir çalgıcının tatlı nağmeleriydi sözler. O, Tanrı’ya olan bağlılığını akıldan çok, ruhunun derinliklerinden alıyordu. Duyguları çokluk dile gelmiyor, dile gelip söze döküldüğündeyse anlamını yitiriyordu. Söz, duygular karşısında güdük ve çaresizdi.

Gençliğinde, iyi bir vaiz olabilmek için çok çalıştı. Bir yandan sözlere karşı bir küçümseme, bir tepeden bakma duygusu yer etti içinde, bir yandan da Aya Yorgos gibi ikna yeteneğini geliştirmeye çalıştı. O zaman anladı, söz ustasının elinde ne güçlü, ne tehlikeli bir silâh bulunduğunu. Korktu, bu gücü hiçbir zaman kötüye kullanmayacağına yemin etti. Bugüne kadar da yemininden dönmedi.

Deri pabuçlarının uçlarını zemindeki taşlara sürtüyor. Taşların arasına sıkışıp kalmış nemli toprağı dışarı çıkarmaya uğraşıyor. Bu yaptığı çocukluk günlerindeki oyunlara benziyor. Akşam duasını beklerken avluda tek başına oturup yere şekiller çizerdi. Kimi zaman başrahibin piramit gibi göğü delen koca burnunu, kimi zaman da Aya Yorgos'un nurlu yüzünü.

Kara Papaz, Aya Sofya Kilisesi’ni görür düşlerinde, sonra Aya Sofya kendi kilisesine dönüşür. Küçülür, ama bazen tasavvuru güç bir biçimde daha da büyür. Sırtını bir yamaca yaslamıştır, sürekli kıpırdanır. İkonalardaki azizlerin gözlerinden kanlı yaşlar boşanır. Uyanmak ister, uyanamaz, uyanmak istedikçe uykusu daha da derinleşir.

Düşünde gene kilisesini görüyor Kara Papaz. İri pençeli, kıvrık gagalı bir kuşun havayı döven kanatları, bıçak gibi kesiyor yarıgeceyi. Kara giyitlere bürünmüş bir kafilenin başında, kilisesinden içeri giriyor gümüş gözlü patrik. Çift kanatlı kapılar, açılıp kapandıkça paslı gıcırtılar yayıyor etrafa.

Başını kaldırıp bakıyor, bunun bir düş olup olmadığını anlamaya çalışıyor. Kapının üzerindeki gözetleme penceresi açılıyor, yarım parmak aralıkta bir çift göz beliriyor. Gözlere deriden bir perde iniyor, sonra perde indiği gibi kalkıyor. Gene aynı çıplak gözler çıkıyor meydana. Göz göze geliyorlar. Stefanos olduğu yerde donup kalıyor, ağzını açacak oluyor, açamıyor. Boğazından anlamsız, boğuk hırıltılar çıkıyor. Ne kadar çabalarsa çabalasın konuşamıyor, karşısında açılıp kapanan çıplak gözlere odaklanmış, saplantılı bir bakışla öylece bakıyor.

“Bir yanlışlık olmuş Stefanos Niketas, aradığımız sen değilmişsin. Biraz daha dayan” diyor adam.

Sonra geldiği gibi gidiyor.

Stefanos kulaklarına inanamıyor. Tepeden tırnağa sevince, tepeden tırnağa mutluluğa kesiliyor. Çektiği onca ıstırabı, onca sıkıntıyı unutuyor. Yüzünü pencereye dönüp diz çöküyor.

Mayıs 2005 Kıbrıs
Old 28-11-2007, 18:20   #6
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 5
Gönderim Tarihi : 19.11.2007 / 16:55
Yazar : Hayyam
Başlık :
TEHİRİ HAYAT TALEPLİDİR


Daha vakit vardı gideceği yere..ama sanki geç kalmıştı ve adımlarını gayrı ihtiyari hızlı attığını fark etti. Durdu! Az önce yağan yağmurun ıslattığı o büyük caddeye baktı. Hep telaşlı görmeye alıştığı o cadde ne kadar da sessizdi. Ah o içindeki derin boşluk!! Uzun süredir bir sıfat bulamadığı o derin boşluk!! Bugün de yanında, içindeydi işte.

Daha vakit vardı..adımlarını yavaşlatıp, düşünmeden ilk gördüğü sokağa saptı..Kalabalığından arınmış sokak ilk anda ne kadar da yabancı görünüyordu gözüne. “yabancı..ne demekti yabancı-yabancılık..Yabancılık hiçbirşeyin ‘bir şey’ hatırlatmamasıydı sanırım. Herhangi bir şeyin ‘hiçbirşey’ çağrıştırmaması. “…Bir kepeng sesiyle sıyrıldı düşüncelerinden. İlk gördüğü yere oturup olmayan açlığını bastıracak bir şeyler söyledi; bir de vazgeçemediği bir demli çay.

Çayını yudumlarken akşamdan kalma sabah haberlerini veren televizyona dikti gözünü birsüre. Sıkılmıştı ama daha vakit vardı.

Sigarasından son nefesini de alıp attı kendini yeniden sokağa. Sokak hala ıslaktı, hayatsa bıraktığı gibi. Hızlı adımlarla sokaktan çıkıp tekrar çıktı o görkemli caddeye. Aklına takılan bir şarkı bu kez diline düşmüştü ve duvar afişlerine bakarak oyalamaya çalışıyordu zamanı : “korkuyorum anne la la la ...(% 50 indirim)..büyüdüm anne la la la..(kahve falı bakılır)..yollar büyüdü..adliyeye istiyorlar, avukat ol diyorlar, bana cübbe veriyorlar anne, bana savun diyorlar la la la..(Ajda konseri..biletixte)..koş diyorlar anne, dosya aç diyorlar la la la…” Çiselemeye başlayan yağmurun ıslaklığıyla kendine geldi. Hızlı adımlarla kapıdan içeriye girdi. Gelmişti işte..ama daha vakit vardı. Tören odasına girdi. Telaşa bezenmiş suratları aşıp, fotoğraf makinası flaşları arasından geçerek oturacağı yeri buldu. Uğultulular içinde kelimeler seçmeye çalışarak “bu güne” dönmeye çalışıyordu ama beceremiyordu. Kendisini geçmişte bir yere kelepçelemişti ve şimdiki zamana dönmek istemiyordu. Olacakların hissi kaplamıştı yüreğini.

Vakit gelmişti. İsmi okunduğunda sarsılarak kalktı. Hızlı adımlarla gidip aldı “avukatlık ruhsatnamesi”ni. Patlayan bir iki flaşla bu merasimi atlattığına sevindi bir süre. İçerden gelen uğultuların ezgisiyle çıktı salondan. Beyni boşalmış gibiydi. Kim olduğunu ve nerde olduğunu soracak kadar kendinden geçmişti. İçeriden gelen bir alkış sesiyle kendine geldi. Ağır adımlarla geçti uzun koridordan ve sokağa attı kendini. Sokak hala ıslaktı ve hayatsa bıraktığı gibi. Ama “ilk bölüm” bitmişti hayatta.

Sunulanın; sunulup yaşanacak olanın “ikinci bölümü” başlıyordu artık. Artık sorgusuz geçecek zamanlara giriyordu. Suretlerde anlam aramanın gereksiz, paylaşımlara mısra yazmanın yavan olduğu anlar. Sadece yaşayan-yaşatılan ve hak üçgeni baş kahramanlardı bu bölümde. Sıfata yüklenen işler kalabalığında meşgalenin hak-hukuk savaşı olduğu bir dönem. Zapta geçmesi gereksiz, kararda göz önüne alınması yersiz yaşananlarla, münhasıran umuma bağlı zamanlar toplamıydı bundan sonrası.

Saatler kalabalıklara karışacak; anlardan sessiz adımlarla geçilecek ve sürekli bir gidişin hayaline bağlanacaktı ayakkabı bağları. Gerisi tasvirlere teslim edilen sözcükler. Varolanı tarif etmeye mahkum cümlelerle geçilecekti artık zamanın içinden.

Cebinde, hayalini sırtlamış bağlarıyla, teşbihe mahal vermeyen realitenin soğukluğundan korunarak gidiyordu. Arnavut kaldırımlarıyla donanan yolunun üzerinde, dükkanlardan sızan neon ışıkların ıslak kaldırıma yansıyan aksiyle realitenin soğukluğu bir kat daha artıyordu. Realite üşütmeye başladıkça bedenini “o” cebindeki hayaline daha sıkı sarılıyordu.

Ve son cümlelerine ayak basıyordu bu öykünün. Yaşanan, yaşatılan ve yaşayan ne varsa bırakarak geride, toplanacak sözcüklerin üzerine kırılacak birkaç yüreği koyup, cebinde birkaç anahtar kelimeyle attı kendini kalabalığı artan caddeye.

Avukattı artık. Tanımlamakta zorlanılan bir kavramın tam ortasındaydı. Bir elinde terazinin telaşı, diğer elinde kendi hayatına referans arayan bir alacaklı vekiliydi. Kendi sıfatına üçüncü tekil şahısı yükleyip, altına imzasını attığı talepler toplamıydı. Ve kabul edilmemişti işte hayata dair tehir talebi. SON HAYYAM
Old 28-11-2007, 18:20   #7
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 6
Gönderim Tarihi : 20.11.2007 / 13:33

Yazar : rumuz : urfalı
Başlık : Kimseler Yoktu


Geceydi, kenti karanlık sarmıştı. Yol boyunca fenerlerin cılız ışıkları kentin sisi içinde yitip gidiyordu. Birden ayağı sert bir cisme takıldı, korkuyla geri çekildi. Kaldırımda, pasajın girişinde, duvara yakın bir yerde duruyordu.

Büyük siyah bir poşetti. Ayağıyla hafifçe itti, içinde bir şeyler vardı. Dokundu ayağıyla. Sağına soluna bakındı. Kimseler yoktu.

Korkudan ayakları titredi, bir an çekip gitmek istedi. Akşam hiçbir şey yememişti, Dün akşamdan beri açtı. En son ne yediğini düşündü, hatırlayamadı. Eğilip poşeti aldı, içinde hediye paketine benzer süslü kutular vardı. Bir an durakladı, az önce önünden hızla iri yarı bir kadın geçmişti, karanlıkta onu görmemişti. Kadın, pasajın orada oyalanmıştı.

Kadının elinde böyle büyük, siyah bir poşet görmüş müydü? Hiç sanmıyordu, zaten önünden geçen kadına da pek dikkatle bakmamıştı.

Bir an önce eve varmak istiyor, pakette yiyecek bir şeyler bulmayı ümit ediyordu. Hava giderek soğuyordu. İnce gömleği, delik ayakkabısı onu soğuktan korumaya yetmiyordu. Kesik kesik öksürdü. Eve varınca sıcak bir çay içebilirdi belki. Şeker kalmış mıydı? Hatırlamıyordu.

Kimseler yoktu.

Gecenin bu saatinde sokaklar ıssız ve korkutucuydu. Uzakta bekçilerin düdük seslerine köpeklerin ulumaları karışıyordu. Bu poşeti almalıydı. Sokak karanlık, sis yoğundu… Onu aldığını kimseler göremeyecekti. Eğildi…

Koşmaya başladı, koştu, koştu… Nefes nefese kalmıştı. Yavaşladığında poşeti sol eliyle sıkıca kavradığını fark etti.

Arkasından biri geliyor sandı. Karanlıkta çevreyi seçemiyordu. Sis de karanlığa yardım ediyordu. Ayak sesleri bir polisin olabilirdi ya da o iri yarı kadının. Poşete baktı. Kutular süslü kâğıtlarla paketlenmiş, pahalı şeyler olmalı…

Bir doğum günü hediyesi ya da bir evlilik yıldönümü armağanı…

Sokak fenerleri bir bir sönüyor, karanlık artıyordu. Sağa sola bakındı, nefesini tuttu bir an, ayak sesi mi duydu? Bir kapı girintisine sığındı. Paketi bırakan o iri yarı kadın olabilirdi, belki buralardaydı. Korkuyla irkildi… Gözleri geceyi yırttı… “ Hey, bırak paketi!”

Kimseler yoktu.

Kalbi, göğüs kafesinden fırladı. Bir tilki gibi dinledi karanlığı; çömelip, nefessiz… Baktı, baktı, baktı… Çevrede tek canlı göremedi. Gördüğü tek şey sisti. Her şey sis… Kalın bir sis tabakası kenti sarmıştı.

“Hey, Bir dakika!” dedi biri. Dedi mi? Pek anlamadı, artık geriye de bakamadı. Koşmaya başladı, poşet önce ağırdı geldi, koşunca hafifledi… Sisin içinde kayboldu.

Nehrin üstündeydi, köprünün tam ortasında. Altta sessizce akan nehirde evlerin tek tük ışığı yansıyor. Sis ve nehir, son ışıkları yutmaya hazırlanıyor. Köprü, karanlık… Kimdi bağıran, iri yarı kadın mı? Hayır, hayır… Kadın sesine benzemiyordu. Nefesi düzelir gibi oldu, tekrar koşmaya başladı. Ayakları titriyor, paket ağırlaşıyordu.

Kapıyı hızla kapatıp sürgüledi. Yatağının altından paçavraları çıkardı, poşeti yatağın altına, en dibe itti. Üzerini paçavralarla, kışlık giysilerle örttü. Gerçi giysi denecek halleri yoktu kışlıkların.

Yeni romanı yayınlandığında bu yoksulluk bitecekti. Alacağı telif ücretiyle kendine ve yaşamına çekidüzen verecekti. Kardeşleri de artık para göndermiyordu. Koca dünyada bir başına kalmıştı. Kirayla, giysiyle, yiyecekle, roman yazmakla bir başına mücadele etmek zorunda kalmıştı. Koca kentte işsizdi ve açtı. Ev sahibi ise… O, zaten her gece rüyalarına bir cin kılığında giriyordu.

Camın kenarına oturdu. Uzaktan kentin ışıklarına baktı… Uyudu.

Uyandığında odanın içinde iri yarı bir kadın duruyordu. Siyah saçlarını toplamış, uzun siyah etekli bir kadın…

Boğazını kadının iri ve kemikli ellerinden nasıl kurtaracağını düşünüyordu, boğularak ölmeyi istemiyordu. Boğulmaktan korkardı, bu yüzden hep köprünün ortasından yürür, kenara yaklaşmazdı.

Kadın, parmaklarını gevşetti… Boğazını kadından kurtarmıştı. Yerdeydi, bir sürüngen gibi gerisin geri gidiyordu. Kadının kendisine yaklaştığını gördü, yüzüne kocaman bir tükürük yapıştı. Silkinerek uyandı.

Şiddetli bir yağmur başlamıştı, gök gürültüsü pencereye vuran yağmur tıkırtılarını bastırıyordu. Odada yalnızdı, giysileri sırılsıklamdı. Bir süre pencere kenarında oturdu, karanlığa baktı.

Yorgundu, açtı, yiyecek bir şeyler arandı. Yiyecek tek şey yoktu, soyundu. Islak giysilerini çıkardı, yatağa uzandı, kurusun diye çamaşırlarını şuraya buraya bırakmıştı. Sabah erkenden kalkmalı, pazarcılara yardım etmeli… Alacağı biraz sebze meyveyle karnını bir süre doyururdu.

Uyandığında güneş, yatağındaydı. “ Ah! Sersem kafa.” diye söylendi. “ Neyine gerek be adam, elin eşyası? Yoksulluğuna bir de hırsızlık ekledin. Ellisinde bir sersem...”

Her gece korkulu rüya görmek istemiyordu. Başında yeterince korku vardı, sokakta polisler, evin koridorunda fareler, kapı önünde bekleyen ev sahibi. Birileri hep onu bekliyordu.

Karakoldan içeri girdi, kendine en yakın koltuğa oturdu halsizdi, bir bardak su istedi polisin biri bir bardak su uzattı. Kana kana içti.

En yakın polise olanı biteni durmaksızın anlattı. Üşüyordu… Üşümüyordu ölecekti neredeyse. Dişleri hızla birbirine çarpıyor, dişlerinin çıkardığı sesler pencereye çarpan yağmur tıkırtılarını bastırıyordu.

Polis, bu hırpani, saçı sakalına karışmış adamın sözlerinden bir şey anlamadı. Çökmüş avurtlara baktı, fırlamış iki siyah göz, buruşmuş bir deri...

Adam: “ Poşet.” diyordu. Bir de “iri yarı bir kadın”

Polis, adamı amirine götürdü. Komiser, dişleri birbirine vuran adamı sakinleştirmeye çalıştı. Bir sıcak çay içirdi adama. Her şeyi yeniden anlattırdı.

Adamda suçlu hali yoktu. Karakola girince hemen bir koltuğa oturmuştu, su istemiş ve gelen suyu kayıtsız bakışlarla kafasına dikmişti.

Karakola hışımla giren ufak tefek kadın, adamı görünce:

"Bu mu? Yo Hayır, Bu değil.”

“ Adam iri kıyım biriydi, bir gecede bu kadar zayıflamadı ya!”

“Sen aklımı koru Yarabbi”

Poşetini daha iri biri kaçırmıştı. İnsan azmanı biriydi, iri siyah kılları vardı, İri kollarıyla kapıp gitmişti, kendisi poşeti bırakmadığı için bir süre yerde sürünmüş, direnmiş sonra can korkusuyla bırakmıştı. Bu cılızın nesini kovalayacaktı. Adam sisin içinde kaybolmuştu.

Kimseler yoktu.

Bu ufak tefek adam kendisini yerde sürükleyen adam olamazdı, Hem adam üflesen uçacak biriydi. Açlıktan mı, hastalıktan mı gitti gidecek duruyor, kendisine iri siyah gözlerini açarak şaşkınlıkla bakıyordu.

Karanlıkta bu sıskayı iri yarı görmüş olabilirdi.

"Aman Allah’ım, neden olmasın.”dedi.

Evet, evet bu adam olma ihtimali fazlaydı… Tam da bu adamdı canım. Korkudan, adama dikkatle bakamamıştı. Buydu canım, sıska olmakla birlikte kendisine gayet güçlü görünmüştü. Sokak fenerinin yanıltıcı ışığında adamı uzun görmüş olabilirdi.

Adam, romanının bir gün yayınlanacağını ve ünlü bir yazar olacağını biliyordu. Şimdilik bulduklarıyla yaşayan biriydi. Aç kalınca evin yakınında kurulan pazarda akşamları dolaşır yiyecek pek çok şey bulurdu. Şansı yaver giderse boş kutuların arasında unutulmuş bir ayakkabı bir gömlek… Hayat böyle akıp giderdi.

“Neyine senin be ahmak?”

“ Başkalarının eşyalarını karıştırmayı pazarda çöp karıştırmaya mı benzettin?”

Kadın, adamın çökük gözlerine baktı, kendi kendine mırıldandı polisin hazırladığı tutanağı imzaladı. “ Olabilir de olmayabilir de”

Adam, kadına eğildi ağzından iki sözcük döküldü:

“Kimseler yoktu.”

Polis, evde yaptığı araştırmada adamın yatağının altında paçavra benzeri giysiler arasında büyük siyah poşeti buldu. İçindeki kutularda eski ama temiz, ütülü giyecekler vardı bir de not.

Notta şunlar yazılıydı :” Sevgili Dost! Giysiler artık bana uymuyor, bunları mahallenizdeki yoksullara verirseniz sevinirim. Tanrı günahımızı affetsin.”
Old 28-11-2007, 18:21   #8
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 7
Gönderim Tarihi : 21.11.2007 / 17:35

Yazar : Seyda
Başlık : GİTMEK Mİ ZOR, KALMAK MI ?

Gözlerini açtığında karşısında hardal rengi boş bir duvar gördü. Duvarın bittiği yerde başlayan tavanda gecenin karanlığında tam olarak seçemediği, hareket eden bir karaltı vardı. Birden irkildi ve nerde olduğunun farkına varmaya çalıştı. İlk kez korkunun ne demek olduğunu bu kadar şiddetli hissederek yastıktan başını kaldırdı, ama sakinleşmeye de çalışıyordu. Birinin duymasından çekinir gibi çok yavaş hareketlerle, ayak parmaklarının uçlarıyla yere bastı. Bir an önce ışığa ulaşmak istiyordu ama yabancı olduğu bu odada, ışığın düğmesinin yerini bile bilmediğini hatırladı panikle. Yastığının altına koyduğu cep telefonunun verdiği ışığı duvara doğru tutarak, gördüğü düğmeye kaçmasından korkar gibi hızla atlayarak dokundu. Tavandaki karaltı sadece büyük bir kelebekti. Nerde olduğunu anladığında birden o kadar çok şey düşündü ki..Kafasının içinden hızla geçen ayrıntılar, film şeridi gibi gözünün önünden geçen son 1 yılı..

Hukuk Fakültesi’ne girdiğinden beri aklında sadece hakimlik yapmak vardı. Mezun olduğunda kararını çok düşünerek verdiğine inanıyordu. Bu yüzden bir yandan hayallerine kavuşmak için büyük bir hırsla Hakimlik Sınavı’na hazırlanıyor, bir yandan da Avukatlık Stajına devam ediyordu. Girdiği ilk sınavı kazanamadığında o kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı ki; hayatında kazanamadığı bu ilk sınavın hesabını vermesi gerekirmiş gibi, sürekli ona göre başarısızlık olan bu durumun sebeplerini anlatmaya çalışıyordu insanlara..İkinci sınava da iyi hazırlandı ve geçmiş sınavda yaptığı hataları tekrar etmeyerek önce yazılıdan, sonra mülakattan geçerek aday olmaya hak kazandı. Bir yıllık adaylık süresi sonunda ise işte tayin olmuş, hayatını adayacağı, hayallerini kurduğu meslek uğruna buralara gelmişti; ailesini, arkadaşlarını, tüm sevdiklerini İstanbul’da bırakarak.. Geleli sadece üç gün olduğu için, ne yalnız yaşamaya, ne de yaşadığı eve alışmıştı. Hala geceleri huzurlu uyuyamıyordu. Kelebekten bile korkan birinin burada ne işi vardı!

Bulunduğu ilde havaalanı olmadığı için önce uçakla Elazığ’a geçmesi lazımdı. Elazığ’dan otobüse binerek tayin olduğu ilin merkezine gidebiliyor, merkezden bulacağı arabayla ilçeye gidiyordu. Bu duruma en çok annesi için üzülmüştü, çünkü annesi korktuğu için uçakla yolculuk yapamıyordu. Kalp hastalığı nedeniyle de o uzun yolu otobüsle gitmesi imkansızdı. Annesi ilk görev yerini göremeyecekti..Yeni hakim olduğu için O da bulunduğu yerden kıpırdayamıyordu. Ancak bu olumsuzlukları düşünüp bu kadar kolay vazgeçemezdi, bunları sınava hazırlanırken düşünmüş ve göze almıştı. Belki de sadece öyle sanıyordu..

Kelebekten korktuğu gecenin sonunda soğuk bir kış günüyle uyandı ve adliyenin yolunu tuttu. Yürürken kendisini gören esnafın ‘hakime hanım’ diyerek ayağa kalkması ve gördüğü inanılmaz saygı geçirdiği üç kötü geceyi bir anda unutturmuştu. İçinden ‘alışacağım’ dedi defalarca. Adliyenin kapısından içeri girerek odasına yöneldi. Küçük bir yer olmasına rağmen oldukça fazla dosya vardı halledilmesi gereken. Yetkisi de yeni başlayan bir hakime göre çok genişti. Hiç bilgi sahibi olmadığı Kadastro davalarına da bakacaktı. Zaten öyle bir bölgede yoğunlukta olan dava türüydü. Bunun için mutlaka keşif yapması gerekiyordu ancak bulunduğu yer hem güvenlik, hem de ulaşım açısından keşfe pek uygun olmadığı için iş yüzdesini tutturamama endişesi de taşımaya başlamıştı daha ilk günlerden.

İlçede görev yapan iki savcı ve kendisinden başka bir de hakim vardı. Üç meslektaşı ve bir de yazı işleri müdürü ile aynı lojmanda kalıyordu. Lojmandaki daireler biraz bakımsızdı ama hayatında ilk kez taşrada yaşayacak biri için, kendisine yakın, bir şeyler paylaşabileceği birkaç kişinin daha olması O’nu çok sevindirmişti. En azından akşamları sohbet edebileceği, yemek yiyebileceği, çaldığı udu dinleyecek ve belki kendisini alkışlayacak, sıkıntılarını anlatacağı insanları etrafında görmek mutluluk vericiydi. Geldiği günden bu yana, bu kısa sürede hep gözüne olumsuzluklar çarpsa da, ‘aslında burası eğlenceli olabilir’ diye düşünmekten de kendini alamıyordu. Zaten istediği de buydu. Çok arzuladığı mesleği yapmaya başlamışken, güzellikleri keşfetmesine ne engel olabilirdi? Farkında olmadan kısa zamanda gel-gitler içine düşmüştü. Belki de hayal kırıklığına uğradığını itiraf edemiyordu ancak yine de denemeye kararlıydı.

Havası, suyu çok soğuk olan bu memlekette birkaç haftayı geride bıraktı genç hakim. Kış da iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Artık akşamları yün çorap giyiyordu. Aslında buraya alışmıştı ama yalnızlık gerçekten çok zordu. Anlayamadığı bir şekilde adliyeden eve döndüklerinde, meslektaşları eve girip kapılarını kapatıyorlardı. Hayal ettiği sohbetleri neredeyse hiç yapmamışlardı. Akşam dizilerini izlemeye de başladı. Herhalde diğer insanlar bu yüzden akşam evlerinden çıkmıyorlardı. Ud çalmayı oldukça ilerletti bu kısacık dönemde ama kendi çalıp söylemekten de sıkılmaya başlamıştı. İnternet de yalnızlık hissini bir yere kadar giderebiliyordu.

Şimdi İstanbul daha sıcaktır..Henüz öğrenciyken üye olduğu hukuk sitesinin toplantıları da artık çok uzağında. Herkesi de çok özledi.. Tam o sırada, tam bunları düşünürken telefonu çaldı. Babasının sesi her zaman olduğundan daha yakındaydı sanki. Sadece kendini avuttuğunu düşündü, babası burada olacak değildi ya. Zil de çalmıştı. Kapıyı açtığında, elinde telefonu tutarken babasını karşısında gördü. Duyguları o kadar yoğunlaşmıştı ki, hıçkırarak ağlamak istiyordu. Babası üzülürdü, yapamadı..Bu birkaç gün ilaç gibi gelmişti. Yeniden doğmuş gibi, büyük bir enerji ve mutlulukla tekrar işine sarıldı. Ama alışkanlıklar kötüydü, monoton hayatına geri dönüyordu. Aslında bu, mesleğiyle alakalı bir durum değildi. Büyük şehirde doğup büyümüş, kalabalık içinde yaşamış biri olarak bu sessizlik, bu durgunluk ağır geliyordu. Göze aldığını sandığı bu durum karşısında eli kolu bağlıydı. Kalbiyle mantığı arasına sıkışıp kalmıştı. Kalbi mesleğinde, aklı sevdiklerinde ve eski hayatındaydı.

Bu şekilde dört ayı geçirdikten sonra artık nefes alamadığına karar verdiğinde izin istemeyi düşündü. Diğer hakim nişanlı olduğu için bayramda ailesinin yanına gitmek niyetindeydi. Aslında bu onun için bulunmaz bir fırsattı. Meslektaşı kendisini birkaç gün idare edebilirdi, böylece bayramda da meslektaşına müsaade ederdi. Bu anlaşma gözüne oldukça iyi göründü ve izin yazısını hazırladı. Prosedürler halledildiğinde ise uçak bileti elindeydi. Yine yorucu bir otobüs yolculuğu ile Elazığ’a geldi ve uçağı bekleyemeden kanatlanıp uçacakmış gibi heyecanla beklemeye başladı.

Bulutlar aralandığında Ankara üzerinden geçiyorlardı. Kaptan pilot yükseklik ve hız bilgilerini anlatırken, İstanbul’a ne zaman ineceklerinden başka bir şey düşünemez olmuştu. Bu mutluluk, bu heyecan hiç de hayra alamet değildi. Acaba geri dönecek gücü kendinde bulabilecek miydi? Belki bu geliş her şeye bakış açısını değiştirecek, belki de döndüğünde her şey daha kolay olacaktı. Sadece tatile çıkan bir hakim olduğunu hissederek İstanbul’un tadını çıkaracaktı. Şimdi bu mesleği burada yapmak vardı..Aklından o kadar az zamanda o kadar çok şeyi nasıl geçirebiliyordu, bir türlü anlamıyordu.

Düşünceler arasında geçen yolculuğun sonunda artık memleketim dediği şehirdeydi. Aile, en çok da anne hasretini giderdikten sonra, sıra arkadaşlarına, akrabalarına gelmişti. Görmek istediği herkesi gördü, konuşmak istediği kadar konuştu, eğlenmek istediği kadar eğlendi, deniz kokusu almak istediği kadar Boğaz’a gitti..

Dönüş zamanı yaklaştığında bu kez de dönüş bileti cebindeydi. Kendini dinlemeliydi. Ne istiyordu? Hayalleri yıkılmış mıydı? Evindeki huzuru, aile sıcaklığını hissettiğinde gitmenin sandığı kadar kolay olmadığını itiraf etmeliydi artık. Umduğu neydi bilmiyordu ama umduğunu bulamamıştı ve artık çok geçti..

Atatürk Havalimanı..Yer hostesi yolculara yerlerini gösteriyor. Uçuş esnasında dikkat edilmesi gerekenler anlatılıyor. Tam şimdi uçağın motorları da çalıştı. Sağ tarafta beşinci sıradaki bir koltuk boş.. O, elinde çantası, cebinde biletiyle, ne yapacağını bilmemesine, kendini bekleyen başka zorlukları görmesine rağmen o uçağa binmedi. Yine deniz kokusuna ihtiyacı vardı. Havalimanı’nın kapısında taksi şoförüne aynadan baktı :

- Dönelim lütfen, Dolmabahçe’ye..
Old 28-11-2007, 18:21   #9
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 8
Gönderim Tarihi : 22.11.2007 / 15:27
Yazar : evrimkabak
Başlık : Umutla Yaşamak



Sonbahar olmasına rağmen o gün Güneş, yaza inat daha çok ısıtıyor ve aydınlatıyordu dünyayı. Belki de adaşı olan Güneş’in doğumunu kutluyordu o da kendince.

Mütevazi bir ailenin,mütevazi bir çocuğu olarak dünyaya gelmişti Güneş. Nereden bilebilirdi, birgün o güneşinin herkesi aydınlatacağını. Güneş nüfusu az olan bir ilçede büyüdü.Babası devlet memuru,annesi ise ev hanımı idi. İlk,orta ve lise eğitimini devlet okullarında yaptı. Ailesinin durumu ancak geçinmelerini karşılamasına rağmen, çocuklarının eğitimi için her türlü fedakarlıktan kaçınmayacakları da aşikardı. Lise 2. sınıf tam bir dönüm noktasıydı Güneş için. Ailesi çocuklarının doktor olmasını istediği için,aynı baskıyı Güneş’in ağabeyi de yaşamış fakat bu baskılara boyun eğmemiş, kendi istediği elektronik bölümünü kazanmıştı. Şimdi baskılara karşı direniş sırası Güneş’te idi. Ertesi gün Güneş’in okula gidip bölüm seçmesi gerekiyordu. Eğer ailesinin istediğini yaparsa sayısal okuyacak, çok istediği hukuk fakültesinde okumak için ise sözel tercih edecekti. O akşam Güneş çok gergindi. Akşam yemeğinden sonra babasının bu konuyu açacağından emindi ama artık bir kaçış yolu yoktu,onları ikna etmek zorunda idi. Babası salona geldi ve Güneş’in yanına oturarak;
“Benim kızım doktor olacak ve bunun için de yarın okula gidip sayısal bölümünü seçecek” dedi. Güneş;
“Hayır baba” dedi,ses tonunu yükselterek.”Ben hukuk okumak istiyorum. İyi bir avukat olacağım ve haksızlığa uğramış o masum insanların haklarını sonuna kadar savunacağım”dedi. Nitekim de öyle olacaktı zaten.

Güneş korktuğu kadar zorlanmamıştı istediğini ailesine kabullendirebilmek için.Sevinci bu yüzden miydi yoksa galibiyet onu daha da mı şevklendirmişti bir türlü karar veremedi. Bildiği bir tek şey vardı: o da sevmediği tarih ve coğrafya dersine istemese de alışmak zorunda olmaktı. İstediği bölümde okumak ve ailesine karşı çıkmanın zaferini yaşamak için omuzlarına binen yükün daha da arttığının farkında idi,artık.

Güneş için yeni bir dönem başlamıştı hayatında.Arkadaşlarının çoğu sayısal bölümü seçmesine rağmen, Güneş yeni arkadaş çevresi edinmişti kendine kısa sürede. Hatta artık tarih ve coğrafyayı bile sevmişti. Ama bu yeni arkadaş çevresi ile yeni muammalarda başlamıştı. En yakın arkadaşı Sude;
“Hadi bu derse girmiyoruz arkadaşlar,doğru cafeye “ diyince, Güneş’te arkadaşını kıramaz hale gelmişti. Bir,iki derken bu kaçışların sonu gelmez olmuştu. Bir gün yine dersten kaçıp, cafeye gittiklerinde Güneş, kendisini çok etkileyen Ozan ile karşılaştı. Ozan, o cafenin sahibi idi. İlkokuldan sonra öğrenimine devam etmemişti, hayatta hiçbir amacı yoktu, bütün gün cafede kızlarla sohbet etmekten başka bir işten anladığı da yoktu aslında. Ama Ozan Güneş’i o kadar çok kendine çekmişti ki, Güneş bir türlü Ozan’ın menzilinden çıkamıyordu. Bu durum derslerine yansımış ve aldığı notlar giderek düşmeye başlamıştı.

O güne kadar kendiyle barışık ve hayattan ne istediğini bilen Güneş, artık sorumsuz,hayattan hiçbir beklentisi kalmamış, sürekli kendiyle kavga eden bir insan haline dönüşmüştü. Bu duruma bir son vermesi gerektiğini biliyordu aslında ama bunu yapacak cesareti yoktu. Çünkü Ozan’ı çok seviyordu, eğer derslerine ağırlık verirse onu kaybedeceğini de.

Birgün yine dersten kaçıp Ozan’ın yanına gitti. Ertesi gün sınavının olduğunu ve eve gidip ders çalışması gerktiğini söyledi Ozan’a. Ozan;
“Bugün Cem’in doğumgünü var,ben seninle giderim diye düşünmüştüm .” dedi, Güneş’in onu kırmayacağından emin olduğunu bilerek. Güneş belki yaptığının doğru olmadığını biliyordu ama “tamam” dedi birden. O gün, akşam eve döndü ama o saatten sonra artık sınav için yapabileceği birşey de kalmamıştı. Güneş o sınavda, bu güne kadar hayatının en düşük notunu almıştı. Ama bu olumsuz durum Güneş’i kendine getirmeye yetmişti.

Bütün gece kendiyle konuştu,kavga etti, kendine sorular sordu cevabını bilmediği ama gün ışımaya başladığında artık bir karar vermişti ve Ozan’dan ayrılacaktı. Sabah evden çıktı ve hemen Ozan’ın yanına gitti. Çünkü düşündüklerini ona hemen söylemesi gerekiyordu, yoksa yine vazgeçebilirdi söyleyeceklerinden. Ozan cafeyi yeni açmıştı. Karşısında Güneş’i görünce ona sarıldı ama karşılık bulamamıştı. Güneş’in yaşlar gözünden süzülmeye başlayınca Ozan’da yolunda gitmeyen birşeyler olduğunu anlamıştı.Güneş:
“Seni çok sevdim ama artık seni görmemem gerekiyor” dedi ve koşarak oradan ayrıldı. Nereye gittiğinin farkında olmadan koştu ve parkta bulunan bankın üstüne oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Etraftaki insanların şaşkın bakışlarını farkettikçe o daha da çok ağladı. Yaşamın en büyük çelişkilerinin pençesinde gelişen bir aşkta bulmuştu sevinçleri.Aldığı en derin nefesi,aşkını nasıl bir anda silmişti, buna kendi bile inanamadı. Verdiği kararın doğru olduğunu ancak yıllar sonra anlayacaktı.

Yaralarını çok kısa bir süre de sarmıştı Güneş. Derslerine verdiği önem almış olduğu notlarla da kendini göstermeye başlamıştı. Bir yandan okul,bir yandan dershane Güneş’in vaktini o kadar çok dulduruyordu ki, artık Ozan’ı düşünmeye bile fırsatı kalmamıştı. Ve sınav günü, hayatının dönüm noktası gelip çatmıştı. Heyecandan bütün gece uyuyamamış olmasına rağmen, kendisine olan güveni ailesini de mutlu etmeye yetmişti. Güneş sınava gireceği sınıfa gitmeden önce annesine,babasına ve abisine sımsıkı sarılarak; “İyi ki hayatımdasınız ve iyi ki varsınız” diyerek ayrıldı oradan. Sınav sorularının bildiği yerlerden geldiğini görünce, Güneş iyice rahatlamıştı. Ve artık onun için bir hayal olmaktan çıkmıştı hukuk okumak. Sınav bitiminde koşarak geldi ailesinin yanına ve “hayallerim gerçek olacak” dedi kendine güvenen o mağrur tavrı ile.

Yaşamış olduğu ikilemler,çelişkiler çok yormuştu o küçük bedenini.Belki de kendinden beklenemeyecek bir olgunluk sergilemişti kendince.Aldığı tüm kararların arkasında sonuna kadar dimdik durabilecek kadar sağlam karakterde bir insan olduğunu tekrar ispat etmişti kendine.

Sınav sonuşlarının açıklandığı gün tam bir bayram havası vardı evde. Herkes Güneş’in sevincine ortak olmak için eve gelmişti. Güneş kazanmıştı çok istediği hukuk fakültesini. Bu zamana kadar gösterdiği başarıyı üniversitede gösterdi ve nihayet avukat oldu. Şimdi ailesine karşı kazanmış olduğu zaferin ve azminin meyvelerini toplamanın haklı gururunu yaşıyordu.
Old 28-11-2007, 18:21   #10
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 9
Gönderim Tarihi : 22.11.2007 / 19:49

Yazar : Seher
Başlık : Susmak


Çaresiz gözleri ne yapacağını bilmez halde etrafına bakıyordu. Çocuklarının ellerini sanki biri çekip alacak gibi sıkı sıkı tutuyordu. 6 yaşında siyah iri gözleri, lüle lüle saçları olan bir kızı vardı. O da annesi gibi ürkek ürkek etrafına bakıyor. Bir eliyle annesinin elini tutarken diğer eliyle annesinin yamalı soluk yeşil pardesösünü sıkıyordu. Oğlansa esmer tenli kuru zayıf çelimsiz annesinin kucağında uslu uslu otururken etrafa gülücükler saçıyordu. Her iki çocuğunda bakımsız kaldığı belliydi. Genç kadın biri 6 diğeri 3 yaşında 2 çocuk annesi olamayacak kadar küçüktü. Henüz 21 yaşındaydı. Köy yerindeki diğer genç kızlar gibi imam nikahıyla 15 yaşında evlendirilmiş 18’i doldurunca resmi nikah yapılmıştı.Çevresindeki insanlar ne olduğunu anlatması için sorular soruyor o ise her sorudan sonra gözlerini yere dikip susuyordu. Bu sefer ayıp olduğundan değil anlatmaya utandığından susuyordu. Büyüklerinden öyle görmüştü annesi babasından dayak yer susardı , ablası eniştesinden dayak yer susardı. O da her gece babasından dayak yer fakat sesi çıkmazdı. Bir kulağı babasının yumruğu sonucunda sağar olmuştu.Ama o yine de dayak yemeğe devam etmiş ve susmuştu. Susmayıp ne yapacaktı ki köy yerin de babasını şikayet edecek hali yoktu ya. Ablası da babasından az dayak yememişti. Dayak yemek sıradan bir olaydı.

En büyük hayali okuyup köyde öğretmen olmaktı.Bunu da kimseye söyleyemedi kaderi çoktan çizilmiş 15 yaşında kendinden 20 yaş büyük adama sorgusuz sualsiz verilmişti. Sevmeden büyükler kimi uygun görürse evlenmek bu da olağandı. Ablası, halası ve köydeki arkadaşları aile büyükleri kimi uygun gördüyse onlarla evlenmişlerdi. Yine sustu.

6 senede 4 defa hamile kalmıştı. 2 bebeği karnında ölmüş 2’si yaşamıştı.Kayınvalidesi kendine bakmadığı için çocukların öldüğünü söyleyince kocasından dayak yedi. İki çocuğu kendine bakmadığından değil kayınvalidesi yüzünden ölmüştü. Kayın validesi sopayla karnına vurmuş bu nedenle 2 çocuğunu kaybetmişti. Kimseye diyemedi sustu. Kayınvalidesinin niye kendisine kızdığını anlamıyordu. Babasından yediği dayakları anlamadığı gibi.
Kayınvalideden dayak yemekte kocadan eltiden hatta kayınlardan sopa yemekte olağandı. Hayat onun için çoktan bir karar vermişti ve bunu değiştirmesi imkansızdı.21 yaşında 40 yaşında insan silüetine bürünmüş ruhu da bedeniyle birlikte yaşlanmıştı. O yine de kayınvalidesinden dayak yemeye, azar işitmeye, itilmeye kakılmaya, ırgat gibi çalışmaya razıydı razı olmasına da kocasının ölümümden sonra işler değişmişti.Kocası trafik kazasında ölmüş 2 çocuğuyla 21 yaşında dul kalmıştı.

Kocasının ölümünden sonra 2 kaynı birkaç defa taciz etmişti. Bu yüzden babasının evine gitmek istemiş babası kadının yeri kocasının evidir diyerek kızını evine kabul etmemişti.Babasının kendisini istememesinin nedeni neydi? damadının anısına saygısızlık mı etmek istemiyordu yoksa 3 boğaza masraf yapmak zor mu gelmişti.Her zaman olduğu gibi bu tacizleri kimseye söyleyememiş susmuştu.Bir kaç defa 2 çocuğunu alıp gitmeyi düşündü. Ama nereye gidecekti ki? Bu yaşına kadar köyden çıkmamıştı bile. Şehre bile nasıl gidileceğini bilmiyordu.Bilse de parası yoktu. Köy yerinde paraya da gerek yoktu. Yazın tarlada çalışır bütün parayı kayınvalidesi alırdı. Evlenmeden önce de babası.Kayınlarının tacizi dışında baba evinden koca evine değişen bir şey yoktu.Hayatında hiç para harcamamıştı. Çocukken bayramlar da verilen 3-5 kuruş harçlık dışında eline para geçmemişti. Ona da babası el koymuştu.

En sonunda bir gece yarısı 2 kayınbiraderi defalarca tecavüz etmişti. O yine susmaya razıydı ama hamile kalınca kayınvalidesi ve eltileri tarafından evden atılmıştı. Namussuzlukla, ahlaksızlıkla kötü kadın olmakla suçlandı.Kocasının kardeşlerini baştan çıkarmış bir de onlardan çocuk yapmıştı. Kendi ailesi de sahip çıkmayınca muhtarın otobüs biletini almasıyla 2 çocuğunu alarak büyük şehirlerden birine kendini attı.

Hayatında ilk defa otobüse binerken, doğup büyüdüğü köye elveda derken içinde en ufak üzüntü yoktu. Kimsesizlik onun için adeta bir zaferdi. Genç yaşta bedenini kara toprağa gömen geçmişinden kurtulmuştu.

Muhtarın verdiği adresteki adam sayesinde kadın sığınma evine yerleşmişti.2 çocuğunu yanından ayırmak istemiyordu. Tek isteği karnındaki bekten bir an önce kurtulmaktı.Belki kader ona da güler çalışır para kazanır çocukları kendisi gibi olmazlardı. En çok kızına baktığında içi acıyordu. 6 yaşındaki kız çocuğu bütün olanların farkındaydı.2 çocuğu olmasa her şeyden vazgeçerdi ama 2 çocuğunu tek başına bırakmak istemiyordu.

Avukat Nihal genç kadını en sonunda konuşturmayı başarmıştı.

-Şimdi kayınlarınız için suç duyuruda bulanacaksınız

Genç kadın yine gözlerini sabit noktaya dikmiş susuyordu.

-Kürtaj için Savcı’nın izin vermesi gerekiyor anladığım kadarıyla 10 haftayı geçirmişsiniz.

Hastaneden genç kadının 16 hafta hamile olduğuna dair rapor alındı. Fakat rapor kaybolmuştu. 1 hafta arandıktan sonra dosyaya kondu. Fakat Savcı izne çıkmıştı. 1 hafta da Savcı’nın izinden dönüşü beklendi. Rapor dosyadaydı ve Savcı gelmişti. Fakat Savcı olayın başka ilin sınırı içine giren köyde işlendiğini bu nedenle yetkisi olmadığını söyleyerek dosyayı yetkisizlik kararı vererek gönderiyordu.Dosyanın 1500 km uzakta başka şehre ulaşması en az 10 gün sürerdi.Bu da 20 haftanın dolması demekti. En sonun da dosya yetkili Mahkeme’ye ulaştı ve hakimden gerekli izin alındı.

Genç kadın geçmişin bütün seslerini bırakarak hastane kapısından çıkarken ilk defa gördüğü güneşe, sarıya ve yeşile Merhaba diyordu .
Old 28-11-2007, 18:22   #11
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 10
Gönderim Tarihi : 25.11.2007 / 12:27
Yazar : Av.Neşe

Başlık : Dramatik Başarı

Bu bildik bir melodiydi kulaklarında , dağ eteklerine çökmüş sisin manzara eşliğinde ağızlarından çıkan buharların sıcağından bile medet bekleyerek yürüyorlardı. Orhan ve ikiz kardeşi Burhan daha 11 yaşındaydılar , duygusal, zayıf ,isteksiz ve en kötüsü de ümitsizdiler. Buna rağmen yaklaşık köylerine 10 km uzaklıktaki ilçeye doğru yürüyorlardı.

Buz tutmuş asfaltın üzerinde enigmanın giriş müziği gibi derin bir hüzne davetiye çıkaran araçların lastik sesleri yaklaşıyor, geçtikten sonra ise motor ve egzoz gürültüsü ile senfoni tamamlanıyordu. Geçen araçların hiçbirine İkizler el kaldırmıyordu. Büyük ihtimalle yine okula geç kalacaklar, bir sürü fırça yiyecekler ve hatta belki de öğretmenlerinin yüzlerinde güller bitiren mübarek ellerine muhatap olacaklardı. Buna rağmen yine de hiçbir araca el kaldırmıyorlardı. Çünkü, ne zaman kendi köylerinden bir araç dursa bildik replikler tüm gıcıklığı ile cereyana başlardı. Orhan'la Burhan'ın babası Almanya'da idi ve orda başka bir kadınla yaşıyordu. Yaz tatillerinde lüks arabasıyla köye geliyor, birkaç gün durduktan sonra niye geldiği ve niye gittiği belli bile olmadan çekip gidiyordu. Bizim ikizlere sürekli “okuyun” diyordu ve her sene geldiğinde ise hesap soruyordu. Ama bir türlü nerde okumaları gerektiğini söylemediği gibi hiçbir maddi ve manevi yardımda da bulunmuyordu. Tabi bu Alamancının böylesi ara sıra gelip, lüks arabasıyla hava atmasına gıcık olan köylülerin birçoğu yolda bizim ikizlerin yaya olarak ilçeye gitmelerini görünce, istisnasız mükemmel bir fırsat yakaladıkları düşüncesiyle, onları araçlarına alıyorlar ve başlıyorlardı:

- Demek ohuyup adam olacahsınız ha, falanlar filanlar da ohudu da pööh ...ne oldu ?

İkizler , buna cevap bile veremezler çünkü, bir baltaya sap olacaklarına kendileri de o şartlarda inanmamaktadırlar.

- Babanızın o gadından çocuğu var mı ?
- Yok.
- Size para gönderir mi bari?

Bu çok zor bir sorudur , cevap, gönderiyor olursa o zaman niye yaya yürüyorsunuz sorusu gelecektir. Göndermiyor derseniz , niye göndermiyor gibi rencide edici bir sorular hazırdır. Çocukların yüreği sıkışır içlerinden " Keşke baba çok önceleri ölmüş olsaydın da bu sorulara bu yaşta muhatap olmasaydık" diye geçer , ama bunu bir zamanlar küçük olan büyük , anlamaz ve kasıla kasıla sorularına devam eder. Sorular genelde geçiştirilir ,cevapsız bırakılır ve hayırsever(!) bir köylüye daha arabasıyla ikizleri ilçeye kadar götürdüğü için gebe kalınır.

Yıllar önce yaşanan bu günlerin , ayların ve hatta yılların tek özelliği hep birbirine benzemesidir. Akranları top oynarken , gezerken kışın dağdan bayırdan kayarken. Bizim ikizler rutin olarak kilometrelerce yolu yürüyerek gitmekteler, üstelik oturup bir gün saymaya çalıştıkları halde okulda dayak yemedikleri gün hemen hemen bulamamaktadırlar. Bu çocukların kurdukları bir hayalleri bile yoktur. Sonunda orta ikinci sınıftan sonra okul macerasına son verme kararı alan ikizler, tavırlarını koyarlar ve artık biz okumayacağız derler. Abilerinin ve annelerinin epey otoriter ısrarları bile işe yaramayınca Burhan için tamamen Orhan için ise üç yıl gibi bir fasıla ile okul macerası sona ermiştir.

Orhan her ne kadar ortaokulda sonuncu olsa da ilkokulda okul birincisi idi. Bütün olumsuz şartların ittifakı ile kendini bariz bir gerizekalı gibi hissetmeye bile başlamıştı. Yaklaşık üç yıllık sürede içindeki okuma şevki tekrar gaza geldi. Orhan 14-15 yaşlarında iken tekrar okula devam etmek için heveslendi. Ortaokul 3. sınıftaki vatandaşlık dersi sayesinde hukuk diye bir şeyi tanımaya başladı. Ama, ileriye yönelik hiçbir zaman hukukçu olabileceği ümidi ve hayali yoktu. Yeniden okula başlamakla kendine olan güveni biraz arttı. İkiz kardeşi kesinlikle okumak istemiyordu onunla yolları artık okul bakımından ayrılmıştı. Orhan'a İstanbul'da okuma şansı doğmuştu. Her ne kadar da İstanbul'a ilk gittiğinde , sonradan görme birçok insan tarafından horlanmış ve evcilleştirilmeye çalışılmış, hatta sürekli kendinden büyüklere sırf abi ve abla dediği için fırça yemiş olsa da İstanbul macerasının başlaması , Orhan için bir milattı.

Yıllarca iniş çıkışlar devam etti. Orhan köyüne gelince vefalı bir köylü, şehre gidince de görmüş geçirmiş lügatı şehirlice biri gibi olmak için çabaladı durdu. Ancak, anladı ki kimseye yaranılmıyor, hayatta üçüncü kişi gibi oynadığı ve sürekli alkış beklediği rolden sıkıldı. Zaman, şartlar ve roller değişti küçükken ne olduğunu bile bilmediği bir okulda ve meslek arifesinde kendini buluverdi. Köylülerinin bildiği ilk hukukçu olacaktı. Bu durum , Galatasaray’ın ilk defa UEFA kupası alması kadar köy halkına özellikle gençlere moral oldu. Artık bizim köyden de azbuz değil bir hukukçu (hakim, savcı veya avukat) çıkabilirdi. Orhan, ailesi de dahil tanıdık birçok kimsenin taktirini aldığı gibi kıskançlıklara bile sebep oldu. Ama, kendisinden çok şey bekleyen köylüler ve şehirli tanıdıkları hayal kırıklığına uğradı. Çünkü, Orhan kendi hayatını istediği gibi oynamaya başladı. Toplumun doğrularını sorguluyor, niceliksel çoğunluğun dediğinin niteliğine bakıyordu. ,O artık orta yaşlı ve yaşlı kimselerin sevmediği , gençlerin ise örnek aldığı sıra dışı biriydi.

Küçük bir köy çocuğu olarak macerasına dramatik bir şekilde başlayan Orhan, herşeye rağmen dünyaya evrensel bir hukukçu gözüyle bakmayı öğrenmişti. Doğruyu a,b,c... kim söylerse söylesin hiçbir sınıfsal ve görüş farkı gözetmeden analiz edebiliyor ve alkışlıyor , yanlışı da kim söylerse söylesin ona muhalefet edebiliyordu. Belki fazla becerikli, sevilen ve köylüsünün övündüğü bir avukat değildi ama evrensel hukuk değerlerini, temmuz günü bir dağ başında rüzgarın saçlarını uçuşturması kadar sevmiş, hayatın zevkinin görüşlerden ve bakış açılarından çiçeklerden bal toplayan arı gibi özgürce bal almak olduğunu anlamış bir hukukçu olmuştu. Okul kitaplarından başka okuduğu kitap sayısı bir elin parmak sayısını geçmezdi. Ancak, herkesin görüşüne saygı duyacak kadar engin bir bilgeliğe sahipti. Hayatında girdiği hiçbir kuyrukta öne geçmek gibi bir gayreti olmadığı gibi, beleş olan hiçbir şeye tenezzül etmedi. Birçok düşünceye mensup insanlara hep saygı gösterdi ama hiçbir düşünceye mensup olmadı. Şüpheden sanık yararlanır "in dubio pro reo" evrensel ilkesini istisnasız savundu.

Gece boyunca dosya üzerinde çalışarak , her zamanki gibi duruşmadan bir saat kadar önce adliyeye yürüyerek gelmişti sırasını beklemekte iken, mübaşirin kendi ismini bağırmasıyla sıçradı, duruşma salonunda sanık müdafiliği yapacaktı, kendisine hakim tarafından söz verildi: "Hakim bey, sanığın olay saatinde falan filan yerde olduğu ve atılı suçlamayı gerçekleştirdiği iddia edilmektedir , oysa, tanık beyanlarında 'mişli' geçmiş zamanlı bir yüklem geçmektedir. Sanığı mahkum etmeye yeterli delil yoktur. Olayda şüphe vardır şüpheden de sanık yararlanır (in dubio pro reo) ilkesi gereğince sanığın beraatını talep ediyoruz ." dedi. Bir müddet sonra sanık berat etti. Dünün küçüğü , bugünün büyüğü ve yarının yine küçüğü Orhan BAŞARMIŞTI.


Old 28-11-2007, 18:22   #12
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 11
Gönderim Tarihi : 26.11.2007 / 21:45
Yazar : Rumuz : Hırkalı Kuzu
Başlık : İnsan ve Zindan

Gözümüzdeki bağları çözdüler. Bizi teker teker hücrelere tıktılar. Hücreler küçücüktü. Hava insanın ciğerlerini çürütecek kadar ıslak ve soğuktu. İçime çektiğim her nefes sanki kaygan bir yılandı. Karanlığa aldırmadım. Korku karanlığı bile örtüyordu.

Verdikleri ilk yemeği paltomun iç cebine sokmuştum. ‘’Bir daha ne zaman yemek verecekleri belli olmaz.’’ diye düşünmüştüm. Yemek dedikleri çeyrek ekmekti. İç tarafından boydan boya bıçakla yarılmış, arasına bir kaç siyah zeytin ve biraz da peynir sıkıştırılmıştı. Sonradan öğrendim ki burada günde iki öğün yeniyordu ve hep aynı yemek yeniyordu. Peçete yoktu. Zindancıdan peçete istemek yersiz olacaktı. On beş gün daha burada kalacaktım. O yıllarda gözaltı süresi toplu suçlarda on beş gündü. Bu süre içinde daha önemli isteklerim olabilirdi. Dilekte bulunma hakkımı atiye bıraktım.

Nitekim makul bir süre sonra sigara ihtiyacı kendini belli etti. Önce sabrettim. Sigarasızlık artık dayanılmaz hale gelince hücrenin kapısına elimle hızlı hızlı vurdum. Hayatımda ilk kez bir kapıyı içerden çalıyordum.

Yan yana sıralanmış pek çok hücre vardı. Zindancı odasından gelip ortalama bir yerde:

- Çağıran hanginiz? diye bağırdı.

Bu kez kapıyı belli etmek için parmağımla hafifçe tıklatarak:

- Buradayım, diye seslendim.

Kapıyı açan ince, zayıf yapılı, nevrotik biriydi. Sertçe sordu:

- Ne var?
- Bir sigara rica edecektim…
- Beni bunun için mi çağırdın?.
- Açım, üşüyorum,uykusuzum. Ama sadece bir sigara istiyorum. Çok şey mi istiyorum?

Cevap bile vermeden kapıyı çarparak çekip gitti. Elinde bir sigarayla dönmesini umutla bekledim. Beklemek boşunaydı ama hücrenin karanlığında yapılacak en akıllıca işti.
Sigara içmek yerine küçük küçük ekmek parçacıkları çiğnemek belki beni oyalar diye düşündüm. Ekmeği cebimden çıkardım. Kapıdaki delikten sızan kör ışığa doğru uzatıp ‘’neresinden koparırsam zeytinler düşmez’’ diye ekmeğe baktım. Bu bakışımla kendimi elinde kurukafayla Hamlet’e benzettim. ’Olmak ya da olmamak.’’ vecizesi aklıma geldi. Bu seçenekle ilk kez karşılaşıyordum. ‘’Olmak’’ bana büyük acı verecekti. Bu koşullar altında düşününce ‘’olmamayı’’ tercih etmeliydim. ‘‘Olmamanın’’ tek yolu ölmekti.

Gülünç bir yanlışlık sonucu gizli bir örgütün lideri olduğum sanılıyordu. Lider olanı iki tokat atıp bırakmazlardı. Beni lider sandıklarından posamı çıkaracaklardı. Üzerimde çalışmaları için yasa onlara on beş gün süre tanıyordu. Buradaki on beş gün dışarıdaki bir ömre bedeldi. Nereye getirildiğimi anlamıştım. Halk arasında buraya DAL denirdi. DAL ‘’Derin Araştırma Laboratuvarı’’ sözcüklerinin kısaltmasıydı. Laboratuvardaki tek araştırma yöntemi sorgulamaktı. ‘’Delilden suçluya ulaşma’’ yerine ‘’kişiden delile ulaşma’’ yöntemi uygulanırdı. Kişinin suçlu olup olmadığı ikrarından kolayca anlaşılırdı. İnkar ise mümkün değildi.

Hücrelerin bulunduğu koridorun dışından bir yerden korkunç sesler geliyordu. Sorguya alınanlar acı verilmesine ara verildiğinde yalvarıyorlardı. Yalvarırken sesleri insan sesi olarak duyuluyordu. Ama sonra yine acı verildiğinde bağırıyor; bağırırken insanlıktan çıkıyorlardı. O yıllarda henüz müdafiin sihirli gücü keşfedilmemişti. Şüphelinin sorgusunda müdafi bulunması zorunlu değildi. Bazı ülkelerde böyle bir kural olduğunu yabancı filmlerde görüyorduk.

Acının gerçek sesini ilk kez burada duyuyordum. Sorgu kuyruğunda beklerken bu sesleri duymak korku vericiydi. Kafamda kabaca tarttım: Burada çekeceğim büyük acıları terazinin bir kefesine koydum. Buradan çıkınca yaşayacağım küçük mutlulukları terazinin öbür kefesine koydum. Terazi korkudan titriyordu. Ölü veya diri ama hemen şimdi buradan çıkmalıydım; diri çıkmam olanaksızdı. Hamlet kadar bekleyecek zamanım yoktu. Sorgulanma sırası hızla bana geliyordu. Artık bağıranların sayısını, bağırma süresini takip edemez olmuştum. Aralarına düştüğüm grup yirmi kişilik kalabalık bir örgüt olmalıydı.

Bomboş hücrede ölmek için elverişli alet bulmak zordu. Paltomun altına giydiğim yün hırka aklıma geldi. Bu kalın, zırh gibi şeyi bana annem örmüştü. Hırkanın önüne, göğsüm üşümesin diye, boğazıma kadar kapanan uzun bir fermuar dikmişti. İşte bu fermuar işe elverişliydi. Önce fermuarı hırkadan sökecektim. Bir ucunu hücre kapısındaki halkaya bağlayacaktım. Yere oturduktan sonra diğer ucunu boynuma bağlayacaktım. Uzanır gibi yapıp, belden yukarı gövde ağırlığımı fermuara verecektim. Boyun damarlarımdan beynime kan gitmeyecekti. Beynim uyuşacak ve kendimden geçecektim. Adli Tıp Ders Kitabında buna ‘’yarım ası’’ deniyordu. Konuyu yıllar önce okumuştum ama hala aklımdaydı. Hukuk okumanın hayatta çok işime yarayacağını öğrenciyken bana herkes söylemişti zaten.

Fermuarın dikiş ipliğini elimle sökemedim. Hırkayı sırtımdan çıkarıp yere koydum. Ayakkabımın topuğuyla fermuara bastım. Hırkayı parmaklarımın bütün gücüyle yukarı doğru çektim. Kalın iplik bir türlü kopmuyordu. Annem fermuarı evlat sevgisi ile dikmiş olmalıydı. O soğukta terlemiştim. Belki de ölümden korktuğum için fermuarı sökmeye elim varmıyordu. Kendi kendime:

- Korkma, dedim. Sökünce hemen ölmek zorunda değilsin. Sökünce de yine düşünebilirsin. Şimdi sök. Sonra düşün.

Dişlerimle de denedim ama ip kopmuyordu. Artık şansımı daha fazla zorlamadım. Yaşamdan korktuğum kadar ölümden de korktuğum ortaya çıkmıştı. Hırkamı ve paltomu yine giydim.

- Amma beceriksizmişsin, diye korkaklığımla dalga geçtim.
Kendi şakama kendim güldüm. Az önce ben panik halindeyken hırka sağlam duruşuyla örnek bir tavır koymuştu. Yüksek sesle:

- Bir hırka kadar olamadın, diye kendi kendime söylendim.

Eğer hücrede mikrofon varsa hücreyi dinleyen görevli çok şaşıracaktı. Böyle bir ortamda böyle ilgisiz konuşan adamın aklından kuşku duyulurdu. Belki de bu sözü komşu hücrelere yönelik bir şifre sanacaklardı. Bu kez kahkahayla güldüm. Son birkaç dakikadır ne çok gülmüştüm. Yaşamak insanın yüzünü güldürüyordu. Yaşamak akıl dışı bir işti ama duygularla güzelleşiyordu. Ölmediğime seviniyordum. Karar verdim: Dayanacaktım.

Dayandım. Sıram geldiğinde gözlerimi bağlayıp, beni de sorguya götürdüler. Ben sesimin önceki çığlıklar gibi çirkin çıkmasını istemiyordum. İlk acı dalgasında aslanlar gibi kükredim. Ama ilk acı bile epey uzun sürünce sesim kendiliğinden inceldi. Gözlerimde şimşekler çakıyordu. Göğsüm yırtılıyor sanıyordum. Kaslarım koparılıyor gibi oluyordu. Acıdan kustum. Acıdan kendimi kaybettim. Yine acıdan kendime geldim. Gözümün önünde saçma sapan hayaller uçuştu. Bayıldığımda kusmuğumla boğulmayayım diye beni yüzü koyun çevirmişler. Ayıldığımda duyduğum acı yüzünden alnımı yere vururken göz bağım hafifçe yukarı kaymıştı. Gözbağımın alt kenarında incecik bir açıklık oluşmuştu. Bu açıklıktan yere doğru bakarken siyah bir ayakkabı gördüm. Ayakkabı şekilsiz duruyordu. Giyenin ayak başparmağının dibindeki kemik yana doğru, dışarı fırlamış gibi çıkıntılıydı. Ayakkabı bu kemiğe göre şeklini kaybetmişti. Sonra yine acıyla gözlerim kamaştı, yine bağırdım. Çok bağırdım. Arada durup, soru soruyorlardı. Önceleri:

- Bilmiyorum, diyordum.

Ama ‘bilmiyorum’ demenin yararı olmuyordu. Yalvarmaya başladım:

- Ne istiyorsanız onu söyleyeyim. Ne istiyorsanız imzalarım…

Ama onlar imza değil, bilgi istiyordu. Bense bir öküz gibi bilgisizdim. Ve bu yüzden acı acı böğürüyordum. Aslanların mağrur gücünü bırakmış, öküzlerin sabırlı gücünü yüklenmiştim.

Asırlar geçti sanki. Ve bitti. Boş bir çuval gibi sürükleyerek beni hücreme geri getirdiler. Yere bıraktılar. Göz bağımı çıkardılar. Yan yatıyordum. Çırılçıplaktım. Dizlerimi çeneme çektim. Ana karnında bebek olmak istiyordum. Giysilerimi tortop olmuş biçimde kapıdan atıp gittiler. Paltomu altıma çektim, hırkamı üstüme çektim. Örtünmeye çalıştım. Zangır zangır titriyordum. Ben titredikçe üstüm açılıyordu.

Yattığım yerde bulanık bir kafayla düşünüyordum: Bu acıların nedeni ilkellikti. İnsanlık henüz gelişmemişti. Usul yasasını değiştirmeyenleri düşündüm. Bürokratlar, kamuoyu, hukukçular, seçmenler… Bu saydıklarım arasında ben de vardım. İnsan zindandan beterdi. Uyur uyanık sayıklarken bir de şiir dökülmüştü içimden:

İNSAN ve ZİNDAN
Pençelerinden kan
Damarlarından buz akan insan!..
Senden daha aydınlık
Senden daha sıcak zindan
Bırak beni karanlıkta
Yağlı meşaleni yakma
Kapıma bakma sakın

Ayak sesi geliyor
Bir adım insan, bir adım şeytan
Bir adım insan, bir adım yılan
Her adımda zindan korku doluyor

Tavanından buz sarkan
Duvarlarından kan sızan zindan!..
Senden daha karanlık
Senden daha soğuk insan
Karanlığınla kundakla
Soğuğunla kucakla
Beni bırakma sakın

Ayak sesi gidiyor
Her adımda zindan huzur buluyor

***
Güzel şiirler büyük acılardan doğarmış. Çekilen acı düşünülürse bu şiir bir başyapıt olmalıydı.

Epey bir zaman sonra ayağa kalkabildim. Koluma, bacağıma baktım. Kırık, çıkık yoktu. Yine giyindim. Yine aslan gibiydim. Hırkamın fermuarını yukarı çektim. Çekerken çıkan ‘fıırrt’ sesi güzeldi. Önümü gerekmediği halde birkaç kez daha açıp kapadım. Fermuarı fermuar olarak kullanmak hoşuma gitmişti.

İlk aşamayı atlatmıştım. Diğerlerine dayanmam daha kolay olacaktı. Artık acıyı biliyordum.. Çok yararlı bir deneyim kazanmıştım. Keyiflendim. Sanki büyük bir başarının kahramanıydım. Bu keyifle hızlı hızlı kapıya vurdum. Zindancıyı çağırmanın tam zamanıydı. Bir keyif sigarası isteyecektim.

Bu kez kapımı başka bir zindancı açtı. Koridorun alaca karanlığında sadece dökük saçlı ve tıknaz olduğunu görebiliyordum. Taşralı kibarlığıyla ve gülümseyen bir sesle:

- Buyur, dedi.

Ben de kibarca:

- Bir sigara rica edecektim, dedim. Dedim ama açılıp kapanan ağzımdan ses çıkmamıştı. Bağırmaktan ses tellerim bozulmuş olmalıydı. Boğazımı temizleyip bir daha denedim. Yine sesim çıkmadı. Sonunda nefes sesimle fısıldayarak:

- Sigara, diyebildim.

Bu seferki zindancı beklenmedik ölçüde sevgi doluydu:

- Tabii, tabii… Hemen vereyim, diyerek gömlek cebinden paketi çıkardı.

Paketin içinden bir sigara çekip:

- Buyur, diyerek bana uzattı.

Karanlıkta göremiyordum ama ‘’ Buyur’’ derken gülümsediği sesinden belliydi. Bu içten tavrı beni duygulandırdı. ‘’Hayatta böyle insanlar da var. Hayatta böylesi anlar da var.’’diye sevindim. Dostça sıcak bir ses duymak acılarımı unutturmuştu Öylesine duygulanmıştım ki boğazım düğümlenmiş, gözlerim dolmuştu. ‘’Çok teşekkür ederim.’’ diyecektim; diyemedim. Bu kez nefesim bile çıkmadı. Kibar olmak biraz da olanaklara bağlı. Yutkunmakla yetindim.

Çakmağını çıkardı, çaktı. Diğer eliyle alevi koruyarak bana uzattı. Ağzımdaki sigarayı yakmak için ateşe eğilirken iki elini minnettarlıkla iki avucuma aldım. Burada o kadar yalnızdım ki şimdi insan sıcaklığını avucumda duymak beni daha da duygulandırmıştı. Sigaramı yakarken ‘’Çıktığımda bu iyi insanı mutlaka arayıp sormalı, dostluğumuzu devam ettirmeliyim.’’ diye düşündüm. ‘’Çocukları vardır. Çocuklarına hediye alırım, minnet borcumu böylelikle öderim.’’ diye bir de plan yaptım.

Bir iki nefes çekince sigaram çakmaktan ateşini almıştı. Sigaramın yandığını gören sevimli dostum ellerini geri çekti. O sırada, bir an için, tam çakmak sönerken, çıkıntılı ayağına göre şekli değişmiş siyah ayakkabıları gördüm.
Old 28-11-2007, 18:27   #13
Admin

 
Varsayılan

Yarışmaya kabul edilen tüm hikayeleri yukarıya aktardım.

Bu konu 1 hafta süreyle yeni yanıtlara kapalı olacak, 1 hafta sonunda ise hikayeler hakkında yorum yapmak isteyen üyelerimiz olursa yorumlarını bu başlık altına gönderebilirler. Bu süre içinde forumdaki diğer alanlarda da hikayeler hakkında yorum yapılmamasını rica ederiz.

Ayrıca lütfen bu konu içindeki hikayelere TEŞEKKÜR bağlantısını kullanarak teşekkür etmeyiniz zira konuya hikayeleri yazarları değil, ben eklediğim için teşekkürünüz doğru adrese gitmeyecektir.
Old 05-12-2007, 19:58   #14
Admin

 
Varsayılan

Oylamamızın 1. haftası doldu, "seçim yasaklarımız" da bitti ama oylamamız devam ediyor.

Bu konu altına yanıt ekleme özelliğini tekrar aktif hale getirdim, hikayelerle ilgili yorumlarınızı bekliyoruz.

Yorumlar konusunda hiç bir sınırlamamız yok, verdiğiniz oy da dahil, dilediğiniz her yorumu yapabilirsiniz, ancak yarışmaya katılan amatör yazarlarımızı üzmemek adına mümkünse olumsuz eleştirilerden kaçınalım. Tabii bu kadar güzel hikaye varken, olumsuz eleştiri yapmak mümkünse!

Halen oy kullanmadıysanız da lütfen oy kullanmayı unutmayınız, kazananı SİZ belirliyor olabilirsiniz!
Old 05-12-2007, 20:58   #15
Armağan Konyalı

 
Varsayılan


Hikayelerin yayınladığı sayfa yaklaşık bir hafta içinde yaklaşık 860 kez okunmuş. Bu okunma sayısının yaklaşık 800 tıklaması bana ait sanıyorum.

Yaratıcı Yazarlık yarışmasının Yarışmacı Yazarlarına teşekkür ediyorum.

Saygılarımla
Old 05-12-2007, 21:12   #16
Av. Canan EKE

 
Varsayılan

Sayın Admin, 11 Nolu hikaye, Hırkalı Kuzu'nun, tam olarak mı yayınlandı, yoksa şu bilmem kaç kelime nedeni ile yarıda mı kaldı? Ben çok beğendim. Ancak bir kaç cümlesi daha olmalıydı gibi.
Old 05-12-2007, 21:24   #17
buketoz

 
Varsayılan

11. hikayenin sonu için şiirden alınmış şu dize uygun: ''Bir adım insan bir adım yılan''
Old 05-12-2007, 22:03   #18
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan

Yarışmanın katılımcılar açısından önemli olduğunu biliyorum. Bu nedenle hala oy kullanmadım. Sayın Konyalı'ya yetişemesem de, 7-8 defa öyküleri okudum. Birkaç kez daha okuduktan sonra seçim yapacağım. Tüm katılımcılara başarılar dilerim.
Old 05-12-2007, 22:10   #19
Admin

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av. Canan Timur
Sayın Admin, 11 Nolu hikaye, Hırkalı Kuzu'nun, tam olarak mı yayınlandı, yoksa şu bilmem kaç kelime nedeni ile yarıda mı kaldı? Ben çok beğendim. Ancak bir kaç cümlesi daha olmalıydı gibi.
Yarışmaya kabul ettiğimiz ve burada yayınladığımız tüm hikayeler hiçbir değişiklik/kısaltma vs. yapılmadan aynen bize gönderildiği haliyle yayınlanmıştır.

Yarışma şartnamesinde belirtilenden uzun olan hikayeleri bu sebeple kabul edemeyeceğimizi belirterek yazarlarını bilgilendirdik, ancak bizim tarafımızdan kısaltıması vs. söz konusu değil elbette. 11. nolu hikaye bize gönderildiği haliyle yayınlandı.

Hikayelerde değişiklik yapılmaması ile ilgili tek küçük istisna 4. nolu hikayenin üçüncü paragrafında geçen *** işaretidir ki, bu değişiklik de bize ait değildir, forum programımızın filitreleme sistemi tarafından forumda yayınlanan her mesaja otomatik uygulanmaktadır. Ancak kelimenin ne olduğu çok açık anlaşıldığından bunun da sorun olduğunu düşünmüyorum.
Old 05-12-2007, 23:47   #20
Av.Ateş

 
Varsayılan

Öyküden pek hoşlanmayan ve zaman zaman bu türe haksızlık eden biri olarak büyük bir ilgi ve dikkatle okudum gönderilen öyküleri. Beklentilerimi fazlasıyla karşılayan iki öykü için oy kullandım. Özellikle urfalı rumuzu ile yarışmaya katılan arkadaşımızın Kimseler Yoktu adlı öyküsünü çok beğendim. Ahmet Turan'ın Telgraf! öyküsü Aziz Nesin'i hatırlattı bana Hırkalı Kuzu'nun İnsan ve Zindan öyküsünden de etkilendiğimi söyleyebilirim. Merakla yarışmanın sonuçlanmasını bekliyorum şimdi.

Katılan herkese başarılar dilerim. Öykülerini paylaştıkları için teşekkür ediyorum...

Saygılar...
Old 05-12-2007, 23:55   #21
Av.Suat Ergin

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av. Canan Timur
Sayın Admin, 11 Nolu hikaye, Hırkalı Kuzu'nun, tam olarak mı yayınlandı, yoksa şu bilmem kaç kelime nedeni ile yarıda mı kaldı? Ben çok beğendim. Ancak bir kaç cümlesi daha olmalıydı gibi.

Öykünün asıl güzel tarafı da bu galiba...Bir kaç(hatta binlerce) cümle düşünmemize(tamamlayabilsek ne güzel olur)neden olabiliyorsa bence başarılıdır.
Old 06-12-2007, 00:41   #22
slide

 
Varsayılan

Seroquel rumuzlu yazarımızın öyküsü için oy kullandım..Oldukca güzeldi.. Yazan arkadaşımı kutluyorum..Ne anlatılan ne kullanılan kelimeler sıradandı..Açıkcası yazan arkadaşımı gerçekten merak ettim
Old 06-12-2007, 13:04   #23
Av. Canan EKE

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Suat Ergin
Öykünün asıl güzel tarafı da bu galiba...Bir kaç(hatta binlerce) cümle düşünmemize(tamamlayabilsek ne güzel olur)neden olabiliyorsa bence başarılıdır.


Öyküyü beğendiğim için bu soruyu yönelttim. Sonu bize bırakılmış bir öykü. Aslında kendimi bile koydum o ayakkabı sahibinin yerine. Zira biz de bazen işimizi yapmak zorunda kalırken........
Old 06-12-2007, 13:48   #24
uye8490

 
Varsayılan

Her yazı bir emeğin ürünüdür.Onun için emek verip bir şeyler oluşturabilmiş tüm arkadaşları kutlarım.

Hırkalı Kuzu,Sagalassos ve seroquel rumuzlu yazarların öyküleri daha farklı geldi bana.
Öykünün sonu yazarın kaleminin ucundadır ama Kara papaz öyküsündeki papazın hücreden kurtulacağı için duyduğu mutluluk beni hayal kırıklığına uğrattı.Gerçi o hücrede ben olsaydım kuşkusuz o sevinci ben de duyardım ama ne bileyim papazın daha mistik bir tavır takınmasını ister istemez bekliyor insan.

İnsan ve Zindan adlı öyküdeki zindan bekçisi bana Nevzat Çelik'in bir şiirini anımsattı.

"Gözbağsız bakamazlar yüzümüze
Yer bitirir tanınmak korkusu"

Kendimizi ayakkabı sahibinin yerine koyma düşüncesine gelince.... yine
Old 06-12-2007, 17:04   #25
Ahmet Turan

 
Varsayılan

Diğer hikayeleri okuyunca, ben yazdığıma pişman oldum..
Ama başta da demiştim, önemli olan katılmaktı.
Katıldım
Arkadaşları takdir ve tebrik ediyorum.

Saygılar.
Old 06-12-2007, 18:32   #26
Av.H.Sancar KARACA

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Ahmet Turan
Diğer hikayeleri okuyunca, ben yazdığıma pişman oldum..
Ama başta da demiştim, önemli olan katılmaktı.
Katıldım
Arkadaşları takdir ve tebrik ediyorum.

Saygılar.

Bir dakika lütfen, kimseye haksızlık yapmayın. Henüz yarısını okuyabildik.
Old 06-12-2007, 20:04   #27
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Ahmet Turan
Diğer hikayeleri okuyunca, ben yazdığıma pişman oldum..


Ben de okuduğuma...

Şaka bir yana çok çok iyi yazarlar var.
Old 06-12-2007, 20:37   #28
Av. Şehper Ferda DEMİREL

 
Varsayılan

İnsan ve Zindan, okuyucuyu tedirgin edip, bu tedirginliği zindana geri götürülüş anına dek okura yaşatmaya devam ediyor. Zindana geri dönüşten sonra, yavaş yavaş okuyucu olarak, rahatlamaya başlıyorsunuz, bu rahatlık, ikinci zindancının sigara isteğini samimiyetle kabul ettiği ve kahramanın duygusallığının zirveye ulaştığı bir anda, yüzlerimizi yumuşatmaya devam ederken, aniden, tokat etkisi yaratan bir finalle sona eriyor. "Nasıl yani? " diyorsunuz, bir geri dönüş yaşatıyor ve sonra, zindandaki şiirin dizesi düşüyor aklınıza usulca: Bir adım insan, bir adım yılan. Yazarını kutluyorum.

İki öyküye daha oy verdim: Kimseler Yoktu ve Pisi Pisi Psikoz

Kimseler yoktuda, özellikle kahramanın ve anların canlılıkla başarılı tasviri, kendinizi o gibi hissedebilmeniz, kendinizi öykünün içinde yaşamaya başlamış bulmanız, sokakta telaşla koşanın siz olduğunuzu düşünebilmenize imkan tanıyan bir gerçeklik duygusu yakalanmıştı, en azından benim için öyleydi. Yalnızca final bölümünde biraz duraksadım. Bunca başarılı bir anlatıma, daha çarpıcı bir bağış notu düşülebilirdi diye düşündüm. Bu öykünün sonunda da tokat vardı, şiddeti cümleyle ağırlaştırılabilirdi gibi geldi. Bu hikayenin yazarını da kutlarım.

Pisi pisi pisikoz. İsabetle ve özenle kurgulanmış bir film tadında. Yazarına senaryolaştırma önerisi gelirse hiç şaşırmam. Kutluyorum.

Yarışmaya katılmayınca yorum yapmak kolay oluyor Özellikle bu üç öykünün yazarını kutladım, ama medeni cesaretlerini, emeklerini, kalemlerini esirgemeyen tüm katılımcılara da, güzel öyküleri için ayrıca teşekkür ediyorum.

Saygılarımla...
Old 06-12-2007, 20:39   #29
üye8180

 
Varsayılan

3, 7, 9, ve 11. öyküler için oy kullandım. Tüm yazar arkadaşlarımızı teker teker tebrik ediyorum. Zevkle okudum ve çok etkilendim. Farklı hayatlar, farklı hikayeler. Bence 11 hikayenin hepsi ayrı ayrı birinci. Ne mutlu emek verenlere.
Old 06-12-2007, 20:42   #30
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av. Neslihan
3, 7, 9, ve 11. öyküler için oy kullandım. Tüm yazar arkadaşlarımızı teker teker tebrik ediyorum. Zevkle okudum ve çok etkilendim. Farklı hayatlar, farklı hikayeler. Bence 11 hikayenin hepsi ayrı ayrı birinci. Ne mutlu emek verenlere.

Nasıl yani? Ben neden bir tek oy verebiliyorum?
Yanıt


Şu anda Bu Konuyu Okuyan Ziyaretçiler : 1 (0 Site Üyesi ve 1 konuk)
 

 
Forum Listesi

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıt Son Mesaj
Türk Hukuk Sitesi Yarışıyor : THS KISA ÖYKÜ YARIŞMASI (2007/1) Jeanne D'arc Site Haberleri 88 20-12-2009 23:23
Uzun Ve Kısa Okunmasi Gereken Ünlüler... avien Hukuk ve Türkçe Çalışma Grubu 0 26-11-2006 01:33


THS Sunucusu bu sayfayı 0,11865211 saniyede 17 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.